KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimeC.tesi Ara. 26, 2009 12:38 am

TURAN DURSUNLAR NASIL YETİŞİYOR

Turan Dursun ülkemizin doğusunda Müslüman bir anne babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş, geleneksel dini eğitim kurumlarımız olan camilerde, medreselerde yetişmiş, daha sonra Diyanet teşkilatında vaizlik, müftülük, TRT’de “Din ve Ahlâk” programları yapmış sonra hayatının bir döneminden itibaren İslâmî inanç ve değerlerle mücadeleye girişmiştir. Bu tarzın bir diğer örneği de Arif Tekin’dir. Bu ve benzeri isimlerin kaleme aldığı kitaplar ateist sol çevrelerce piyasaya sürülmekte ve İslam’a karşı mücadelede adetâ silah olarak kullanılmaktadır. Biz bu anlamda Turan Dursun’u bir prototip olarak ele alacak ve onun hayat hikayesini yetiştiği koşullar ve düşünce ve inanç serüveni ile ilişkilendirerek bir tahlil yapacağız.
Turan Dursun’un kendi şahsına münhasır bir istisnâ olduğunu söyleyip geçiştirmek de gerçekçi görünmemektedir. Bugün örneğin İstanbul’da dini yayınların ağırlıkta olduğu yayınevleri dışındaki merkezi yayınevlerinden herhangi birine bakıldığında “Din” bölümündeki kitapların önemli bir kısmının Turan Dursun’un kitaplarından oluştuğunu görmek mümkündür. Diğer yandan bugün çoğu zaman dindar kesim tarafından dışlayıcı bir tepkisellikle eleştirilen bu insanlar, müslüman bir ailede, çevrede ve toplumda yetişmişlerdir ve yazdıkları belirli bir çevrede dahi olsa bu toplumda karşılık bulmaktadır. Başta inancımız gereği, onların doğuştan İslâm’a karşı önyargılı olduklarını iddia edemeyiz. Bundan dolayı onları önyargısızca anlamak, aslında bir yönüyle kendi problemlerimizle yüzleşmek demektir.
Şüphesiz her yazarın görüşleri ile yaşamı ve şahsiyeti arasında yakın ilişki vardır. Ancak Turan Dursun’da bu ilişkinin özel bir boyutu gözlenmektedir. Hatta Dursun’un hayatı ve eserleri üzerine yaptığımız okumalar sonucunda bizim ulaştığımız kanaat, kişiliği, yaşadıkları, yetiştiği şartlar bilinmeden onun görüşlerinin doğru değerlendirilemeyeceği, çünkü İslâm’la ilgili duygu ve düşüncelerinin, tşahsiyeti ile din adına yaşadıkları emelinde biçimlendiği yönündedir. Şunu da ifade edelim ki hiçbir insanın düşünsel gelişimi ve inançları yetiştiği koşullar veya bir takım psiko-sosyol etmenlerle açıklanmayacak kadar çok boyutludur. Ancak bu gerçek, sözünü ettiğimiz unsurların önemsiz ve değersiz olduğu anlamına gelmez. Değerlendirmelerimize geçmeden önce Turan Dursun’un hayat hikayesi hakkında öz bilgi vermenin yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Turan Dursun 1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe (Yapıaltı) köyünde Kürt asıllı bir anne ile köy imamlığı yapan Türk bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. 8-17 yaşları arasında Erzurum Ağrı ve Muş’un değişik köylerinde daha çok Kürt kökenli ve Şafii hocalardan, son iki yılda da Adana ve Konya’da, başta Arap dili olmak üzere, Temel İslâm ilimleri, mantık ve felsefe konusunda eğitim görür. 17 yaşında iken köy imamı olur. 1955-1957 yıları arasında askerliğini yapar, ilkokula gitmediği için Türkçe okuma yazmayı da askerde öğrenir.
Askerlik dönüşü 1958 yılında önce merkez vaizi sonra müftü olmak üzere Tekirdağ ilinde göreve başlar. 1966 yılında “Din ve Ahlâk” programları yapmak üzere TRT’ye geçer, on yıl bu görevine devam ettikten sonra yine TRT’ de prodüktör olarak, “Başlangıcından Bu Yana İnsanlık”, “Vergi Programı”, “Akşama Doğru” gibi programları yapar.
1982 yılında TRT’den emekli olunca sayılı reklam ajanslarından birisinin sahibi olan arkadaşına, Kur’an Ansiklopedisi hazırlama projesini sunar. Arkadaşı onun bu teklifini olumlu karşılar. Varılan anlaşmaya göre, Dursun çalışmalarını sürdürmek üzere, ailesi Ankara’da olduğu halde, İstanbul’a yerleşecek, ajans da onun tüm masrafını karşılayacak, eser yayınlandığında kâr paylaşılacaktır. Onun bu çalışmasını 1987 yılında tamamladığı anlaşılıyor. Ancak eserin yayınlanması için birçok yayınevi ve gazete ile görüşmesine rağmen hiçbirinden olumlu cevap alamaması, söz konusu ajansın Dursun ile ilgili bazı kaygıları sebebiyle ekonomik sıkıntıları gerekçe göstererek ona olan maddi desteğini çekmesi kendisini maddi açıdan zora sokar. Bundan böyle İstanbul’da çalışmalarını sürdürebilmek için maddi kaynağa ihtiyaç duyar. Tam bu sırada “Şeriat Böyle” isimli bir senaryo-film çalışması ve İlhan Arsel’in başta Şeriat ve Kadın kitabı olmak üzere, bütün eserlerini yaygınlaştırmak amacıyla düşünülen, başkanlığını Turan Dursun’un üstleneceği, “İlhan Arsel Vakfı” projesi gündemdedir. Tüm bu çalışmalar için, Arsel aracılığıyla tanıştığı Amerika’da yaşayan Erkan Boynuince Dursun’a ayda beşyüz dolar maddi katkıda bulunmaya başlar.
Dursun’u bugünkü ününe kavuşturan, 1987 yılından 1990 yılındaki ölümüne kadar geçen sürede çeşitli dergilerde yayınlanan yazılarıdır. Onun bu yazıları daha çok Sosyalist çevrelerin yayın organları olan 2000’e Doğru, Teori, Görüş, Saçak, Sosyalist Birlik, Sosyal Demokrat, Emeğin Bayrağı ve Yüzyıl gibi dergilerde yayınlanır.
Bu yazıları döneminde, sözü edilen çevre tarafından yoğun övgülere mazhar olan Dursun’un, kendilerine derin sevgi ve saygıyla bağlandığı ve onların büyük desteğini gördüğü başlıca üç isim ile yakın irtibat halindedir. Bunlardan ilki o dönemde 2000’e Doğru Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı olan daha sonra Sosyalist Parti ve İşçi Partisi’nin genel başkanı olan Doğu Perinçek; ikincisi Perinçek’le teyze çocukları olan ve Dursun’u Perinçek’le tanıştıran, ODTÜ’de öğretim üyesi ve aynı zamanda ******çü Düşünce Derneği Genel Sekreteri Gürbüz Tüfekçi, üçüncüsü de, Dursun’nun sıkça yazdığı mektuplarında kendisine “Çok Çok Değerli, Sevgiliden Sevgili Dostum”, “İlhan Ağabey” diye hitap ettiği Amerika’da yaşayan İlhan Arsel’dir.
Turan Dursun’un sözü edilen dergilerde, İslâm’a karşı sert üslupla kaleme aldığı yazılar dindar insanlarca İslâmî değerlere hakaret olarak algılanarak onların tepkisine sebep oldu. Dursun 4 Eylül 1990 tarihinde esrarı hâla çözülemeyen bir terörist saldırı sonucu hayatını kaybetti.
Turan Dursun’nun başlıca eseri Kur’an Ansiklopedisi’dir[1]. Dursun bu eserinde, diğer eserlerinden ve aşağıda açıklamaya çalışacağımız ilmî şahsiyetinden farklı bir tavır takındığı izlenimi verir. Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki o, klasik İslâmî literatüre büyük ölçüde vakıftır. Kur’an Ansiklopedisi’nde bu konudaki yetkinliğini ortaya koymuştur. O bu çalışmasında, başlıca Kur’anî kavram ve konularla ilgili ayetleri, hadisleri ve kaynaklardaki malumatı derlemiş, mümkün olduğunca şahsi yorumlardan kaçınmıştır. Kendisi Ansiklopedi’nin girişinde bunun gerekçesini şöyle açıklar: “Ben Kur’an Ansiklopedisi’ni herhangi biçimde yorumlar getirerek, “İslâm’ın çağdaş yorumlar”la yorumlanmasını ve bu yolla “dinsel bağnazlıktan” uzaklaşmasını sağlamak gibi bir amaçla hazırlamadım. Din alanındaki aydınlanmanın yorumlarla değil, neyin ne olduğunu açık seçik ortaya döküp sergileme yoluyla olacağı kanaatindeyim.” Dursun bu çalışmasında zaman zaman pozitivist aydınların ve bazı müsteşriklerin görüşlerine yer vererek onlardan yana tavır alsa da, ilmi ciddiyetin sınırlarını aşmamaya özen gösterir.
Bilindiği üzere bilim adamlığının asıl göstergesi herhangi bir konudaki malumatı, derlemekten çok onu anlamlandırmak ve yorumlamaktır. Ansiklopedisi dışındaki eserlerini, onun İslâm hakkında derlediği bu malumata ilişkin yorumları olarak kabul edebiliriz. Turan Dursun’u değerlendirirken hem konumuzla alakası hem de ona bu günkü konumunu sağlayan eserleri olması nedeniyle bu eserlerini esas aldık.
Kanaatimizce Dursun özellikle hayatının son yıllarında yazdığı ve yayınladığı bu eserlerini yazmasaydı, Kur’an Ansiklopedisi’yle anılacak ve belki bugünkü şöhretine kavuşamayacaktı ama her açıdan daha saygın bir konumda olacaktı. Fakat her şeye rağmen onun, Kur’an Ansiklopedisi’ndeki tavrıyla diğer eserlerindeki tavrını aynı kişide düşünmek çelişkili gibi görünmektedir. Onun birbiriyle uzlaşmaz görünen bu iki tavrını te’lif etmek için şu ihtimaller üzerine düşünülebilir:
1. Dursun Kur’an Ansiklopedisi’ni yazdığı dönemde İslâm aleyhinde bu kadar keskin bir görüşe sahip değildi.
2. O İslâm’a inanmamakla birlikte hem İslâm hakkındaki bilgi birikimini değerlendirmek hem de bilim adamı olarak anılmak arzusundaydı. Fakat Ansiklopedi’yi tamamladıktan sonra maddi sıkıntı içinde olduğu bir zamanda, basımı konusunda karşılaştığı güçlüklere rağmen başarılı olamaması onu adetâ bezdirdi. Diğer yandan İslâm’a karşı biriktirdiği kin ve nefrete de yenik düşerek bu birikimini bu defa İslâm’a saldırmak için kullandı. Böylece duygularına yenik düşmüş oldu.
Dergilerde yazılarının yayınlanmaya başladığı ilk dönemlerde Ansiklopedi projesinin zarar görebileceği kaygısıyla müstear isim kullanarak gerçek görüşlerini gizlemeyi düşünmesi bu ihtimali desteklemektedir.
3. Dursun’un bu tavrı göstermektedir ki, Allah’a iman ve bağlılık için salt bilgi fazla bir değer taşımamaktadır.
Dursun’un köy imamı olan babası, oğlu daha doğmadan onun için kitaplar satın almaya başlar ve onu daha küçük yaşta, “Basra ve Küfe’de bulunmayacak ölçüde büyük bir din alimi” olması yönünde yoğun olarak koşullandırır. Bu amaçla babası onu 7-8 yaşlarına geldiğinde, daha ilkokula gidip okuma yazmayı öğrenmeden, camilerde medrese usûlü dinî eğitim veren hocaların yanına gönderir. Daha küçük bir çocuk olan Dursun kendisinden ileri yaştaki talebelerin eğitim gördüğü bu ortamlarda büyük sıkıntılara maruz kalır: Genelde Türkçe bilmeyen kürt hocalardan eğitim aldığı için öncelikle Kürtçe’yi öğrenmek durumunda kalır. Diğer talebelere göre yaşça küçük olduğu için bir çok açıdan zorluklarla karşılaşır. Temizlik imkanları sınırlı olduğu ve henüz kendisine bakabilecek yaşta olmadığı için bacaklarını zedeleyecek kadar kaşıntıya sebebiyet veren bitlerle boğuşur. Ama her şeyden önemlisi de anne-baba sevgisinden mahrum kalır, çocukluğunu yaşayamaz. Güzel elbiseler içinde oynayan, okula giden çocuk resimlerine imrenerek bakar. Tatil için gittiği memleketinde yaşıtlarıyla “tadına doyulmaz” oyuna daldığı bir zamanda babasının ‘pençesiyle’ yere yuvarlanır.[2]
Bütün bu olumsuzluklara rağmen onu büyük bir hırsla okumaya motive eden yegane sebep “Basra ve Küfe’deki alimlerin derecesine ulaşmak, hatta onları geçmek”; en büyük alim olur, en akıllı insan olduğunu kanıtlarsa “başa geçebilirdi”, hatta “cumurbaşkanı” bile olabilirdi. Yine kendi tanımlamasıyla “ne yapıp edip herkesi geçmeyi kafasına koymuş bir yarışçının tutkusu vardır içinde. Tüm varlığını sarıp sarmalayan bir tutku, aşk gibi.”[3]
O böyle bir tutkuyla başkalarının 15-20 yılda öğrendiklerinden daha fazlasını 3-5 yılda öğrendiğini, karşılaştığı birçok hocanın da onun bu durumunu mucize ve keramet olarak nitelediğini hayatı boyunca övünerek anlatır. O çocukluk yıllarında başta Arapça olmak üzere Temel İslâm bilimleri, felsefe ve mantıkla ilgili birçok eseri ezberlediğini anlatır. Bütün bu öğrendiklerini de onu “hedefine götürecek bir basamak” olarak görür.[4] Ancak Türkçe okuma-yazmayı bile henüz bilmeyen, yaşadığı dünyadan habersiz olan Dursun’un, hem de daha çocuk yaşta, kelam, felsefe ve mantık ile ilgili eserleri kavraması beklenemez. Bundan dolayı okuyup ezberlediği bu eserler çoğu zaman onun kafasını karıştırır, zaman zaman kendi deyimiyle Tanrı’yla “kavga” eder; okuduğu kitaplarda “Adem’in topraktan, Havva’nın onun kaburga kemiğinden, Hz. Muhammed’in nurdan, Hz. İsa’nın Cebrail’in üfürüğünden, kendisinin ise meniden yaratıldığını” okur ve bunu haksızlık olarak yorumlar. Özürlü bir kızı, ormanda başı kesilmiş bir insanı, nehri geçerken boğulan arkadaşını, kurbağayı yutan yılanı gördüğünde bütün bunlardan dolayı sorumlu tuttuğu Tanrı’yı rüyasında görür ve O’na yaptığı işleri beğenmediğini söyler.
Çocukluğunda koşullandığı “en önde olma”, “kendisinden herhangi bir şekilde söz ettirme” tutkuları, din adına yaşadığı bütün negatif tecrübeleri, ileride bilinçaltından çıkacak, büyük ölçüde şahsiyetini ve dine bakışını etkisi altına alacaktır. İleri yaşlarda yazdığı Kulleteyn isimli kitabında çocukluğunu anlatırken bütün olumsuzlukların sebebi olarak, annesine ve kendisine şiddet ve baskı uygulayan, sürekli “Abdul Hoca” diye bahsettiği ve dinle özdeşleştirerek “zalim baba” şeklinde nitelendirdiği babasını gösterir. Diğer yandan masumâne, insanî duygu ve güdülerini de din karşıtı bir bağlamda konumlandırır ve kendisine şefkatle davranan annesi ile özdeşleştirir. Babasının zulmünden kurtulup, insanî ideallerini gerçekleştirmek için çok okuyup ‘en öne’ geçmesi gerektiğini düşünür.
Dursun için “din ve ilim” sözü edilen duygular denkleminde hayatı boyunca hep “araçsal” bir niteliğe sahip olmuştur. Öyle görünüyor ki, İslâm adına küçük yaşta, henüz anlamayacağı seviyede aldığı eğitim, ezberlediği kitaplar ve çektiği sıkıntılar, hayatı boyunca onu hedefine ulaştırması bakımından işlevsel olmuştur. Fakat diğer yandan da bütün bunlar hakikatte dini anlayıp kavramasına, Tanrı ile içsel bir iletişim kurmasına hayatı boyunca aşamayacağı bir engel oluşturmuştur. Bundan dolayı onun dini inanç ve anlayışının, aslında hayatının hiçbir döneminde, dinin özü olan Allah’a duygusal yakınlık ve içten bağlılık düzeyine ulaşmadığı anlaşılıyor.
Dursun, müftülüğü döneminde farklı görüşleri ve uygulamalarıyla, “din sayesinde” basında sıkça sözü edilen “aydın müftü” unvânıyla popüler olmuştur. 1966 yılında maaşının azlığı ve sürgünleri sebebiyle[5] kendisine yapılan öneri üzerine bir mektup aracılığıyla TRT’ye geçtiği yıllarda dine bakışı da değişir, namazı ve orucu da bu yıllarda bırakır. Dursun’a, dini varoluş meselesi olarak algılayan, samimi ve bilgi temelli inanç sahibi bir mü’min gözüyle baktığımızda onun bu değişimini anlamamız güçleşir. Şöyle ki, Türkiye Gençlik Teşkilatı aydın bir dindar olarak gördüğü Dursun’a Papa ile tartışma teklifi götürdüğünde, okuma ihtiyacı hissettiği Tevrat ve İncil’de Kur’an’da anlatılanların benzerini görünce, Hz. Muhammed’in bir “sahtekâr” olduğu fikrine vardığını ve Peygamberlik inancını yitirdiğini anlatır.[6] O’nun bu iddiasında samimi olduğunu kabul etmemiz için, Kur’an’ı da hiç okumadığını düşünmemiz gerekir. Çünkü Kur’an’ın birçok ayeti zaten bu benzerlikten bahseder, hatta bazı tahrifleri dışında bu kitapları onayladığını belirtir.
Dursun, “Allah İnancı” konusunu işlerken anlatacağımız, bilimsel olarak nitelediği ilginç bir deneyle Allah’ın da olmadığına karar verir. Bu aşamadan sonra din, şahsiyetinin belirleyici yönlerinden biri olan ve İslâm’a karşı şekillenen “kin, nefret ve saldırganlık” duygularını besler. Bunu kendisi de ifade etmekten çekinmez: “O an bende öyle bir hınç oluştu ki, çünkü o (din, peygamber) benim gençliğimi, çocukluğumu aldı, onun yüzünden çocukluğumu yaşayamadım. Hiçbir hastalığın, kanser AİDS vb. hiçbir felâketin korkunçluğu, dinden gelen korkunçluk kadar korkunç değildir. O dakikadan itibaren dinle savaşa girdim.”[7] Bundan dolayı Dursun’un önerdiği dünyada öncelikle dinsizlik olacaktır.[8]
Dursun aslında sadece dinle kavgalı değildir. Çevresiyle de uyumsuzdur. Gerek müftülüğü gerekse TRT’deki görevi esnasında yaşadığı sürgünlerin gerçek sebebi de bu olsa gerektir. TRT’den emekli olmasına sebebiyet veren son sürgüne gerekçe olarak “bunalım içine düşmek”, “iş çevresiyle uyumsuzluk” ve “psikolojik dengesizlik” gibi nedenlerin gösterildiğini yine kendisi anlatır.[9] O, bu sürgünlerini her yerde doğruyu söyleme kararlılığına bağlarsa da bu tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü o hayatının her döneminde bulunduğu yer ve konumla uyumlu görüşleri, en sivri ve uç düzeyde savunmuştur. Müftülüğü döneminde aydın, ilerici din adamı olarak tanınırken, TRT’de “katı laiklik, akılcılık, bilimcilik” gibi temaları ön plana çıkarır, emekliliğinde ise ilişkide olduğu çevre ve yazılarını yayınladığı dergiler paralelinde keskin bir “din karşıtı” ve “Aydınlanma savaşçısı” kesilir. Öyle görünüyor ki, hayatının her döneminde onu “mücadele etmek durumunda kalan bir muhalif” konumuna düşüren iddiaları değil, iddialarında kullandığı sert, katı ve agresif üslûbu ve tarzıdır.
Dursun’un kişiliğinde belirgin olarak öne çıkan unsurlardan birisi de cinsel içerikli tecrübeleridir. Bunda bulunduğu eğitim ortamlarında kendisinden yaşça büyük olan talebelerde şahit olduğu, sağlıksız cinsel davranış ve konuşmaların yetiştiği ortamdaki katı geleneklerin vs. etkisi olmuş olabilir. Çünkü Kulleteyn isimli romanında bunlara uzunca yer verir. Dursun yine aynı romanında köpeklerin, koyunların çiftleşmesi gibi anlatımlara doğal görünmeyen bir tarzda yer verirken, koça masturbasyon yaptırdığını da anlatır. Rüyasında gördüğü peygamberden, sevdiği kızı elinden alacağı endişesiyle kaçar. Çocukluğunu anlattığı bu çalışmasında yazar, bazen aynı sayfada onlarca olmak üzere, yüzlerce defa argo ve iğrendirici ifadeye yer verir. Çoğu zaman da bu kullanımlarla İslâmî kavram ve değerler arasında irtibat kurar. Bütün bunlar aynı zamanda onun çocukluğunda din adına yaşadıklarının kişiliğinde bıraktığı derin izlerin işaretleri olarak görülebilir. Dursun’un bu üslûbu sadece bu romanında değil, başta Hz. Muhammed’i tanıtırken olmak üzere bütün yazılarında öne çıkar. Öyle ki kitaplarının yayıncısının bile, zaman zaman küfür derecesine varan bu ifadeleri “.......” işareti koyarak çıkarmak durumunda kaldığı anlaşılmaktadır. Onun İslâmî değerleri tanımlarken kullandığı üslûp ancak kendi kişiliğini tanımlaması bakımından bir anlam ifade edebilir. Çünkü herhangi bir nesneyi/değeri tanımlarken kullanılan sıfatların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ancak tartışmalı yollardan sabit olabilir, fakat uslûp ve ifade tarzının sahibiyle alakası direkt ve tartışmasızdır.
Şimdi buraya kadar saydığımız bütün bu şahsiyet özelliklerinin, esası nesnellik ve tarafsızlık olan ilmi şahsiyeti zedeleyeceği açıktır. Onun değerlendirmeleri çoğu zaman hamâsi, agresif, hatta isterik denebilecek özellikler gösterir. Dursun’un bu tavrını örneklemek üzere herkesin yakından tanıdığı bazı kişi ve kurumlarla ilgili bazı değerlendirmelerini aktarmak ilginç olacaktır:
Cengiz Çandar için: “Din ve Arap kokar”, “İslâm mücahidi rolü”nü oynar.
Hasan Cemal için: “Şeriat ve İslâm savunuru bir Selâmetçi”, “İslâm mücahidi”, “İslâm birliği yanlısı çizgi paralelinde “Türk-İslâm sentezciliği” savunuru.
İlhan Selçuk için: “İslâmcı Marksist” veya “Marksist İslâmcı”, “MHP çizgisine kaymış”.
Cumhuriyet Gazetesi için: Özellikle Cengiz Çandar, Hasan Cemal ve İlhan Selçuk’un yazılarıyla “dinlileştirilmiş”, “İslâmlaşma” ve “Araplaşma” eğilimine girmiştir.
R. Garaudy için: Onun müslüman oluşunu aldatmaca ve sahtelik olarak tanımlar ve çıkar hesaplarına bağlar, “karanlıkçı aydınların sapıklıkları” olarak değerlendirir.[10]
Kanaatimizce Dursun’un İslâm’ı değerlendirme konusundaki tavrı, bu kişi ve kurumları tanımlarkenki tavrından daha bilimsel, nesnel ve samimi değildir.
Öyle görünüyor ki, Dursun kişiliği ve eserleriyle bir “bilim adamı” tavrından çok, İslâm’a duyduğu kin ve düşmanlık sebebiyle, ne pahasına olursa olsun onunla mücadele eden bir “savaşımcı”, “dava insanı” tavrı sergilemektedir. Eğer Dursun’u bu bağlamda değerlendirecek olursak onun, üslûbu dışında, inancı uğruna gösterdiği fedakârlığına, çoşkusuna, ve idealizmine saygı duymamız gerekir. Dursun o kadar azimli ve inanmış bir dava insanıdır ki, kendisini “yüzyılların doğurduğu ölüm” olarak tanımlar; yani yüzyılların birikimiyle ortaya çıkan Dursun artık dinlerin sonu olacaktır, zaten “tabu can çekişmektedir” ve o dünyayı tek başına değiştireceğine inanır. Aslında o bu yönüyle adetâ bir “mesih” ve “kurtarıcı”yı andırmaktadır.
İşte bütün bu tavrından dolayı onu, ancak Sosyalist Partisi, İşçi Partisi gibi aşırı sol çevreler ve her ne şekilde olursa olsun hiçbir ahlâkî ve bilimsel kaygı gözetmeden İslâm’ın geriletilmesi gerektiğini düşünenler sahiplenebilmiştir. Onun kitapları, sözü edilen bu anlayış sahiplerinin yoğun desteği, öldürülmesiyle oluşan popülaritesi, özellikle gençlerin din konusundaki bilgi yetersizliği ve onun dine bakışının materyalist ideoloji sahiplerinin bakışıyla paralelliği gibi sebeplerle geniş bir okur kitlesine sahip olmuştur. Başka bir ifadeyle o, bazı kesimlerin din konusundaki duygu ve düşüncelerinin hem tercümanı hem de tasavvurlarına uygun bir din anlayışının üstadı olmuştur.
Tüm bunların ötesinde Turan Dursun’un bir kesim aydın tarafından “İslâmiyet konusunda dünya çapında bir otorite”, “Aydınlanma savaşçısı” gibi sıfatlarla anılması tamamen ideolojik bir bakışın sonucu olsa gerektir.
Muhammet Altaytaş
[1] Dursun’un bu eseri mucize maddesine kadar 8 cilt halinde onun ölümünden sonra Kaynak Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Yayınevi, eserin diğer bölümlerinin Dursun’un öldürülmesinin ardından, polis tarafından evinde yapılan aramalar esnasında kaybolduğunu iddia etmektedir. [2] Turan Dursun, Kulleteyn, s. 179.[3] Dursun, ae., s. 101.[4] Ş. Perinçek, Turan Dursun Hayatını, Anlatıyor, s. 21 [5] Abit Dursun, Babam Turan Dursun, İst., 1995, s. 51. Bir başka zaman da müftü olarak dinle savaşmanın dürüstçe olmayacağı için bu mesleği bıraktığını anlatır. (Dursun, Hayatını Anlatıyor, İst. 1997, s. 36) Fakat bu iddiası pek tutarlı görünmüyor. Çünkü bundan sonra TRT’de on yıl süreyle “Din ve Ahlâk” programları yapmıştır.[6] Ş. Perinçek,, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 35, 36. [7] Ş. Perinçek, ae., s. 36.[8] Ş. Perinçek, ae., s. 61.[9] Abit Dursun, Babam Turan Dursun, s. 52. Turan Dursun kendisine resmî olarak gösterilen bu gerekçelerin sürgün için “bahane” olduğunu ileri sürer.[10] Bu değerlendirmeler için Turan Dursun’un Ünlülere Mektuplar (İst. 95) kitabındaki adı geçen şahıslara gönderdiği mektuplara bakılabilir.[11] Turan Dursun tahlili ile ilgili bu yazı büyük ölçüde Hangi Din (İstanbul: Eylül Yayınları İstanbul 2001) isimli kitabımız temel alınarak hazırlanmıştır. Turan Dursun’un görüşleri ve bunların din ilimleri açısından değerlendirilmesi için sözü edilen kitaba müracaat edilebilir.
Turan Dursun ve Din-Din Bu 1, 2 ve 3’e Cevap (Kavram Yay.) ve İlginç Sorular (Vural Yay.) Kitaplarından Bir Derleme (Bahaeddin Sağlam-İsmail Acarkan)

Hak dini özünden farklı göstermeye çalışarak küfrün gerçek yüzünü ortaya koyan iftiracılardan birinin hezeyanlarına cevap nitelikli bu bölümde birçok sorunuzun da yanıtını bulabileceksiniz; ne mutlu gerçeği arayan, bulan ve onu yaşayabilenlere!.. İnançsızlara da şunu söylemek gerekir ki olgulara tek taraflı bir bakışaçısı ve önyargılarla yaklaşmayınız, aksi takdirde gerçekten her zaman için uzak kalırsınız; önyargı, gerçeği olduğu gibi algılamaya engeldir...

T. DURSUN'UN DÜŞÜNSEL YAPISINDAKI TEMEL EKSIKLIKLER

Tepki mi, Metod mu?
T. Dursun'un yazıları bir metoda mı dayanıyor? Yoksa (Don Kişotça) bazı itilimlerden doğan tepkiler midir? İslami kaynakları değerlendirmede hiçbir metoda dayanmayışı, İslam'ın temelinden olmayan (İslam’ın temeli Kuran ve ona uygun rivayetlerdir) kitaplardan eleştirebileceği parçaları alışı; buna karşın işine gelmeyen bölümlere gözünü kapayışı onun tepkisel olduğunu gösteriyor. Buna birkaç örnek vermek istiyoruz;
1) Şeytan ayetleri masalını anlatırken; "Olayın kalan bölümü, sayılamayacak kadar çok hadis ve tefsir kitaplarında var" (Din Bu I: s101) diyor. Halbuki sayılamayacak kadar çok dediği 3-4 kitabı geçmiyor. T.Dursun ayrıca bu rivayetleri reddeden (Kadı Iyaz, Fahreddin Razi, Alusi, Kadı Beyzavi, Muhyiddin Arabi, İzmirli İsmail Hakkı, Muhammed Abduh, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Beyhaki, Şevkani, Kurtubi, Ayni vs.) birçok alimi yok saymıştır.
2) Ayetlerin geliş tarihine ilişkin kesin bir bilgi ileri sürülemez (s104) diyerek şeytan ayetleri masalını ispatlamaya çalışırken her nedense ayetlerin tarihine ilişkin kesin bilgi veren kaynakları unutuveriyor!
3) Arap dilindeki mecazi (benzetme, sembolik) kavramları, sanki anlamlarını bilmiyormuş gibi kasıtlı çevirmektedir. Mesela Allah'ın gözetlemesi demek olan "Allah'ın gözü" deyimini "insanın gözü gibi göz" diye tercüme etmiştir.
4) Eş kelimesini karı diye çevirerek okuyucunun zihninde olumsuz anlamlar uyandırıyor. Mekr kelimesini düzen yerine kasten tuzak olarak çevirerek yine aynı anlam saptırmasına başvuruyor.
5) Tefsirlerdeki bilgilerden işine geleni alarak farklı yorumları gözardı etmekte, hatalı bir tefsirde gördüğü hatayı, İslam’ın görüşüymüş gibi vermektedir. Mesela: Ayın yarılması konusunda (s217) İbnül Cevzi'nin tefsirini kendi yorumuna ters düştüğü için reddetmektedir. s230'da ise İbnül Cevzi'yi güvenilir bir müfessir olarak kabul etmektedir.
Biz T. Dursun un bu "bilimsel!" yöntemli uygulamalarını objektif düşünme ve değerlendirme hassasiyetine zıt buluyor ve reddediyoruz.
6) Bazı konularda tefsirleri kanıt olarak bir hünermiş gibi sıralarken nedense Arapların kızlarını öldürmesi konusunda "güvenilir" dediği tüm tefsirleri bir çırpıda arkasına atıyor, reddediyor ve şöyle diyor: “Tefsirler Ferezdak'ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki tefsirlerde bu iki dize hep aynı sözcüklerden oluşmuyor. İki dize de değişik biçimde yer alıyor, dizelerin değişik olması gözönünde tutulursa sonradan uydurulduğu bile düşünülebilir (s204)”
Aynı akıl yürütmeyi şeytan ayetleri konusunda nedense yapmıyor. Halbuki şeytan ayetleri denen uydurma dizeler 20 değişik şekilde aktarılmıştır. Şeytan ayetleri bu yüzden uydurmadır deseydi T.Dursun'un samimiyetine inanabilirdik. Şu durumda ise tepkiselciliğine ve sübjektifliğine şahit oluyoruz.
7) Nefislerinizi öldürün ayetini mecburi anlayış istikameti gibi kendinizi (birbirinizi) öldürün diye anlamak gerektiğini söylerken nefsi, insanın eğilimleri olarak anlayanları bilgisizlikle ve Arapçayı bilmemekle suçluyor (s222). Halbuki aynı kitabın 254. sayfasında Şerif Cürcani'nin Tarifat'ından aldığı tanımda nefsin doğal eğilim anlamına geldiğini söylüyor. Göstermek bizden, takdir sizden, çarpıtma T.Dursun'dan...
Cool Aslında kendisinin de güvenilirliğinden şüphe ettiği bazı hadisleri delil olarak öne sürüyor. Halbuki kendisi bunların uydurma olduğunu kabul ediyor. İşte itirafı: "Gerçekten de hadis kitaplarının en güçlü sayılanları bile uydurma hadislerle doldurulmuştur" (2.Kitap, s158)
Bazı yerlerde sorduğu sorular ise saçmalığın doruğunu zorlar nitelikte; işte ilginç soruları: "Neden son peygamber bir Arabi. Muhammedi seçmiş hem neden son Peygamber?" Bu soruda neye itiraz ettiği anlaşılmıyor. Son peygamber kavramına mı? Onun Arap (ki başka bir milletten olsa idi yine aynı şekilde soracaktı) oluşuna mı? Adının Muhammed oluşuna mı? (Aslında son Peygamber bir Türk de olabilirdi, hatta adı T.Dursun da olabilirdi!) Ama Allah kime katından bir rahmet (Peygamberlik) indireceğini bilir. (bkz. İbrahim, 11)
Allah teala, Hz. Muhamned'e vahiy gelmesi karşısında o dönemdeki insanların itirazlarını aynen şöyle aktarıyor: "Onlara bir ayet gelince Allah'ın elçilerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe katiyyen inanmayız dediler. Allah elçiliğini kime vereceğini daha iyi bilir." (Enam:124)
Görülüyor ki 1400 yıl evvelinin inkarcılarıyla T.Dursun’un mantığı ve itirazı arasında pek fark yok.
"Onlar kendilerinden bir uyarıcı gelmesine hayret ettiler ve o kafirler dediler ki; bu yalancı bir sihirbazdır." (Sad: 4)
Neden son peygamber sorusuna ise şu kısa cevabı vermekle yetineceğiz. Kuran'dan sonra gerek olmadığından (İlahi öğreti korunduğundan dolayı) yeni bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç kalmamıştır. Dolayısıyla Hz. Muhammed doğal olarak son peygamber olarak kalmıştır.
Görülüyor ki, T.Dursun'un kitapları bir metoddan yoksundur. Sadece İslam'a duyduğu tepkiden doğan kimi yerde duygusal, kimi yerde muhakemesiz yargılardır. T.Dursun iyi niyetli olsaydı ve din kavramına şu iki açıdan bakabilseydi böyle bir bataklığa sürüklenmezdi:
A - Din tarih boyunca özbirliğe sahiptir. Bununla beraber dinin pratikleri geldiği toplumun düşünsel, kültürel ve sosyal yapısına göre farklılık gösterir. Bu farklılık (ve değişim) kainattaki diyalektiğin gereğidir.
Gönderilen her dinde inanç esasları (Allah'ın varlığı ve birliği, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağı vs) birdir. İbadet ve insanlar arasındaki ilişkiler ve bunlarla ilgili hükümler ise toplumdan topluma değişirler.
B - Din tarih boyunca karşı din (karşı devrim) taraftarlarınca ya yok edilmeye çalışılmış ya da çarpıtılmıştır. Bu çarpıtmanın dinamiğini üç grup oluşturmaktadır:
a) Kuran'da Firavun ile özdeşleştirilen iktidar sahipleri,
b) Karun ile örneklendirilen sermaye sahipleri (burjuvazi),
c) Bel'am ile tarihsel örneği verilen sahte, özünden uzak, şekilci oportünist, revizyonist din adamları.
Bu dinamiklerin tarihte çok örnekleri vardır. İşte birkaçı:
-Sabiilikteki ruhanilik (aşkınlık), Mezopotamya astrolojisi tarafından materyalize edildi.
-Hz.İbrahim'in Tevhid dini, Arapların tabiatperestlik ve putperestliği ile örtüldü.
-Musevilik dini, Yahudi ırkçılığı ile evrenselliğini yitirdi.
-Hıristiyanlık, Aziz Pavlos tarafından Roma'nın hukuki ve sosyal yapısı ile neo-platonizme adapte edildi.
-İslamiyet (uygulama ve uydurma rivayetler ile) Emeviler'in kabileci (milliyetçi), müşrik ruhlu materyalist saltanatları tarafından çarpıtılmaya çalışıldı.
-T.Dursun'un kullandığı tarih ve tefsirlerdeki rivayetlerin ve israiliyatın çoğu Emevilerin döneminde uyduruldu ve yazıldı. İslam savaş ve ceza hukukunu (uygulamada ve uydurma rivayetlerle) zulüm kanunlarına dönüştürmeye çalıştılar. Bu noktada akıl ve vicdan sahibi her insan İslam'ı bulanık olmayan kaynaktan (Kuran'dan ve ona uygun rivayetlerden) alarak ilahi tekamül yolunda ilerlemeli, uydurma ve çarpıtmalara karşı uyanık olmalıdır. Allah doğru olanların yardımcısıdır. (29:69)
Kız Çocukların Diri Diri Gömülmesi Yalan Mı?
Kadını cennet üstü bir varlık olarak gören Peygamber, geldiği Arap toplumunda, kadının statüsünü yükseltmiştir. T.Dursun'un iddialarının aksine, kadın, o dönemde İslam toplumunda ikinci sınıf değildi.
Peygamberimiz en hayati konularda bile eşleriyle görüş alışverişinde bulunmuş, hatta Hudeybiye Barışında Hz.Seleme'nin tavsiyesini doğru bularak yerine getirmiştir. O, bununla; kadınla erkeğin birbirlerine yardımcı olması gerektiğini vurgulayarak; kadının fikrine değer verilmemesi anlayışına en ağır darbeyi indirmiştir. İşte o dönemin anlayışlarından biri de kız çocuklarından çok, erkek çocuklara değer verilmesiydi. Kuran bu düşünceyi şöyle ifade ederek kınıyor:
16/58-59. Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar!
Görüldüğü gibi, Arapların bir kısmı, kız çocuğunu ileride savaşamayacağı, ailenin şeref ve namusuna leke getirebileceği düşüncesiyle, kızları olduğu zaman üzülürlerdi. Bu düşünceden dolayı Arapların ilkel bazı kabileleri (hepsi değil), çocuklarını öldürürlerdi. Bunun birkaç nedeni vardı:
Birinci neden; ekonomik idi. Fakirlik korkusundan, aile fertlerinin az olması isteniyordu. Erkek çocuklar, büyüdükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyordu (İsra 31). Fakat kız çocuklarının böyle bir katkısı olmadığından bazen öldürülüyorlardı.
İkinci neden; kız çocukları savaş zamanlarında işe yaramadıkları gibi korunmaları da gerekiyordu. Bazen esir düşüp cariye olma ihtimali de vardı. İşte bu nedenlerden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürebiliyorlardı. Kız çocuklarını öldürme adeti; Kinde, Temim gibi bazı ilkel Arap kabilelerinde vardı (bkz. İslam Ans. Cahiliyye mad.).
Kureyş ve diğer Mekke kabilelerinde bu yanlış ve çirkin davranış yoktu. Çünkü Mekke civardaki çöl kabilelerine göre zengin sayılırdı. İşte bu nedenle Arap şiirinde bu gelenek çokça yer almamıştır... Ferezdak aşağıdaki şiiriyle dedesinin bu yaptığı isten (öldürülecek kız çocuklarını fidye vererek kurtarması) dolayı övünmüştür;
"Dedem ki kız çocuğunu gömenleri men ederek çocukları yaşattı, o zavallılar gömülmediler"
T.Dursun'un iddiasına göre, Arapların hiçbirinde bu adet yokmuş. Şimdi düşünelim; Kuran hiç yapılmayan birşeyden bahseder mi? Bahsederse kendini yalanlamaları için kafirlere büyük bir koz vermiş olmaz mı? Halbuki Kuran böyle bir adetin yapıldığını söylemiş, hiç kimse de bu yapılmıyor diye itirazda bulunmamıştır. T.Dursun böyle bir itirazın yapıldığını söyleyemiyor.
İşte bu adetin Kuran'da yasaklanması çok önemli bir devrimdir. Peygamberimiz bu yanlış anlayışların tam aksine, kız çocuklarının terbiye edilmesi ve onların iyi birer hanımefendi olarak yetiştirilmesini teşvik etmiştir... İşte bu talimatlar sadece Araplarda değil İslam nerelere yayılmışsa, orada da kadın hakkındaki düşünceleri değiştirmiştir.
T.Dursun bu konunun sonunda (s244) kız çocuklarını öldürmekle ilgili bir rivayeti aktarıyor: "Kız çocuğunu öldüren de ölen de ateştedir"
Hadis usulünde şöyle bir kural vardır: "Kuran'a zıt rivayetler senedi ne kadar sağlam olursa olsun kabul edilemez, reddedilir" Zaten bu hadisin senedi de zayıftır...
Kuran'da öldürülen çocuğun masumluğu kesinkes vurgulanırken ve bunu yapanlar kınanırken yukarıdaki rivayetin uydurma olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır: "İnleye inleye toprağa gömülen kız çocuğu, hangi günahtan öldürüldü? diye sorulunca..." Tekvir 8-9
Bu ayete dayanarak diyebiliriz ki: Ebu Davud Kitab-üs Sünne'de geçen müşrik ve kafir çocukları ile ilgili olan 9 hadis, değişmez bir kader zihniyetini oluşturmak için uydurulmuştur. Peygamberin anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü; İslam inancında, masum insanların hiçbir zaman sorumlu olamayacağı kesin bir kuralken, müşrik çocuklarının kaderlerini babalarının kaderleriyle bir saymak, tipik bir kadercilik tezidir.
Bilindiği gibi; hadislere önem vermeyen Mutezile ekolü kaderi inkar ederken, bunlara tepki olarak hadisçi ekol, herşeyi önceden tesbit edilmiş bir kader zihniyetiyle izah etmeye çalışıyorlardı. İşte yukarıda aktarılan "hadis" de, bu yaklaşımın bir sonucu olarak uydurulmuştur. Zaten bu hadis de aynı bölüm içinde yer almıştır.
Turan Dursun'un Psikolojik Yapısı ve Düşünce Boyutu
Nasrettin Hoca anahtarını kaybetmiş, onu ararken bir adam gelmiş, birlikte aramaya başlamışlar, en sonunda adam "burada düşürdüğünden emin misin?" diye sormuş. O da evinde düşürdüğünü söyleyince adam kızmış ve neden burada aradığını sormuş, Hoca da şöyle demiş: "Burası evimden daha aydınlık ta ondan!"
Bunu niye anlattık, T.Dursun "Yüzyıl Dergisi"nde (sayı:6) aydınlanma savaşçısı olarak lanse edilince yukarıdaki hikaye aklımıza geldi. T.Dursun yukarıdaki olaya benzer bir şekilde Dinin özünü Kuran'da arayıp bulmuyor.
Bunun yerine uydurma olduğunu kendisinin de kabul ettiği bazı sözlerle dinin ne olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Ve işte "Din Bu" diyor (aslında "kin bu").
Neden böyle yapıyor, dersiniz. Çünkü yanlış aktarılmış bazı hadisler ve israiliyattan etkilenmiş tefsirlerle dini kötüleyebileceğini düşünüyor. Mesela Peygamberimizin savaşta kadın, çocuk ve ihtiyarlara dokunulmamasını emreden yüzlerce hadisini görmezlikten geliyor, buna karşın uydurma birkaç hadisle bunun aksini iddia ediyor.
Şimdi T.Dursun'a soruyoruz: ortaya koymak istediğin dini neden böyle uydurma rivayetlerde arıyorsun? Cevabı herhalde şu olacaktı; "Burası karanlık da ondan!"

Sıradan Bilinç ve Yüzeysel Düşünüş

Bir baba şaşı olan oğluna: "Oğlum, sen herşeyi birken iki görüyorsun değil mi?" dedi. Oğul, "Nasıl olur?" diye cevap verdi; "eğer öyle olsaydı, gökyüzünde iki ay yerine dört ay olması gerekirdi"
Biz dinlerin tek bir ilahi kaynaktan geldiğini göstererek aralarında bu yüzden benzerlik olacağını söylediğimiz halde, o hala kutsal kitapların birbirinden kopyalandığını söylüyor. Halbuki aynı kaynaktan gelmiş şeylerin aynı özellikleri taşımasından daha doğal ne olabilir. Ona göre Kuran'daki hiçbir bilgi Tevrat, Zebur ve İncilde geçmemeli. Geçerse kopyaladığını iddia ediyor. Geçmese, herhalde birbirinden farklı şeyler nasıl aynı kaynaktan olabilir, diyecekti...
Turan Dursun’u Tanımak
Turan Dursun, kendisini ateist olmaya götüren düşünce dolu bilimsel deneyini(!), Yüzyıl Dergisi, sayı 6'da kendi ağzından şöyle anlatır: "Allah'a inanıyordum. Ancak deneyimler yaptım kendi kendime. Su dolu kovanın içine süpürgeyi batırıp duvara sürdüm. Şekiller bir rastlantı.. Dünya'nın oluşumu da öyle olmasın.. Bu arada o da tümden silindi."
Evet T. Dursun duvardaki şekillere bakarak, dünyanın da böyle bir rastlantı sonucu olabileceğini savunuyor. Yani duvardaki şekiller=dünyadaki düzen. Aklı ve mantığı olan hiçbir insan bunu kabul etmez. Bir düşünün güneş sistemi, gezegenler, dünyanın etrafını saran atmosfer ve tüm bunları kıyasladığı duvardaki şekiller!
T. Dursun'un zekasının durduğu ve ilme nasıl yaklaştığı böylece tescil edilmiş oluyor. Lakin, bilim bu arada boş durmuyor, işin gerçeğini şöyle açıklıyor: "Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kovadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer. Üstelik evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır." (Bilim ve Teknik, Sayı 201, s.16)
T. Dursun'un ateizm deneyi gibi, ilgi çekme deneyi de çok çarpıcı; "Şişman bir kıza aşık olmuş, kızın ilgisini nasıl çeksin, kendini nasıl beğendirsin. İç çamaşırını görürse belki. Çok çaba harcamış ama olmamış" (Yüzyıl, s6).
Yine T.Dursun İslamın akıl ve ilimle olan bağlantısını çarpıtıyor, düşünce ve akılla ilgili yüzlerce ayeti gözardı ederek şöyle diyor: "Din varken kafanızı daha ileri daha güzel şeyleri yapmaya kullanamıyorsunuz. Kullandığınız zaman engeller çıkıyor" (s16) Şimdi soruyoruz;
Harizmi (9 yy) sıfırı bulup kullandığında İslam buna engel mi oldu?.. El-Cezeri tarihte ilk robotları yaparken, Abdüsselam kendisine 1979 Nobel Ödülünü kazandıran teoriyi düşünürken din engel mi oldu?..
Din ve İslam Dini
İslam Bilginleri Kuran'ın verilerine dayanarak din için şu tanımlamaları yapmışlardır:
1. Allah'a teslimiyet; 2. Allah’ın insanlığa yönelik hükümler halinde kanunlaştırdığı buyrukların tümü; 3. Tanrısal buyruklar toplamıdır ki, akıl sahiplerini kendi serbest seçenekleriyle, doğrudan doğruya hayra iletir; 4. Akıl sahiplerini kabule çağıran tanrısal mesajlar toplamı.
Kuran, çok açık bir biçimde insanlar ve cinler dışındaki tüm varlıkların Allah'ın iradesine (kanunlarına) uyduklarını belirtir. Bu yüzden insan elinin ulaşamadığı her yerde tam bir denge, barış ve adalet hakimdir. İnsan ise kendisine verilen irade ve bilgi ile bu denge ve barış ortamına ve kanunlarına uyup uymamakta özgürdür...
İnsanın bu iki yönlü yapısı sayesinde çeşit çeşit eğilimler, arzular ve duygular içindedir. İnsana, yer yüzünde yaşamını sürdürebilmesi için üç temel kuvvet/güç verilmiştir:
a) Kuvve-i şeheviye (yeme, içme, üreme... dürtüleri);
b) Kuvve-i gadabiyye (savunma ve korunma için gerekli tepki gösterme, mücadele, savunma... dürtüleri);
c) Kuvve-i akliyye (düşünme, muhakeme, zeka... dürtüleri)
Bu kuvvetler yaratıcı tarafından sınırlandırılmamış olup insanın bu konularda iradesini kullanması istenmiştir. Eğer insan sahip olduğu bu kuvvetleri bireysel ve toplumsal hayatının barış içinde düzenli olması için gerekli biçimde sınırlandırmazsa bu iç güçler “iffetsizlik, hak adalet tanımama, hakka tecavüz; önü alınmaz ve gereksiz öfke, yanlışı doğru, doğruyu yanlış gösterme; demogoji” gibi uç noktalara kayar ve bunun sonucunda bireysel ve toplumsal yaşamda her türlü olumsuzluk baş gösterir.
İnsan, gerek bu olumsuzlukları, haksızlıkları ve sömürüyü önlemek, gerekse bu nitelikleri kendisine ve topluma yararlı, mükemmellik boyutuna ulaştırmak için, kapsamlı bir bilgiye (akla, adalete) muhtaçtır.
İşte, kişiyi kendi hayatında tam bir mutluluk, uyum ve barış içinde geçirebileceği mükemmelliğe ulaştırabilecek ve toplumda barış ve adalete dayalı bir yapı oluşturabilecek mükemmel bilgi (tümel akıl) Allah tarafından gönderilmiş Hak (doğruya, adalete dayalı) DİNDİR.
Bu noktada elçi, dinin uygulanmasını sağlayan, onu pratik hayata en mükemmel şekilde aktaran kişidir. Dini pratikler demek olan ibadet ise dinin hakikatlerinin insanı aydınlatmasını, onun kalbine yerleşmesini sağlayan İlahi yasalardır...
Din “gerçek din” Olmazsa Ne Olur?
İnsan gerek bireysel gerekse toplumsal yaşamda kurallara uymakla ancak barış ve adalete kavuşabilir. Bu kurallar eğer İlahi Adalete ve barışa dayalı (İlahi kanunlar) değilse, onların yerini insanların veya insanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kurallar alacaktır. Bu durumda insan ürünü düşünce ve ideoloji sistemleri (beşeri dinler) ortaya çıkar.
Bu dinlerin tanrıları, onları ortaya koşanların nefis ve arzularıdır, heves ve tutkularıdır. Bu dinlerinde inanılıp kabul edilmesi gereken bir takım kuralları vardır. Allah'ın (zülüm ve sömürüye neden olduğu için) asla razı olmadığı bu dinlerde pek çok putlar bulunur. Genelde bu dinlerin toplumsal hayattaki dayanak noktası kuvvettir. Güçlü olan haklıdır ilkesi). Hayat prensipleri kavgadır, mücadeledir. Toplumsal bağları, ırkçılık ve milli çıkarlardır. Hedefi insanın mutluluğunu sağlayamayan hevesleri tatmin ve ihtiyaçları sun'i olarak arttırmaktır.
Hak dinin esası ise; İlahi adalet ve barış yasalarına uymaktır (kulluk). Hak dinin toplum hayatındaki dayanak noktası, haktır (Haklı olan güçlüdür) Gayesi, manevi tekamül (mükemmellik) ile Allah'ın isimlerini (O'nun keremini, adaletini, sevgisini) yansıtmaktır (Allah'ın razı olması budur) Hayat prensibi, mücadele değil yardımlaşmadır. Toplum fertleri arasındaki bağ, çıkar bağı değil; düşünce, hedef, ideal bağıdır. Sonuç ve hedefi insanı olgunlaştırmak, gerçek mutluluk ve barışa ulaştırmaktır.
Batılı din tarihçilerinin varsayımlarının tersine insanlığın ilk dini animizm veya totemizm gibi "ilkel" dinler değil, Kuran'ın deyimiyle İslam'dır. İnsan, insan olmak noktasında her zaman aynı özü taşıdığından Allah'ın insanlar için gönderdiği din, temelde (özde) aynı ve tek olmuştur. Hz.Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed gibi tüm resullerin getirip duyurduğu, nebilerin de uyup tatbik ettiği din her zaman aynı olmuştur. Ama her defasında birtakım olumsuz sebeplerle bu dinden uzaklaşan insanlar yine temelde aynı şekilde değişen dinler üretmişlerdir.
Böylece “ilkel, batıl, şirk dinleri” ortaya çıkmıştır. Nitekim Hinduizmin kutsal metinlerinden olan Vedaları inceledikten sonra, Alman filozofu Schelling şöyle demiştir;
“Bütün insanlık önceleri tek varlıktı (bir ümmetti). Ve tek bir Tanrıya inanıyordu. Sanki en eski din (yani el-İslam) yıldız yıldız parçalanmış...” Kaldı ki günümüzde ilkel dediğimiz totem ve tabuların çağdaş kılıklara büründüğünü görmemek mümkün değildir.
Batıda Dine Bakış
Toplumumuzda geleneksel anlayış, dini çok dar anlamda ele almaktadır. Din denilince sadece Allah'a inanmak, ibadet gibi kavramları hemen çağrıştıran inanç sistemleri akla gelmektedir.
Oysa inanmak ve ibadet kavramlarını en geniş anlamlarıyla ele aldığımızda herkesin bir şeylere inandığı, bir şeylere yöneldiği (ibadet ettiği) görülür. Örneğin: Kimi insanların bilimin her şeyi çözeceğine imanı vardır. Kimilerinin gelecekte proleterya (işçi) diktatörlüğü kurulacağına imanı vardır...
Batılı ruhbilimcilerden Erich Fromm'un şu tanımı ilgi çekicidir; “Bir topluluğun bireylerince paylaşılan ve o bireylere belli bir yöneliş, belli bir bağlanma amacı kazandıran herhangi bir düşünce ve eylem sistemidir. Gerçekten benim benimsediğim bu geniş anlamda din olgusuna sahip olmamış hiçbir kültür yoktur. Ve öyle görünüyor ki, gelecekte de olmayacaktır” (Psikanaliz ve Din, s31)
Erich Fromm yine doğru bir tespit olarak bugünkü Batı ideolojilerini de yapıları bakımından ilkel birer din olarak görüyor ki, biz de bunu doğruluyoruz:
“Kültürümüzde totemcilikle karşılaşıyor muyuz? Evet hem de yaygın olarak; ama bu soruna sahip olan insanlar çoğunlukla ruhsal yardıma gereksinmeleri olduğu kanısını taşıyorlar. Kendisini bütünüyle devlete bağlı sayan ya da partinin çıkarını biricik değer ve doğruluk ölçütü sayan, yaşadığı topluluğun simgesi olan bayrağı kutsal bir nesne olarak gören bir kişi, tutumu kendisine tamamen akılcı gibi gelse de klan dinine ve totem tapımına sahip bir kişidir. Faşizm ya da Stalincilik gibi sistemlerin milyonlarca insanı bütün kişilik ve mantıklarını “doğru da olsa yanlış da olsa benim ülkem” ilkesine kurban etmeye nasıl yöneltildiğini anlamak istiyorsak bu yönelişin totemci, dinsel niteliğini dikkate almamız gerekir”
“İnsan hayvanlara, ağaçlara, altından ya da taştan yapılmış putlara, görünmez bir Tanrıya, ermiş bir kişiye ya da şeytanca özellikleri olanlara tapınabilir. Atalarına, ulusuna, sınıfına ya da partisine, para veya başarıya tapınabilir. Sarıldığı din, yıkıcılığın ya da sevginin, baskının ya da kardeşliğin gelişmesine elverişli olabilir, insanın akıl yeteneğini geliştirebilir ya da köreltebilir. İnsan bağlandığı sistemin laik dünyadaki sistemlerden farklı olan dinsel bir sistem olduğunun ayırdında olabilir. Ya da hiçbir dine bağlı olmadığını düşünebilir ve güç, para ya da başarı gibi birtakım sözde din dışı amaçlara bağlanmasını kendi çıkarının bir gereği gibi yorumlayabilir. Bu noktada DİN Mİ, DİN DEĞİL Mİ? sorusu önem taşımamaktadır, önem yaşıyan ne tür din sorusudur. Bağlanılan din, insan gelişimini yalnızca insana özgü olan yeteneklerin açılıp serpilmesini sağlamakta mıdır, yoksa bunları kösteklemek midir?” (s36)
İslam'ın bu açıdan niteliğine baktığımızda şunu görüyoruz: Allah insanın özüne hiçbiri istisna edilmeyerek İlahi sevgi cevherini koymuştur. İnsan bu özünü imanın ışığı ile, İslam'ın toprağında geliştirerek mükemmelleştirecektir.
Açıkçası İslam, insanı ahlaki sorumluluk ve seçme yeteneğine sahip, gönlünün özünde İlahi sevgi olan bir varlık olarak nitelendirir; “O'ndan geldiniz, O'na gidiyorsunuz” (Bakara, 156), “Onlar (inananlar) Allah'ı sever, Allah da onları sever” (Maide, 54). Şimdi de insanı mükemmelliğe ulaştırmayı amaçlayan İslam (Allah'a yönelme ve teslim olma) dininin özelliklerine bakalım;
Gerçek Dinin Özellikleri
1. Din İlahi Bir Konumdur
İslam dini insan doğasının (fıtratının) dinidir. İslam dini mutlak mükemmelliği, yüceliği ve güzelliği temsil eden Yaratıcıya bağlanarak yönelme işidir. Bu noktada İslam dini tüm yaratılanları, mükemmelliği temsil eden Allah'a bağlar. İnsanı ezeli ve ebedi olan Allah'a bağlayarak ona ebediliğin kapısını açar. Onu İlahi rahmetin, keremin, sevginin yeryüzündeki aynası olarak tanımlar; “En sevdiğiniz şeyi vermedikçe imana ulaşamazsınız” (Ali İmran, 92)
İnsanı gerçeğe ulaştıran dinin koyucusu Allah'tır. Hiçbir elçi duyurduğu dinin kurucusu değildir. Bu yüzden din, kendisini anlatan elçinin adına izafe edilemez...
2. Din Akıl Sahiplerine Seslenir
İslamın muhatabı akıl sahibi varlıklardır. Bu noktada akılcı olmak ile akıllı olmayı birbirine karıştırmamak gerekir. Akıl sınırlı, sonlu, zamana bağımlı olarak olayları ve kavramları algılar; sınırsız, sonsuz ve zamana bağlı olmayan olay ve kavramlar aklın kavrayış sınırlarının ötesindedir. Dinin bir kısım gerçekleri, aklın kavrayış sınırları içindeyken bir kısmı dışında kalır. Bunlar insanın başka bir kavrama yeteneğini içerek kalp/gönül (sezgisel kavrayış yeteneği) tarafından algılanır.
Akıl üstü olmakla, aklı merkezi bir rol sahibi görmek nasıl bağdaşır? Yanıt açıktır; bir gücün sınırlarını belirlemek ve o gücü bu sınırlar içinde tutmak onu inkar etmek değil, evrensel işlevini daha iyi yapmaya itmektir. Çünkü bir şeyin gücünü inkar kadar ona taşıyamayacağı yükler yüklemek de olumsuz sonuç doğurur. Bu evrensel bir yasadır. Kuran'ın deyimiyle; “Allah hiçbir kişiye taşıyamayacağı yükü yüklemez” (Bakara, 286)
İslam bir din olarak akıl sahiplerini muhatap alarak akla en büyük değeri verirken, ona kavrayamayacağı şeyi yüklemez. Kaynağı bakımından vahye dayalı olan İslam bu nedenle akıl ile asla çelişme ve çatışmaya girmez. Zaten aklın da dinin de sahibi tek ve aynı kudrettir. O kudretin elindeki iki varlık arasında asla çelişki yoktur; “Rahman olan Allah'ın yaratışında ve yarattıklarında çelişme ve uyuşmazlık göremezsin” (Mülk Suresi, 3)
Akıl ile vahyin çelişir gibi görünmesine insanın inadı ve aceleciliği sebep olur. Yani bu noktada sebep, insanın sabırsızlığıdır. Bizler öznel dürtülerle yanlış değerlendirmelerle acele ederek vahyin ortaya koyduğu kuralları hemen anlamak istiyoruz. Çünkü aklın anlamak, peşinde olduğu şeyi derhal açıklamak ve sebeplere bağlanmak gibi temel bir tavrı vardır. İlahi vahiy bazı noktalarda öyle şeylere değinir ki, bunlar ancak zamanla anlaşılabilir. Akıl işte bu bakımdan en büyük maharetini; vahye teslim olması gereken yerde durmakla gösterecektir.
Aklın vahiy önündeki teslimiyetinin aksiyona dönüşmesine ibadet diyoruz. Bu kabul ve teslimiyet aklın mahkumiyeti değil, sınırları içinde ve acele etmeden iş görmesidir. Kuran, aklın iş görmesini yüceltmekle kalmaz ayrıca emreder. Bunun yanında Kuran, ilk ayetlerden itibaren gaybe inanmayı gerekli görür.
Gayb ne demektir? Gayb, vahiy tarafından tespit edilen ve duyu organlarıyla algılanamayan sırlardır. Bu sırlar, insanoğlunun önüne vahiy ile açılıyor ve insan bunlara inanmaya çağrılıyor. Zaten duyu organlarımızın sınırlılığı bize gaybın olduğunu açıkça göstermektedir. Bu noktada bir insanın gaybe inanmaması ve bunları akılla çelişir görmesi “benim duyu organlarım her şeyi algılıyor” demek kadar yanlıştır...
Buradan şunu anlıyoruz ki, zamana bağlılık kaydını dikkate almadan vahyin verilerini anında kavramak ve onlara akıldan onay çıkarmak endişesi bizi çıkmazlara sokmaktadır. İnsanoğlunun bu hatası bir kenara bırakıldığında akıl ile vahyin çatışma ve çelişmesi sözkonusu olmaz.
3. Dinde Serbest Seçim (İnanç Özgürlüğü) Esastır
Allah ile insan arasında hayatın tümünü dolduracak genişlikte ve süreklilikte olan din ilişkisi, hürriyeti gerekli kılmaktadır. İnanç hürriyetinin olmadığı yerde dinden söz edilemez. Burada kastettiğimiz hürriyet hiçbir baskı ve zorlama olmaksızın kulun davranışlarını içten bir istekle sergilemesi anlamında bir serbest seçim ve karar vermedir.
Dinin gönderilişinde maksat Şatibi'nin ifadesiyle “İnsanı zorunlu kulluktan serbest seçime dayalı kulluğa yükseltmektir” Bunun dayandığı yaratılış yasası Kuran'da şöyle belirtilmiştir; “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256)
4. Din İnsanı Mutlak Güzelliğe, Barışa ve Hayra İletir
Evrenin bir düzeni vardır. Bu düzenin de çeşitli yasaları vardır. Bize göre bu yaradılış düzenine uymak, insanı mutlak güzelliğe, mükemmelliğe iletir.
İslam dini mutlak hayra, güzelliğe, mükemmelliğe çağırma ve iletme konusunda insanların farklı görüşlerine değil, genel ve değişmez fıtrat (insan ve evrenin yaradılış) yasalarına öncelik tanır.
İnsanın, iletildiği mutlak hayrı her zaman kendi aklıyla açıklığa kavuşturmasını beklemek, insanın gelişimini aksatan ve sonuçta bizzat insanın başına bela olan bir tutumdur. Tarih boyunca nice felsefe ve ideolojilerin insanları ne hale getirdiğii açıktır.
Unutmamak gerekir ki din sadece hayra çağıran bir kurum değil aynı zamanda ileten bir kurumdur. Din aynı zamanda koruyucu bir kurumdur. İslam bilginleri bu korumayı beş bölümde incelerler; Ruhsal Yapıyı Koruma, Nefsi Koruma, Nesli Koruma, Malı Koruma, Aklı Koruma...
Din Afyon Mudur?
“Din afyon mudur?” sorusuna verilecek doğru yanıt “Evet afyondur” ya da “Hayır afyon değildir” demek olamaz. Bu soruya önce “siz hangi dinden sözediyorsunuz?” diyerek ilk “yanıtı“ vermek gerekir. Marks’ın dediği gibi evet bazı dinler afyondur. Ama hangileri? İşte Marks’ın soramadığı bu soru onun çelişkisidir.
Kuran birçok ayette dini; çıkarları hesabına kullanan, değiştiren, ekleme ve çıkarma yapanlara dikkatimizi çekmektedir. Kuran’da hak dine karşı çıkanlar üç sınıfa ayrılmıştır:
a) Kendilerini Allah’ın yerine koyarak hüküm koyan veya onları saptıran din bilginleri...
b) Hak dinden dolayı çıkarlarını kaybeden, sömürü çarkları bozulan sermaye sahipleri (Marks’ın kulakları çınlasın)...
c) Hak dinin gelişiyle iktidarları yıkılan (veya yıkılacak olan) iktidar sahipleri...
Şimdi insafla soralım;
İktidar sahiplerini yerlerinden eden, sömürücü sermaye sahiplerinin rahatını ve keyfini kaçıran, din yoluyla kendilerine çıkar sağlayanları uyaran ve onlara cehennemi müjdeleyen bir din (İslam) afyon olabilir mi?
Böyle bir dine afyon diyenin ya aklı ve vicdanı yoktur ya da afyonla uyuşmuştur... Yahut kendi yaptığı yeni bir din ile insanları uyuşturmak istemiştir.
Evet soruyoruz:
İnsanları köleleştiren Mekke aristokrasisine başkaldırmayı emreden din mi afyondur? Köle olan Bilal’e efendisine! başkaldırma bilinci veren din mi afyondur? Sömürü düzenleri bozulmasın diye Peygambere para, kadın ve mevki teklif eden Mekke burjuva ve diktatörlerine, “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz de ben bu dinden vazgeçmem” diyen Peygamber’in getirdiği din mi afyondur?
Kızını öldüren müşrik Ömer’den, adaletin zamanlar üstü örneği olan Hz.Ömer’i çıkaran din mi afyondur?
Hak ve adaletin yeryüzünde yayılması için bütün varlığını feda eden, kadınlık timsali Hz.Hatice’yi şekillendiren din mi afyondur?
15-20 yılda İran’ı, Bizans’ı, Afrika’yı sarsan ve fetheden insanları yetiştiren din mi afyondur?
Okuma-yazma öğretmeleri karşılığında savaş esirlerini serbest bırakan bir din mi afyondur?...
Yaratılış Nedeni?
İnsan tanrısal özüyle evrenin hem çekirdeği hem meyvesidir; maddesiyle topraktan, ruhuyla yaratıcı Ruh'tan gelmektedir ve bu dünyada bir çekirdek olan özünü tanrısal sevgiyle filizlendirmek durumundadır...
“Ten, sana topraktan emanettir, Ben (öz), sana kimden emanettir?”
Evren ile insanın yaratılma nedeni: Aşk'tır... Başka bir deyişle; Allah insanları ve evreni sevdiğinden dolayı yarattı...
Biliyoruz ki Allah sonsuz ilme sahiptir. Bu sonsuz ilmi içinde, sonsuz çeşitlilikte varlık birimleri bulunmaktadır. Bu varlıklar ilmi (bilgisel) bir niteliktedir. (Ressamın veya heykelcinin zihnindeki resim ya da heykel gibi)
İşte Allah bu varlıkları sevdiğinden dolayı belirli bir zaman ve mekan düzleminde yaratır. Açıkçası, nasıl bir ressam düşünce ve duygu dünyasında var olan bir şeyi sevdiği için kağıda döker. Tıpkı bunun gibi de Allah sonsuz ilminde var olan varlık birimlerini, "sevdiğinden dolayı" yaratmıştır; varlık, sevginin meyvesidir! Evrende var olan her varlık, yaratanın sevgisiyle yaşıyor ve O'nun sevgisiyle yaşayacaktır da!... Gördüğümüz yıldızlar evreni, güneş ve gezegenlerin tümü de sevgiden doğmuştur... Kozmos (evren), kısacası herşey sevginin yansımasıyla var olmuştur.
İnsan ise, hem yükselmeye hem de alçalmaya uygun olarak ve mükemmelleşmek için yaratılmıştır... Kuran'da insanın bu yapısına ve önündeki seçeneklere şu ayette değinilmiştir: "Ona (insana) fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve o kötülüklerden sakınıp Tanrısal bilince ulaşmayı ilham edene (and olsun)" (Şems Cool
İşte sınavdan kasıt; bu iki seçenekten birisini seçmektir... Açıkçası; sınav kavramı basit bir bilip bilmeme olgusu değil, iyi veya kötülükten birini tercih etme ve bunun uygulamasını yapıp yapmama olayıdır...
İbadetler olgunlaşmak için insana sunulmuş ilahi formüllerdir. Bunlarla insan olgunlaşarak sonsuz huzur, barış ve sükunete kavuşacaktır. Buna karşın insan sahip olduğu potansiyeli örter, bozar, günahlarla bir takım ruhsal mutasyonlara (ki mutasyonlar zararlıdır) maruz bırakırsa mutsuzluğun, basitliğin uçurumuna yuvarlanır, zarara uğrar!... (Şems 9-10)
İnsan sahip olduğu potansiyeli ve özü Tanrısal formüllerle -ibadetler- filizlendirmek ve geliştirmek için yaşam toprağına atılmıştır. Kulluk, insanın benliğini inkarı, etkisizliği ya da mahkumiyeti değildir Kuran'ın anlayışına göre kulluk, bir karşılıklı aşk ve saygı ilişkisidir... Bu ilişkide taraflardan ikisi de etkindir ve Allah, kulunun ibadet ilişkisi içinde bütün etkinlik ve yalvarışlarına karşılık vermektedir. (bk. Bakara 152, 186; Mümin 60)
Korku; En büyük sorumluluk sevgiden doğar!
İslam’ın korku dini olup, korkuya dayalı olduğu yargısı doğru değildir... "Rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan" (Araf 156) Allah'a korkutucu Tanrı diyenler biraz daha düşünmelidirler. Öyle ki, 114 kez Besmele ile Allah kendisini, Rahman ve Rahim (sımsıcak bir sevgili) olarak tanıtmaktadır.
Ümitsizliği ve ziyana uğrama korkusunu insanın kendi kendine zulmetmesi olarak nitelendiren (Zümer 5) Kuran, Allah’ın rahmet ve sevgisi ile her şeyi kuşattığını belirtmektedir.
İman ve İslam'ın temeli sevgidir. Sevgi asıldır, korku sevgiden sonra duyulur ki, bu korku, sevgiyi yitirme korkusudur. Nitekim Allah ile müminler arasındaki asıl ve temel ilişki sevmek ve sevilmek gerçeğidir ki, aşağıdaki ayet bunu belirtmektedir:
« Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse iyi bilsin ki, Allah (sizin yerinize) öyle bir topluluk getirir ki, O onları SEVER, onlar da O'NU SEVER. » Maide 54
Görülüyor ki, müminlerin temel sıfatı Allah'ı sevmek olduğu gibi, Allah’ın temel sıfatı da müminleri sevmektir... Yine, başka bir ayette Allah inananları söyle tanıtıyor:
« İnananlar ise Allah'ı çok, hem de pek çok severler. » Bakara 165
Meryem 96'da Allah, kendisine inanan ve inandığını yaşayanlara vereceği şeyin sevgi olduğunu bildirmektedir:
« İman edenler ve salih amel isleyenler için Rahman (olan Allah yüreklerinde) bir sevgi yaratacaktır. »
İslam korku dinidir diyenler acaba şu ayetlere ne derler:
« De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. » Ali İmran, 31
« Allah tövbe edenleri sever. », « Allah arınanları sever. » Bakara, 222
« Allah sabredenleri sever. » Ali İmran, 146
« Allah iyilik yapanları sever. » Bakara, 195
Peki Allah Kuran’da insanları bazı şeylerden korkutmuyor mu? Evet korkutuyor. Öyleyse bu sevginin yanında bu korku nedir?
Evet bu korku kötü olma, bozulma, çürüyüp gitme, filizlenememe korkusudur. İnanan insan için "cehennem korkusu" cezalandırmanın çok ötesinde alçalmaktan, basitlikten, özünü yitirip bir madde haline gelmekten korkmaktır. Daha üst planda Kuran’da korkma ile belirtilen şey, Allah’ın sevgisini yitirmekten korkmaktır. ("Haşyet" sözcüğünün korku biçiminde çevrilmesi eksik ve hatalı bir çeviridir)
Allah'tan korkmak, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup sığınmak demektir. Korku bir kamçıdır, insanı Allah’ın kucağına atar. Nasıl ki bir ana yavrusunu korkutup kucağına çeker. O korku da, o yavru için oldukça tatlı, lezzetli bir duygudur. Çünkü şefkatin kucağına götürüyor. Düşünün ki bütün anaların şefkatlerinin toplamı, ilahi rahmet ve şefkatin tek bir parıltısından ibarettir. (BSN)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimeC.tesi Ara. 26, 2009 12:41 am

Cehennem İşkence Yeri mi, Yoksa İlahi Tedavi Merkezi mi?

Cennet ve Cehennem bizim duyu organlarımızla algılayamadığımız gerçekler oldukları için; bize simgelerle anlatılmıştır. Cennet mükemmelliğin, güzelliğin, pozitifliğin merkezleştiği ilahi sevgi ve rahmet ortamıdır. Cehennem ise eksikliğin, çirkinliğin, negatifliğin merkezleştiği yerdir!
Buralar bize hep simgelerle anlatılmıştır. Dünyada insanın en çok huzur ve sükunet bulduğu ortam; ağaçlar, ırmaklar ve yeşillik ortamdır. Bundan dolayı cennet bunlarla simgeleştirilmiştir... Dünyada insana en çok acı veren şey ise ateştir. Bu nedenle cehennem ateşle simgeleştirilmiştir...
Allah korkusu, Kuran'ın genel mantığı içinde Allah’ın sevgisini yitirmekten çekinmektir. Yoksa yüksekten korkmak ve yılandan korkmak anlamındaki korkmak değildir.
İslam’da temel olan sevgidir. Aşağıdaki ayette görüleceği gibi müminin en temel ve öncelikli niteliği Allah sevgisine sahip olmasıdır:
« Onlar Allah'ı sever, Allah da onları sever. » 5 Maide 54
Cehennem Nedir?
Dünyadaki olgunlaşma sürecini tamamlayamayanlar (bütünlemeye kalanlar) ötede yeni bir eğitimden geçecekler. Açıkçası, dini prensipleri uygulamadan, ahiret yurduna girenler eksik ve hasta olmuş olup dünyada olgunlaşıp arınamadıklarından dolayı, cehennem denilen hastahanede tedaviye tabi tutulurlar (Tedavi sınırını geçmiş hastalar tecride bölümünde sonsuz kalabilirler).
Bilgisiz insanlar, nasıl hekim ve hastabakıcıları işkence yapıcılar gibi görürlerse cehennem ehli de, çektikleri tedavi ızdırabını önceleri işkence sanırlar ama sonra gerçeği görürler. Dünyada nasıl bazı hastalıkların tedavisi için acı ilaçlar, pansumanlar, dağlamalar, yakıcı merhemler, söktürücü sıvılar, serumlar gerekiyorsa cehennem tedavi merkezinde de zakkum simgesiyle belirtilen acı ilaçlar, değişik işlemler, serumlar vardır.
Bir benzetme olarak şöyle diyebiliriz: Dünyada yaptığımız her şey bir kozmik bilgisayara işlenir. Bunda sorumlu herkesin disketi (kitabı) bulunur. Sorgu gününde Allah herkesin disketini ilgili düğmeye basarak önüne getirecek ve şöyle diyecektir; Oku kitabını: Hesaba çekici olarak bugün sana öz nefsin yeter. (İsra 14)
Cehennem nasıl sonsuz ruhsal yükselme ortamı ise cehennem azabından amaç da işkence değil, insanı temizlemek ve onu ruhsal yükselmeye layık bir duruma getirmektir. Cehennem, bu hayatta kendilerine verilen fırsatı kaybeden insanların, ilahi adalet kanununa bağlı olarak yaptıklarının karşılığını görmelerini ve bu sayede kendi elleriyle ruhlarında meydana getirdikleri hastalıklardan kurtulmalarını ifade eder. Aslında cehennem hayatı bu dünyada başlar, Kuran bu esası ifade ederken; cezanın bir tür tedavi olduğunu gösterir; « Sizden önce nice topluluklara elçiler gönderdik; onları varlığa ve sıkıntıya uğrattık ki doğruyu görsünler. » (Enam 42)
Burdan anlaşılıyor ki, cezadan kasıt yola gelmek, uyanmak ve daha yüksek bir hayata kavuşmaktır... Cehennem cezasının hedefi işte budur... Kuran Allah’ın rahmet sıfatına işaret etmekle, bütün mahlukatın ilahi rahmetten yararlanmak için yaratıldıklarını söylemekle, nihayet hepsinin bu konuda birleşeceklerine işaret eder. Cehennem, bütün dehşeti ile birlikte günahkarlar için "Mevla" (Hadid 15) açıkçası dost ve "ümm" (Karia 9) yani ana olarak Kuran’da haber verilir. Bununla Cehennemin asi ve günahkarları temizleyeceği anlaşılıyor. Bundan dolayıdır ki; cehennem asiler ve günahkarların dostudur. Onlar cehennemin sinesinde yeniden yetişecekleri için cehennem onların anaları olur...
Kuran’ın Nebe Suresinde günahkarların Cehennemde "ahkab" yani uzun devirler kalacağı ifade edilmektedir... Cehennemde ne kadar kalınacağından söz edilirken "Allah’ın dilediği kadar" denilmekle yine bu nokta söyle belirtilmektedir; « Mutsuz olanlara gelince; onlar ateştedirler, onlar orada içlerini çeker ve inlerler. Gökler ve yer durdukça orada kalacaklardır. Rabbinin dilediği başka. Çünkü Rabbin ne dilerse onu hakkıyla yapandır. » Hud 106-107
Bu ayetler, cehennem azabının sürekli olmadığını gösteriyor. Bu ayeti onu izleyen ayetle karşılaştırdığımızda bu durum daha da açıklığa kavuşur: « Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Orada gökler ve yer durdukça kalacaklardır. Rabbinin dilediği müstesna, bu kesintisi olmayan bir lütuftur. » Hud 108
İki ifade arasında şu ilişki vardır: Cennettekiler de Cehennemdekiler de yer ve gök kaldıkça yurtlarında kalacaklardır. Sonra bu ayetin ikisine de birer istisna ilave ediliyor. Fakat sonuncu ayetler değişiyor. Ve Cennetten çıkmak olasılığını bütünü ile ortadan kaldırmayı ifade etmek için onun ardı kesilmez bir lütuf olduğu belirtiliyor. Cehennem konusunda ise en nihayet "Rabbin dilediği kudretle yapar" deniliyor.

Allah Gökte Midir?

"Men fissemai" gökte olan... Burada gökte olandan maksat meleklerdir. "Men" sözcüğü tekil olmakla birlikte anlam olarak çoğuldur, genelleme anlamını verir. F. Razi, bundan kasıt "Allah’tır" demiyor, "Allah’tır" diyenlerin görüşünü alıp yanıt veriyor. Çünkü kendisi Eşari'dir. Eşariler Allah'a mekan isnat etmeye şiddetle karşıdırlar.
Bakara 210'da geçen "Allah’ın gelmesi" deyimi bütün İslam düşünürlerince "Allah’ın azabı" olarak yorumlanmıştır. Ve bu anlam, Nahl Suresinin şu iki ayetinde çok belirgin olarak görülmektedir; Bilindiği gibi Allah’ın azabı, radyasyon, zehirli yanardağ dumanları, şiddetli fırtınalar olarak bulutlar şeklinde görünür ve gelir.
“Onlardan öncekiler düzen kurmuşlardı. Bunun üzerine Allah, binalarının temelini çökertti de tavanları başlarına yıkıldı. Azap, onlara farketmedikleri yerden geldi.” Nahl 26
Zerre kadar dil mantığını bilen birisi, bu ayetin öbür ayete bir açıklama olduğunu görür... Şu ayet ise konu edilen ayetin net ve yorum götürmez bir ifadesidir:
“Onlar kendilerine yalnız meleklerin veya senin Rabbinin buyruğunun gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmemişti, ama onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” Nahl 33
Elbette ki Allah’ın azabı, radyasyon, kükürt, fırtına seklinde bulutlar olarak göründüğü gibi; Allah’ın rahmeti, gecenin temiz, sakin, huzurlu kısmı olan seher vaktinde görünür.
Gecenin seher vaktinde insanın ruh ve bedeni dinlenir, insan, içindeki derinlik ve enginliği yakalar. Evrenin içini ve dışını kuşatan engin rahmet ve huzurun gizemini görmüş olur.

Neden Ay ve Güneş?

Evet, İslam saati değil de ay ve güneşi ölçü tutmuştur. Bunun birçok hikmeti vardır;
* İnsanların çoğu teknik bilgiye sahip değildir. Dolayısıyla vakitleri daima güneşe göre ayarlarlar. Bu asırdaki gibi saat imkanı da her zaman bulunmaz.
* Vakitlerin esnek, kaygan olması insan ruh ve sağlığı için çok önemli bir unsurdur. İlk olarak insanı sıradanlıktan kurtardığı gibi, canlı, esnek bir düzen verir.
* Dünyanın 24 saati, senenin 4 mevsimi, bu 4 mevsimdeki gün ve gecelerin kısalık ve uzunluktaki değişkenliği, doğallığı ve bu değişkenlik içinde sürekli bir ibadet ortamı nerede? Sabah saat 8, akşam 18 monotonluğunun bunaltıcılığı nerede?
* İnanmış insan vaktin kısalığına, uzunluğuna, sıcağına, soğuğuna bakmadan, her halükarda günlük görevlerini yerine getirir. Böyle bir durum ise insana güçlü bir eğitim ve sağlık veren bir eylemdir
* Eğer Ramazan orucu aya göre, namaz güneşe göre ayarlanmasa idi, Dünyanın bir tarafı hep sıcak günlerde oruç tutacaktı ve hep sıcak saatlerde namaz ödevini yerine getirmek zorunda kalacaklardı.
Kuran’da İsra 78'i "Güneş için namaz kıl!" şeklinde tercüme etmek Kuran’ın tümüne zıt bir açıklama olur. Burada Lam harfi illet ve ecliyet içindir, amaç tahsis değildir. Yani "Güneş batıya dönünce namaz vacip olur" demektir. Yoksa "Güneş batıya dönünce güneşe ibadet edin" demekle Kuran’ın tek Tanrı inancı ve sıfatları hakkındaki ayetlerini; Kuran’ın güneşe tapanları yeren kısımlarını görmemek gibi bir ahmaklık olur. "Güneş doğunca uyan, batınca yat" denildiğinde acaba uyumak ve yatmak

Güneş için mi olur?

Ümmet-Ulus İkileminde İslam’ın Konumu

Ümmet sözcüğünün kavramsal anlamı aynı amaç ve kurallara bağlı olarak bir arada olan topluluk demektir. Bu anlamıyla birden çok ırk ve milliyeti içinde barındırması doğaldır.
Kuran-ı Kerim kavimlerin (milliyetlerin) çokluğunu kaynaşmaya vesile sayar. İslam’da hiçbir ırkın veya rengin diğerine üstünlüğü düşünülemez. Son elçinin Arapların içinde ve onlardan biri olarak gelmesi Araplara ümmet içinde bir ayrıcalık getirmez.
Ulus ise daha çok kan, dil, toprak ve kültür birliğine dayalıdır. Şimdi ümmete karsı milliyeti savunanlara soruyoruz; ilerici, çağdaş ve barışçı olmak 6 milyar insanı milliyetlere bölmeyi mi gerektiriyor? Yoksa insanlık alemini aynı barış ve adalet kuralları çevresinde birleştirmek mi gerekir?
Kuran’daki ümmet sözcüğü kullanışı açısından bize önemli ipuçları vermektedir:
Arap dil bilgini İbn Manzur, Lisanül Arap'ta ümmet sözcüğü hakkında şunları söylüyor: "Ümmet insan nesli demektir. Her elçinin ümmeti tebliğ için gönderildiği bütün insanlardır" Kuran’da ümmet kavramı içine bir fikir ve ideal etrafında toplanan insanlar girer. Aynı kategoriye giren hayvanların oluşturdukları topluluklar da (sürüngenler gibi) birer ümmet oluştururlar. (Enam 38)
Tevhid ilkesinden hareket edersek temel yapı ve hedef bakımından özde aynı olan insanlık bir ümmet oluşturur. Aksiyonlarıyla tarihe büyük değerler bırakmış yüce kişiler de ümmet olarak Kuran’da anılır. (Hz.İbrahim gibi)
İnsanların, farklı milliyetler halinde yaratılmış olduğu bir gerçektir. Fakat bu farklılığın sonucu insanlar arasında düşmanlık duygusunun yerleşmesi değildir. Milletler arasındaki farklılıklar yardımlaşma, tanışma ve dayanışma gibi duyguları temelinde taşıyan bir amaç içindir.
Irk ve milliyet gerçeğini insanlığın yardımlaşma ve dayanışma sebebi olarak gören ve aradaki farklılıkların bu açıdan değerlendirilmesini isteyen düşünce, sadece Dine özgü bir görüştür. Böylece ırk ve milliyet farklılıkları herhangi bir üstünlük savının konusu olmamakta ve farklı ırklar bir bütünün unsurları halinde uyumlu bir içi çelik sergilemektedir.
İslamiyet birbirinden farklı kavimleri, ırkları kaynaştıran bir anlayış getirmiştir. Bu anlayışa göre insanın kendi milliyetini ve ırkını sevmesi diğerlerine düşmanlık beslemesine sebep olmamalıdır. Tersine insan farklılık ve renklilik içindeki uyumu görerek diğer milliyet ve ırkları kucaklayan evrensel bir sevgi anlayışına sahip olmalıdır. Bu evrenselliğe zıt görüşler insanlığı daima savaşa sürüklemiştir. Tarihsel sürece baktığımız zaman görürüz ki ırkçılık başkasını yutmakla beslenmektedir ve sömürgeciliğe kapı açmaktadır.
Bu anlamda ırkçılık, başka ırk ve milliyetleri aşağılama ile varlıklarını inkara kadar gider. Irkçılığın kendini üstün görme, hakim olma seklindeki tutumu başka ırk ve milliyetlerin varlığını inkar sonucunu verir ki, böyle bir düşünce tecavüz ve sömürgeleştirmeye sebep olduğundan dolayı İslam ırkçılığı reddetmiştir. (İslam düşüncesinde Yahudi düşmanlığı yoktur. Müslümanların karşı olduğu şey ise siyonizmdir)
Buradan anlaşılıyor ki evrensel olmak, tüm insanlığın acı ve ızdıraplarını ve doğal olarak sevinç ve mutluluklarını benliğinde duyabilmeye bağlıdır. Yalnızca kendi topluluğunu, ırkını, bölgesini düşünenler evrensel olamazlar. Hz.Peygambercin Taif'teki insanları iyiye, doğruya ve güzele çağırmasına karşılık Taifliler Onu taş yağmuruna tutup bedenini kanlar içinde bırakmışlardı. O ise ellerini açarak şöyle yakarmıştı: "Rabbim, benim şu topluluğuma doğruyu göster, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar"
Sizi kanlar içinde bırakanlara benim topluluğum demek, bir başka deyimle düşmanlarınızı bile kendi benliğinizin bir parçası gibi görerek ruh enginliğine ulaşmak... Evrensellik işte budur...

Din ve Millet Sözcükleri

Kuran’da milletle din kelimesi arasında şöyle bir ilişki vardır: Kuran’da millet Allah'a değil kişilere izafe edilir. Sözgelimi hiçbir zaman Allah’ın milleti denmez. Buna karşılık İbrahim milleti deyimi birçok yerde geçer. Kuran’da dikkatimizi çeken olgu şudur:
Allah'a ve Resulüne itaat edilir, dinde ihlaslı olunur ve din gerekleri yerine getirilir. Buna din denilir. Toplumsal düzen ve birliğe bağlı kalmak da millet demek olur. Bu bakımdan "millet" sözcüğü Elmalılı Hamdi Yazır'ın belirttiği gibi dinin toplumsal yanını ifade eder. Yani tarih boyunca Müslümanlar İbrahim'in milleti üzere olmuşlardır. Hz.İbrahim’den beri İslamı din kabul eden ve bu din üzerinde bir millet halinde ümmet oluşturan insanlar hep kardeştirler. Dinden ümmete giden yolun adıdır millet, yani millet bir gidiş, bir yol tutuş demektir. İslam terminolojisinde milletin bugün Türkçede kullanıldığı sekliyle ulus, ırk, kavim ve yabancı dillerdeki nation kelimeleriyle hiçbir ilgisi yoktur.

Mucize Nedir?

Bütün elçiler, elçiliklerine delil olarak mucizelerle donatılmışlardır. Bu mucizeler, her şeyin hakimi olan Yaratıcımdan geldiklerine bir delildir. Çünkü Allah kainattaki genel bir kuralı yalnız gönderdiği elçi için değiştirmektedir.
Mucizelerin çeşitleri;
a) İç mucizeler: Bunlar ekçilerin doğruluğu, emin oluşları, üstün zekaları, yalan söylememeleri gibi mucizelerdir. İyi düşünen bir insan bu gibi özellikleri üzerinde toplayan bir kişinin yalan söylemeyeceğini anlar ve onun elçiliğine inanır. inanması için başka mucizelere gerek kalmaz. Nitekim, Hz.Hatice ve Hz.Ebubekir gibi kişiler Peygamberimizin bu yüce vasıflarına bakarak ona inanmışlardır.
b) Evrenle ilgili mucizeler: Gaflet ve cehalet içinde olan, fakat gerçeği kabule niyetli bulunan kimseler için kainatla ilgili mucizeler gösterilir. Bu kişiler bu mucizelere bakarak iman ederler. Mesela: Firavun'un sihirbazları, Hz.Musa'nın asasının bütün sihirleri iptal ettiğini görünce Hz.Musa'yı tasdik etmişlerdir.
Elçilerin mucizelerinin Kuran’da zikredilme nedenleri;
a) Elçilerin icraatlarını, Dolayısıyla ilahi faaliyetleri insanlara anlatmak; böylece Allah’ın kainattaki kudret ve irade tecellilerine dikkat çekmek.
b) Maddi ilerleme için gereken örnekleri insanlığa göstererek insanları sanat ve teknolojide teşvik etmek. Mesela; Hz.İbrahim’in ateşte yanmama mucizesi, ateşte yanmayan maddelerin keşfedilmesi için bir teşviktir. Hz.Süleyman'ın zamanında Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtının bir anda Hz.Süleyman'ın önüne gelmesi eşyanın aynen naklinin mümkün olacağına işaret etmekte ve insanları bu yönde çalışmaya teşvik etmektedir. Hz.Süleyman'a kuş dilinin öğretilmesi mucizesi, insanların hayvan seslerinin ne anlama geldiğini öğrenmelerine bir teşviktir.
Hz.İsa’nın ölüleri diriltme mucizesi, insanların kısmi bir ölümden sonra canlandırılabileceğine bir örnektir. (Nitekim insanların dondurulduktan sonra, yani kısmi ölümden sonra tekrar canlandırılması ile ilgili çalışmalar bugün yapılmaktadır)

Kısas Ne Demektir?

Kısas ayetinin tam meali şöyledir:
"Onlara (Yahudilere) bir yasa olarak: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralanmalarda da kısas vardır. Kim bu kısasdan vazgeçip bağışlarsa, o, onun için bir kefarettir (temizlik ve sevaptır)." (5:45)
Kısas İslamda denklik, adaletin sağlanması, karşılıklılık demektir. Kısacası asil insan gözü, köle gözü... vs. farkı yoktur.
Uzvun uzva denk olduğunu göstermek için göze göz gibi ifadeler kullanılmıştır. Yoksa uzva karşılık uzuv kesilmesi, göz çıkarılması... vs. gibi bir ceza yoktur. Çünkü böyle bir kısasta eşitlik tam olarak uygulanamaz. Onun için aslolan diyettir. Uzvun diyetinde tam ve istisnasız bir eşitlik vardır.
Müslümandan Başkası Cennete Giremez mi?
Müslümanların dışındaki insanlar cennete girebilirler mi? İslamdan haberi olmayan insanların inançlarından ve yaptıklarından dolayı sorumlulukları var mıdır?
Hz. Muhammed'den önce gelen peygamberlerden herhangi birine inanarak onun getirdiği ilahi mesajı yaşayan insanlar sonsuz mutluluğa erişmeye hak kazanmışlardır. Yine Hz.İsa'nın devrinden Hz.Muhammed'in zamanına kadar olan süre içinde Hıristiyan olarak yaşayan insanlar sonsuz mutluluk yeri olan cennete gireceklerdir. Daha önceki insanların durumu da bu örneğe göre değerlendirilebilir. Peygamberlerin mesajını işitmeyen insanlara gelince, bunlar üçe ayrılır;
a) Hz.Muhammed'in elçiliğini hiç duymamış insanlar. Bu insanlar İslamdan sorumlu değildir.
b) Allah'ın sonsuz mesajı olan İslamı GEREĞİ KADAR duymuş, fakat ihmal, gerçeğe gözünü kapama, gurur veya inat gibi nedenlerden dolayı inanmayan kimseler. Bu gruba giren insanlar sorumludurlar.
c) Hz.Muhammed'in, Kuran’ın ve İslamiyetin sadece adını duymuş fakat gerçek niteliklerini öğrenme imkanına sahip olamamış kimseler, bu insanlar da ilk grup gibi sorumlu değillerdir.
Nitekim İsra Suresinin 15. ayetinde Allah;
« Kim gerçeği kabul ederse kendisi için kabul etmiş olur. Kim gerçeğin yolundan saparsa kendi aleyhine olur. Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. BİZ RESUL GÖNDERMEDİKÇE CEZA VERECEK DEĞİLİZ.» demektedir.
Burada geçen Resul kelimesini incelersek: RESUL "gönderilen, söz, mesaj" anlamına geldiği gibi "sözü, mesajı getiren" anlamına da gelir.
Bu ayeti ve ayette geçen RESUL kelimesini incelediğimiz zaman şunları söyleyebiliriz: Allah insanlara ilahi mesajları ve ilhamları Peygamberler aracılığı ile gönderdiği gibi peygamberler dışındaki bir kısım vasıtalarla da gönderir. Bu vasıtalar rüya, düşünsel veya sezgisel ilhamlar olabilir. Yani evrenin her bir parçasının insan aklında ve duygularında çağrıştırdığı şeyler, rüyalarla anlatılan bir kısım gerçekler "gönderilen söz, mesaj" kapsamında düşünülebilir. Tabii ki gönderilen söz ve mesajlar özeldir, yani sadece o kişi tarafından algılanabilir ve bilinebilir. Onun dışındaki insanlar için bunlar bilinmezlik perdesi altındadır. Dolayısıyla diyebiliriz ki Allah'ın insanlara gönderdiği mesajlar çok çeşitlidir.
Ve Allah bu gönderdiği mesajların niteliklerine göre insanları sorumlu tutacaktır.
Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki Allah insanlara ne verdiğini ve insanların ne alacağını bilir. Allah adildir. İnsanlara adil davranır.
Son söz olarak; Allah'a inanan, Ahirete (yaptıklarından sorumlu olduğuna) inanan, salih amel (yani iç ve dış barışı sağlayıcı fiiller) işleyen herkesin cennete girmesi ilahi rahmetten beklenir (doğrusunu Allah bilir).

İslam Savaş Hukuku - İslamda Cihad Niçin Yapılır?

Şunu açıkça belirtmek isteriz ki cihad denince akla hemen silahlı savaş gelir. Halbuki cihad çok geniş bir kavramdır. Cihad, çaba, mücadele, gayret anlamlarına gelen bir kavram olup sözlü ve fiili düşünsel, psikolojik ve fiziksel tüm çaba ve mücadeleleri içine alır. Bu kısa açıklamadan sonra merak edilen silahlı savaş konusuna geçelim.
İslamda savaş asla dini zorla kabul ettirmek için yapılmaz. Bu konuda Allah'ın emri açıktır. "Dinde zorlama yoktur." (Bakara:256)
Savaş saldırıyı püskürtmek için yapılır. Bu konuda Kuran'ın şu ayetini görüyoruz. "Kim sizin üzerinize saldırırsa, sizde tıpkı onların saldırdıkları gibi (saldırılarına karşılık olarak) saldırın. Allah'tan sakının. Ve, Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin." (Bakara:194)
Bu ayetlere göre Kuran, inananlara saldırmayanları kendileriyle iyi geçinilmesi gereken kimseler olarak görür. Ama Müslümanlara saldırdıkları zaman Müslümanlar bu saldırıya cevap verir. "Sizinle din konusunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmak ve adaletli davranmaktan Allah sizi men'etmez; çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle savaşan, yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder." (Mümtehine:8-9)
Saldırıyı önlemek söz konusu olduğu zaman; Kuran saldırının ilk işareti görülür görülmez savaşa girilmesine izin vermez. Hatta saldırı başladıktan sonra bile savaşa meydan vermeden mümkünse onu durdurmaya çalışır: "Eğer herhangi bir ceza ile karşılık verecekseniz size yapılanın aynısı ile karşılık verin. Sabrederseniz andolsun ki; bu elbette daha hayırlıdır." (Nahl:126)
İşte, oldukça açık yargılar taşıyan bu ayetler ispat etmektedir ki; Peygamber uygulamasında kendini bulan, İslam Dini'ne göre savaşın sebebi; bir ideolojiyi veya bir dini başkalarına zorla kabul ettirmek değil aksine bir saldırının önünü almaktır.

Peygamberimiz zamanında savaş iki nedenle yapılmıştır:

1- Düşmanlar saldırılarını doğrudan doğruya Peygambere yöneltiyorlardı; O da bunlara karşılık veriyordu.
2- Müslümanları inançlarından döndürmeye zorluyorlardı. Bu durum karşısında Peygamber, düşünce ve inanç hürriyetine dokunulmasına engel olmaya çalışıyordu. Gerçekten de eğer Peygamberimiz savaşa girmişse bu sadece düşünce hürriyetini sağlamak ve inananları inançlarından döndürmeye çalışan kimselere karşı savunma içindi. Bu kesinlikle anlaşılmalıdır ki; Müslüman değil diye hiç kimse öldürülemez. İnançsızlığı yüzünden kimseye dokunulmaz.
Şimdi Kuran'daki diğer ayetlere geçelim.
"Size savaş açanlarla, siz de Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah aşırı gidenleri sevmez; onları (size savaş açanları) nerede yakalarsanız öldürün. Onları sizi çıkardıkları yerlerden (işgal ettikleri yerlerden) çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür. Onlar Mescid-i Haram yanında orada sizinle dövüşünceye kadar siz de onlarla dövüşmeyin. Fakat sizi öldürürlerse siz de onları öldürün. Bununla beraber vazgeçerlerse siz de bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Fitneden eser kalmayıncaya, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık edilmez." (Bakara:191-192-193)
Bu ayetler "İslamın savaş tüzüğü" olarak kabul edilmektedir. İslam bilginleri bu ayetlerden savaşın ancak saldırıyı püskürtmek amacı ile yapılabileceği sonucunu çıkarmış ve şu yargıları ortaya koymuşlardır:
1- Size savaş açanlarla Allah yolunda "İlahi adaleti ve barışı yayma yolunda" siz de savaşın. Şu halde Müslümanlara savaş izninin verilişi, düşmanların saldırısına bağlanmıştır.
2- Ancak aşırı gitmeyin.
Ayete göre savaşmayan kimseler ve savaş meydanında hiç bir fonksiyonu bulunmayan ve asla savaşa katılmayan insanlara saldırmak yasaktır.
3- Fitneden eser kalmayıncaya kadar, onlarla savaşın. Savaşın amacı; baskıyı, sömürüyü kaldırmak barış ve adaleti sağlamaktır. Herhangi bir dinin, ideolojinin zorla benimsetilmesi de fitnedir. İslam bunu da reddeder ve bununla mücadele eder.
4- Düşmana, davranışının aynısıyla karşılık verilmelidir. Fakat saldıranlar ahlak kurallarından uzaklaşmışlarsa İslam savaşçısı bu yolda düşmanı izleyemez.
Ahlak dışı konularda karşılıklı davranış kanunu uygulanamaz. Mesela onlar kadınlara saldırırlarsa biz de aynı şekilde davranamayız. Ölülerimizin cesetlerine saygısızlık yaparlarsa bizler hiç bir zaman onları bu yolda taklit edemeyiz.
5- Savaşta meşru olan ve olmayan hareketler:
a) Din adamlarına dokunulmaz.
c) Çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmek yasaktır.
d) İslam bir toplumu imhayı reddeder.
e) Savaşılan ülkeyi tahrip yasaktır. (M. Ebu Zehra. İslamda Savaş Kavramı)
Savaş Esirleri:
Savaşta bile insan onuruna saygı gösteren İslam, Müslümanları esirlere karşı da merhametli olmaya çağırır. Peygamberimiz "Esirlerinize iyilikle davranınız!" demiştir. Bedir Savaşında alınan esirlere iyilikle ve saygılı bir şekilde davranılmasını emretmiştir. Müslümanlar da bu emre uyarak yiyecek konusunda esirlere öncelik tanımışlardır.
Savaş esirleri konusunda İslamın temel direktifleri nelerdir? Onlara hürriyetlerini mi verir yoksa kendilerinden fidye mi alır?
Bu konudaki ayetler şöyledir:
"Nihayet onların gücünü kırdığınız zaman artık bağı sıkı tutun(onları öldürmeden ve yaralamadan tutsak edin). Ondan sonra ya iyilik yapın (karşılıksız serbest bırakın) yahut fidye alın." (47:4)
Kuran’ın bu ayeti iki şıktan birinin seçilmesi gerektiğini göstermektedir. Ya karşılıksız serbest bırakma, yahutta fidye ile serbest bırakma, bunun dışındaki uygulamalar İslami değildir.

Savaşta bile işkence yasaktır.

"El, ayak, burun, kulak keserek cezalandırmak yasaktır."(Sünen-i Ebu Davud, Tercemesi, Cilt:10 sh. 217)
"Öldürmede bile insanların en iffetlisi, merhametlisi müminlerdir."(Ebu Davud Hds. No:2666)
Buradaki iffetli (merhametli) kelimesi en şefkatli, en merhametli ve yaratıkların organlarını kesmek ve bağlamak şeklinde onlara işkence etmekten en çok sakınan manalarına gelir. Çünkü İslam "Şüphesiz Allah her şeyde iyi ve mükemmel olanı farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz zaman, öldürmeyi (merhametlice) yapın. Bir hayvanı keseceğiniz zaman bıçağı iyice bileyin ve hayvanı dinlendirin." (Tirmizi diyet:14, İbni Mace Zebaih:3) (Ahmed Bin Hanbel 4:123125) İslam, bu gibi buyruklarla Müslümanların kalplerine merhameti ve şefkati yerleştirmiştir. Bu nedenle gerçek Müslümanlar bir şefkat ve merhamet örneği oldukları için savaşta düşmanı öldürürken dahi onun organlarını keserek ona işkence yapamazlar. Bu kesinlikle yasaktır. (Ebu Davud C.10 s. 270)

Savaşta kadınları öldürmek yasaktır.

Abdullah bin Ömer'den rivayet edildiğine göre: Resulullah'ın bulunduğu savaşlardan birinde bir kadın ölü bulundu. Bunun üzerine Resulullah kadınlarla çocukların öldürülmesinin İslamda yasak olduğu söyledi. (Ebu Davud, Hds. No:2668, Buhari Cihad 147-148, Müslim Cihad 25-26, Tirmizi Siyer 19, İbni Mace Cihad 30, Darimi Siyer 24, Muvatta Cihad 29, Ahmed Bin Hanbel c. 2: 23-22, 76, 91)
Yani savaşta savaşmayan insanlarla savaşılmaz, silahsız insanlara dokunulmaz. (Aliyyül Kari, Mirkatül Mefatih c. 4:237)
Peygamberimiz Mekke fethinde Mekke halkına şöyle seslenmiştir: "Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?" diye sordu. Kureyş topluluğu: "Sen kerem ve iyilik sahibisin. Bize hayır ve iyilik yapacağını umarız" dediler. Bunun üzerine Peygamberimizi; "Benim halimle sizin haliniz, Yusuf'un kardeşlerine yaptığı gibidir. Hz.Yusuf kendisine komplolar kuran kardeşlerine şöyle seslenmiştir: `Bugün ve bundan sonra benim tarafımdan size başa kakma ve serzenişte bulunma gibi herhangi bir eza ve cefa düşünmeyin. Ben hakkımı helal ettim` " diyerek hepsini AFFETTİ. (Taberi, İbni Sad)
Hz.Peygamber daha Medine'ye gelir gelmez yerli ahali ve Yahudilerle imzaladığı vesikayla karşılıklı hak ve yükümlülükleri açıkça tanımladı. Ve ortak bir konsensüs sağlamayı başardı. Buna göre Müslüman olmayanlar kendi din ve düşüncelerinde yaşama biçimleri ve ibadetlerinde özgür olacak, kimse onlara müdahale etmeyecek ve İslam Devletine verdikleri vergi karşılığında yabancı saldırılara karşı korunacaklardı. Hz.Ali, Mısır Valisi Malik bin Eşter'e gönderdiği mektubunda bunu sistemli bir hukuki ifadeye döktü. Hz.Ali'ye göre Müslümanların yönetiminde yaşayan insanlar iki gruba ayrılıyordu. Biri "dinde kardeşlerimiz olan Müslümanlar" diğeri de "yaratılışta eşlerimiz olan gayri müslimler" Her ikisinin de korunmuş hakları vardı. Tarihte hiçbir kültür kendinden başkasını böylesine ontolojik ve insanı bir temele oturtup yüceltebilmiş değildir. Nitekim Hz.Ali'nin bu çarpıcı tanımı Kuran’ın bütün insanları tek bir nefisten yarattığına ilişkin bir ayetine ve Peygamberin "bütün insanlar Adem'in çocuklarıdır. Adem de topraktandır" hadisine bir vurguydu.
Müslüman olmayan cemaat ve halkların kendi din ve hukuki inanışlarını sürdürme haklarını teminat altına alan bu geniş ve özgürlükçü perspektif, İslam toplumunda sosyal kültürel temele dayalı bir çoğulculuğun gelişmesine yardım etti ve Hıristiyan, Yahudi, Mecusi, Hindu, Budist ve benzeri din ve inanışlara bağlı kültür ve cemaatlerin günümüze kadar din ve kültürel varlıklarını koruyup sürdürmelerini sağladı. Şu bir gerçektir ki, eğer Müslümanlar, batılılar gibi diğer kültürler, dinler ve halklar karşısında baskı ve asimilasyon politikası uygulasalardı, İslam'ın devlet olduğu ülkelerde ne Hıristiyan ne de Budist ve benzeri kalırdı. Örneğin; İslam (Endülüs Emevileri) İspanya'da yüzyıllarca devlet olmasına rağmen Hıristiyanları {ve Yahudileri} inançlarında zorlamamış, onları asimile etmemiştir. Buna karşın Hıristiyanların hakimiyetindeki İspanya'da tek bir Müslüman kalmamıştır...
Dinlerin Dejenerasyonu
Yıkmak yapmaktan daha kolaydır kaidesine insanoğlu her zaman uyduğu için, dini kavramların üzerinde fazla düşünmeden dünyevi niteliklere atıf yaparak düşünmeye başladı, çünkü dillerin alfabeleri olan semboller eğer dikkat edilmezse onları bu şekilde düşünmeye zorluyordu. Allah’ın sıfatlarının imajdaki yeri semboller vasıtasıyla tabiat güçlerine yollamalar yapılarak sağlamlaştırılabiliniyordu.
Allah besleyiciydi, üreticiydi, yoktan var edendi, eşi bulunmazdı, şimdi onu düşünebilmek için insanın tabiatta bulunan nesnelere yollamalar yaparak, yani O'nun sıfatlarını tabiatta sembolize edebilecek nesneler bularak tahayyül etmesi gerekiyordu. Binlerce sene önce baba çocuğuna şimdi de olduğu gibi şöyle açıklamalarda bulunmuştu: "Allah, toprak gibidir, tarla gibidir, sanki onu yoktan var eder sanırsın. Allah güneş gibidir, gökte tek basına şaşalı, hakim ve kudretli, iyileri ısıtan, kötüleri yakan" Bu tip sembolik ifadeler henüz tehlikeli değildi, zira semboller benzetmelere dayanıyordu. Fakat bir müddet sonra benzetmelerin yerini özdeşleştirmeler aldı. Benzetmenin arkasından eğer önlem alınmazsa özdeşleştirmenin geleceği aşikardır.
Bu, hem dilin kompleksleşmesinin ve hem de psikolojik bir sürecin sonucu hasıl olmuştu. Zamanla benzetmeler kalkarak özdeşleştirmeler başladı. Artık Allah toprak olmuştu, tarla olmuştu. Böylece ilahi güç seküler kavramlarla izah edilmeye çalışılırken, ilahi güç resmen seküler bir güç olmuştu. Biz arkeolojinin de yardımıyla dejenerasyonun bu safhasında, Tevhid inancının ilk kez somut dünya yahut toprak ile özdeşleştirildiğini sanıyoruz. Tevhidin toprakla, diğer dini kavramların sekülarize edilmesiyle daha önce bahsedilen bir "Ana Tanrıça" kültü oluştu.
Bu da, yani toprağa dayalı kültten dini güce dayalı külte geçiş yine semboller ve özdeşleştirme yoluyla olmuştu.
Toprak, kadın gibi doğurgandı, ürün verendi, besini sağlayıcı özelliği vardı. Böylece topraktan, dişi bir güce dayalı külte geçiş başladı. kadın yahut dişilik, toprağı yani yaratıcıyı sembolize ediyordu artık. Bu kült, Alt Paleolitik dönemde ortaya çıkmış görünüyor. Arkeolojik bulgulara göre bu kült, Sibirya, Ukrayna, Baltık, İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya, Yunanistan, Anadolu, Mezopotamya vs pek çok yere yayılmıştı. Bu ve diğer bölgelerdeki kazılarda bu dişi gücü sembolize eden figürler bulundu.
Anadolu'da bu kültün varlığı Çatal Höyük ve Hacılar'da yapılan kazılarda ispatlanmıştır. Toprak, ana olunca, ikisi birlikte "Toprak Ana" yahut "Ana Tanrıça" oldu. Fakat insanların özdeşleştirme sevdaları ile yeni bir ilahi güç ortaya çıkıyordu. "Ana Tanrıça" olunca, onu dölleyen bir de "Baba Tanrının" da olması gerekirdi. Toprak, ana olduğuna göre, Gök de baba olmalıydı. "Gök Baba" Mısır tapınaklarında "Toprak Ana" yahut "Ana Tanrıça"nın üzerine abanmış ve onu sarmış olarak gösterilir.
Böylece Hindistan'da rahim figürlerinin yanında erkek cinsel organlarını temsil eden figürler yapılmaya başlandı. Bu donemler süresince kuşkusuz peygamberler geldi, ancak bu inançlar artık bir önyargı olmuştu ve Einstein’ın dediği gibi "bir önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha güçtü"
İnsanların zihinlerindeki imajlar, Ana imajından Baba imajına kaydı. Dini kavramlar bu iki ana imaj etrafında toplandı. Tarihi olarak bu dönem yaklaşık 10.000 sene öncelerine, Mezolotik ve Neolotik dönemlere tekabül eder.
"Gök Baba"nın yeni yeni görünmeye başladığı ilk dönemlerde, "Toprak Ana" ile aralarında fazla fark yoktu. "Gök Baba" "Toprak Ana"yı dölleyince bahar olur, buğdaylar olgunlaşırdı. Hindistan, Çin ve Hollanda'da bu inanç hala hayret verici şekilde sürer. Hasat mevsiminde, ürün bol olsun diye, Hollandalı erkek üstte Hollandalı kadın altta olduğu halde buğday tarlalarının üstünde birleşirler. Aynı gelenek Çin’de de görülür...

Nuh Tufanı

...Birkaç mümin dışında kavmi ona alay ve hakaretlerle karşılık vermişti. Putperestlikte direnen, "getir şu azabı da görelim" diyen kavme artık azabın gelmesi yaklaşmıştı. Kuran-ı Kerim'de Hud Suresi 37. ayetinde belirtildiği gibi Allahü Teala Hz.Nuh'a vahiyde nasıl buyuruluyorsa o şekilde bir gemi yapmasını ve yerin göğün birbirine karışıp zalimlerin helak olduğu zamanda onlara acımamasını vahyetti. Burada dikkat edilecek nokta Cenab-ı Hakk'ın geminin nasıl yapılacağını vahyetmiş olmasıdır. Demek Hz.Nuh'a o devirdeki gemi yapımına ait bilgilerden çok daha üstün teknolojik bilgiler verilmişti. Nitekim Hud Suresi 40. ayetinde bu geminin ocağı ve buhar kazanı olduğuna işaret edilmektedir.
Bu konuda Bilim ve Teknik dergisinin 121. sayısı 16. sayfasında şu bilgiler verilmiştir;
1922 yılında İngiliz arkeologu Sir Leonard Wooley Bağdat ile Basra Körfezi arasında çölün ortalarında kazılara başladı. Kumda derine gittikçe, büyük bir keşif olarak bir zamanlar Sümerlerin başlıca şehirlerinden biri olan Ur'un krallar mezarlığını meydana çıkardılar. Bu mezarlarda hayret verici bir teknikle pres edilmiş kil tabletler ve tarihi kayıtlar bulundu. Bunların iyice incelenmesinden sonra Wooley kazıyı daha derinlere ve mezarların altına doğru ilerletti.
Bir müddet sonra temiz bir çamur tabakası ile karşılaşıldı. İki buçuk metre kadar bu temiz kil tabakasından geçilerek daha derinlere dalındı ve sonra birdenbire isçiler, çeşitli aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur temizlenince sular altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Mikroskopik analiz, temiz kilden kalın bir tabakanın eski Sümer medeniyetini yok edecek kadar geniş ölçüde bir tufan tarafından meydana getirildiğini ortaya koyuyordu.
Burada büyük su baskınının Kuran-ı Kerim'in izahı ile tıpatıp uygun ve tartışılmayacak kadar gerçek jeolojik delili ortaya çıkıyordu. Bilim adamlarına göre Kuran’da yazılı olan Tufan artık tamimiyle gün ışığına çıkıyordu.
“Biz de ayetlerimizi yalanlayan o kavimden Nuh'u kurtarıp öcünü aldık. Gerçekten onlar kötü bir kavim idiler. Biz de hepsini birden suda boğduk.” Enbiya 77
“...Nihayet onları tufan yakalayıverdi, onlar zalimlerdeler.“ Ankebut 14

Büyü Üzerine

Evrende her varlık birbirini etkiler. Büyü bir nesneyi uyararak onu başka bir nesne üzerinde etkili kılmak biçiminde gerçekleşir... Büyünün bilimsel olarak incelenmesi ancak 19. yüzyıldan sonra olmuştur... Büyünün doğuşu ve temel özellikleri hakkında görüş birliğine varılamamıştır.
Yer yer dini inançlarla karıştırılmış, bazan dinden doğduğu, bazan dinin büyüden çıktığı, bazan her ikisinin aynı kaynaktan çıktığı ve bazan da birbirine indirgenemeyecek kadar aykırı içerikte olduğu söylenmiştir. Bunların hepsi tek başına ele alındıklarında doğru görüşler olarak kabul edilemezler.
Evrende çeşitli niteliklerde kimi duyularımızla algılayabildiğimiz, kimilerini de algılayamadığımız çok sayıda varlık vardır. Bilindiği gibi gözlerimiz çok sınırlı aralıktaki ışınları görmektedir... Bu sınırlar dışındaki varlık çeşitlerini göremiyoruz. Örneğin, insanın bir enerji bedeninin varlığı son yıllara kadar bilinmiyordu ve kabul edilmiyordu. Daha sonra Kirlian yöntemiyle çekilen görüntülerde bu enerji bedenin varlığı belirlendi. Öyle ki bu enerji beden, kişinin o anki mutluluğuna, kızgınlığına, üzüntüsüne göre değişmektedir. Bu değişiklikler çıplak gözle görülememektedir.
Şimdi bu noktada cinlerin niteliklerini biraz açmak istiyoruz. Kuran’da onların niteliklerini anlatan iki ayet vardır; a) “Cinleri dumansız ateşten” (ışınlardan, mikrodalgalardan) {55/15}, b) “En ince gözeneklere geçici ve zehirleyici bir ateşten yarattık” {15/27}
Zehirleyici, dumansız, tüm gözeneklere girici diye belirtilen ateş kuşkusuz bizim bildiğimiz ateş gibi değildir. Burada bu benzetmeyle anlatılan şey mikrodalgalardan oluşan bir yapıdır. Bu varlıkların bundan 1400 yıl önce dumansız, zehirleyici ve gözeneklerden geçici ateş olarak anlatılması ise bize göre Kuran’ın mucizelerindendir. Bu tanımdan anlaşıldığına göre Cin adı verilen varlıkların yapısı en ince gözeneklere geçici özelliğe sahip olan dumansız ateşten yani bugünkü deyişle ışınlardandır.
İnsan beyni de bilindiği gibi çeşitli dalgalar yayar (beyin dalgaları) Bu yüzden insan beyni dış etkilere açık olduğu durumlarda dış ortamdaki dalgalardan etkilenir. Günümüzde bilindiği gibi, beynin çeşitli yerlerine verilen elektrik impulsları, kişide bazan halisünasyonlar; sesler, hatıralar, acılar, sevinçler oluşturmaktadır. Oysa görünür ortamda ne bir ses ne de bir görüntü vardır.
İşte büyünün özü, kökü cinlerin elektro-dalgalarla beyni etkilemelerinden kaynaklanmaktadır. Bazan da insanın belirli sözcük veya sözcük topluluğunu yinelemesi sonucunda beyin aracılığıyla yaydığı elektro manyetik dalgalar bir ruhsal varlığı (cini) harekete geçirmektedir. Bu ruhsal varlık da insanı etkilemektedir. İşte büyünün gerçeği budur. Fakat şunu belirtmek gerekir ki, sıradan bir insana bu etkiler zarar vermez. Açıkçası bunlardan etkilenmez.

Okumanın Etkisi Nedir?

İnsanın bedeninden özellikle de beyninden yaydığı enerji (ışınlar) belirli sözcüklerin yinelenmesiyle bir noktaya toplanabilir. Herhangi bir ruhsal varlıktan etkilenen bir insana yöneltilecek bu enerji ondaki olumsuz etkileri kaldırır.
Bugün iç sıkıntılar, boğulurcasına durumlar, istemese de bir şeyi düşünceye zorlanma (obsesyon), halüsinasyon ve ses işitmelerin bir kısmının nedeni yukarıda saydığımız etkenlerdir.
Günümüzde bu gibi olaylara tıp elektro şoklarla veya uyuşturucu ilaçlarla çare bulmaya çalışmaktadır. Fakat bu yöntemler kalıcı olmamaktadırlar. Zaten elektro şokun prensibi beynin elektro-manyetik yapısını sarsmaktan oluşur. Bu gibi konularda günümüzde bazı bilim adamlarının kestirme yorumları hatalıdır...

Peygamberimizin Ruhsal Tedavisi

Peygamberimizin büyüye (cin etkisine) maruz kalan hastaları iyileştirmesi, onun büyük bir ruhsal güce sahip olduğunu gösterir (Bu konularda Felak ve Nas Sureleri ile Ayetel Kürsi’yi okumak oldukça yararlıdır).
Yukarıda anlattığımız okuma etkisi yanında ruhsal etkiyi ifade eden nefes yöntemi maalesef günümüz tıbbının gündemine daha girmemiştir. Hala elektro şok (elektron üfleme) ve uyuşturucu şoku ile bu tür psikolojik hastalıkları tedavi etmeye çalışmaktadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimeC.tesi Ara. 26, 2009 12:44 am

Din Üzerine

Dinlerin ortak ülküsü "insan"dır. O insanlar için vardır. İnsansız din olmaz. Bu durumda din niçin insana karşı bir tavır içinde olsun? Dinin, insanın istenmeyen birtakım davranışlarına karşı koyması insanı devre dışı bırakmak için değil, onun yaşayışına güzellik katmak ve onu sıkıntıya düşürecek durumlardan onu uzaklaştırmak içindir. Başka bir amacı yoktur.
Bütün dinlerin, insanın temel ve vazgeçilmez haklarına karşı tutumlarını netleştirme zamanı gelmiştir. İnsanlar din adına çok acılar çekti. Bu acılar şimdi de sahnede. Bu acıların altında yatan temel faktör din olamaz. Çünkü din insanların acılarını dindirmeye gelmiştir. Şayet insanların acıları üzerinde saltanat kurmaya çalışan bir din varsa, bu din olmaktan çıkmış, gurupların ideolojik saplantısı olmuştur.
Mülk Allah'ın, din Allah'ın, insan O büyük varlığın eseri... Allah'ın gönderdiği din, kendisinin yarattığı esere karşı nasıl zulüm bayrağı açar? Halbuki din insanlığa zulüm yağdırmak isteyenlere karşı "baş kaldırmayı" emreder. Zulmü yasaklamış bir din nasıl zulüm teşvikçisi ve koruyucusu olur?

Din Özgürlüğü ve Mürted Konusu

Kuran’da mürtedin (İslam'ı terkedip başka bir dine girenin) öldürülmesini emreden bir ayet yoktur. Tersine Kuran bunun cezai müeyyidesinin ahirette verileceğini birçok ayette ifade etmiştir. Şöyle ki:
3/90. İnandıktan sonra inkar edip, inkarda aşırı gidenler var ya, onların tevbeleri kabul edilmeyecektir. İşte sapıklar onlardır.
4/137. Doğrusu inanıp sonra inkar edenleri,sonra inanıp tekrar inkar edenleri, sonra da inkarları artmış olanları Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez.
5/54. Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O'nu sevdiği, inananlara karşı alçakgönüllü, inkarcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
Görülüyor ki, bu ayetlerde iman ettikten sonra küfre sapanlara dünyevi herhangi bir ceza yoktur... İslamda mürtedin öldürülmesi ancak Müslümanlarla savaşması şartına bağlıdır. Açıkçası öldürülme nedeni İslamdan dönmesi değil, Müslümanlarla savaşmasıdır. (İslam'dan dönenler eğer fiili mücadelede bulunmazlarsa öldürülmezler. Çünkü "Dinde zorlama yoktur" Bakara 256)
Hz.Ebubekir'in mürtedlerle savaşması dinden dönmelerinden dolayı değil, İslam toplumunu parçalamaya ve düzenlerini bozmaya çalışmalarındandı...

"Dinini değiştireni öldürünüz" rivayetine gelince:

İslam dininden dönen eski Arap müşrikleri direkt olarak Müslümanlarla savaş haline geçiyorlardı (Yani sadece İslam'dan dönmekle kalmıyorlardı). Ayrıca bazı Yahudiler insanların Müslüman olmalarını önlemek için şöyle bir yol bulmuşlardı: Önce Müslüman olduklarını ilan ediyor, bir süre sonra da dönüyorlardı. Ki bu yolla Müslümanlar aleyhine konuştukları şeyler inandırıcı olsun. İşte yukardaki öldürme emri savaşan bu müşriklere ve bu Yahudilere karsı bir tedbirdir.
Unutulmamalıdır ki bazı Müslüman ailelerin çocuklarına İslam'ı zorla kabul ettirme girişimlerini Hz.Peygamber menetmistir. Öyle ki, İslamın kuvvetinin zirvesinde bulunduğu bir dönemde " Dinde zorlama yoktur " ayeti nazil olmuştur.
S. Sevri, Ebu Hanife ve arkadaşları kadın mürtedin öldürülmemesinde müttefiktirler. İbnü Aliyle, Ata, el-Hasan da bu görüştedir. Bunların delili İbnu Abbas'ın mürted olduğu halde bir kadını öldürtmemesidir.

İslam Öldürmeye Değil Diriltmeye Çağırıyor

Kan dökücü ve kesmeye azmetmiş bir İslam fobisini besleyen etkenler var. İslamı kuru kuruya, ilericilik-gericilik, din-bilim karşıtlılığı, çağdaşlık-çağdışılık kavramlarıyla tartışıyorlar. Bu tartışmalara katılanlar; bu tartışmaları yapabilecek yeterlilikte ne İslam'ı ve Batıyı, ne de dini ve bilimi tanıyorlar.
Bunun yanında basının yetmiş yıldır her Allah’ın günü üfürükçü, muskacı, karı göbeğine yazı yazan hoca, üçkağıtçı hacı, sarkık dişli, yeşil cüppeli, elinde satır insan doğrayacak mürteci ve "ticani" tipler üretip durmasının, siyasal ve ekonomik çıkarlar uğruna irtica kampanyalarını yürütmesinin İslama ilişkin zihinlerde yaptığı yıkımların boyutunu kimse tam olarak tahmin edemez.
Bu çerçevede İslam, kitleler üzerinde bir baskı ve korkutma aracı olarak kullanılmış, özgürlük, sivilleşme, siyasal katılım, insan hakları ve açık toplumdan yana olanlar İslam tehlikesiyle korkutulmuşlardır.
Sık sık başvurulan örnek de Suudi krallık rejiminin kelle uçuran, yoksul hırsızların elini kesen uygulamalarıdır. Son zamanlarda buna İran üzerinde dünya basınının düzenlediği komplo ve bunun bir parçası olarak orada insanların sorgusuz sualsiz idam edildiği, genç kızların ırzına geçildiği yönündeki hayal mahsulü propaganda eklenmiş bulunuyor.
Bu gibi propagandalarla Müslümanları mürteci konumuna itmeye çalışan, İslamiyeti ufku dar, sığ, önyargılı, kafası ve aklı ile değil duygularıyla hareket eden, düşünmeden tepki gösteren, kolayca amite olan, gerici, fanatik, yobaz, bilgisiz vb sıfatlara sahip insanların dini şekline sokmak isteyenler var. Ancak amaç siyasal ve ekonomik çıkar gruplarının bu "dinci ve irticacı tehlikeyi" öne sürüp çıkarlarını sürdürmek, işçiye hakettiğni vermemek, halkı sömürmek ve bu sömürüyü de askerlerin gölgesinde güvence altına almak istemeleridir.
Burada "din ve irtica" bir siyaset aracı olarak kullanılmaktadırlar. Eğer müslümanlar bu oyunları fark edemeyip tuzağa düşecek olurlarsa, belki de yalnız kendilerine değil, bütün ülkeye, İslam dünyasına ve hatta derin acılar içinde kıvranan dünyaya yazık edecekler. Çünkü insanoğlu tarihin kırılma anından geçiyor ve modern paradigma çökerken bütün dünya yepyeni bir arayışa girmiş durumda. İslam herkesin umududur.
Biz, kim ve hangi seviyesi düşük, ajitasyon amaçlı saldırıda bulunursa bulunsun, hepsini sinemize çekip sabır ve metanetle İslam’ın doğrularını, entelektüel ve pratik güzelliklerini anlatmak, göstermek zorundayız. Şiddet hangi din ve görüş adına olursa olsun bir cinnet, acziyet ve intihardır. Bizler İslam mesajının aydınlığına güveniyoruz.
İslam Kurani vahyin kurtarıcı ve yol gösterici aydınlığında özgürlükçü bir dindir; öldürmek, kesmek, doğramak onun vasfı değil. "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı dirilten bütün insanları diriltmiş gibidir” {5:32} Allah, bizi hukukun açık kapsamı hariç, öldürmeye değil hayata çağırır.
Müslümanlar Gelince Kesecek Mi?
Önceki yazıda ana hatlarıyla sunduğum çerçeve içinde şimdi de tamamen Türkiye pratiğiyle ilgili bir soruna yakından bakalım;
Son zamanlarda basının irtica sayfalarından sosyete salonlarına, üniversite koridorlarından günlük hayatın sürdüğü işyerlerine ve sokaklara kadar herkesin birbirine sorduğu bir soru var:
- Müslümanlar geliyor mu? Geliyorlarsa bizi kesecekler mi?
70 bin camide 70 bin imam halkı cihada çağırıp onları sokağa mı dökecek? Bu yeşil cübbeli, sarıklı, şalvarlı, sarkık dişli, çember sakallı, yobaz ve fanatikler, zincirlerinden boşalanlar gibi ellerinde satır, bıçak ve kamaları ile her ceketli, pantolonlu, kravatlı, etekli, başı açık kadın ve erkekleri, çocukları doğrayacaklar mı? Arkasından bütün sinema, tiyatro, banka, spor salonları vb tesis ve binaları yerle bir edip bütün arabaları ve fabrikaları da tahrip ettikten sonra çöllere sürecek ve Arap ülkelerinden ve Afrika'dan eşek, katır, deve getirip Türkiye'yi paleolitik döneme mi geri götürecekler? Veya kesmeseler bile, en hafifinden bütün kadınları eve tıkayacaklar mı? Herkese çarşaf giydirip camiye gitmeyenleri sokak ortasında kırbaçlatırlar mı? Seçimle iş basına gelmeyi kaldırıp eskiden olduğu gibi başımıza bir sultan mı dikerler? Hayır hiçbir Müslüman böyle bir şeyi ne düşünür, ne de yapar. Çünkü İslam bizi bu konuda açıkça uyarmıştır; dinde zorlama yok...
Peki o zaman bu kesme yaygaraları nereden çıkıyor? Ne İslam’ın teorik hukuku, ne tarihsel uygulamaları ve ne de bugünkü görüş ve düşünceleri kesme ile uzaktan yakından ilgili değildir. Kuşkusuz 60 milyonluk bir ülke ve nüfus sadece Müslümanlardan ibaret değil. Nüfus cüzdanındaki Müslümanlıktan başka İslam’la ilişkileri olmayanlar dışında sağcılar, liberaller, muhafazakarlar, milliyetçiler, solcular, sosyalistler, Marksistler, ateistler, Aleviler, Hıristiyanlar, Yahudiler, yezidiler vb birçok ideolojik, fikri, siyasi, dini grup ve cemaat var. Görevimiz onlara İslamiyet’i güzel söz ve hikmetle anlatıp tebliğ etmek. Gaşiye Suresinde Allah, Elçisine: "Sen ancak bir hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin" ve Yunus Suresinde "Sen mümin olmaları için insanlara zor mu kullanacaksın?" der.
Öyleyse, tarihte olduğu gibi bugün de başka inanç ve görüşten olanlarla bir arada ve yanyana yaşayacağız. Bu, bizim temel gerçeğimizdir. Bunu kökten değiştiremeyiz. Çünkü eğer Allah dileseydi, herkese hidayet verirdi; ama Allah’ın isteyene veya kendisinin dilediğine hidayeti verdiğini biliyoruz.
Şimdi bu açıdan bakarsak, Müslümanların inisiyatif sahibi olduğu bir zamanda ve mekanda durumun ne olacağı konusuna bakacağız;
"Müslüman olmayanlar" Müslümanların Koruması Altındadır
Bir İslam toplumunda daha önce değindiğim gibi herkes, dilediği inanç ve görüşü seçme hakkına ve seçimine göre yaşama, örgütlenme imkanlarına sahiptir. Bu ve başka temel hükümler İslam’ın temel insan hakları bağlamında insan olan herkese tanıdığı hak ve özgürlüklerdir. Elbette bir İslam toplumunda gayri müslimler de olacak ve onların da temel hak ve özgürlükleri bulunacaktır. Hz.Ali'nin formüle ettiği gibi Müslüman olmayanlar "bizim yaratılışta eşlerimizdir". Bu genel tanım içinde Müslümanlar, farklı din ve siyasi görüş sahiplerinden sadece genel asayişe itaat ve onlara götürülecek hizmetler karşılığında, güçleri oranında vergi (cizye) isterler. Siyasi görüşlerin açıklanması ve siyasal katılım kanalları açıktır. Ancak bir fikri zor ve şiddet kullanarak benimsetmek yasaktır. Meşru bir yönetime karsı silahlı eylemde bulunan (bağy) aynıyla karşılık görür. Ama devlete karşı islenmiş suçlar olmadığı için, silahlı eylemden vazgeçenler (ayetin tanımıyla tevbe edenler) kendi hallerine bırakılırlar. Bu arada adam öldürmüş, kan akıtmışsa bunun hesabını verir.
Şüphesiz bunlar en ekstrem durumlardır. Asıl normal sistemde yürürlükte olan ise akıllara durgunluk verecek kadar çarpıcı bir özgürlüktür. Ve bizce henüz Batı hukuku İslamiyet’in azınlıklar veya siyasal muhalefeti temsil eden gruplarla ilgili getirdiği hukukun seviyesine yaklaşabilmiş değildir. İslam, ilke olarak gayri müslim her dini veya kültürel grubu kendi hukukuyla başbaşa bırakır. Peygamberimiz Yahudilerin anlaşmazlığında onlara; "Size hüküm vermemi ister misiniz? İnandığınız Tevrat'a göre mi, yoksa Kuran’a göre mi?" diye sormuş ve talepleri üzerine Tevrat'a göre onlara hüküm vermiştir. Bu, tam anlamı ile dini ve adli/hukuki özerkliktir. Şimdi bu konuda gayri müslim bir tarihçi olan Lübnan Hıristiyanlarından Prof. Philip K. Hitti'nin tanıklığına başvuralım;
"...Müsamaha gören dinlere mensup olanlar, yani vahye dayanan kitaplara sahip dini camialardan meydana gelir ki, Hıristiyan, Yahudi ve Sabii olan bu gibi kimselere Ehlu'z-Zimme adı verilir; Müslümanlar, bu gibi kimselerle çeşitli şartlar taşıyan müahedeler yapmışlardı. Kitap sahibi dinlerin mevcudiyetlerinin bu şekilde tanınmış olması, Hz.Muhammed'in getirdiği en basta gelen yeniliklerden biridir. Bu dinlere mensup olanlar, İslam cemiyetinde silah taşımayacaklar ve İslam devletinin kendilerine tanıdığı "himaye" (zimmet) hakkına mukabil ona vergi (cizye) ödemeye rıza göstereceklerdi. Bu hukuki statü muvacehesinde Zimmiler zümresi, arazi vergisi (haraç) ve cizye ödemelerine mukabil, geniş surette müsamaha gördüler. Bir Müslümanın taraf olduğu hukuki ihtilaflar müstesna, bu teba zümresi, hukuk davalarında ve hatta ceza davalarında kendi dini başkanlarının adli teşkilatlarına ve usullerine tabi tutuldular. İslam hukuku bu çeşit gayri müslimlere tatbik edilmekten alıkonulmuştur. Bu ayrı statüye tabi tutulma (adli muhtariyet) sistemi, Osmanlı devletinde son devirlere kadar, Irak’ta ve Filistin'de kurulan İngiliz manda idaresinde meriyette kalmıştır"
"Köken itibariyle Kuran-ı Kerim de (9/19, 26/105 ve 109, 36/69-72 vd) gösterilen Ehli Kitab'a hasredilen ve ilk İslam devletlerinde meriyette tutulan bu müsamahakar statü, daha sonraları Müslümanlar tarafından Harranlı Sabiiler ve Berberiler'e teşmil edilmiştir"
Zaman zaman hukukta katılıklar gözlenmedi değil. Ama yine Hitti'nin tespitiyle bu katılığa başvuranlar, Müslüman kökenli hukukçulardan çok, daha sonra Müslümanlığı kabul eden Yahudi ve Hıristiyan kökenli Müslüman hukukçular olmuştur. Bunlara ek olarak Hz.Ömer’in yoksul ve çalışamayacak durumda olan gayri müslimlere devlet bütçesinden maaş (işsizlik sigortası) bağladığını hatırlatmamız yerinde olur. Müslümanlar tarih boyunca Müslüman olmayanlara bütün bu hakları verdikleri gibi, bazan onlar için savaşmayı da göze almaktan çekinmemişlerdir............
Dünün zimmileri ile bugünün gayri müslim grupları arasında ilginç bir benzerlik kurmak mümkün. Ancak buna geçmeden önce birkaç hatırlatmada bulunmak istiyoruz;
Müslümanlar zimmiler hukukunda bu kadar esnek ve insan haklarına saygılı davranmış olsalar bile, bütün bunlara rağmen Müslümanlar asla adam öldürmez diye kimsenin inanmayacağı bir düşünceyi öne sürüp İslam’ı gereksiz ve ikiyüzlü savlarla "şirin" göstermeye de ihtiyaç yoktur... Elbette hukukun üstünlüğünün hakim olduğu bir ülkede bütün yargı yolları ve savunma kapıları açık olarak ve suçun bireyselliği ile cezanın kollektif ve intikamcı olmamasına dikkat ederek idamı hükmeden cezalar da vardır. İslam taammüden adam öldürme fiiline kısas uygular. Ama bu mutlaka uygulanır demek değildir, maktulün yasal varisleri bundan vazgeçme hakkına sahiptirler.
Kuran "yeryüzünde fitne çıkaranlar"ın zor kullanarak bastırılması hükmünü getirir. Siyasal rejime muhalefet bağlamında burada sözü edilen "fitne" herhangi bir siyasi görüsü anlatma, açıklama, taraftar toplama veya seçimle işbasına gelmeye çalışma değil, doğrudan şiddet ve baskı yöntemlerine başvurma eylemidir. Bugün en demokratik ülkelerde bile durum bundan farklı değil ve siyasi terör örgütleri kurulu demokratik rejimlerin silahıyla mukabele görmektedirler.

Bugünün Zimmileri De Koruma Altındadır
Şimdi bu tarihsel örnekten hareket edersek, günümüzde karşılaştığımız "Müslüman olmayan" ve ellerinde ilahi kökenli kitap bulunmayan siyasi ve ideolojik görüş sahiplerine nasıl davranılması gerektiği konusuna gelelim. Bizce Kuran’ın geniş "din" tanımı içinde bunlar da birer din bağlısıdırlar. Birçok çağdaş Müslüman yazarın gösterdiği gibi Kuran’da din geniş kapsamlı bir kavram olup, kısaca herhangi bir düşünce, inanç, değerler sistemi ve yaşama biçimini ifade eder. Bu anlamda sol, sosyalist, marxist, ateist, liberalist, varoluşçu vb felsefe ve görüşler de birer dindir.
Yukarıdaki genel "din" tanımına uygun olarak Schumpeter ve Gaarder da sözgelimi bugünkü marxizmin gerçek anlamda bir din tanımına girebileceğini, hatta buna "Materyalist Teokrasi" denebileceğini söylemektedirler.
Bu dine mensup olanlar ile ateşe, yıldıza, ineğe, bir nesneye (fetişist) tapanlar arasında İslam bakış açısına göre mahiyet farkı değil, biçim farkı vardır. İlk Halifeler ve büyük müçtehidiler Mecusi, Sabii, Yezidi, Budist, fetişist vb din mensuplarını Ehli Zimmet içinde ele aldıklarına ve onlara Zimmi Hukuku'nu uyguladıklarına göre, bizim de, modern zamanların çağdaş din müntesiplerini aynı kategoride ele almamız mümkündür. Gerçek şu ki, eğer tarihte Müslümanlar bu yolu seçmeseydi, bugün Asya'da ve Afrika'da tek bir Mecusi, Budist, Brahmanist vb din müntesibi kalmaz, hepsini kılıçtan geçirip bir soykırıma girişmeleri gerekirdi. Ama Müslümanların böyle yapmadıklarını biliyoruz; bu dinlerin hala yaşıyor olması bunun açık bir kanıtıdır. Bugün İran'da yüzbinlerce Mecusi var ve İran parlamentosunda temsil ediliyorlar. Dahası, Allah’ın en büyük düşmanı Şeytan'a tapan Yezidiler bile güvenlik içinde yaşamışlar. Bugün hala Mardin-Midyat yöresinde ve Musul taraflarında Yezidiler varlıklarını sürdürüyorlar. Eğer bu bölgeye tarihte İslam değil, Hıristiyanlık hakim olsaydı, Kilise hepsini ateşe atıp yakardı. Nitekim kendileri şeytana tapmadıkları halde bilimsel düşüncelerinden dolayı nice insan ateşe atıldı, özellikle kızıl saçlı ve yeşil gözlü kadınlar "içlerinde şeytanı taşıdıkları" iddiasıyla aynı akıbete uğradı. İslam ise şeytana tapanları kendi hallerine bıraktı, tapınaklarına dokunmadı. Allah'a karşı şeytanı yücelten bir dine dokunmayan İslam'dan ve Müslümanlardan daha ne kadar hoşgörü beklenebilir veya hangi mantık ve vicdanla İslam dininin hoşgörüsüz olduğu öne sürülebilir?
İslam Hak'kı temsil eder, diğer dinler ise Batıl'ı. İslam bakış açısı içinde ateşe, yıldıza, ineğe, bir nesneye kutsiyet atfeden ile salt maddeyi tek belirleyici güç ve faktör kabul eden (mecusi, sabii, hindu, marxist) arasında fark yoktur. Eğer İslam’ın hukukun üstünlüğüne dayanan koruyucu kanatları altında bir mecusi, bir sabii ve bir yezidi hayatından endişe etmeden ve din değiştirmeye zorlanmadan yaşamışsa bir marxist de yaşar, canı, malı ve namusu teminat altına alınır; kimse onu düşüncelerinden zorla vazgeçiremez. İslam, İlahi Mesaj'ın, Hakikat'in Birliği’ni ifade eden gücüne inanır, ceza kanununda yer alacak yasaklayıcı ve baskıcı maddelere değil. Çünkü Hak gelince Batıl zail olur ve zaten Batıl felsefi ve entelektüel düzlemde İslami öğretiye karşı direnemez. Ama bütün insanlar Hak'ı görünce de elbette Müslüman olmaz, olmayabilir. Kendi görüş ve inancında kalmak isteyen bu tercihiyle başbaşa bırakılır, Allah’ın son hükmü vereceği Din Günü (Ahiret) beklenir... Ancak kim Müslümanlara karşı şiddet ve baskı yöntemlerine baş vurursa, onlara silah kaldırırsa, misliyle karşılık görür.
Diğerleriyle birlikte ve en çok bizler mutlakıyetçi idarelerden, baskıcı rejimlerden çok çektik. Bir daha insanların susturulduğu, düşünce ve inançlarından dolayı evlerinden yaka paça alınıp tutuklandığı, işkence gördüğü, dediğim dedik rejimler altında yaşamak istemiyoruz. Hukukun üstünlüğüne, seçime, insan temel hak ve özgürlüklerine, şura’ya ve açık siyasal katılıma dayalı bir rejim istiyorsak, bunu sadece kendimiz için değil, herkes için istemeli; insan yüzlü, konuşan, tartışan, karşılıklı alışveriş içinde olan adil, eşitlikçi ve özgür bir toplumun kurulması için herkesi yanımıza çağırmalıyız. (Kitap Dergisi, Mart 1990)

Ay'ın Yarılması Mucizesi

Hz.Muhammed'in "sav" gösterdiği bine yakın mucize, insanlık aleminin ayları ve yıldızları hükmünde parlayan sahabelerin gözü önünde gerçekleşmiş ve yalan üzerinde birleşmeleri olanaksız olan bu nurani topluluk tarafından bütün yönleriyle gelecek nesillere aktarılmıştır.
"Benden bilerek yalan bir şey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın" hadisi şerifinin uyarısına karşı bütün zerreleriyle titreyip herkesten fazla titizlik gösteren ve yalan bir haber karşısında susmaları mümkün olmayan o iman kahramanlarından bize ulaşan hadis ve mucizeler, bugün modern ilim tarafından da tek tek tasdik edilmektedir. İslami kaynaklarda "Şakk-ı Kamer" olarak geçen "Ay'ın ikiye yarılma mucizesi" de bunlardan birisidir.
Nasıl Gerçekleşti?
Bu mucize, Hz. Muhammed'in "sav" elçilikle görevlendirilmesinin sekizinci yılında gerçekleşmiştir. Kureyş'in ileri gelen müşrikleri bir araya toplanmışlar ve Allah Resulü'nden, elçiliğini ispatlayacak bir mucize istemeye karar vermişlerdi. Hep birlikte Onun bulunduğu yere doğru ilerlerken gecenin ilk saatleri yaşanıyor ve Efendimiz "sav" parıl parıl parlayan ay ışığı altında Hz.Ali, Huzeyfe b. Yeman, Abdullah b. Mesud, Enes b. Malik, Abdullah b. Abbas, Cübeyr b. Mutüm ve Abdullah b. Ömer gibi büyük sahabelerle sohbet ediyordu.
O nur halkasını çevreleyen müşriklerin mucize görme konusundaki ısrarları had safhaya varıp sabır sınırlarını zorladığında Fahr-i Alem Efendimiz "sav" yerinden doğruldu ve mübarek elini, gökyüzünde bir altın tabak gibi ışıldayan Ay'a doğru kaldırdı. Yaratıldığı günden beri görevinden şaşmamış olan Ay, hürmetine koca bir evrenin Yaratıldığı O Zat'ın "sav" bu işaretiyle bir anda ikiye ayrılmış ve gerideki Mina Dağı, Ay'ın iki parçası arasında kalarak muhteşem ve tüyler ürpertici bir manzara oluşturmuştu.
Efendimiz "sav" etrafındaki sahabelerine "Şahit olun, Şahit olun" diye seslenirken, Kureyş kafirleri şaşkınlıktan birbirine bakınıyor ve "Bize büyü yaptı" diyorlardı.
Bir başka Kureyşli de "Muhammed "sav" sadece bize büyü yapmış ve Ay'ı iki parça olarak göstermiş olmalı" diyerek, bu olayın çevre beldelerden gelen kafile ve kervanlara sorulmasını istiyordu. Bu teklif, diğerleri tarafından da ister istemez benimsendi ve ertesi sabah hemen Yemen ve başka taraflardan gelen kervanlar soru yağmuruna tutuldu. Hepsi de gece seyahat ettikleri için Ay'ın ikiye yarıldığına şahit olmuşlardı. Bunun üzerine Mekke’li müşrikler, "Ebu Talibin yetimindeki sihir, semaya da tesir etti" diyerek inatlarını sürdürdüler. Ve Efendimizin "sav" yanında olmamalarına rağmen bu mucizeyi gören diğer müşrikler gibi, küfürlerinde sabit kaldılar.
Hemen arkasından Allah kelamı nazil oldu; “Onlar bir mucize görseler, ondan yüz çevirip "süregelen bir sihir" derler, yalan söylerler, nefislerine uyarlar.“ Kamer 3

Neden Herkes Görmedi?

Ay Mucizesinin herkes tarafından görülmesi, Allah tarafından dünyada murad edilen "imtihan sırrı"na ters düşecek ve ister istemez bütün insanların imana gelmesine yol açacaktı. Bu yüzden Ay'ın iki parçaya ayrılması, insanların uykuda veya evinde olduğu bir zamanda ani ve kısa süreli olarak gerçekleşti. Ay'ın her gün farklı saatlerde doğması ve farklı menzillerde bulunmasının yanısıra, o asırda gökyüzünü sürekli inceleyen alimler de yok denecek kadar azdı.
Aynı zamanda bazı ülkeler sis ve bulut gibi engellerden, bazıları da saat farkından dolayı Ay'ı göremiyordu. Örneğin bu mucizenin gerçekleştiği saatte İngiltere ve İspanya’da güneş yeni batıyor, Çin ve Japonya’da sabah oluyor, Amerika'da ise gündüz saatleri yaşanıyordu. Ay'ın görülmesi için yeterli olan koşullar, Arap yarımadasının dışında en iyi Hindistan'da gerçekleşmiş ve Dhar kenti kralı Raja Bjoh ve raiyeti tarafından bütün teferruatıyla takip edilmişti.
Chamal Nehri kıyısındaki sarayının balkonundan Ay'ın ikiye ayrıldığını gören kral, önce dünyanın sonunun geldiğini sanarak büyük bir korkuya kapılmış, daha sonra da bunun Arabistan'da zuhur ettiğini duyduğu Peygamberin bir mucizesi olabileceğini tahmin ederek vezirini Mekke'ye göndermişti. Raja'nın veziri Efendimizle "sav" görüşme şerefine erişmiş ve Şakk-ı Kamer'in Onun mucizesi olduğunu anlayarak İslamiyeti seçmişti. Bugün bu bahtiyar hükümdarın torunları olan Bjohzadeler, Hindistan'daki Dhar kentinin hemen dışında ikamet ediyorlar (The Muslim Digest, Vol. 34, Nos: 3-4, p35).

Başkaları Da Görmüştü

Ay'ın yarılması mucizesi, sadece Raja ve saraydakiler tarafından görülmemiş, Hindistan halkı tarafından da seyredilmişti. Mucizenin gerçekleştiği tarih, daha sonra bir başlangıç yılı olarak kabul edildi ve bazı eserler üzerine işlendi. Hatta bu ülkede ele geçirilen bir heykelde: "Ay'ın ikiye yarıldığı senede yapılmıştır" ibaresi bulunuyordu. Bu durum bazı müfessirler tarafından sıkça nakledilmiş ve çok önemli bir delil olarak gösterilmiştir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlmi Kelam, s161; İsmail Tekin, İnşikaku'l-Kamer, s17)

İlim Görüyor

14 yüzyıl önceki astronomi ilminin ve haberleşme imkanlarının yetersizliği sebebiyle tam olarak görülemeyen veya görüldüğü halde haber olarak yaygınlaşamayan Şakk-ı Kamer Mucizesi, 4 Mayıs 1967'de Florida'daki Cape Kennedy Uzay Üssü’nden fırlatılan Orbiter 4 uydusundan çekilen Ay fotoğraflarıyla ister istemez gündeme gelmiştir. Orbiter 4'ün bu çalışmasında, Ay'ın dünyamızdan görülmeyen arka yüzü resimlenmiş ve 3000 km mesafeden çekilen yakın plan fotoğraflarıyla, Ay yüzeyinin %95'lik bölümü incelenebilmiştir... 67-1805 numara ile arşivlenen bu fotoğraflarda, daha önce küçük bölümler halinde çekilen Ay fotoğraflarında fark edilemeyen bazı hususlar göze çarpmaktadır.
Ay'ın arka yüzeyi, uzunluğu 240, genişliği de yer yer 8 km'yi bulan bir yarık tarafından boylu boyunca kuşatılmaktadır. Bu çatlağın merkezi, 65 derece güney ve 105 derece doğu olarak belirlenmiştir. Doğal sebeplerle meydana gelen çatlaklar, dalgalı ve düzensiz bir çizgi oluşturdukları halde, bu çatlak mükemmel düz çizgi şeklindedir.
Özel bir nedene dayandığı izlenimini sergileyen çatlaklar, Ay'a ilk kez ayak basan astronot Neil Armstrong'un da dikkatini çekmiş ve kendi ifadesiyle onu hayrete düşürmüştür. Size bu haberi aktardığımız "The Muslim Digest" adlı dergi, Mısırlı alimler tarafından N.Armstrong'a Şakk-ı Kamer Mucizesinin anlatıldığını da ifade etmektedir.

Üç Asırlık Harita

Kuran, hadis ve nakiller, Şakk-ı Kamer Mucizesi gerçekleşip Ay'ın iki parçaya bölündüğünü ifade ettiğine göre, bu parçaların tekrar birleşmesi sırasında meydana geldiği tahmin edilen çizginin Ay'ın tamamını dolaşması gerekmektedir. Yani birleşme çizgisi veya çatlağı, Ay'ın dünyadan görülen yüzünde de bulunmalıdır.
Uzay çalışmalarını yürüten ülkeler, şu ana kadar Ay'ın bu yüzünü çevreleyen bir çatlaktan sözetmemislerdir. Ancak burada ilk kez Zafer'in ortaya koyacağı bir delil, sanırız astronomi sahasında daha önceden ele alınmamış veya gözden saklanmıştır. Bu delil İtalyan gök alimi Cassini tarafından günümüzden tam üç asır (yüzyıl) önce çizilmiş olan bir Ay haritasıdır.
Modern astronomi ile uğrasan ilim adamları tarafından fevkalade önemli bir kaynak olarak kabul edilen ve ilmi yönü tartışılmadığı için birçok kitapta yer alan bu harita günümüzde çekilen Ay fotoğrafları ile de mükemmel bir uyum sergilemektedir.
Cassini'nin üç asırlık bu haritasında, dünyamızdan görülen Ay yüzeyinin tamamını kuşatan ve tesadüflerle meydana gelmeyecek kadar muntazam olan bir çizginin varlığı, son derece açık ve net olarak görülmektedir. Fotoğrafını takdim ettiğimiz bu haritayı inceleyen insaf sahiplerinin, cetvelle çizilmiş gibi muntazam olan bu çizgiyi ne şekilde yorumlayacaklarını bilemiyoruz ancak, iki büyük taşın üst üste konduğunu veya bazı yerlerde derince çizgiler çizildiğini görüp de bunların uzaylılar tarafından yapıldığını iddia eden Daniken gibi sahte alimlerin bu harita karşısındaki suskunluklarının sebebini az-çok tahmin edebiliyoruz.

Ay Yüzeyi Değişiyor Mu?

Bu yazıda Cassini'nin haritasından bahsetmemizin sebebi, mucizenin gerçekleştiği zamana en yakın kaynak olması yönüyledir. Çünkü Şakk-ı Kamer'den bu yana geçen 14 yüzyıl zarfında Ay yüzeyinde önemli değişmelerin olabileceği ve çatlakların yapısını bozabileceği anlaşılmaktadır.
Ay yüzeyindeki değişmelerin bir sebebi, sıvı haldeki lavların taşması olarak belirtilmektedir. Geçmişteki yıkılma ve bozulmaların çoğu, bu aşındırmadan dolayıdır. Mesela Ebemkuşağı Körfezi (Sinüs İridum) bunun açık bir örneğidir. Yakın sayılabilecek bir geçmişte çember seklinde olan bu körfez, sıvı haldeki lavlar tarafından tamamen tahrip edilmiş ve bir yay haline gelmiştir.
Ay yüzeyinin değişmesine sebep olan diğer bir etken de, sıcaklık derecesindeki keskin farklılıklardır. Güneşin, Ay üzerindeki belli bir noktanın üzerine çıkmasıyla birlikte Ay yüzeyindeki sıcaklık, -80 santigrat dereceden, +120 dereceye fırlar. Ve güneş battığında, yine eksi değerlere düşer. Neticede kayalar patlayarak parçalanır ve uzun bir zaman dilimi içinde Ay yüzeyinin görünüşünü değiştirir.
Ay'ın son derece yoğun bir meteor yağmuruna maruz kalması da, yüzeyinin hızla değişmesine yol açar. Ağırlığı bazan tonlarla ifade edilen göktaşlarının yapmış olduğu tahribat, tek kelimeyle dehşet vericidir. Hatta saniyede 40 km hızla düsen 1 gramlık göktaşları bile kurşun etkisi yapar ve en sert kayalarda en az 30 cm derinliğinde, 60 cm genişliğinde bir çukur açar. Bilindiği gibi dünyamızı çevreleyen atmosfer tabakası, bu taşlar için mükemmel bir kalkan görevini görmektedir. Buna karşın nadir de olsa düşen göktaşlarının açtığı dev kraterler, herhangi bir atmosfere sahip bulunmayan Ay yüzeyinin sonu hakkında fikir verebilir... (Arizona çölünde 15 bin tonluk meteorun açtığı muazzam kraterin çevresi 5000, çapı 1300, derinliği ise 174 metredir)
Yukarıda saydığımız bu sebeplerden dolayı Ay'ın çehresi her an değişmekte ve farklı bir yapıya kavuşmaktadır. Bu yüzden şimdi değişmiş veya kısmen kapanmış olsa bile, üç asır önceki Ay haritasında gösterilen o muazzam çatlak önem arz etmektedir. (Paul Ahnert'in "Kalender für sternfreunde 1984" adli kitabının 171. sayfasında yayınlanan Cassini'nin haritasındakine benzer düz çizgiler, bazı ilim adamlarına göre "şimdi magmayla dolmuş ve güneş ışığı vurduğu zaman parlayan yarıklar" şeklinde tarif edilmektedir)
Şakk-ı Kamer Mucizesi'nin günümüz tekniğiyle apaçık görülebilecek olan delilleri, Yaradan tarafından çeşitli sebeplerle gizlenip örtülmüş ve imtihan sırrına uygun hale getirilmiş olabilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimeC.tesi Ara. 26, 2009 12:44 am

Netice

Modern astronomi ilminin Şakk-ı Kamer Mucizesi'yle ilgili tespitleri (veya inkarları) hangi boyutta olursa olsun, inananlar için fazla birşey ifade etmez. Çünkü bu mucize, bizzat Allah tarafından haber verilmiş ve Kuran’da açıkça zikredilmiştir;
“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar bir ayet (mucize) görseler, ondan yüz çevirip "süregelen bir sihir" derler, yalan söylerler, nefislerine uyarlar.” Kamer, 1-3
İslamiyet ve Sekülarizm
...Kuran'da esas itibariyle dört tip "ilişki" birbirinden soyutlanamayacak ve tecrit edilemeyecek tarzda ele alınmışlardır. Bunlar; a) Bireyin üretim faaliyetiyle ilgili ilişkileri, b) Bireyin düşünsel-inançsal faaliyetleriyle ilgili ilişkiler, c) Birey-Toplum (cemaat) ilişkileri ve d) Birey-Tarih ilişkileridir. Kuran işte, bireyin bu ilişkilerinin düzenleyicisidir, bazılarınca sanıldığı gibi sert bir "Emirler ve Cezalar Kitabı" değildir
Kuran'da, dikkat edilirse, kendilerine hitap edilenler hep somut bireylerdir. Yani {Hz.} Muhammed'tir ve/veya inanmış -ya da inanmamış-"insanlar/bireyler"dir. Hristiyanlıkta bilindiği üzere, Tanrı'nın biricik oğlu ya da bazı yorumlara göre ta kendisi zavallı insanları doğru yola davet etmektedir, sonra da onlar adına acı ve işkence çekerek ölmektedir. Bu düşsel orientasyona karşı, {Hz.} Muhammed, hayatın bilfiil içindedir. Ticaret yapmaktadır, savaşmaktadır, evlenmekte, çocuk sahibi olmakta, düşünmekte ve eylemlerde bulunmaktadır. Kuran'da bireyin şimdiki zamanı soyut ve tecrit edilmiş olarak değil, geçmiş ve geleceğin bir ÖZDEŞLİĞİ halinde ele alınmıştır. Araplar, biz atalarımızdan ne gördüysek BUGÜN de onu yaparız, başka yasa tanımayız diyorlardı (Bu anlayış tarzı Yahudi Ataizminden kaynaklanmaktaydı. Yahudiler, o çağda Ataizmin (Atacılık) savunucularıydılar. Araplar aynı soydan gelen ve/fakat seçkin oldukları kendi tanrılarınca onaylanmış olan Yahudilerden etkilenmişlerdi). {Hz.}Muhammed ise, BUGÜN'ü değiştirmeye uğraşıyordu; yeni bir düzen kurmak istiyordu. Kuran'da aynen şöyle yazılmıştır:
"Ey inananlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak o size, kötülüğü, hayasızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. Onlara; "Allah'ın indirdiğine uyun" denilince, "Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız" derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?" (Bakara 168-170) "Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir" ( Bakara 143 )
Özetlersek; İslamiyet, getirdiği yeni unsurlarla değerlendirildiği takdirde devrimci niteliği olan bir inanç olarak ele alınabilir. Şöyle ki, esas itibariyle İslam, Anayasası olan bir inanç sistemidir. İslam'ın anayasası Şeriat'tır ve bu da bireyin yaşam tarzını düzenler ve yönlendirir. İslamiyet yalnız diğer dinler gibi bir Tektanrılı din değil, ve/fakat aynı zamanda bir yaşama tarzıdır... Bu açıklamalardan sonra sorumuzu sorabiliriz. Kuran'da "Sekular" ögeler var mıdır?
Sekularizm çağdaşlaşmak'a indirgenmişse ve çağdaşlaşmacılıktan da son ikiyüz yılın Batı Avrupası'ndaki - son 65 yılın SSCB'si ve son 40 yılın sosyalist ülkeleri hariç tutularak - Yahudi-Hristiyan geleneğinin ortaya çıkardığı ve adına "çağdaş uygarlık düzeyi" denilen etik, estetik, düşünsel vb. standartlar anlaşılıyorsa - ve sadece bunlarla sınırlandırılıyorsa - kuşkusuz Kuran'da Sekular ögeler yoktur. Ama eğer Sekularizm'i bireyin önemsenişi ve kendisi hakkında özgür iradesiyle ÖZEL KARARLAR ALABİLMESİ VE DİNSEL DOĞMALARDAN AYRI OLARAK Cismani/Dünyevi yaşamını örgütleyebilmesi ve sürdürebilmesi olarak anlıyorsak, o zaman Kuran'da çok şaşırtıcı gelecek ama, tıpkı TC Anayasasının BAŞLANGIÇ bölümüne benzer tarzda, ama "Şeriat'ın gereği olarak" Sekularizm vardır. Hem de Yahudilik ve Hristiyanlık'ta olmadığı kadar vardır. Nasıl mı? Görelim;
1 - Kuran'da insan(lar)dan öncelikle kendi kendilerine düşünmeleri ve akletmeleri istenmektedir (Not: Kuran'da surelerin hemen hepsinde bu tema işlenmiştir, onun için örnek vermiyorum) Allah'ın tekliğine ve varlığına inanmalarının istenişi bundan sonra gelmektedir. Diğer bir anlatımla insan(lar)dan "önce inan, sonra öğren" değil, "önce düşün/aklet, sonra inan" istenmektedir. Dolayısıyladır ki, Kuran'da insan(lar)dan akıllarının ve vicdanlarının -yani bilinçlerinin- yol göstericiliğine güvenmeleri istenmektedir. İnsanları, doğru yola getirmek/çağırmak için onların akıllarına hitap eden sayısız örnek ve kıyas olanağı verilmiştir. İnsan(lar)dan bunlara bakarak sonuçlar çıkarmaları istenmektedir.
2 - Kuran'da her insan -{Hz.} Muhammed dahil- inancında sadece kendisinden sorumludur. Allah'tan başka hiçbir kişi (Allah kişi değil tabii) veya kuruma kulluk etmek zorunluluğu yoktur. {Hz.} Muhammed'e bile. Hatta insan isterse, Allah'a dua ve ibadet de etmeyebilir. Çünkü Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Tabiatıyla bir insanın dua ve ibadetinde Allah'a kulluk eden insanın dua ve ibadet etmesi sadece hayırlı bir uğraştır ve ecri vardır, o kadar. İnsanın asıl ereği çalışmasıdır, o olmalıdır.
3 - İslam dininde zorlama yoktur. Başta Hz.Muhammed olmak üzere hiç kimse diğer bir kimseyi Müslüman olmaya zorlayamaz. İslamiyeti seçiş, tamamen bireyin özgür iradesine bırakılmıştır. Kuran'da Hz.Muhammed ise sadece bir tebliğcidir o kadar. O da hiç kimseyi Müslüman olmaya zorlayamaz.
4 - Kuran'da insanlardan doğaya ve evrene bakarak dersler çıkartmaları istenmektedir. Doğayı ve evreni inceleyen insan, Allah'ın yarattığı her varlığın diğerinden farklı olduğunu anlayacak (akledecek) ve kendisinin de farklı olduğunun (En şerefli mahluk) bilincine erecektir. Dolayısıyladır ki, Kuran'da istenen insan tipi, kendi Varoluş Bilincinin Farkına Varabilmiş insan tipidir. Bu da insanın bir şey olmaktan çıkıp bir Birey haline geçebilmesi keyfiyetidir.
(Not: Yahudilik'te ise tüm yahudiler Eşit ama diğer insanlardan farklı ve üstündürler. Çünkü onlar insanlar arasından KENDİ Tanrıları tarafından "Seçilmiş" insanlardır. Kuran bu tür "Seçilmişlik, Eşitlik ve Üstünlük" inanışlarına kesin karşıdır, tıpkı kavmiyetçiliğe karşı olduğu gibi)
Şimdi saydığımız bu hususları aşağıya sadece oniki tanesini alabildiğimiz örneklerden izleyelim. Tabiatıyla örnekleri en az yirmi misli çoğaltmak mümkündür:
Bakara 139-141, 148, 172, 256; Ali İmran 24, 137-138; Nisa 84; Maide 48; İsra 94-96; Ankebut 56; Necm 39; Tegabün 15
İslamiyetin kitabı Kuran'da, bir kez daha vurgulayalım ki, somut insanlar vardır ve onlardan düşünmeleri istenmektedir. Kuran'ın hemen her suresinde birkaç kez, bu insanlara hitab edilerek, "Düşünmez misin(iz)?" ya da "Akıletmez misin(iz)?" diye sorulur. Düşüncenin sınırları ise, Şeriat gereği olarak Allah'la sınırlı ve tanımlıdır. Ama Allah, her yerde ve her şeydedir.
Öyleyse, insanoğlu her şeyi düşünebilir; buna Allah'ın varlığı ve yokluğu dahildir, bunun için hiçbir kul ya da kurumdan icazet alması ya da emir alması gerekmez. Dahası {Hz.} Muhammed sadece bir tebliğcidir. İslamiyet'te sadece Allah'a kulluk vardır. Hristiyanlıkta olduğu gibi Kilise'ye ve Ruhbanlar'a kulluk yoktur. Zaten bu nedenledir ki, İslamiyet'te "Ruhban/Clergy" yoktur, olamaz da.
Tabiatıyla bu anlatılanların tümü, Kuran'a göre böyledir. Hz.Muhammed ve dört halifesi döneminde bu kurallara en yakın gelebilecek uygulamalarda bulunulmuştur. Ama daha sonra, özellikle de Emeviler döneminde bu hükümlerin yerlerini "despotik" ve keyfi uygulamalar almıştır. Ancak bunlar {Hz.} Muhammed'i ve Kuran'ı bağlamazlar. Nitekim öylesine bağlamazlar ki, {Hz.} Muhammed, Medineye Hicret'in onuncu yılının dördüncü ayının son gününde Hristiyanlarla bir "Mukavele" kaleme almıştır. {Hz.} Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin tanıklıkları ile Hristiyanlar ve Müslümanların önünde Muaviye tarafından yazılan bu mukavele Karmel Dağındaki Fryars Manastırı'nda imzalanmıştır. Daha sonraki yıllarda Fransa'ya götürülerek Kraliyet Arşivi'nde saklanmıştır.
Bu mukavelede {Hz.} Muhammed, kendi dininin temsilcisi olduğunu ama Hristiyanların da kendi inançlarına tam bir özgürlükle sahip olabileceklerini ve onlara ait her tür mülk ve emtianın kendisinin ve tüm Müslümanların koruması altında olacağını vurguladıktan sonra "Kişi Hak ve Özgürlüklerine" gelerek ezcümle şöyle demektedir:

"Papaz ve keşişlerden vergi alınmayacaktır. Kendi istekleriyle bir ödeme yapmaları dışında vergi zengin tüccardan ve balıkçının incisinden, madencinin değerli taşlarından ve gümüşünden ve diğer varlıklı ve zengin hristiyanlardan alınacaktır ve yıllık 12 şilini geçmeyecektir (...) şahıslardan güçleri ve yeteneklerinin üstünde vergi taleb edilmeyecektir. Müslümanlarla birlikte düşmana karşı savaşa gitmeleri -Hristiyanlardan- istenmeyecektir. Ama Müslümanlar onları korumak ve kollamakla yükümlü olacaklardır..."
Bunlara karşılık {Hz.} Muhammed'in isteği de Hristiyanlar'dan İslam'ın düşmanlarına yardımcı olmamaları, onlara evlerini ve kucaklarını açmamalarıdır. {Hz.} Muhammed, Müslümanlara tanınmış hak ve ödevleri, Müslümanların denetimindeki Hristiyanlara da tanımaktan çekinmemiştir. Kısacası, {Hz.} Muhammed'e göre onlar da şeriatın gereği olarak hristiyandırlar...
Nedir ki {Hz.} Muhammed'in kurduğu bu düzen ve getirdiği bu anlayış, çok değil elli yıl sonra büyük değişikliklere uğramıştır.
İslam'da Mihne'nin kurulabilmesi, Şeriat'tan değil, Örfi Hukuk'tan kaynaklanmıştır. Bu ise Allah’ın Yasası değil, egemen kulların koydukları kurallar ve yasalar toplamıdır. Örfi Hukuk, İslamda, Batılı gözlemcilerin de belirttikleri gibi ( An Abstract of Muhammedan Law, Vans Kennedy, Journal Royal Asian survey, II.(1835) ) "Lay" kadroların elindeki ve uygulamasındaki hukuktu, Kuran'ın bizatihi öngördüğü bir kurum değildi. Şeriata göre önce Kitab (Kuran) ondan sonra Sünnet (Gelenek), sonra İcma (sahabe), sonra da Kıyas geliyordu. Kıyas, tamamen Akla dayanmaktaydı ve yargıç ya da yöneticinin konu/sorun hakkında akli bir sonuca varması gerekmekteydi...
Kısaca, şu son yılların ünlü kavramı "Cihad" üzerinde de durmak gerekiyor. Bu kavrama, Batılı Basının ya da Orientalistlerin bizlere öğrettikleri tarzda bakarsak, bu kanlı bir Hristiyan soykırımı gibi gelir. {Güya} Canavar, gerici ve ortaçağcı -çağdışı- Müslümanlar kana susadıkları için, zavallı ve uygar Hristiyanları kesmektedirler vb.
"Cihad" kavramını dış ve iç anlamlarıyla ele alırsak A) Dış anlamı itibariyle "Cihad" İslamın savunulması anlamına gelir. İslam, ölüm pahasına da olsa düşmana karşı savunulacaktır B) Cihad, iç anlamı -esas anlamı- itibariyle kişinin nefsiyle yaptığı ve yapacağı mücadeledir. Ve {Hz.} Muhammed'e göre, "İslami Cihad"ın önemi bundadır. {Hz.} Muhammed'e göre, dış anlamıyla "Cihad" az kutsal bir savaştır; asıl büyük ve kutsal olan iç anlamındaki "Cihad"tır. Cihadı dış anlamıyla mutlaklaştıran ilk devlet Emeviler olmuştur.
Çıkan sonuç şudur ki, Kuran'a ve Şeriat'a göre, bireye, o çağların Hristiyanlığında ve Yahudiliğinde olmayan bir serbesti alanı tanınmıştır. Prof.Bahri Savcı'nın da belirttiği gibi, "İslamiyet, önce hayat tarzını, hırsızlıktan, intikamdan alıkoyucu, uzaklaştırıcı; hırsızlığı, intikamı, gasbı reddedici; başkasının hakkına, mülkiyetine riayet ettirici bir hukuk telakkisi getirmiştir ki, bunlar bugün anayasalarda ve haklar beyannamelerinde gördüğümüz bazı özel kişi haklarına benzemektedirler" (şahsi masuniyet hakkı dahil)
Prof.Bahri Savcı'nın sözünü ettiği Anayasalar ve insan hakları beyannameleri çağımızda tam anlamıyla "Sekular" nitelikleri olan belge ve anlaşmalardır. Günümüzden yaklaşık 1400 yıl önce bireylere çağımızın anayasalarındaki ve insan hakları beyannamelerindeki "Sekular" hüküm ve kararlara BENZER ÖZEL HAKLAR sağlamış/getirmiş olan inanç sistemi de İslamiyet'tir ve onun kutsal kitabı Kuran'dır.
Günümüzden 1400 yıl önce Kuran'da Allah, insanlardan düşünmelerini ve Akletmelerini istemişti; 1986 yılında Türkiye'de "Düşünce Suçu" nedeniyle hapis cezasına çarptırılanlar bulunduğu ve bu insanların acı ve işkence çektikleri anımsanırsa ve "Kıyaslanırsa" TC Devletindeki Bireysel Laik Özgürlüklerle, İslamın KENDİNE ÖZGÜ -yani Şeriat'ın gereği olan- "Sekularizm"i arasındaki "Fark", çok daha iyi anlaşılır kanısındayım. (Aytunç ALTINDAL, Laiklik, Süreç Yay.)


Cin Üzerine

Cinler Kuran'da cin kelimesiyle ifade edilen halk arasında peri, hayalet vs. spiritualistlerin yani ruhçuların ise ilişki kuran ve bedensiz varlık diye adlandırdıkları veya geçmişte yaşayan insanların ruhu zannettikleri varlıklardır. Cinler kendileri isterlerse insanlar tarafından görülür hale gelebilirler. Yaşam süreleri bizim zaman birimimize göre 1000-1500 yıl arasındadır.
Yapıları çok gelişmiş olmakla birlikte düşünce ve duygu kapasitesi açısından genel olarak insanlardan geridirler. En büyük özellikleri ve eğlenceleri insanların zayıflıklarından yararlanarak kendi özelliklerini kullanıp insanları kendilerine tabi kılıp istediklerini yaptırmaktadır.
Cinler yapıları ve ömürlerinin uzunluğu dolayısıyla geçmişi bilirler. İstikbale ait bilgileri tahminden öteye gitmez. Çok hızlı hareket edebildikleri için bize göre gelecek zaman olan an onlar için geçmiş zaman olabilmektedir (Zaman harekete bağlıdır).
Perisperi: Yapısı birtakım ışınlardan (mikrodalgalardan) oluşur...
Cinler diledikleri taktirde maddemsi bir görüntü oluşturabilirler. Bizim zaman ve mekan kayıtlarımızla bağlı değillerdir. Yani çok hızlı şekilde yer değiştirir, maddelerin içinden geçebilirler. İstedikleri anda dünyanın veya uzayın herhangi bir yerinde olabilecek kabiliyete sahiptirler...
« Ben insanları ve cinleri sadece bana yönelip kendilerini olgunlaştırmaları için yarattım. » 51/56
« Ey cin ve insan topluluğu, kendi içinizden size ayetlerimi anlatan ve ahiret günüyle karşılaşacağınızı haber verip sizi uyaran elçiler gelmedi mi? » En’am, 130
« O da onun ordusu da (cinlerden olan şeytan ve cinler) sizin onu göremeyeceğiniz yerden sizi görür. » 7/27
« İnsanlardan bazıları cinlerin bazılarına sığınıyorlar. Bunlar onların azgınlıklarını arttırıyorlar. » 72/6
Bu ayetlerden (ayrıca bakınız; 55/15, 15/27, 72/2, 55/33, 72/14-5, 18/50, 6/112, 114/6, 2/275, 72/9) şu sonuçları çıkartabiliriz;
Cinler göremediğimiz varlıklardır. Onlar bizi görebilirler. Maddeden geçebilen dumansız ateşten (bizim alış mekanizmamızın dışındaki ışınlardan) yaratılmıştır. Erkek ve dişileri vardır. Çoğalırlar. Bir yerden bir yere çok hızlı gidebilirler. Akıl ve şuur sahibidirler. Peygamberlerin ilahi mesajlarına muhatap olmuşlardır. Müslüman olanları ve olmayanları vardır. Şeytan da bir cindir. Cinler insanlara direkt ve dolaylı yollarla kötülük yapmak isterler.

Ruh (Cin) Çağırma

Halk arasında ruh çağırma olarak bilinen olay aslında cin çağırma olayından başka bir şey değildir. Gerek fincan ve benzeri yöntemlerle, gerekse medyumluk vasıtasıyla ilişki kurulan varlıklar cinlerdir.
Fakat cinler kendilerini başka varlıklar olarak tanıtırlar. Kendilerini çeşitli adlarla adlandırırlar. Bazan doğru, bazan yanlış bilgiler verirler. Geçmişten doğru olarak haber verebilir. Ancak gelecek hakkında sadece tahminde bulunabilirler. Yani geleceği bilemezler.
Cinlerin İnsanları Aldatma Yolları
Cinler yapılarının getirdiği avantajlardan dolayı çeşitli yollardan insanlarla bağlantı kurabilmektedirler. Bunun sonucu onları kendilerine tabi kılar ve kullanırlar. Cinler, insanları iki yoldan kendilerine tabi kılarlar; 1- Kendilerini o kişiye bildirerek, 2- Kendilerini o kişiye bildirmeden ve farkettirmeden.
Cinler kendisiyle temas kurdukları kişilere iki farklı şekilde muhatap olurlar; a) İslami gayeler görüntüsü altında; b) İslam dışı gaye ve yollar şeklinde...
Cinlerin İnsanlarla İlişkilerinin Oluşum Tarzı
Cin-insan ilişkisi genellikle cinlerin insanları zorla kendi emirlerialtına alması şeklinde olur. Kişi bu duruma ancak inancı ve duygularıyla karşı koyabilir.
Özellikle sinirli karaktere sahip kadınlar ile doğum olayının hemen arkasında ve ateşli hastalıklar sırasında bu bağ kurulmaktadır. Bu durumun nedeni beynin o anda bedenin çeşitli yerlerindeki aşırı faaliyetinden dolayı insanın beyin üzerindeki hakimiyetinin tam olmamasıdır. İşte insanın beyin üzerinde hakimiyetinin az olduğu anlarda cin, o kişinin beynindeki ilgili merkezde hakimiyet kurmakta, ona istediği gibi görünmekte ve bazan ona istediğini yaptırmakta, düşünmek istemediği halde düşündürmektedir.
Zorla istediğini yaptırma işini beynin ilgili merkezlerini uyararak ona acı veya korku hissettirerek sağlamaya çalışırlar. Medyumların transa geçirilmesi anında da bu durum aynen oluşmaktadır. Medyumdan önce kendini serbest bırakması istenmektedir ki bundan amaç kısmen beynin üstündeki kontrolun azalması ve temas edecek cinin hakimiyetinin kolaylaştırılmasıdır.
Cinlerin insanları kolaylıkla kandırıp hükmedebilmeleri için özellikle tercih ettikleri yol onların İslam kaynaklarından gelen bilgilerle bağlantılarını koparmak veya bu bilgilere zıt gelen fikirleri vermektir. Çünkü cinler hakkında en geniş bilgi İslam kaynaklarında vardır.
İnsan bilmediği tehlikeye karşı tedbir alamaz. Cinler de işte bu yüzden insanların kendilerini bilmelerini istemez.
Cinlerin İslam dışı gaye ve yollar görüntüsü altında insanları etkileri altına almaları da iki yolla olur;
A) İslamı istismar edip yozlaştırıp değiştirmek şeklinde; B) İnsancıl gayelere bürünme şeklinde...
Cinlerin insanlarla olan bu tür ilişkilerinde ya kendi varlıklarını hiç bildirmezler ya da varlıklarını başka bir yapı ve ad altında bildirirler.
Cin eğer kendini ilişki kurduğu insana bildirmezse o insan kendisinde meydana gelen bazı durumları kendi üstünlüğünün sonucu zanneder. Bazan içinden bir şeyin olmasını şiddetle arzu eder. İsteği yerine gelince o bu durumu ne kadar üstün bir insan olduğu şeklinde yorumlar.
Geçen zaman süresince yavaş yavaş içine bir şeyler doğmaya başlar. Yakın gelecekte olacak bazı küçük olaylar içine doğar. Önceleri bunları his diye adlandırır. Birisinin işi için dua eder. Derhal o işin yapılması cinin etkisiyle olur. Ve o da büyük bir insan olduğuna iyice inanmaya başlar. İşte insan ihlas, samimiyet, yalnız Allah'ın rızasını ve sevgisini istemek yerine dünyevi istek, mevki, popülerlik eğilimleriyle hareket ederse onların oyuncağı olur.
« İnsanlardan ve cinlerden sana sığınırız. » Nas Suresi

Cinlerin Yapısına Ek;

Kuran'da cinlerin yapısı anlatılırken kullanılan kelimeler şunlardır; Min maricin min nar (dumansız, ateşten); Min nar is semun (çok ince gözeneklere girebilen, onu zehirleyici nitelikteki ateş).
Bu tariflerden anlaşıldığına göre cin adı verilen yaratıkların yapısı maddeden geçebilen, dumansız, dalga özelliği taşıyan bir çeşit ateşten (yakıcı bir yapıdan) yani bugünkü ifadesiyle mikrokozmik şuurlu ışınlardan meydana gelmiştir.

Algılamanın Varolmayla İlişkisi
Bazı insanlar beş duyu organıyla algılayamadıkları varlıkları yok kabul eder, bunlara inanmazlar. Halbuki beş duyu organımız hem yetersizdir hem de eksiktir, en önemli duyu organımız olan gözlerden yola çıkarak olaya bakalım;
Gözlerimiz morötesi ve kızılötesi ışınları algılayamaz. Dolayısıyla bu alandaki VARLIKLARI GÖREMEZ. Ayrıca gözle algılama olayı varlıkların boyutuyla ve uzaklığıyla ilgilidir. Örneğin mikroskop olmadan mikroskobik varlıkları görmek veya teleskop olmadan uzak yıldızları görebilmek mümkün değildir. Bir diğer ifadeyle söylersek, mikroskop icad edilmeden önce mikroplar, teleskop yapılmadan evvel bir kısım yıldızlar gerçekte VAR OLMALARINA rağmen bizim algımıza göre yoktu.
Örneğin; mikroplar keşfedilmeden önce birçok insanı ve hayvanı çok küçük hayvancıkların öldürdüğü bize söylense herhalde inanmayacaktık. Ve buna karşı “bir insanı ufacık varlıkların öldürmesi nasıl olabilir” gibi çok MANTIKLI itirazlar öne sürecektik. Onların VAROLMASINI bizim ALGILIYAMIYOR oluşumuz etkilemez.
Bir diğer örnek; şu anda bulunduğunuz yerde radyo dalgaları vardır. Ama bu dalgaları hiçbir duyu organıyla algılayamazsınız. Ama bu radyo dalgaları siz algılamasanız da vardır. Dolayısıyla göremediğimiz, dokunamadığımız, tadamadığımız, duyamadığımız ve koklayamadığımız varlıklar vardır.
Bu örneklerden şu sonucu çıkarabiliriz; şu anda algılayamadığımız VARLIKLAR VAR OLABİLİRLER. Yoktur demek aptalca bir cesaret olur. Algılayamadığımız için yoktur demek, akıllı insanların yapacağı şey değildir.
Duyu organlarımızın EKSİKLİĞİNE GELİNCE; biliyoruz ki insanın beş duyu organı vardır. Bu beş duyu organının her birinin algı alanı vardır. Bu duyu organlarından birisi eksik olursa bu organın algı alanındaki VARLIKLAR bize YOK gibi gelecektir. Örneğin; dilimiz olmasaydı hiçbir şeyi tadamayacaktık. TAD diye bir kavramdan haberimiz olmayacaktı. Veya kulağımız olmasaydı sesleri duyamayacak, bize göre SES YOK diyecektik.
Ama ses varolmaya devam edecekti (Doğuştan sağır olan kimselere sesi kavratmak mümkün değildir. Sesi ne gözlerine göstermek, ne dillerine tattırmak mümkün değildir. Sağırlara sesi anlatmak için yapılan tüm çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır).
Doğuştan sağır olan kimseye sesleri, doğuştan kör olan kimseye renkleri kavratmak, algılamasını sağlamak mümkün değildir. Düşünün ki tüm insanlar kör ve sağır olsaydı bizim için ses ve renk kavramı olmayacaktı. O zaman bize ses ve renk anlatılsa SES ve RENK YOKTUR diyecektik. Buna rağmen sesler ve renkler yine VAR olacaktı.
Şimdi diyelim ki dünyada bütün insanlar doğuştan kör ve sağır olsun, bir kişi dışında!.. Bu durumda gören ve duyan o tek kişi insanlara renklerden ve seslerden sözedecek, insanlar da ona inanan ve inanmayan olarak ikiye ayrılacaktır.
Açıkçası bir bölümü görmesem de, duymasam da renk ve ses vardır diyecek, diğer bölümüyse o kişiyi yalancılıkla suçlayıp ben algılayamadığım şeye inanmam diyecektir.

İNSANLARLA ELÇİLERİN DURUMU İŞTE BUNUN GİBİDİR.

Hiç kimse evrendeki bütün varlıkların beş duyu organının alış alanına girdiğini savunamaz. İnsanların altıncı, yedinci, sekizinci... duyu organı olsa idi başka varlıkları da görebilirdi. Şimdi düşünelim; Elçiler bizim algılayamadığımız varlıklardan (cin, melek...) bizi haberdar etmektedirler. Elçilerin ulaştırdığı bu mesaj karşısında insanlar, ikiye ayrılırlar: inananlar ve inanmayanlar olarak...
Küfür ve Kafir Kavramları
a. Küfür
« İnsanlar bir tek ümmettiler, sonra ayrılığa düştüler. » Yunus, 19
« İnsanlar bir tek ümmetti. Allah “cc” peygamberleri mujdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak Kitablar indirdi. Ancak Kitab verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah dilediğini doğru yola eriştirir. » Bakara, 213
Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki, insanlar adalet ve hak karşısında iki topluluğa ayrılmaktadırlar. Bir bölümü azgınlık ve kıskançlık eğilimlerini kullanıp, adaletsizlik ve haksızlık üzerine kurulu bir dünya görüşünü (ideolojiyi) benimserler. Açıkçası tarihin çeşitli devirlerindeki ekonomik ve sosyal yapıya bağlı olarak, insanları köle yaparlar (feodalite), emeği sömürürler (kapitalizm), hak-hukuk tanımadan sömürgeci bir dünya sistemini kurmak isterler (emperyalizm) Buna karşın bazı insanlar Allah'ın onlara verdiği maddi-manevi yetenekleri insanların hizmetinde kullanırlar; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydası dokunandır”
Sosyal adalet prensiplerine uygun bir biçimde, emeği temel alarak kazanır ve israf etmeden, maddeyi (malı) insan mutluluğunun amacı değil, aracı görerek (90/17-20) ilahi tekamül yolunda ilerler.
Kuran müşrik tipini de varlık bünyesinde birliği, ahenk ve huzuru parçalayan çirkin ve negatif bir kuvvet olarak görür, çirkinliğine (manevi pislik) dikkati çeker. (Tevbe, 28)
b. Küfr (Kafir) ne demektir?
Sanıldığı gibi küfür basit bir inkar değildir... Bu kavramın içinde düşünsel ve eylemsel bir olumsuzluk bulunmaktadır. İmanın iyi anlaşılması için onun tersi olan ve ondan önce gelen “küfr” kavramının iyi bilinmesi ve iyi tahlil edilmesi gereklidir.
Küfr, “Ke-Fe-Ra” eylem kökünden mastar olup, sözlükte “bir şeyi örtmek” demektir. Bu açıdan düşünüldüğünde kafir yüce değerlerin özünü, özündeki güzelliği ve mükemmelliği örten anlamını taşır... Bazı ibadetler ve tevbe, birtakım günahları örttüğünden bunlara “keffaret” denilmiştir.
Küfrün nitelikleri ve oluşumları nasıldır?
İnsan benliğin olumsuz yanından dolayı unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda da sahip olduğu nimetlerin ve musibetlerin Allah'tan olduğu gerçeğini gizlemeye kalkışır.
Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni “aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlat ve refah içinde yüzme”, diğeri ise “darlık ve sıkıntı içinde bunalma”dır.
Bunlardan birincisi şükretmenin en önemli nedenidir. Bu yüzdendir ki, zenginler daha çok kafirlerdir. Bir başka deyişle; kafirler daha çok zenginler içinden çıkar; çünkü onlar zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup, akıl ve becerilerinden kaynaklandığını sanırlar (43/33-5).
İnsan bazan darlık ve sıkıntı anında da küfürde bulunabilir (Şura 48) İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah anında tiksindirici bir istiğna (kendini kendine yeterli görme) ve şımarıklıkla ya da umutsuzlukla insan, Allah'a karşı kafir kesilir; demek ki, küfrün temelinde aynı şirkte olduğu gibi bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğna vardır. Küfr “Allah'ı hakkıyla tanımamak, O'nun verdiği nimetlerin O'ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir”
İnsan fiziki yapısını beğenir ve şükredeyim diye “Allah beni güzel yarattı” demez de “ne kadar güzelim” der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerinin bütünüyle Allah'tan olduğunu unutur; insanların içine çıkıp “şunu şöyle yaptım, şu kadar yetenekliyim” der. Fakat “Allah bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları verene teşekküren O’nun yolunda kullanayım” diye düşünmez.
Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir. Hz.Süleyman gibi « Bu Rabbimin fazlındandır, şükür mü edeceğim, yoksa küfür mü diye beni denemek için, kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkak Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir » (Neml, 40) demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi “Bu bana bilgimden dolayı verildi” der.
Hele bir güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde azgınlık eder ve tam bir tağut kesilir. İnsanın bu şekildeki küfrüne haset, hırs, kibir gibi olumsuz nitelikler de eklenince artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O'nu adeta evrenden de silmeye ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah'ın ayetlerinden bazılarını örtmeye girişir, kitaplarını ya da gönderdiği elçileri, ahireti, melekleri, kaderi, elçilerin getirdiği esaslardan birini ya da birkaçını kabul etmemeye yönelir...
Allah'ı, ayetlerini ya da hükümlerini örten, daha çok da Allah'ı evrenden silmeye çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri “yok” sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları rastlantı, zorunluluk gibi birtakım hayali etkenlere bağlayan, bilmeden her zerreyi ilahlaştıran veya Allah'ın ayetlerinin birini, birkaçını ya da tamamını bu şekilde tanımamaya yönelenlerin artık, kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez (muhakemeleri sağlıksızdır), dilleri hakkı söylemez duruma gelir (Araf 101,179).
Görülüyor ki, küfür düşünsel ve eylemsel bir negatifliktir. Buna karşılık iman varlık ve oluş noktasında olumluluğu, pozitifliği içinde barındırır, yani iman; pozitif kutuptaki düşünsel ve fiili bir kategoridir!..
c. Kafir - Hayvan
Hayvanların yaşamı yeme-içme, üreme, uyuma, beslenme, büyüme ve ölme üzerine kurulmuş olup düşünme, hissetme, eşyanın iç anlamını kavrama kaygıları ve çabaları yoktur. Onlar için her şey maddidir. Hayat maddi zevkleri tatmin etmekten ibarettir. Yani tabir caizse felsefeleri “Ye, iç, yat. Ölüm yokluktur, toprak olup gidiyoruz” anlayışı üzerine kuruludur. Kafir de ruhundaki ilahi özü örttüğünden dolayı her şeyi maddede görür ve bu felsefi anlamda hayvan ile ortak bir çizgide buluşur.
Kölelik Üzerine
Başta şunu bilmek gerekir ki; kaynak açısından kölelik İslama dayanmadığı gibi varlığı da İslamla devam ettirilmemiştir. Kölelik geçmişte ve bugün İslamdışı emperyalist, feodal vs. ideolojilerin eseri olmuş ve bunlarla varlığını devam ettirmiştir. Şimdi Peygamberimiz devrinde toplumsal yapının kölelik boyutuna bakalım. O devirde Arabistan'da ve genel olarak dünyada iki çeşit kölelik vardı;
a) Hür insanları bazı ülkelerden zorla toplayıp köle olarak satmak şeklinde oluşan kölelik,
b) Savaşlarda esir düşenleri köle statüsüne sokarak oluşturulan kölelik...
İlk şekli Allah ve Peygamber tarafından bize aktarılan şu sözle kesin olarak yasaklanmıştır;
“Allah şöyle buyurdu: Üç topluluk vardır ki ben kıyamet günü onların karşısındayım, onların düşmanıyım. Benim düşman olduğum kimsenin durumu ise perişandır. Birincisi benim adıma söz verip sonra sözünden dönen, ikincisi HÜR BİR İNSANI KÖLE YAPAN, üçüncüsü, çalıştırdığı işçinin ücretini vermeyen” Hz. Muhammed “sav” (Buhari)
Böylece İslam hür insanın köle edilemeyeceğini açıkça ifade etmiş, köleliğin tarihsel temelini yıkmıştır. Bu konuda İslam kaynaklarında şunları görüyoruz; « Hepiniz birbirinizdensiniz. » Nisa, 25
“Siz Ademoğullarısınız, Adem de topraktandır”
“Biliniz ki hiçbir Arab'ın Arap olmayana, Arap olmayan kimsenin de bir Araba, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah'a yakınlık, mükemmellik ve arınma iledir” Hz. Muhammed (Taberi)
Bu ayet ve hadisler gösteriyor ki, İslam ırk, renk, soy üstünlüğünü kesinlikle reddetmiştir. İkinci şekildeki kölelik hakkında ise İslamın hükmü şöyledir;
Müslümanlarla savaşan emperyalist ve zalim milletler savaşta ellerine geçen tutsakları karşılıklı olarak salıvermeye yanaşmadıkları takdirde savaş esirlerinin köle yapılmasına izin vardır. (Fakat buradaki köle kavramı tarihteki kölelik kavramından farklıdır; İslam'da köle almak köle olmak gibidir.)
Şimdi konuyu biraz irdeleyelim. Diyelim ki İslam devleti ile emperyalist bir ülke savaştılar ve her iki tarafta da savaş esirleri var. İslam devleti bu durumda esirlerin karşılıklı salıverilmesini teklif eder. Karşı taraf bu teklifi kabul etmezse İslam şu ihtimalleri ortaya koyar;
a) Salıverilmeleri İslam devleti için zararlı değilse, serbest bırakılırlar. Savaş esirlerini iyilik ve ihsan ile salıvermek hayırlı işlerdendir (Muhammed, 4).
b) Esirleri Müslüman ailelerin evlerine yerleştirmek. Burada şunu belirtelim ki;
Batı dünyası, savaş esirleri sorununa toplama kamplarıyla çözüm aramıştır. Buralarda savaş esirleri bütün insani haklardan yoksun bir şekilde karşılıksız çalışmaya zorlanarak ömür boyu hapishane hayatına mahkum edilmektedirler. Buna karşın İslamın getirdiği çözüm yolu, bu esirleri Müslümanlar arasında fert fert dağıtmaktır. Müslümanların hukuki sorumluluğuna verilen bu savaş esirlerinin kanuni statüleri vardır.
Esirlerle Müslümanlar arasında İlahi sevgi ve adalete dayalı olarak kurulan bu ilişki, onların toplumda insanca yaşamalarını ve İslamı her yönüyle tanımalarını sağlamaktadır. Kısacası şunu diyebiliriz ki; İslam'daki kölelikten kasıt savaş esirliğidir. Bunun dışında bir kölelik sözkonusu değildir.
Köleden kasıt, kesinlikle üzerinde sınırsız yetkiye sahip olunan kişi demek değildir...İslam esirlerle ilgili olarak şu sorumlulukları getirmiştir;
1) Elinizin altında bulunan kölelere iyilik ve güzellikle davranın...
2) Köleleriniz kardeşlerinizdir. Kimin kardeşi elinin altında (yani hukuki sorumluluğunda) bulunursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacakları işi yüklemesin, zor işlerde onlara yardım edin (Buhari).
3) Kölelerin duygularına saygı ve onun haysiyetini koruma konusunda Hz. Muhammed “sav” şöyle demiştir; “Sizden hiçbiriniz, bu benim kölemdir, bu benim cariyemdir, demesin. Ancak kızım, oğlum veya kardeşim, desin” (Buhari)
4) Onlarla serbest kalmak üzere anlaşma yapılır. Yani belirlenecek bir ücret karşılığında her esir serbest kalma anlaşması yapar. Kuran'ın bu konudaki açıklamasından, kölenin bu konuda getireceği teklifi kabul etmenin zorunlu olduğu anlaşılır (Nur, 33). Ve onlara yaptıkları iş karşılığında ücret ödenmesi gerekir.
5) Karşılıksız olarak serbest bırakılabilirler. Bu konuda bizzat Peygamberimiz 63 köle azat ederek örnek olmuştur. Hz. Aişe 67, Hz. Abbas 70, Hz. Abdullah bin Ömer 100, Hz. Abdurrahman bin Avf 3000 köle azat ederek İslamın bu konudaki anlayışını, uygulamalarıyla gözler önüne sermiştir.
Şu da bilinmelidir ki, Müslümanlar başkalarının kölelerini de satın alıp azat etmişlerdir. Sonuçta Dört Halife devri sona ermeden İslam öncesi köle olanların hepsi hürriyetlerini elde etmiş bulunuyorlardı. Bu sayede tarihten miras alınan kölelik pratikte kaldırılmış oldu.
İslam hür insanların kaçırılıp köle yapılması anlayışını reddederek köleliğin kaynağını kurutmuş, savaş esirliği dışındaki köleliği ortadan kaldırmıştır. Bütün bunlar gösteriyor ki, İslam'da kölelik yok, savaş esirliği vardır.
Şöyle bir soru sorulabilir; “İslam niçin ilk anda toplumda bulunan köleleri hemen hürriyetlerine kavuşturma yoluna gitmedi?”
İslam toplum eğitiminde kişisel ve toplumsal yasaları hesaba katarak çözüm yoluna gider. O devirdeki köleler yüzyıllardır kölelik kurumuna sahip bir toplumda yaşıyorlardı.
Bu durum kölelerin üzerinde öyle bir etki yapmıştı ki; tek başlarına karar veremiyor, bir şey yapabilmek için başkasından gelecek emirleri bekliyorlardı. Her zaman emir almaya ve bu emirlerle iş yapmaya alışmışlardı. Tam bir kişisel özgürlük içinde kendi başlarına yaşamaları çok zordu. Hepsi bir konu üzerinde özelleşmişlerdi. Yani kimisi yalnız ekin biçerdi, kimisi yalnız ev temizlerdi, kimisi de yalnız hayvan bakımından anlardı. Bu durumdaki köleler toplumsal hayatın diğer üniteleriyle tam bir temasta olmadıkları için serbest bırakıldıklarında tek başlarına hayatlarını düzenleyemiyorlardı.
Bu insanların hayatın her yönünü bilen ve toplumsal yaşamın her ünitesiyle temasta bulunan birinin gözetiminde eğitilmeye ihtiyacı vardı. Yani bu insanların özgürlük bilincine ve kişisel yeterliliğe ihtiyacı vardı. İşte İslam köleye benlik bilinci, insanlık onuru ve özgürlük bilinci kazandırmakla işe başlamış, yüzyıllar süren esirlik kültürünün etkilerini ortadan kaldırarak kağıt üzerinde değil insanların ruhlarında devrim yapmış, böylece köleliği kaldırmıştır. Yani onlara sözde hürriyeti değil gerçek hürriyeti vermiştir.
Aynı toplumsal yapı günümüzde de söz konusudur. Bugün toplumumuzda faiz, kumar, içki, fuhuş gibi neredeyse kurumsallaşmış bu yapıları bir günde ortadan kaldırmak mümkün değildir. Evet belki bir kararla resmi olarak kaldırılabilir. Ama buna karşın gayrı resmi bir şekilde sosyal hastalıklar toplumu kemirmeye devam eder. Yani görünüşte ortadan kalkarlar, gerçekte tüm boyutlarıyla devam ederler... (Amerikan İç Savaşı düşünülürse İslam’ın bu konuda uyguladığı yöntemin ne denli doğru ve ileri görüşlü olduğu açıkça görülür; orada köleler özgürlüklerine kavuşturulmuşsa da buna hazır olmayan ve gidecek yeri bulunmayan kölelerin çoğu eski efendilerinin yanına dönmüştür, dolayısı ile çözümler hayatın gerçekleriyle ve hedeflerle uyumlu olmalıdır.)

Cariye Konusuna Gelince;

Kadın savaş esirleri konusunda şunları söyleyebiliriz; Savaşta ele geçen kadın esirler düşman elindeki Müslüman esirlerle değiştirilir. Düşman buna yanaşmazsa kadın esirler İslam toplumunda Müslümanlara dağıtılır.
Kadın esir (cariye) eğer isterse kanuni olarak kendisine bağlı bulunduğu erkekle ilişki kurabilir. Kadın esir kesinlikle başka erkeklerle ilişki kuramaz ve hiç kimse onu fuhşa zorlayamaz. Kendisiyle evlenmek isteyen bir kimse olursa (ve uygunsa) evlendirilir.

Kutuplarda Namaz ve Oruç

Kimileri bu konu üzerinde atıp tutmaktan geri kalmamaktadır; oysa yeme, içme, uyuma gibi temel gereksinimlerini belli bir düzene göre yürüten kişilerin namaz ve oruç vakitlerini de ayarlayabilmeleri zor değildir... Konuyla ilgili bir yorum;
“İslamdaki emir ve yasakların özünden çok şekline bakanlar bu soruya yanıt verilemeyeceğini sanırlar. Bunun sonucu olarak da İslam'ın bütün insanlara seslenmediğini söylemek isterler. Buna karşın, İslam'ın özünü anlayan ve peşin yargılardan uzak her insan her şeyin cevabını İslam'da bulabilir...
Dünyamızda gece ve gündüz dönüşümlerine baktığımızda şunu görüyoruz: 66. enlemde, 13 Haziran'dan 1 Temmuz'a kadar; Sibirya'nın kuzeyine rastlayan 70. enlemde, 1 Mayıs - 27 Temmuz günleri arasında; 90. enlemde yani Kutup bölgesinde ise 6 ay kadar güneş hiç batmamaktadır. Bu durumda namaz ve oruç gibi ibadetlerin ne şekilde yerine getirileceği gibi bir soru karşımıza çıkmaktadır.
Bu soruyu yanıtlamadan önce İslam'da ibadet ve vakit (zaman) ilişkisine değinelim; İbadet insanın ruhsal gelişimi için Allah'ın insanlara sunduğu ilahi formüllerdir. İbadetlerde amaç olgunlaşmadır. Bizler zaman koordinatları içinde yaşadığımız içindir ki bu ibadetler vakitlere bağlanmış, bu sayede insanlara kolaylık getirilmiştir. Vakitler insanların genelde bildiği ve gördüğü güneş ve ay hareketlerine göre belirlenmiştir. Her Müslüman bilir ki ay ve güneşin şu veya bu hareketinden dolayı ibadet yapılmaz. İbadet, ay ve güneşin o hareketleri anında Allah emrettiği için yapılır.
Ay ve güneş o vakitleri tespit etmeye yarayan birer araçtırlar (Başka araçlar da olabilir) Yoksa ibadetlere neden değillerdir. Şu halde namaz ve oruç gibi zamana bağlı ibadetler için zaman (vakit) nerede olursak olalım vardır. Güneş ve ay olmasa da zaman vardır. Zaman var oldukça da zamana bağlı ibadetler var olacaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimeC.tesi Ara. 26, 2009 12:45 am

Burada şöyle bir örnek verebiliriz; diyelim ki biz bir insana şöyle dedik: her 24 saatte düzenli aralıklarla üç öğün yemek yemelisin. Bu yemeğin zamanları, güneşin doğuşu, tepeye çıkışı ve batışıdır. Yani, güneş doğduğu zaman sabah kahvaltısı, güneş tepeye çıktığı zaman öğle yemeği, güneş battığı zaman da akşam yemeği yemelisin.
Düşünelim şimdi; bu insan güneş doğduğu ve battığı için mi yoksa gerekli olduğu için mi yemeğin emredildiğini düşünür? Doğal olarak gerekli olduğu için!
Yine (bir insan kutuplara gittiği zaman) akşam yemeği için acaba 6 ay güneşin batışını mı bekleyecek yoksa o emrin hikmetini anlayıp zamanı 24 saatlik dilimlere bölüp ona göre mi hareket edecek? Doğal olarak zamanı 24 saatlik dilimlere ayıracak ve her 24 saatlik dilimde üç kez yemek yiyecektir.
İşte aynen bunun gibi düşünen her insan da ibadetin nedenini ve maksadını düşünecek, ona göre davranacaktır. Evet, vakit (zaman) namaza sebeptir. Fakat zaman, güneş ve ayın hareketine bağlı değildir. Ay ve güneş olsa da olmasa da zaman işlemektedir. Dolayısıyla zamanın işlediği her yerde ibadet olacaktır.
Şu bilinmelidir ki: Yeryüzünde doğuş ve batışın (kısmen) olmadığı yerler olduğu halde 24 saatten ibaret devreler mutlaka vardır. Kutupta da olsa ekvatorda da olsa günlük periyod olan 24 saatlik devreler vardır. Bu devreler çeşitli vasıtalarla tespit edilir.
Kuran'ın bir ayetinde, doğuş ve batışın olmadığı cennette sabah ve akşamdan bahsedilmesi bu sözümüzü isbat etmektedir: « Onlar orada (cennette) boş sözler değil barış ve esenlik sözlerini işitirler. Sabah akşam onların rızıkları orada bulunmaktadır. »
Bu açıklamadan anlıyoruz ki bir yıl 365'e bölünerek, 24 saatlik her zaman diliminde beş vakit namaz kılınacaktır (Daha pratik olarak normal günün yaşandığı en yakın yerdeki namaz vakitlerine göre namaz kılınabilir) Oruç için de aynı durum söz konusudur. Normal günün olduğu en yakın bölgede oruç ne kadar sürüyorsa o kadar sürede oruç tutulur.
Görülüyor ki, İslam'ın özünü anlayan ard niyetsiz bir insan her sorunun cevabını İslam'da bulabilir. Yeter ki akıl ve düşünme yeteneğini kullansın”
İslam'ın Evliliğe Bakışı ve Zina
Meşru bir nikah olmaksızın cinsler arasında kurulan cinsel ilişkiye zina denilmektedir... Kuran zinayı uzak durulması gereken, fert ve toplumu dejenere eden bir hastalık olarak görür. Zinanın bu olumsuz niteliğini daha iyi anlamak için önce kadın-erkek ilişkisi üzerinde duralım.
Allah Kuran'da her iki cinsin birbiri için rahmet ve esenlik kaynağı olduğunu bildirmektedir;
« İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen millet için dersler vardır. » Rum,21
Görülüyor ki, bu ayette Allah kadınla erkek arasındaki sevgi ve beraberliği ilahi rahmetin bir yansıması olarak göstermektedir.
Bu ayet kadınla erkek arasındaki ilişkinin kutsallığına ve aşkınlığına işaret etmektedir. Ayetin sonundaki ifade de gerçekten çok ilginçtir;
“Kuşkusuz bunda düşünen bir TOPLUM için önemli işaretler vardır”
Bu ayette şuna dikkat çekilmektedir: Toplumsal barışın ve huzurun sağlanması kadınla erkek arasında kurulacak sevgiye (dolayısıyla aileye) bağlıdır. Kadınla erkek arasındaki bu sevgi ve ilişkinin dejenerasyonu (zina) toplumun bozulmasına neden olur.
Şunu belirtmek gerekir ki: her iki cinste de yaratıcının tecellileri vardır. Zaten aralarındaki sevgi ve beraberlik isteği de bu ilahi tecellilerin (yansımaların) sonucudur. Aslında iki insan arasındaki bu sevgi (aşk) ilahi aşka götürücü bir merhaledir. Özetleyecek olursak (insan için asıl hedef olan) ilahi aşk yolculuğunda mecazi aşk bir hazırlık devresi, bir basamaktır.
Mecazi aşkların en büyüğü cinsi aşktır. Kuran sevgiyi Allah'ın (rahmet ve sevgisinin) bir işareti olarak görerek bu ilişkiyi varlık ve oluşun ilahi burcuna oturtmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki; cinsel aşk, cinsiyet ilişkisi olarak anlaşılmamalıdır. Bu aşk o ilişkinin ardındaki arayıştır...
İslam bu anlamdaki ilişkiyi ilahi aşka götürücü ve erdirici olarak gördüğü içindir ki zina ve zinaya giden yollardan uzak durulmasını emretmiştir. Çünkü zina temelde ve hedefte yüce bir eylem olan, iki cins arasındaki bu ilişkinin dejenere edilmesidir. Kuran'ın bu konudaki ifadesi şöyledir: “Zinaya yaklaşmayın, çünkü o sınır ve ölçü dışına çıkma ve çirkin bir yoldur” (İsra, 32)
Görülüyor ki cinsel aşk meselesine olumsuz kutuptan baktığımızda zina yasağıyla, olumlu ve ilahi kutuptan baktığımızda evlilik tavsiyesiyle karşılaşırız. Evlilik olayı insanın olgunlaşmasını, bir diğer insanla aktif bir dayanışma vasıtasıyla sağlayan bir olaydır. Peygamberimiz de bu konuya şu hadisle açıklık getirmektedir: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve namaz”
Peygamberimiz bu sözüyle kadını ruhsal olgunlaşmanın (namaz) yanında zikrederek onun bu yönüne dikkat çekmiştir.
Zina ve Cezası
Kuran'da uzak durulması gereken bir eylem olarak ifade edilen zinaya (ceza olarak), tarafların her birine yüzer kez vurulması emredilmiştir (Nur, 2) Bu vuruştan maksat öldürmek değil, toplumsal bir kınama ve bu kınamanın insanda meydana getireceği yaptırımdır.
Zina denince akla gelen recm (taşlama) cezası Kuran'da geçmemektedir. Kuran'ın genel bütünlüğü ve ilahi hikmet açısından da böyle bir cezanın İslam'da bulunması zaten düşünülemez. Bu ceza şekli Tevratta (küçük taşlarla yapılan) sembolik bir kınama cezası iken taşlayarak öldürmek şekline dönüşmüş; bu ceza şekli daha sonra İslam'a dahil edilmeye çalışılmıştır.
Homoseksüellik konusuna gelince: Kuran'da bu olumsuz tavır, Lut Kavminin kötülüklerini anlatan ayetlerde büyük bir günah olarak nitelendirilmektedir. Bunun yaptırımı kınama şeklindedir. Ne Kuran'da ne de Peygamberimizin uygulamalarında bunun için açık ve belirgin bir ceza görülmemektedir.

İslam’da Recm Var Mıdır?

Nur Suresi'nin 2. ayetinde zina edenlerin cezası belirtilirken evli veya bekar olmaları arasında bir fark konulmamıştır. Hepsine aynı ceza verilmiştir. Evli olanların zina yapması halinde recm edileceğine ilişkin bazı hadisler nakledilmiştir ki: kendi aralarında çelişkili ve Kuran hükümlerine ters düşen bu sözlerin gerçekten Peygamberin sözleri olduğu düşünülemez...
Görülüyor ki, recm cezasına dayanak bulmak için Kuran hakkında bile şüphe uyandıracak tarzda rivayetler uydurulmuştur. Rivayetlere göre Hz. Ömer gibi İslam'ın büyük bir kahramanı çekindiği için! recm ayetini Kuran'a yazmamış. Hz.Ömer gibi kılı kırk yararcasına hak ve adalete uyan birisi hiç mümkün müdür ki insanlardan çekindiği için Kuran'ın bir ayetinin Kuran'a yazılmamasına göz yummuş olsun.
Hz. Ömer gerçekten böyle bir ayet olsaydı mutlaka Kuran'da olmasını sağlardı. Zaten recm ayeti diye nakledilen sözler aynı lafızlarla olmadığı gibi Kuran'ın ifadelerine de hiç benzememektedir. Ayrıca rivayete göre Zeyd bin Sabit, Hz.Ömer'in şahitliğini kabul etmemektedir ki, bu durumda Hz. Ömer yalancı durumuna düşmektedir.
Bu ise Hz. Ömer'e yapılan büyük bir iftiradır. Ayrıca Peygamberin bu cezayı uyguladığına ilişkin aktarılan tüm haberler de uydurma olduğunu gösteren işaretler vardır. Şöyle ki:
Bir rivayette Peygamberin emriyle bu cezanın uygulanması sırasında suçlunun kaçmaya çalıştığı fakat yakalanıp öldürüldüğü Peygambere aktarılınca; “keşke bıraksaydınız” dediği anlatılır.
Oysa Nur Suresi’nin 3. ayetinde «Cezaları uygularken şefkatiniz size engel olmasın.» denilmektedir... Ayrıca Hz.Peygamber, bu durumda (rivayete göre) Allah'ın hükmünü uygulamamış oluyor ki, bu Peygambere bir iftiradır.
Peygamberimizin ceza konusundaki anlayışı açısından şu rivayet gerçekten dikkate değer: “Ebu'l-Yesar diye bilinen Abbad isimli, Ensarlı bir adam, başından geçen bir olayı Peygambere şöyle anlatmış:
- Ey Allah'ın Elçisi, ben kentin kenar bir semtinde bir kadınla yalnız kalıp onunla seviştim. Cinsel ilişki dışında ondan yararlandım. İşte şimdi huzurundayım. Hakkımda istediğin hükmü uygula! Ömer bin Hattab:
- Allah seni gizlemiş, sen de kendi hatanı gizleseydin! demiş; fakat Peygamberimiz, cevap vermemiş. Adam yürüyünce ardından birini gönderip onu çağırtmış ve ona:
- « Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür » (Hud, 114) ayetini okumuştur.
Bir adam kalkıp: “Bu yalnız ona mı mahsustur?” diye sormuş. Peygamber;
- Hayır, bütün insanlara mahsustur, demiş ( Tirmizi, Tefsir 12 )
Kısacası recm, Kuran'ın hükmü değildir. Eski Arap toplumunun, yahudilikten sızma bir geleneğidir... Kuran'da Nisa Suresinin 25. ayetinde zina eden evli cariyeye hür kadınlara verilen cezanın yarısı kadar ceza verilmesi emredilir. Yüz değneğin yarısı vardır ama, recmin yarısı yoktur. Buradan da anlıyoruz ki recm İslami bir hüküm değildir.

Müzik Üzerine

İnsan ruhu yaradılışından müziğe yani ritmli sese eğilimlidir. Bu anlamda müziğin bir kısmı doğaldır (Doğada bize ritmli gelen bütün sesler) Peygamberimizin bu konudaki sözleri ve uygulamaları sebep -sonuç ilişkileriyle gözönüne alındığında genel olarak müziğin helal olduğu sonucunu çıkarabiliriz...
Müziği İslami terimler açısından üçe ayırabiliriz:
a) Kesin olarak helal olanlar; b) Kesin olarak haram olanlar; c) Kişinin düşünce ve duygu dünyasına yaptığı etkiye göre helal ve haram olabilenler.
İnsanın düşünce ve duygu dünyasında olgunluk, yücelik, güzellik ve estetik değerler meydana getiren müzikler kesinlikle helaldir. İnsanda yukarıda saydığımız etkileri meydana getiren müzik türleri dinlenebilir. Bunların konuları şunlar olabilir:
* Cesaret, güçlülük
* Haksızlıklara başkaldırı ve mücadele
* Mutluluk ve huzur verici konular
* İnsan sevgisi ile ilgili
* Allah aşkı ile ilgili vb.
Buna karşın insanda ümitsizlik, yılgınlık, boş hayaller, kadere isyan, karamsarlık meydana getiren, içki ve kumar masalarına davet eden, insan psikolojisinde olumsuz etkiler meydana getiren müzik türleri haramdır. Zaten insan akıllıca düşünecek olursa bu tür müziğin zararlı olduğunu kendisi de kavrayacaktır...
Üçüncü olarak diyebiliriz ki, bazı müzik parçaları farklı yapıdaki insanlarda farklı etkiler oluşturmaktadır.
Her insan müziğin üzerinde meydana getirdiği etkiyi düşünerek o müziği dinlemenin doğru olup olmadığına karar verebilir. Müzik konusunda şu noktalara dikkat etmeliyiz:
Müzik bize kişisel ve toplumsal sorumluluklarımızı unutturmamalı ve engellememelidir. Batı uygarlığının düştüğü boşluğun ürünü olan çılgın müzik modalarının kanımca bize hitap eden hiçbir yanı yoktur Afrika'nın ilkel diye tanımladığımız kabilelerinin ayinlerini andıran, melankolik, histerik, nevrotik kasılmalarla dikkat çeken müziklerin insana ne verdiğini doğrusu çok merak ediyorum... Müzik konusunu üzerinde düşünülmesi gereken şu sözlerle bitiriyoruz;
Müzik ruhların dilidir, müziğin zarif parmakları duygularımızın kapısını çaldığında geçmişin derinliklerine gömülüp kalmış olan anılar uyanır. Müziğin acı ile yüklü olanı üzücü, sakin olanı da mutlu anıları getirir bize. Tellerden çıkan ses sevdiğimiz birinin ayrılışında bizi ağlatır. Allah insanı yarattığında tüm dillerden farklı bir dil olan müziği verdi.
Kuşların cıvıltısı insanoğlunu uykusundan uyandırır ve onu kuşların cıvıltılarını yaratmış olan Allah'ın yüceliği ve aşkı için söylenen müziğe katılmaya çağırır. Bu müzik ilahi mesajların sırlarını anlamaya götürür...

Yaratılışın Altı Devresi

Kuran'da göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı ifade edilir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kuran'ın terimlerini yine Kuran'ın bütünlüğünü gözönüne alarak anlayabiliriz. Kuran'ın ayetleri birbirini açıklar ve birbirine bakar. Dolayısıyla Kuran'ı anlamak için bütününü dikkate almak gerekir. Bunun aksine çabalar bizi yanlışlara götürür.
İşte bu perspektifle Kuran'a baktığımızda gün kelimesinin çeşitli uzunluktaki "zaman devresi" anlamında olduğunu görürüz. Kuran'da genel, statik, tek ve sınırlı bir yevm {gün} birimi yoktur; bilindiği gibi dünyanın kendi çevresindeki hareketi için "24 saat" bir günken güneşin çevresindeki hareketi için "yıl" bir gündür. Her yıldız ve gezegenin günü farklıdır. Günün ve dolayısıyla zamanın izafi {göreceli} olduğunun örnekleri şu ayetlerde açıkça anlatılmaktadır;
"Sizin saydığınızdan bin yıl tutan bir günde, yani zaman devresinde" {32:5}
"Miktarı ellibin yıl süren bir günde" {70:4}
Bu ayetler gösteriyor ki yevm {gün} 24 saatlik bir zaman dilimini ifade etmemekte, herhangi "bir zaman devresi" anlamına gelmektedir.
İşte kainatın yaratılmasıyla ilgili olarak ifade edilen 6 gün de, bildiğimiz 24 saatlik günlerden değildir. Burada geçen ifade, yaradılışın 6 zaman devresine işaret etmektedir. Bu zaman devresinin bizim zaman birimlerimizle ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki evren 6 evrede yaratılmıştır.
Durum böyle iken T. Dursunun evrenin yaradılışını anlatan ayetlerde geçen 6 gün terimini "24 saatlik 6 gün" şeklinde anlaması {anlamaya zorlaması} hatadır. Hele hele kendisini Kuran'ın bütününü bilen ve değerlendiren bir insan olarak tanıtan T. Dursun için büyük bir eksiklik ve çarpıklıktır.
Bu konuda Müslim'den kanıt olarak gösterilen hadis de bu altı devrenin kısmen dejenere olmuş sembolik bir ifadesidir. Bu hadis israiliyyattan kaynaklandığı için sahih kabul edilmemiştir. Yani Peygamberimizin böyle bir sözü yoktur. Bu sözü bir yahudi alimi iken sonradan Müslüman olmuş birisinden Ebu Hüreyre nakletmiştir. Bu hadisi Ali ibn el Medeni, Buhari ve diğer bazı hadis alimleri eleştirmiş ve Peygamberin sözü olamıyacağını ifade etmişlerdir. {İbn Kesir, 3:178, 166; El-Bidaye, 1:17-18}
T. Dursun birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da Kuran ayetlerinin Tevrattan aktarılma olduğunu iddia ediyor. Halbuki apaçık görülmektedir ki Kuran Tevrattaki doğruları tasdik etmiş, buna karşın Tevratın metnine geçmiş yorum ve eklemeleri düzeltmiştir. Örneğin; 6 zaman devresi, 6 dönem anlamındaki 6 gün terimini açıklığa kavuşturmuş, tasdik etmiş; buna karşın Allah'ın dinlendiği şeklindeki yanlış anlayışı reddetmiştir, "Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı" {Kaf, 38} demiştir...
*
"Eğer Kuran Tevrat'tan nakledilmiş ise, Tevrat'ta görülen ve modern ilimlerle bağdaşmayan noktalara neden Kuran'da rastlanmıyor? Kuran-ı Kerim modern ilimleri çoktan geride bırakmış ve ilmin yeni keşfettiği gerçekleri, asırlar öncesinden ilan etmiştir" Maurice Bucaille
*
Biz bu ayetten anlıyoruz ki, gökler ve yer 6 dönemde {safhada} yaratılmıştır. Bir başka ayette yerin 4 safhada, göklerin ise iki safhada yaratıldığı ifade edilmektedir. T. Dursun bunu Hz. Muhammed'in gökleri yerden daha küçük gördüğünden dolayı böyle söylediğini yazıyor. Halbuki bu ayette şuna işaret ediliyor;
Dünya ilk önce ateş topu idi. Soğudu. Denizler, göller ve toprak oluştu. Daha sonra tekhücreli canlılar, bitkiler, hayvanlar ve en sonunda insanlar oluştu. Yani dünya yıldızlara {gökyüzüne} göre daha farklı ve birçok değişim devresi geçirmiştir. Bunu şöyle açıklayalım;
Örneğin elimizde bir ton pamuk var. Bu pamuğu iplik haline getirip boyadık. Boyanmış hale gelen bu bir tonluk ipten 100 gram alıp önce bunu kumaş olarak dokuduk, sonra kestik, diktik ve bir elbise haline getirdik. İşte baştan sona bu işlemi tanımlarsak;
1- İplik haline getirme, 2- Boyama, 3- Dokuma, 4- Kesme, 5- Dikme, 6- Elbise olarak düzenleme safhalarını ifade etme anlamında 100 gr'lık elbise 4 günde {safhada}, kalan kilolarca iplik iki günde yaratılmıştır deriz. Bu elbisenin kilolarca iplikten büyük olduğunu göstermez.
Aynen bunun gibi yer gökyüzüne göre daha çeşitli {ve sayıca çok} evrim safhalarından geçmiş olduğu için Kuran'da yerin 4 günde, göklerin ise 2 günde {yani iki dönemde} yaratıldığı ifade edilmiştir.
Bu konuda T. Dursunun öne sürdüğü 2 hadis de uydurmadır. İlkinde gün terimi 24 saatlik günler şeklinde ifade edilmekte, ikincisinde ise Allah'ın yaratma işini bitirince sırtüstü uzandığı ifade edilmektedir ki bunlar Kuran'ın apaçık ayetleriyle çelişkilidir. Hadis usulünde Kuran'a zıt rivayetler reddedilir. Bunlar da böyledirler. Dolayısıyla Peygamberimizin sözü değildirler. İbn Kesir ve Buhari bunları eleştirmişlerdir...
Hz.Muhammed'in Cinsel Hayatı
Din, sanılanın aksine cinselliği çirkin, kötü, konuşulmaması gereken bir tabu olarak ele almaz. Cinselliğin insan hayatının önemli bir parçası olması açısından İslam, insanı en iyi bilen sistem olduğu için cinselliği insan hayatında olması gereken yere oturtmuştur. Bu açıdan ele alınacak olursa, Peygamberimizin de bir insan olması ve her konuda bize örnek olması açısından onun hayatında da cinselliğin olması gerekmiştir.
Biz şunu merak ediyoruz; materyalistler kendi dünya görüşleri açısından cinselliği çok rahatlıkla ele alır ve işlerler. Cinselliğin unutulmaması gereken, insanın çok doğal bir niteliği olduğunu ifade ederler. Buna karşı, din olgusu ve Peygamber sözkonusu olunca cinselliği ayıp, sakıncalı ve kötü sayarlar ki bunun anlaşılacak bir yanı yoktur. Konuşulmayınca, cinsellik tabu olmamalı diyorlar. Konuşulunca abartılıp yanlış tanıtılıyor.
İslam Peygamberi, cinselliği hiçbir zaman tabu olarak görmemiş, bu konudaki sorulara insan psikolojisi ve fizyolojisine en uygun cevapları vermiş ve insanlığa bu konuda da rehber olmuştur...
Şehveti isabetli ve hatalı şehvet olarak ayırabiliriz. Buna göre isabetli şehvet beden için zaruri olan şeylere duyduğumuz arzu, hatalı şehvet ise beden için lüzumsuz ve zararlı şeylere yönelen arzudur. Kuran'da bu konuyu aydınlatan şöyle bir ayet vardır; 3/14
İşte burada sayılan şeylerin hepsi helal dairesindeki nimetlerdir. Demek onlara duyulan arzu ihtirasla dolu ve haddi aşan tipten olunca kötü ve çirkin olur. Şu ayet ise şehvetin kötü olanına işaret ediyor; 4/27
Şehveti normal ve doğal ölçüler içinde tutmaya İslam ahlakında iffet denmiştir...
"Eş Sayısının Sınırlanması {33/52}"
Siyasi, sosyal etkenler ve eğitim nedeniyle evlenmesine gerek kalmayınca bu ayetle eş sayısı sınırlandırılmıştır. Ahzab suresinde ilahi emirle başka bir eş alamayacağının ifade edilmesi evliliklerinin şehvetinden kaynaklanmayıp, ilahi hikmetin gereği olduğunu en açık şekilde ispat etmektedir. Ayette ifade edilen güzellik, bedeni değil ruhi güzelliktir. Gelelim Ahzab suresinin 51. ayete;
Peygamberimizin cinsel arzularını gerçekleştirmek üzere indiği iddia edilen bu ayet, eşlerinin yanında geceleme serbestisi ile ilgili değildir. Sözkonusu ayet Peygamberimize geçim darlığından dolayı hoşnutsuzluk gösteren hanımlarını boşayabilme veya evliliği devam ettirme konusunda izin verilmesinden ibarettir {İbni Kesir}.
Ayet, eğer T.Dursun'un dediği gibi geceleme ile ilgili olsaydı, Hz.Peygamber ömrünün sonuna kadar nöbet konusunda eşit davranmazdı. Halbuki Peygamberimiz, ömrünün sonuna kadar bu konuda adalete uygun davranmıştır {Kurtubi}.


Soykırım mı?

Soykırım ile ilgili rivayetlerin bazı zayıf kaynaklara sızmasının sebebi, yahudilerin -bugün yaptıkları gibi- kendilerini mağdur göstermek, İslamiyeti kötü gösterip zayıflatma teşebbüsüdür. Nitekim T.Dursun kendisi de şöyle diyor; Ceotani'nin bu yazdıkları kimi İslami kaynaklara dayanıyor. Bununla birlikte, NE ÖLÇÜDE DOĞRU {ne ölçüde yanlış} YA DA DOĞRU OLANLARIN NE KADARINI İÇİNE ALIYOR KESİN BİRŞEY SÖYLEYEMEYİZ KUŞKUSUZ" Madem söyleyemiyorsun, tam bir sayfa alıntı yapmanın bilim adamına yakışır yanı var mıdır?
T.Dursun şunu soruyor; Muhammed bir peygamber idiyse böyle siyasi sebeplere neden gerek duyuyordu? Tanrısının yardımı yeterli değil miydi? Burada T.Dursun saçma bir mantık işletiyor. O zannediyor ki Peygamber dünyadaki fizik, kimya, biyoloji yasalarına uymaz, yemez, içmez, herşeyi tabiat üstüdür. Zaten o devrin inkarcıları da böyle karşı çıkıyorlardı. Halbuki peygamberler birer insan olup geldikleri toplumun siyasi ve sosyal yapısını bir sosyolog gibi önce tesbit etmiş sonra terbiye etmiştir. Bu faaliyetlerini olağanüstü yasalarla değil genelde var olan ve sünnetullah denilen prensiplere göre gerçekleştirmişlerdi. T. Dursun iyi ki şöyle sormadı, yoksa cevap veremezdik! "Muhammed peygamber idiyse niye yiyip içiyordu? Tanrısı onu doyuramaz mıydı?"
Din her çeşit iyiliğin, olgunluğun sembolüdür. Dinsizliğin gerçek manası ise her nevi değeri inkar etmektir...
Maide, 33
"Allah ve Resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası ya öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin ayaklarının -muhalefetinden dolayı- kesilmesi veya sürgün edilmeleridir"
Allah ve Resulüyle savaşmak, Allah'ın elçisi vasıtasıyla gönderdiği mesajın tebliğini önlemek, İlahi barış ve adaleti bozmaya çalışmak demektir. Klasik Arapça bir deyim olan "birinin ellerini ve ayaklarını kesmek" ise "birinin gücünü yok etme" {elden ayaktan düşürme} ile eşanlamlıdır. Ayette yeryüzünü kan ve ateşe boğan, bozgunculuk yapan, sömüren canilerin yaptıklarına karşılık olarak ya öldürülmeleri ya da hapsedilmesi {veya sürgün edilmesi} gerektiğini ortaya koymaktadır...
Peygambere atfedilen söz uydurmadır, Emevi saptırmasıdır. Arap olmayan gayri müslimlere karşı yaptıkları suistimalleri meşrulaştırmak için bir fetva çıkarmadır. Nitekim bu rivayet İslam tarihindeki pratik uygulamalara aykırı düşüyor. Tevbe Suresi, ayet 5'ten çıkarılmak istenen {zorlamalı doğum} tüm yorumlar çarpıtmadır. Savaş ve cihad ile ilgili ayetleri bir bütün olarak ele almadan bu konuda sağlıklı bir yargıya varmak mümkün değildir... Tıklayınız
Müslümanlar, düşünce ve konuşma hürriyetinin güvencesidirler. Başkalarının fikirlerini açıklamasından korkmazlar! Çünkü Allah'ın başka inançlar için hiçbir delil indirmediğine inanırlar. Ve fikir özgürlüğü, özü, sözü dinleyip en güzeline uymaktan ibaret değil midir? "Sözü dinleyip onun en güzeline uyanlar... İşte onlar Allah'ın doğru yola ittiği kimselerdir ve onlar, aklı selim sahipleridir" {39/18} Bütün bu prensipleriyle müslümanlar "insanlar için ortaya çıkmış en hayırlı bir ümmet" oldular {3/110}.
Bu konular arasına serpiştirilen MHP komanda kampları, Maraş olayları, Van 100. Yıl Üniversitesindeki olay, komünist öldürmenin yüz kere Hicaz'a gitmekten iyi olduğu {nerden çıkardıysa} hakkındaki tüm yorumlar T. Dursunu bağlar. Biz bu gibi olayları sahiplenmediğimiz, aksine karşı olduğumuz için kendimizi savunma konumunda görmüyoruz...

İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?

Şimdi
size İskenderiye kütüphanesini Turan Dursun yaktı desek ne dersiniz? Gülersiniz değil mi? İşte şu alıntıyı okuyalım da Turan Dursun'un nasıl büyük bir araştırmacı olduğunu görelim;
Princeton Üniversitesi Doğu tetkikleri kürsüsü başkanı Prof. Philip K. Hitti şöyle diyor; Halifenin {Hz.Ömer} emriyle Amr İbn As'ın altı ay boyunca şehrin çok sayıdaki hamamlarında, ocaklarında İskenderiye Kütüphanesindeki kitapları yaktığına dair anlatılanlar, tamamen HAYALİ ve farazi TATLI HİKAYELERDEN ibaret olup tarihi gerçeklerle alakası yoktur.Büyük Plotemy Kütüphanesi pek erken bir devirde daha mö48 senesinde Julius Sezar tarafından ateşe verilmişti. Yeni İskenderiye kütüphanesi ise İmparator Teoduius'un emri üzerine takriben ms389 yılında ikinci defa ve tamamen yok edilmiştir. Bu duruma göre İslam fetihleri esnasında İskenderiye'de önem taşıyan herhangi bir kitaplık mevcut olamazdı ve ayrıca o çağda yaşamış hiçbir tarihçi ne Amr'a ne de Ömer'e bu konuda bir suç atfetmez... Philip Hitti, Turan Dursun'u tanımadığı için şanssız mı? Ne dersiniz ? SORUYA CEVABA DEVAMI

Kadın Erkek Eşitliği

Kadınla erkeğin eşitliği sözü, mutlak anlamda alındığında evrensel gerçeklere, insanın varlık yapısına, akla ve hayata ters bir iddia olur. Hiçbir şey, hiçbir cins, hatta aynı cinsin hiçbir ferdi ötekine eşit değildir. Eşitlik statüde ancak sözkonusu olur. Kadınla erkeğin varlık yapıları farklıdır. Onların haklar bakımından eşitliklerinden sözederken, Erich Fromm'un da isabetle belirttiği gibi, ikisinin ayniyetinden bahsetme noktasına gelmişizdir. Gerçekten de Batı, kadın konusunda eşitlikle ayniyeti birbirine katmıştır. Bu karıştırma, hayatın bütünlüğünü parçalamış, cinsleri varlık yapılarının zıddına bir hayat ve hizmet yarışı içine sokarak bunalım ve didişme getirmiştir.
Hakka saygı; her cinsi, hatta her ferdi, yapısına uygun hizmeti vermek üzere korumayı, geliştirmeyi gerektirir. Kadınla erkeği eşit yapacağız diye erkeğe çocuk doğurtamaz, kadına erkek spermi ürettiremezsiniz. Çünkü varlık yapıları farklıdır. Erkeğin yaptığı her şeyi kadın da yapar gibi bir inat, kin ve reaksiyon mantığıyla yola çıkıldığı için, kadının yapısı tahrip edilmiş ve ortaya korkunç bir karmaşa ve huzursuzluk çıkmıştır...
Arap Dilinin Temel Özellikleri
Kuran, insanları başka insanlara kul olmaktan kurtarmak için "insanların Maliki {sahip ve başkanı} Allah'tır" {Nas, 2} diyor. Onlara manen şöyle bir mesaj veriyor; "nasıl her yerin, her memleketin bir yöneticisi varsa, dünyanın da, kainatın da öyle bir yöneticisi vardır. Evrensel yasalar diye ifade edilen İlahi hukuka tecavüz yapıldığı zaman, O bu tecavüzü cezalandırır. Yani yaratılmışların, haksızlığa uğramışların intikamını alır. Allah, bütün yüce değerlere sahip, maddi olmayan bir varlıktır. Kainattaki bütün yüce değerler O'ndan kaynaklanmaktadır"
Bu mecaz ve benzetmeler yanında; Arapça'da bir şeyin önemini, büyük bir değere sahip olduğunu bildirmek için onunla "yemin edilir". Bir şeyin adiliğini, iğrençliğini bildirmek için de "o şeye beddua edilir" {Bir nesnenin önemini belirtmek veya bir konunun doğruluğunu göstermek için yemin edilebilir; kanım üzerine, ekmek üzerine gibi!.. Yine birinin kötülüğünü belirtmek üzere "körolasıca" deriz!..}
Evet, Kuran insanoğlunun üstün, mükerrem bir yaratık olduğunu vurgulamakla beraber {17/70}, hiçbir değere inanmayan, hayvanlar gibi yaşamak isteyen, insanlığı alçaltan insanların da aşağı olduklarını bildirmek ve onların bu özelliklerini vurgulamak için Allah Kuran'da "onlara beddua ediyor" Beddua ifadelerinin esas amacı budur. Yoksa Allah isterse, hepsini bir emir ile yok edebilirdi.
Kuran'ın yaptığı yüzlerce yeminlerden örnek olarak birkaç tanesinin yorumunu sunuyoruz; {29. Mektuptan}
"Yüce Allah, Kuran'da çok şeylere yemin etmiştir. Kuran yeminlerinde birçok incelik ve sırlar vardır. Mesela "Güneşe ve aydınlığa and olsun" mealindeki yemin, evreni mükemmel bir saray, bir şehir niteliğinde bize gösterir. Yani evrende mükemmel bir düzen ve ahengin hakim olduğunu bildirir. "Hikmetli {ilim ve ahenk dolu} Kuran'a and olsun" yemini, Kuran'ın mucizeliğini, yüceliğini, onunla yemin edilecek bir saygınlıkta olduğunu hatırlatır. "Yıldıza ve düştüğü zamana and olsun", "Yıldız mevkilerine and olsun, eğer bilseydiniz bunun büyük bir yemin olduğunu, anlardınız" yemini, yıldızların muazzam büyüklüklerini ve son derece ahenkli bir düzen içinde yerleştirilmelerini ve gezegenlerin, hayret verici bir tarzda döndürülmelerindeki yararlılığı hatırlatıyor.
"Zerrelere {atomlara} and olsun", "Salıverilen havaya and olsun" yeminleri ise, hava moleküllerinin dalgalanmaları ve dolaştırılması ile içindeki yararları hatırlatıyor. Manen diyor ki; tesadüfi, rastgele sanılan unsurların ve elementlerin ince faydaları, görevleri vardır... Hem mesela; "İncire ve zeytine and olsun" mealindeki ayetin bir inceliği şudur; Yüce Yaratan incir ve zeytine yemin ederek kudretinin büyüklüğünü, rahmetinin mükemmelliğini, insanlara verdiği büyük nimetleri hatırlatıyor. Ümitsizliğe, hayatın saçmalığı düşüncesine kapılan insanın yüzünü olumluya çevirip ibadet, düşünme ve iman ile olgunlaşabileceğini bildiriyor. Nimetler içinde özellikle incir ve zeytinin anılmasının sebebi; o iki meyvenin çok nitelikli ve faydalı olması, yaradılışlarında harikalık bulunmasıdır. Çünkü zeytin çok yönlü bir kullanım niteliğine sahiptir. İncirin anılması ise zerre gibi bir çekirdeğinde incir ağacının her birimini {kökünü, gövdesini, dalını, meyvesini} şifre olarak taşımasındaki olağanüstülüğü anlatmak içindir. Yenilmesinde, vücuda yararlılığında, muhafaza edilmesindeki nitelik ve faydaları hatırlatmak için Kuran onunla yemin ediyor. Böylece insanı ilahi sevgiye yöneltip onu iman ve ibadetle yüceltmek, yüce değerlere ulaştırmak istiyor"

Allah'ın Şekli Olur Mu?

Evet, Arapçanın açık ve engin dil mantığını kavrayamayan, zihnen ilkel olan Mücessime {Allah'a cisim diyenler}, Müşebbihe {Allah'ı insana benzetenler} ve T.Dursun gibilerce Allah'ın şekli, eli-kolu vardır... Bu ayetler "hiçbirşey onun benzeri değildir" gibi ayetlerle birlikte değerlendirildiğinde sembolik oldukları rahatlıkla anlaşılabilir...
Allah'ın "eli, yüzü ve gözün"den bahseden ayetler; {Bakara, 115; Raman, 27; Sad, 75; Maide, 64; Hud, 37}
"El", güç ve kuvvet demektir. Ve kuvvet elle kullanıldığından, "el" ile ifade edilmiştir. Maide suresinde "iki eli" diye geçer. Dünya ve ahiret veya menfi, müsbet bütün imkanların Allah'ın elinde olduğuna işarettir. Dilimizde dahi "falanın eli uzundur" denilir. İmkanları bol manasında söylenir.
"Yüz", nurani {ışıksal} şeylerde, bir varlığın yüzü, onun kendisi demektir. Güneşin yüzü onun kendisi demektir. Allah'ın yüzü de kendisi demektir {Yüzçevirmek, yüzüne bakmak!..}
"Göz" ve "Gözlerimiz" {Taha, 39; Hud, 37}; kontrol ve müşahedemiz altında demektir. Bu iki kelimenin geçtiği ayetin meali şöyledir; "Ey Nuh sen gemiyi, bizim gözlerimiz {kontrolumuz} ve vahyimiz ile yap" {Hud, 37} Nitekim bizim Türkçede de casuslara "kulak" ve "göz" denilir {Burada meleklere de göz denmiş olabilir!..}

Allah'a Alim Denildiği Halde Neden Akıllı Denilmez?

Akıl; tutmak, tutunmak, bağlamak anlamlarına gelmektedir. Bu anlamıyla, eşya {maddeler} arasında bağ kurmak demektir. Dikkat edilirse burada akıl maddi-niceliksel bir faaliyettir. Bu faaliyet bilimde kıyaslama, tümevarım, tümdengelim şeklinde görülür. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere akıl, yapılan şeyle yapan, ses ile sesi çıkaran arasında bağlantı kurma faaliyetidir. Mesela; bir ses duyduğumuzda bu sesi bir nedene bağlar {akleder} ve bu nedeni bulmaya çalışırız. Halbuki Allah herşeyi bilmektedir, bu nedenle O'nun birşeyden hareketle bir bağ kurup bilinmeyene ulaşması sözkonusu değildir.
İslam inancında bu nedenle Allah'a "akıllı" denilmez. Zaten akıl kelimesi Kuran'da hep fiil şeklinde geçmiştir. Soyut anlamlara isim olan "mastar" olarak geçmez. Çünkü akıl maddi bir faaliyettir.
Bilindiği gibi İslam düşüncesinde bütün tabii kuvvetler, melekler tarafından idare edilir. Ve "insanın genetik yapısının görünmesini" meleğin yazması olarak ifade etmek bilimin neresine ters olabilir ki?

Büyü ve Gerçek

Kainatta herşey birbirini etkiler. Büyü bir nesneyi uyararak onu başka bir nesne üzerinde etkili kılmak şeklinde gerçekleşir. Bu son yıllarda Batıda özellikle C. Castanedanın popüler eserleri ile gündeme gelmiş. Fizikçiler evrenin her unsurunun birbirinden etkilendiğini ortaya koymuşlardır...

"Felak Suresi'nin Anlamı"

De ki; Ben karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran {gecenin karanlığından gündüzün aydınlığını çıkaran} Rabbe sığınırım. Yarattığı şeylerin kötülüklerinden {insanların ve diğer varlıkların kötülüklerinden}, karanlığın çöktüğü zaman, gecenin {karanlık ve geceden yararlanılarak yapılan} kötülüklerinden, düğümlere {sorunlara, karmaşık konulara ve ilişkilere} üfleyenlerin {yani çözmeye değil, karıştırmaya, alevlendirmeye çalışanların} kötülüklerinden ve kıskandığı zaman o kıskananın kötülüğünden {sana sığınırım}.
Bugün içsıkıntılar, boğulurcasına haller, istemediği halde birşeyi düşünmeye zorlanma {obsesyon}, halüsinasyon ve ses işitmelerin bir kısmının nedeni cinlerin etkileri olabilir...

Hz.İbrahim Hakkında

Ayetlerde {En'am, 74-80} geçen Hz.İbrahim'in yıldızlara, aya ve güneşe bakarak "Bu benim Rabbim" demesi gerçek anlamında değildir. Çünkü Hz.İbrahim daha önce atası Azere "putları tam olarak mı benimsiyorsun, doğrusu ben seni ve topluluğunu apaçık bir sapma içinde görüyorum" diyerek putları reddettiğini söylemişti. Zaten Allah Hz.İbrahim'e hakikati göstermişti {6/75} Hz.İbrahim'e hakikati göstererek sunması, onun kavmiyle tartışmada onlara getireceği delillerle üstün gelmesi içindi; bu gerçekler İbrahim'in milletine karşı galip gelmesi için ona verdiğimiz değildir, {6/83} ayeti bunu anlatmaktadır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Hz.İbrahim'in yıldızlara, aya ve güneşe bu benim rabbim demesi, yıldızlara, aya ve güneşe tapan kavminin dinlerindeki hataları hakkında onları uyarmak ve onları araştırmaya sevk etmek içindir. Bu söz aslında "Bu mu benim rabbim?" anlamındadır. Yani, bu sizin zannınız ve inancınızca benim rabbimdir, demektir. Yoksa Hz.İbrahim hiçbir zaman aya, güneşe, yıldızlara tapmamıştır. O yüzünü {gönlünü} ayın, güneşin ve yıldızların yaratıcısı olan Allah'a çevirmiştir...

Sünnet

Sünnet ilkel bir gelenek değil tıbbi bir pratiktir. Bu uygulamanın ilkel topluluklarda görülmesi ilkel olmasını gerektirmez {ilkeller de yer, içer, yıkanırlar ama bunlar ilkel gelenekler değildir} Kesilen parçanın ne bir kutsallığı ne de olağanüstü bir özelliği vardır. Bu konuda eski kültürlerdeki yorumlar İslam'a maledilemez. Ayrıca Hz.İbrahim'in kendini keserle sünnet ettiği iddiası bir çarpıtmadır, böyle birşey sözkonusu değildir. Kısacası sünnet ne bir ilkellik ne de bir masal ürünüdür. İnsan sağlığı için gerekli doğal bir işlemdir...
Kan ve Can Kurbanı
Kitabı Mukaddeste ve diğer tarihi belgelerde, insanın insanı kurban etmesi konusu, sembolik bir uygulamadır. Malını ve idealini kurtarmak için savaşta şehitlik uğruna kurban {feda} olmak isteyen bir asker nasıl kınanmazsa, bilmediğimiz tarihi değerlerden dolayı eski insanların bir kısmının kendini kurban etmesi de kınanamaz. Hayat ve yaşam yüce değerler önünde bir tıkanma ve engel olduğu zaman -bütün tabii şeylerde yapıldığı gibi- belli bir budamaya gerek olur. Ya tabii bir afet veya bir savaş olur, bu tıkanma giderilir. Son çağlarda biyolojik yaşamdan fazla mali yapılarda tıkanmalar ve yığınmalar olduğundan, kurbanlar artık mali yönden verilir.
Hz.İbrahim oğlunu çok seviyordu. Onun bu sevgisi, bazı yüce değerlere ulaşmasına bir engeldi. Allah rüyada oğlunu kurban etmesini emretti. Fakat Hz.İbrahim gerek kendisi gerek oğlu kayıtsız şartsız bu İlahi emre teslim olduklarından, Allah onların kurbanlarını bedeni değil de mali bir yöne çevirdi... İsmail kurtuldu. Fakat Peygamberin öz kızının oğlu Hz.Hüseyin Kerbela'da toplumsal değerler uğruna şehit oldu. Kendisini değerlere kurban etti. Onun kanıyla yüzbinlerce Hüseyin yetişti.. İslam Emevi gericiliğinden bir derece kurtuldu...
Kısas
İnsanlık bu noktada ikiyüzlü bir tavır takınmaktan kendini alamamıştır. Hayata kasteden zalimi affetmek için, hayatına kastedilen mazlumun hakkını çiğnemeye merhamet ve insanlık diyenler vardır. Oysa ki; affetmek yetkisi hak sahibinindir {+velisinin}. İhlal edilen hakkın aynısını kısasla yapmaya imkan yoksa, kısas uygulanmaz. Yani kısasın icrası, mağdurda vücuda getirilen hasarın mislini aşmaya yol açacaksa kısas terkedilir, diyet yoluna gidilir...
Konuşma?
Evrensel bir niteliği olan Adem olayında geçen konuşmalarda, sözle değil hal diliyle yapılmış temsili konuşmalardır. Kuran'da bunun örnekleri çoktur; mesela, Allah irade ve kudretini yere ve göklere yöneltmiş, yer ve gök O'nun iradesine göre oluşmuştur {41/11} Yine aynı sembolik anlatım tarzıyla Allah insan doğasının kendisini bilmeye ve tanımaya yönelik bir eğilimi olduğunu anlatırken şu ifadeleri kullanır; 7/172
Nitekim Türkçede de bu tür anlatım özelliği vardır. Örneğin devenin tüm vücut yapısının eğriliğini ifade etmek için şöyle denir; deveye boynun niye eğri? demişler, nerem düz ki? demiş... {Şimdi T.Dursun "Türkler devenin konuştuğuna inanırlar" diye yorum yaparsa şaşmayın!}
Melekler Adem'in iki yönlü harika yapısını görmemiş, onun yalnız olumsuz yanını algılamışlardır. Bu yüzden Allah meleklere "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" demektedir. Ayrıca bu ayetlerde insana şu evrensel prensipler öğretilmektedir; a) İnsanın her zaman bilemeyeceği şeyler olacaktır, çünkü bilgi sınırsızdır b) İnsan, bilmediği şeyleri sorarak öğrenmeye çalışmalıdır {T.Dursunun iddia ettiğinin aksine Allah bana soru sormayın dememektedir} c) İnsanın eksik bilgiyle kesin yargılarda bulunmamalı, yanlış yargılarda ısrar etmemeli olayları tek boyutlu olarak incelememelidir...
Melek kuvvet anlamına geldiği gibi, haberci, elçi anlamına da gelmektedir. Bu anlamda kainatta her kuvvet bir melek olduğu gibi olumlu ruhsal güçlerle donatılmış varlıklara da melek denilir. Bu açıdan meleklerin Ademe secde etmesinden tüm olumlu varlık kategorilerinin insanın hizmetine sunulmuş olduğu anlaşılır. Kuran'a göre, iblis ise evrendeki tüm olumsuz, karanlık ve çarpıtıcılığın fert halindeki tecellisidir...
Kesin olan şudur ki, Allah bu görevi iblise yüklememiş kendisi bunu istemiştir. Kuran'da şeytanın bu isteğine şu ayette yer verilir; "Eğer bana kıyamet gününe kadar izin verirsen yemin olsun ki onları pek azı müstesna Senden yüz çevirip kendime bağlayacağım" {7/62} Allah bu iddiaya karşılık insana güven ifade eden şu cevabı veriyor; "Benim kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyet ve kontrolün olamaz. Vekil olarak Rabbin yeter"
Bu ayetiyle Kuran iblisin bu amansız savaşına karşı Allah'ın, insanın yanında olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bu ayet, Allah'ın kendisine duyduğu güvene layık bir tavır sergilemeye insanı teşvik etmektedir. Bunun yanında Ademin "ağaca yaklaşma" emrine karşılık, ağaca yaklaşması bize insan iradesi ile ilgili önemli ipuçları vermektedir. Şöyle ki; insan, özgür bir iradeye sahiptir. Yani insan, Allah'ın emir ve isteği karşısında serbest istem ve irade ile donatılmıştır...
Bakara, 2/47
Bu ayette kastedilen üstünlük, ırk üstünlüğü değil bilinç ve imandaki üstünlüktür. Bunun yanında ayet Yahudilerin tarih boyunca gösterdikleri etkinliğe işaret etmektedir... Ayet israiloğullarını Firavunun baskısından kurtarıp onlara İlahi mesajı gönderdiğini hatırlatmakta, bu sayede zalim topluluk karşısında onları yücelttiğini ifade etmektedir. Ayrıca ayetteki alemlerden maksat bütün insanlar değil, onlarla savaşan kavimlerdir...
Semavi Kitapların Özellikleri; Yüce, Güzel, Olağanüstü Mesajları Taşımalarıdır
Hayat bir yere girdiğinde oraya düzen verir. Çünkü hayat çokluğu birleştiren, dağınık şeyleri toplayan, hareketsizleri hareketlendiren bir ruhtur. Hayat girdiği ortamın malzemesini, havasını, toprağını, suyunu kullanır. Kuran vahye {göksel mesajlara} ruh {42/52, 40/15} diyor. Çünkü bu mesajlar dağınık insanları birleştirir. Topluma düzen ve hayat verir. Donuklaşmış akıl ve kalpleri nurlandırır.
Evet, vahy dediğimiz bu ruh bu hayat, önce kendi bedenleri olarak dilin kelimelerine, cümlelerine son derece mükemmel bir birlik ve ahenk verirler. Cansız kelimeleri adeta canlandırırlar. 1400 senedir, Kuran'ın edebi bir eşi yapılamaması onun bu göksel canlılığından kaynaklanır.
Buna rağmen vahy dediğimiz ruh, hangi topluma, hangi peygambere gelmişse hava, su ve toprak olarak önce o peygamberin ana dilinin kelimelerini bildiği benzetme ve bilgileri kullanır. O vahy bu sayede o toplumda kök salmış olur. Buna rağmen Allah elçilerine hiç bilinmedik bilgi vermiyor değildir. "Kuran'da Gaybi Haberler" diye kitaplar yazılmıştır
Durum böyle olunca, Muhammed, İsa ve Musa {A.S.M} bu bilgileri falan kitaptan almışlar, -ki böyle iddiaların tarihi belgeleri yoktur- demek yüzeyselliktir, vahy özünü kavramamaktır. Bu yüzeysel iddialardan bir tanesi de Hz. Muhammed'in bu bilgileri Mekke'de Hıristiyan bir köleden almış olduğu iddiasıdır. Kuran bu konuda müşriklere karşı "yaslandıkları dil yabancıdır. Kuran ise apaçık bir Arapça'dır" {Nahl, 103} derken, kimse çıkıp "Hayır o köle Arapça bilirdi" dememiştir. {İbni Kesir, üç dört yoldan rivayet ediyor ki; o köle Arapça bilmiyormuş. Sadece; Peygamberimiz dindar bir kişidir, diye onun yanına uğrarmış, hal hatırını sorarmış}
Kuran "Bu apaçık bir Arapçadır" demekle Kuran'ın edebi mucizeliğini göz önüne getiriyor. Manen o müşriklere, belli bir delile dayanmayan kuruntularına cevaben diyor ki; Farzı muhal, Muhammed bu bilgileri bilse dahi, siz kelime ve cümlelere takılmayın, içindeki olağanüstü {mucizeli} edebiyatına ve yüce mesajlarına bakın. Bunda bir itirazınız varsa işte meydan. Gelin bir benzerini getirin. Yoksa hepiniz helak olacaksınız {Bakara, 23} Böyle dediği halde kimse ortaya çıkamamıştır. Neticede savaşmaya mecbur kalmışlardır..."Gerçekten de hadis kitaplarının en güçlü sayılanları bile uydurma hadislerle doldurulmuştur." Turan Dursun .


TAVSİYE kİTAPLAR

FetHullah Gülen: Asrın Getirdiği Tereddütler

Pr. Dr. Süleyman Ateş: Gerçek Din Bu 1-2

Bahaeddin Sağlam- İsmail Acarkan: T.Dursun ve Din,
İlginç Sorular

Muhammet Altaytaş: Hangi Din

kaynak

http://www.islamustundur.com/turandursun.html
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimeC.tesi Ara. 26, 2009 12:51 am

TURAN DURSUN KİTAPLARINDAKİ TAVRI

1-Kitaplarında genellikle Türkçesi olan kaynaklardan alıntı yapmıştır.
2-İddia ettikleri şeyler kendi orijinal ürünü değil yıllardır Hıristiyan-Yahudi oryantalistlerin gündemde tutmaya çalıştıkları konulardır. Dursun sadece pazarlamacılık yapmıştır. Zaten bir alıntısında buna yer vererek “Leoni Caetani öyle diyor, araştırılması lazım” diyerek zekice okuyucunun aklını karıştırmak istemiş "ama doğru bir şey yaptığını sanıp, yanlış iş yapan" insanın yaptığını yaparak onlardan faydalandığının da açığını vermiştir.
3-Ayetin ayetle, ayetin hadisle, hadisin ayetle, hadisin hadisle açıklanacağını bilemeyecek kadar usul bilgisinden habersizdir. Haberi Vahid'le, Haberi mütevatir'in farkından habersizdir.
4-Kitaplardaki bir konuyla ilgili, pek çok rivayet arasından, yüzyıllardır âlimlerin (raviler açısından) seçip kabul ettiği doğru olanları değil, işine gelen rivayetleri okuyucuya doğru olarak sunmuştur. Bu da onun ne kadar objektif (!) olduğunu gösterir.
5-Hadislere uydurma rivayetler karıştırıldığını söylemiş ama kendisi o uydurma rivayetleri işine geldiği zaman istediği gibi kullanmıştır.
6-En basit olayları bile alaycı bir üslupla ifade ederek, doğru-yanlış güya kaynak ta göstererek bu konuda hiçbir bilgisi olmayan okuyucuyu istediği gibi yönlendirmeye çalışmıştır.
7-“Bozacının şahidi şıracı” sözünde olduğu gibi İlhan Arsel’le paslaşmakta birbirlerini kaynak göstermektedir. Bir fetva kitabındaki, “…Tavaif-i nisadan biri talak-ı bain ile zevcinden talik oldukta akil ve baliğ olmayan bir velede veyahut bir sabiye veyahut içi göçmüş bir pire nikah olsa, badehu ondan da talak-ı bain ile talik olsa, önceki zevci ile nikahı caiz olur mu?” Yaşlı erkek anlamına gelen “Pir” kelimesini “Pire” anlayacak kadar ilmi(!) salahiyeti olan kişiyi - Arsel'i -kavalye kabul ederek dans etmiştir.
*Bir sabataist olduğu iddia edilen İ.Arsel, Vehbi Koç'un damadı, Semahat Arsel'in kocasıdır. Sabataistliği ile ilgili olarak bkz. www. orienternet.de /sabataylist.htm

TURAN DURSUN'UN ARAPÇASI-ÇARPITMALARINDAN ÖRNEKLER
T.Dursun şöyle diyor:
—Daha öncelere dayanır. Klasik Arapça, Fusha Sahih Arapça deniliyor ki, asıl Arapça, bozulmamış Arapça. O bozulmamış Arapçayı çok iyi bildiğimi söyleyebilirim. Bugünkü Arapçayı da bilirim, ama o ölçüde değil. Arapçayı bilmemin önemi şurada, islam kaynakları o Arapçayla yazılıdır. Hem Kur'an, hem hadis tüm İslam kaynaklarında. Ayrıca benim uzmanlık alanım var. Örneğin, fıkıhçıyım ben, yani islam hukukçusuyum. Kelamcıyım, İslam kelamcısıyım. O da ayrı bir daldır. Hadis bilimcisiyim, yani bir hadis nasıl çürük olur, nasıl sağlam olur. Usulü hadisten bilinir, Usulü hadisçiyim. İslamın bu dallarını sadece meslek olarak da değil, özel çabalarımla da öğrenmeye çalışırım. Yani beni bu alanda, karşımda olanlar da yanımda olanlar da uzman olarak görürler. Ayrıca doğubilimciyim. Ben şimdi, kendimden sıkılıyorum anlatmaktan. Bu arada tüm dinlerin kutsal kitaplarını karşılaştırdım. Bir din etnologuyum." (Din Bu I/ 97)
Sarfı, Nahvi, bedi-beyanı, tefsiri, hadisi, fıkhı, kelamı, mantıkı, sıhahı, usulü hadisi, usulü tefsiri, usulü fıkıhı, aruzu, İslam Tarihini,astronomiyi çok iyi bilen, aynı zamanda embriyoloji alanında uzman ve din etnologu olan mütevazı (?) yazarın bunları ne derece bildiğini makalelerinde göreceğiz. Askerde Türkçe okuma yazma öğrenmiş birisinin kitaplarında yaptığı dil hatalarına da hiç değinmeyeceğiz.
Aşağıda ki bölüm Prof. Dr. Süleyman kitabından alınmıştır:
1.1-T.DURSUN, Hz, Peygamber'in, azl (doğumu önlemek için, boşalmadan önce ayrılma) ile ilgili bir sözünü aktarıyor:
Ebu Said el Hudrî anlatıyor:
—Peygamberle birlikte Benû Mustalık Gazası'na çıktık. Ve Arap tutsaklarından tutsaklar elde ettik. O sırada kadınlar iştahımızı çekti. Bekârlık çok güç gelmişti bize o günlerde. Ve azil yapmak istedik. İstiyorduk azil yapmayı Ancak, "Peygamber aramızdayken ona sormadan nasıl azil yapacağız?" dedik ve gidip peygambere sorduk. Peygamber de azl yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur. (Yapabilirsiniz de. Yapmayabilirsiniz de.) Ama bilin ki, kıyamet gününe değin meydana gelecek bir yavru, ne olursa olsun meydana gelir."(DİN BU I, 34)
Bu metinde geçen "yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur" cümlesi, “Mâ aleyküm ellâ te’falû"dur. Bunun Türkçe anlamı, "Yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur" değil, tam tersine "Yapmamanız için bir gerek yoktur, yapabilirsiniz" demektir. Yani hadiste, yazarın söylediğinin tersi söylenmektedir. Yapmamanızda bir sakınca yoktur değil, yapmanızda bir sakınca yoktur. Hattâ mâ nâfiye (olumsuz edatı) da olabilir ki o zaman "Neden yapmayacaksınız?" anlamını verir.
1.2-T.DURSUN “DİN BU II” 46 ncı sayfasında, Arapça metni şöyle çevirmiştir:
Birçokları gibi lbn Hazm'ın da, sâbiîlerden, tapınaklarından, ibadetlerinden söz ederken yazdıkları şunlar da var: (lbn Hazm, el Fasl, 1/88)
"Ancak onlar (Sâbiîler), 7 yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında yapıp bulundururlar. Bunların kadîm (öncesiz ve sonrasız) olduklarını da söylerler. Bunlara kurbanlıklarla ve darıyla yakınlaşmaya çabalarlar. Bir gündüz ve gece içinde, Müslümanların namazlarına benzer beş vakit namazları vardır. Ramazan ayında da oruç tutarlar. Namazlarında, Ka'be'ye, el Beytü'l-Haram'a dönerler (kıbleleri Kabe'dir). Mekke'ye ve Ka'be'ye saygı gösterirler. Ölü etini, kanı, domuz etini haram sayarlar. Müslümanlara haram sayılan kurbanları onlar da haram sayarlar. Hindistanlılar da Buda'ya (ya da putlara) yıldızlar adına tasvir (resim, heykel) ve saygı anlamında buna benzer bir yol izlerler. Arap toplumundaki putların kökenini de bu oluşturur.(l/88.)
Burada sâbiîlerin, yıldız tanrılara "kurbanlıklarla ve darı ile yaklaşmağa çalıştıklarını ifade ediyor. Arapça metindeki “ed-Dehanü” kelimesini, darı diye çevirmiş ve sâbiîlerin, kurban yanında darı ile de tanrılara yaklaştıklarını söylemiş.
Bildiğim kadarıyla tarihte hiçbir millet tanrı diye taptığına darı takdim etmemiştir. Çünkü darı, tanrıya takdim edilecek bir değerde görülmez. Aslında metinde geçen “ed-Dehanü” kelimesi darı değil, "duman, buhur, tütsü" demektir. Tanrılara kurban kesenler, buhur yakarak, güzel koku ve tütsü ile ibadetlerini mabudlarına takdim ederler. Dini törenlerde, mevlitlerde buhur yakmak, tütsü ile topluluğa güzel koku yaymak, hâlâ yapıla gelmektedir.
Şimdi bu kadar basit şeyi dahi bilemeyen bir insanın, ana dilinden daha iyi Arapça bildiğini iddia etmesi uygun mudur? Bu iddia sahibinin, diğer metinlere yaptığı çevirilerin ne derece aslına uygun olduğunu okuyucu düşünmelidir. (Gerçek Din Bu 1, Süleyman ATEŞ,11-14)
1.3- Şu örnekte Dursun’un çarpıtmalarından bir örnektir ve S. Ateş’in kitabından alınmıştır.
Turan Dursun, yine Hz. Muhammed'in, güya şehvetperestliğini kanıtlamak hevesiyle, Gazali’nin İhyasında yer alan bir rivayete tutunmaktadır:
"O dönem Araplarında şehvet (erkeklik gücü), en başta gelen bir özellikti. Bunu, Gazâlî, İhyâ'u Ulûmi'd-dîn adlı kitabının Âdâbu'n-Nikâh bölümünde uzun uzun anlatır. Ve bir örnek verir: Ali’nin oğlu Hasan'ın, bir alışta "altı karı birden aldığını, sonra çok geçmeden bunları boşayıp yenilerini aldığını, bu torunu Muhammed'e anlatıldığında, Muhammed'in: 'O, yaratılışta da, huyda da bana benziyor' dediğini" söylüyor.
Yazar, Gazali’nin ibaresini tahrif etmiş. Çünkü Peygamber’in devrinde, torunu Hasan'ın, dört kadın değil, bir kadın alması da mümkün değildi. Hasan, hicretin dördüncü yılında doğmuştu. Peygamber’in vefatı sırasında o, sadece altı yaşında idi. Altı yaşında bir çocuğun dört kadın alması, sonra tez zamanda bunları boşayıp yerine başkalarını alması, bunu duyan Peygamber’in de onu övmek için "O yaratılışta da, huyda da bana benziyor" demesi mümkün müdür?
Turan Dursun'un, bu tahriften amacı, dört kadın alıp, tez zamanda bunları bir başka grup kadınla değiştirmiş olan torunu Hasan'ın bu davranışını Peygamber’in beğenmiş olduğunu, böylece Peygamberin şehvet düşkünlüğünü anlatmaktır. (Gerçek Din Bu I.s.31-32)
1.4-Dursun’un çarpıtmaları bir iki değil ki onlardan bir başkası da şudur:
Ahzab suresindeki şu ayet inince: “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” (Ahzab/51) güya Hz. Aişe şöyle demiştir:
"Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke".(1)
“Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.”
Yukarıda ki Hz. Aişe'nin sözüne bu anlamı vererek, maksadını gerçekleştirmek için elinden gelen her şeyi yapan bir yobaz görüntüsü vermektedir.
T.Dursun’un çarpıtarak söylediği, Hz. Aişe'nin söylediği sözün doğru tercümesi şudur: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.”
1.5-Turan’ın çarpıtmalarından bir örnek daha: "Peygamberin döneminde "gece baskınları" düzenlenirdi. Peygamberin emriyle "Öldür, öldür!" şiarları haykırılırdı. Sonra da yağmaya girişilirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd/102, hadis 2638; ibn Mace, Cihâd/30, hadis 2840).
Filistin'de "Übnâ (sonraları 'Yübnâ')" denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu:
- Sabahleyin Übnâ'ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak! Ve "Übnâ" köyü yakılıyordu. İçindekilerle birlikte.”
(Ebû Dâvûd, Cihad/91, hadis 2616, c. 3, s. 88, ayrıca s. 124'teki 2'nolu not: ibn Mace, Cihâd/31, hadis No: 2843, c. 2, s. 948).
Düşmanın bulunduğu yerdeki ağaçlar, ürünler de yakılır, ya da kesilirdi.
Peygamber Benû Nadir kabilesinin hurmalıklarını yaktırmıştı…
Peki, işin doğrusu neymiş şimdi ona S. ATEŞ'in Kitabından onu öğrenelim: “Übnâ baskını, durup dururken yapılmış bir şey değildir. O bölge halkı Müslümanları sürekli rahatsız ediyordu. Peygamberin elçilerini öldürmüşlerdi. Onlara bir ders vermek gerekince Peygamber, Üsâme kumandasında bir ordu göndermek istedi. Üsâme Peygamber'in, kendisine şöyle emrettiğini söylemiştir:
— Sabahleyin Übnâ'ya baskın yap, sonra yak!" (Ebû Dâvûd, Cihâd: 91; Ibn Mâcc, Cihâd: 31). Hadisin metninde olan sadece budur. Hadiste kastedilen, köylülerin evlerini ve ekinlerini yakmaktır. Ibn Mâcc'nin yaptığı açıklama böyledir (2/948, not: 2843). Turan Dursun, hadis metninde olmayan şu ilâveyi yapıyor: "Übnâ köyü yakılıyordu, köy halkıyla birlikte." Hâlbuki hadisle köy halkının yakıldığından söz edilmez ve Üsame'nin gidip köyün ekinlerini yaktığı da anlatılmaz.… Peygamber asla köy halkını yaktırmamıştır. Savaşın sonucuna katkısı yoksa ağaçlara, ekinlere dokunulmaz, ağaçlara, hayvanlara dokunmama hususunda Hz. Ebûbekir'in de emri vardır.Ayrıca Yahudi olan Nadîr oğullarının birkaç hurma ağacını kestirmesinden maksat onları korkutup kan dökülmeden teslim olmağa zorlamak idi. Gerçekten adamlar savaşsız olarak Peygamber'in şartlarını kabul edip, taşınır mallarını develere yükleyip gitmeğe razı olmuşlar ve bu toprak Müslümanların eline geçmiştir. Fakat Peygamber bütün hurmaları kestirmiş değildi. Sadece birkaç ağaç kestirdi. Bunu gören Nadîr oğulları, şartları teslim şartlarını kabul ettiler. (Gerçek Din Bu, 85-87)
Acaba, ağaçların kesilmesindense, savaşa girip, hümanist geçinen Turan’a göre her iki taraftan ta yüzlerce kişinin ölmesi, kendisini daha mı mutlu ederdi bilinmez?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimeC.tesi Ara. 26, 2009 12:51 am

HZ. MUHAMMED- HZ. HATİCE-YAŞANTILARI
1-Hz Hatice:40 yaşlarında iki çocuklu, dul.
1.1–25 yaşında genç, ahlaklı, namuslu, yakışıklı, Mekke’de aristokrat sayılan bir sülaleye mensup ve asil birisi olan Hz. Peygamber daha gençliğinde iken sadece zenginlerin üye olabildiği “Hılfu’l-fudul” derneğine zengin olmadığı halde kabul edilmişti, isteseydi genç, zengin birçok kızla evlenebilirdi. Eğer gayesi zenginlik, cinsellik, makam ya da bunların dışında bir şey olsaydı, ilk evliliğini niye Hz. Hatice gibi kendisinden büyük, iki defa evlenmiş dul ve iki çocuklu, yaşça kendisinden büyük birisiyle yapsın?
1.2-Eğer, Hatice zengin olduğu için onunla evlenmişse, niye eşi tarafından kendisine hediye edilen köle Zeyd’i bile azat edip, onu üvey evlatlığa kabul etsin?
1.3-O toplumda, eşi Hatice’nin malını istediği gibi harcamak hakkına sahipken niye lüks ve israf içerisinde yaşamayı tercih edip sosyete içerisine katılmasın?
1.4-Ramazan ayı boyunca, Nur dağında ki Hira mağarasına çekilip murakabeye dalıp yanında götürdüğü azıkla yetinsin?
1.5-Eğer eşinin parasını yemek için onunla evlendiyse, Saib’le niye iş ortaklığı yapsın, evlendikten sonra niye ticaretle uğraşmaya devam etsin?
1.6-Peygamber efendimiz, peygamberliğini ilan ettiği zaman Mekkeli müşrikler, amcası Ebu Talib aracılığıyla peygamberimize şu teklifte bulunurlar: ‘Ey Muhammed eğer sen para istiyorsan sana para verelim, başımıza başkan olmak istiyorsan seni başkan yapalım, eğer istiyorsan seni kabilemizin güzel kızlarıyla evlendirelim. Yeter ki sen bu davadan (yani İslam’ı anlatmaktan) vazgeç. Peygamberimiz onlara şu cevabı verir:
“Bir elime ayı, bir elime güneşi koysanız ben bu davadan vazgeçmem”. Demiştir.
Mekke dönemi işkence ve zorlukla geçen Peygamber (a.s) Mekkelilerin “Seni başkan yapalım bu davadan vazgeç” tekliflerini niye kabul etmesin?
Hâlbuki bu teklifi kabul etseydi Mekke şehir devleti başkanı sıfatıyla istediği her şeye kolayca ulaşabilirdi. Ne kendisi ne de kendisine tabi olanlar ileride sıkıntı çekmezdi.
Kadın düşkünü olduğu iddia edilen Peygamber (a.s) “Seni kabilemizin güzel kızlarıyla evlendirelim” teklifini kabul etseydi, istediğine çok daha kolay ulaşmaz mıydı?
1.7-Hz. Peygamber, Hz. Hatice’nin tüm malını ve kendisinin ticaretten kazandığını Allah yolunda dağıtmış, daha sonra kendisine gönderilen hediye ve altınları da fakirlere dağıtacaktır.
1.8- Kadını düşkünü(!) olduğu iddia edilen Hz. Peygamber niye Hz. Hatice ile 25 sene yaşasın?
1.9- Hz. Hatice ile peygamberimiz 25 sene evli kalırlar. Hz. Hatice, peygamberimize : “Ey Muhammed ben yaşlandım, artık başka hanımla evlen” deyince “Böyle söyleme Hatice, üzülürüm.” Diyen Peygamber o zaman niye evlenmesin?
1.10-Hz. Peygamberin ölümünden sonra miras olarak bıraktığı tek şey “Fedek” arazisidir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamberin “Biz Peygamberler miras bırakmayız” hadisini naklederek o araziyi de devlet hazinesi olan “Beytü’l –Mâl”e “ almış ve halkın menfaatine sunmuştur.
1.11-Bir devlet başkanı olan ve zenginlik içinde yaşadığı ima edilmeye çalışılan Hz. Peygamber, vefat ettiğinde canı kadar sevdiği ve hayattaki tek kızı olan, Hz. Fatıma’ya niye hiç miras bırakmasın?
1.12-Hz. Fatıma'nın çeyizi: üç minderden başka, Saçaklı bir halı, İçi, hurma lifi ile doldurulmuş bir yüz yastığı, iki tane el değirmeni, Bir tane su tulumu (kırba),Topraktan yapılmış bir su testisi, Meşinden yapılmış bir su bardağı, Bir elek, Bir havlu, Tabaklanmamış bir koç postu, Eskiyip tüyü dökülmüş Yemen dokuması alacalı bir kilim, Hurma yaprağından örülmüş bir sedir, Yemen işi alacalı iki elbise, Bir kadife yorgan, dan ibaretti.
Geceleri; üzerinde uyudukları, gündüzleri de, biraz kestirip uykusuzluklarını giderdikleri döşekleri, koç postu idi. (İslam Tarihi, Asım KÖKSAL, 9/ 258, ibn-l Sa'd-Tabakat, c. 8, s. 8-25, Diyarbekrî-Hamîs, c. 1, s. 463,
Kendi öz kızını Hz. Ali ile evlendiren Hz. Peygamberin kızına verdiği çeyiz bunlardan ibarettir.
1.13-“Genç yaşta yaşlı ama zengin Hatice’yle evlendi ve onun parasını yedi” diyenler için şu örnekler onun yaşantısını anlamaya yeter mi bilemeyiz:
Devlet başkanı sıfatıyla kendisine verilenler bir gün dahi kalmaz fakir ve ihtiyacı olanlara dağıtılırdı. Bunun örnekleri sayılamayacak çoktur.
Hazret-i Âişe'nin gelin olarak girdiği ve hayatının sonuna kadar yaşadığı hücre, Mescid-i Nebevî'nin Şam tarafına düşen, kapısı Mescide açılan, genişliği 6-7 arşından, duvarları kerpiçten, tavanı hurma bölmeleri ve yapraklarından ibaret, uzunca bir adam boyu yüksekliğinde bir kulübe idi. Yağmurun sızmasına mani olmak için tavanın üzerine yün tortusu örtülmüştü. Kapısı ardıç veya sac denilen bir ağaçtan veya örtüdendi. (Edebü'l-Müfred S. 202).
Bu mütevazı hücredeki eşya da: Bir sedir, bir hasır, bir kat yatak, bir yastık, un ve hurma koymak için iki çanak, bir su kabı, bir su bardağından ibaretti.
Ehl-i beyt'in üç gün arka arkaya muntazam bir yemek yediği de vâki değildi. Ekseriya hurma ve su ile geçinirlerdi. (Sünnen-i İbn-i Mâce C. 2, S. 536).
Bazan ay geçer de bu mutavâzı hücrenin kandilinin ışıldadığı, bacasının tüttüğü görülmezdi. (Müsned - İbn-i Hanbel C. 6, S. 217).
Rasûl-i Ekrem, Hazret-i Âişe'nin hücresinde bulunduğu zaman yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sorar, o da hiç bir şey bulunmadığını söylediği vakit o günü oruçlu geçirirler, yahut Medine'li müslümanlardan biri bir miktar süt gönderir ve bu sütle iktifa olunurdu. (Müsned - İbn-i Han bel C. 6, S. 49- 244).
Rasûl-i Ekrem'in irtihal buyurduğu gün, Hazret-i Âişe'nin evinde bir günlük yiyecek bile yoktu.
Hz. Âişe, iki kız çocuğu ile bir şey istemeğe gelen fakir bir kadına bir tek hurmadan başka verecek bir şey bulamamış, onu da, ona vermiştir. (Edebü'l-Müfred S. 45).
Hicretin 9 uncu senesinde Medine'ye gelen mallar ve ganimetler son derece çoktu. Her taraftan Medine'ye zahire gönderiliyordu. Buna rağmen Rasûl-i Ekrem'in evindeki hayat tarzı değişmemiş, değiştirilmemiştir.
Hayber'in fethinden sonra eşlerine tahsis olunan erzak dahi fakirlere tasadduk ve misafirlere ikram dolayısıyla vaktinden evvel tükenir, bazı günler ehl-i beyt aç kalırlardı.
Ehl-i beyt arasında emir ve reis kızları vardı. Bunlar, babalarının veya eski kocalarının evlerinde müreffeh bir hayat geçirmişlerdi. Medine'de herkes az çok refah içinde yaşarken bunlar, kendilerinin sıkıntı içinde bırakılmalarına dayanamamışlar, başkaları kadar olsun müreffeh yaşatılmalarım istemişlerdi. Başkaları İçin hoş görülebilecek olan bu taleb ehl-i beyt için hoş görülemezdi. Onlar, maddî hayatın geçici zevklerinden kendilerini uzak tutabilecek dereceye yükselmekle mükellef birer fazilet ve feragat timsali idiler. Bunun için iki şıktan birini seçmekte serbest bırakıldılar: Ya dünyayı tercih edip Rasûl-i Ekrem'den ayrılacaklar yahut âhireti tercih ederek Hz. Peygamberin evinde kalacaklar, ikisini bir araya getiremeyeceklerdi.
Yüce Allah bunu Peygamberine, Ahzâb Sûresi'nin : “Ey Peygamber. Zevcelerine deki: Eğer sîz dünya hayatını ve zînetini istiyorsanız, geliniz size talak hakkınızı vereyim de hepinize güzel bir tarzda yol vereyim. Şayet Allah'ı ve Peygamber'inî ve âhiret yurdunu istiyorsanız şüphe yok ki Allah, sizden iyilik eden kadınlar için büyük bir mükafat hazırlamıştır.” Mealindeki 28 ve 29 uncu âyetleriyle tebliğ etti.
Hz. Peygamber, bu hususu Hazret-i Âişe'ye açıklayıp anne-babasına danışmadan karar vermemesini hatırlattığı zaman Hazret-i Âişe'nin cevabı şu idi: Ya Rasûlallah; ben, Allah'ı ve Rasûlullah'ı tercih ediyorum. (Tabakat'ı İbn-i Sâd C. 8, S. 47; Müsned C. 6, S. 185, Caetanin’nin İsnad ve İftiralarına cevap, A.KÖKSAL, s.52–53)
Batılı yazarlar, "Hz. Peygamber @ Mekke Dönemi'nde Peygamber'di. Medine'ye geldikten sonra ise hükümdar oldu" demektedirler. Ama gerçek şudur ki, bütün Arapları boyun eğdirip idaresine aldıktan sonra da Hz. Peygamber@ dünya nimetlerinden uzak kalmış, aç kalmış, her türlü imkân bulunmasına rağmen hükümdarlar gibi davranmamış, kendine dünya servetinden en ufak bir pay çıkarmamıştır. Sahih-i Buhari'nin Cihad bölümünde şöyle bir rivayet vardır: "Hz. Peygamber@ vefat edeceği sırada zırhı bir yahudinin evinde, üç ölçek arpa karşılığında rehin duruyordu. Vefat ettiği sırada üzerinde bulunan elbiseler de yamalıydı. Bu, öyle bir zaman, bu fırsat ve imkânlar öyle arkası kesilmeyen fırsat ve imkânlardı ki, bunlara normal devletler her zaman sahip olamazlardı. Suriye sınırlarından başlayarak Aden'e kadar bütün Arabistan fethedilmiş, Medine meydanı, altın ve gümüş akınına uğramıştı.”
Evde genellikle aç dururdu ve geceleyin çoğu kere Hz. Peygamber@ ve bütün ev halkı aç yatarlardı. "Hz. Peygamber@ peş peşe birçok geceyi aç geçirirdi. 0 ve ev halkı akşam yemeği bulamazlardı."
Peş peşe her gün iki ay boyunca evinde ateş yanmadığı olurdu. (Hicretin yedinci yılında oruç farz kılındı diyerek Hz. Peygamberin fazla oruç tutmadığını ima eden cahillere ithaf olunur.) Hz. Aişe (ra) bir gün bu durumu anlatırken Urve b. Zübeyr, "Peki neyle geçiniyordunuz?" diye sorunca Hz. Aişe (ra), "Su ve hurmayla. Komşularımız ara sıra keçi sütü gönderirlerdi de içerdik" dedi. Hz. Aişe (ra) şöyle der: "Hayatı boyunca yani Medine'ye gelişinden vefat edinceye kadar geçen dönemde Hz. Peygamber@ hiçbir zaman üst üste iki vakit iyice doyarak yemek yemedi."
Fedek, Hayber ve diğer savaşları anlatan hadisçiler ve siyer uzmanları, Hz. Peygamber @, buralardan gelen gelirlerden yıllık masraflarını alırdı, diye yazmaktadırlar. Bu rivayetlerin zahiri ile Hz. Peygamber'in@ yokluk içinde yaşaması çelişiyor gibi görünmesine rağmen her ikisi de doğrudur. Şüphesiz Allah Resulü @ gelirlerden geçimini temin edecek miktarı alıyor, geri kalanları fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine veriyordu. Hatta kendisi için ayırdıklarını da daha sonra ihtiyaç sahiplerine veriyordu. Hz. Peygamber'in @ açlık çektiği ve elinde avucunda hiçbir şey olmadığıyla ilgili olaylar hadislerde sıkça geçmektedir. Bir kaçı daha:
Bir gün Hz. Peygamber'in@ huzuruna bir adam geldi ve "Çok açım" dedi. Hz. Peygamber @ mübarek eşlerinden birine; " Yiyecek bir şeyler gönder " diye haberci gönderdi. Giden kişi döndüğünde, evde sudan başka bir şey olmadığı haberini getirdi. Hz. Peygamber @ diğer eşinin evine haber gönderdi, oradan da aynı cevap geldi. Kısacası sekiz-dokuz evden, sudan başka bir şeyin olmadığı haberi geldi.
Enes (ra) anlatır: "Bir gün Hz. Peygamber'in@ mübarek huzuruna geldiğimde Hz. Peygamber'in@ karnını bir kuşakla çok fazla sıktırarak bağlamış olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda oradakilerden biri, "Fazla acıktığı için" dedi.
Ebu Talha (ra) şöyle der: "Bir gün ben Hz. Peygamber'in @ mescidde kuru toprağa uzanmış, açlıktan kıvranarak bir o tarafına bir bu tarafına döndüğünü gördüm."
Bir keresinde sahabe, Hz. Peygamber'in @ huzuruna gelip açlıktan yakındılar ve karınlarını açarak kuşaklarının altına bağladıkları taşları gösterdiler. Hz. Peygamber @ bunun üzerine açlıktan dolayı kendi karnına bir değil iki taş bağlamış olduğunu gösterdi.
Çoğu kere açlıktan dolayı sesi o kadar kısılırdı ki, sahabe durumunu anlarlardı. Bir gün Ebu Talha (ra) eve geldi ve eşine; "Yiyecek bir şey var mı? Az önce Hz. Peygamber'in @ açlıktan sesinin kısıldığını gördüm" dedi.
Bir gün çok acıkmış olarak tam öğle vakti evden çıktı. Yolda Ebu Bekir ve Ömer (ra) ile karşılaştı. 0 ikisi de açlıktan bitkin düşmüşlerdi. Allah Resulu @ hepsini alarak Ebu Eyyüb el-Ensari'nin (ra) evine gitti. Ebu Eyyüb el-Ensari, Hz. Peygamber @ için daima hazır süt bulundururdu. 0 gün gelmesi gecikince sütü çocuklara içirmişti. Eşi haber alınca dışarı çıktı ve "Allah Resulü hoş geldi" dedi. Allah Resulü, Ebu Eyyüb'un nerede olduğunu sordu. Hurmalık yakın olduğu için Ebu Eyyüb el-Ensari sesi duyarak koştu geldi ve "Hoş geldiniz" dedikten sonra "Bu vakit, Allah Resulü'nün geldiği vakit değil" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber @ durumu anlattı. Ebu Eyyüb el-Ensari hurmalığa giderek bir salkım hurma koparıp getirdi ve "Şimdi et hazırlatıyorum" dedi. Hemen bir keçi kesti, yarısını tas kebap şeklinde yarısını da ateşte kızartarak pişirdi. Yemeği Hz. Peygamber'in @ önüne koyunca Allah Resulü @: " Bir parça ekmek üzerine az miktarda et koyarak Fatıma'ya gönder. Birkaç günden beri bir şey yemek nasip olmadı " buyurdu. Sonra ashabıyla birlikte yemeği yedi. Birkaç çeşit yemeği görünce gözlerinden yaşlar boşandı ve: "Allah Teala'nın: "(Verdiğim) nimetlerden Kıyamet günü hesaba çekileceksiniz " (Tekasür 102/Cool buyurduğu işte bunlardır " buyurdu.
Çoğu kere öyle olurdu ki, Hz. Peygamber @ sabahleyin mübarek eşlerinin yanına gelir ve "Bugün yiyecek bir şeyler var mı ?" diye sorardı. Onlar, "Yok" derlerse Hz. Peygamber @, "Öyleyse ben de oruçluyum" buyururdu. (Son Peygamber, Nedvi, 621–623 )
İnsanlar, inanmak ya da kâfir olmakta serbesttir ama hiç kimsenin kendini alleme-i cihan gibi gösterip, olayları olduğundan daha farklı göstererek, hatta çarpıtarak, cehennemde kendisine dostluk(?) yapacak insan sayısını artırma hakkı yoktur.

HZ. MUHAMMED’İN EVLİLİKLERİ
Kâfirlerin sürekli gündeme getirdikleri bir konuda Hz. Peygamberin evlilikleridir. 15 asır önce yaşamış olan Hz. Peygamberin aile hayatı gözler önündedir. Onu tenkit edenlerin ve liderlerinin cinsel hayatı ise bilemediğimiz bir konudur. İsterdik ki onlarda neler yaptıklarını ortaya koysunlar da gerçekler ortaya çıksın. Ayrıca bir olayı değerlendirirken o zamanın mevcut şartlarıyla değerlendirmek gerekir. Sırçalı köşkünüzde oturup ta yüzyıllar önceki olayları kahvenizi içerek değerlendiremezsiniz.
Geçmiş toplumlarda çok evlilik olmuştur ve bu yaygındır. Bu sadece Arap toplumuna has bir âdet değildir. Hz. Peygamber evlenirken hiç kimseyle zorla evlenmemiştir ve utanılacak bir şey de yapmamıştır. Eğer toplumun adetlerine aykırı bir şey yapsaydı şimdiki kâfirlerin fikir babaları olan o dönemin kâfir ve müşrikleri bunu dillerine dolar ağızlarına geleni söylerlerdi. Hz. Peygamber “Allah’ım! Ben elimden geldiğince bütün hanımlarım arasında eşit davranmaya çalışıyorum. Gücüm yetmediği için yapamadıklarımdan beni sorumlu tutma. “ diyerek eşleri arasında eşit davrandığını da ifade etmiş.” Hiçbir zaman T.Dursun’un yaptığı gibi eşlerini dövmemiş, dövmeyi bırakın bir fiske bile vurmamıştır. Gençliğinde ve evlendikten sonra zina yapmamış, nikâhlanmış eşlerinin ve onların çocuklarının ihtiyaçlarını kendisi karşılamıştır.
Hz. Peygamberle evlenen hanımlar nasıl bir hayat süreceklerini ve Peygamberden sonra başkasıyla evlenemeyeceklerini bilmiyorlar mıydı?:
"Ey peygamber, eşlerine deki: Şayet sizin istediğiniz dünya hayatı ve onun ziynet ve süsleri ise, o halde gelin ben size bunlardan vereyim ve size güzel bir yol verme ile yol vereyim. Şayet Allah'ı, Rasûlünü ve ahiret yurdunu isterseniz, bu halde Allah sizin aranızdan iyi huylu ve iyilik sevenlere çok büyük mükâfatlar hazırlamış bulunuyor. Ey peygamber hanımları, eğer sizlerden birinden apaçık utanç verici bir fiil ortaya çıkacak olursa, onun cezası, iki kere katlanarak kendisine verilecektir ve bu, Allah için gayet kolay bir iştir. Allah'a ve Resulüne candan bağlı kalıpta aranızdan iyi ve güzel işler işleyenlerin mükâfatlarını biz iki misli vereceğiz ve ona asil ve seçkin bir rızk da hazırlamış bulunuyoruz. Ey peygamber hanımları, sizler diğer kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Al lah'tan çekmiyorsanız edalı konuşmayın, çünkü kalbinde kötülük bulunan bir erkek size göz dikebilir. O halde sözlerinizi, herkes için iyi ve makbul karşılanan bir biçimde söyleyiniz. Evlerinizde vakarınızla oturun, eski cahiliye devri kadınlarının kendilerini ortaya attıkları tarz ve biçimlerde siz de insanlar arasında kendinizi göstermeyiniz. Namazınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Al lah ve Resûlüne itaat ediniz.... Aile ocaklarınızda okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti (Hz. Peygamber'in açıklamalarını) hatırda tutun.... " (Ahzab/28-34).
“…Allah’ın Resûlüne rahatsızlık vermeniz ve kendisinden sonra hanımlarını nikahlamanız ebediyyen söz konusu olamaz. Çünkü bu Allah katında büyük bir günahtır. ” ( Ahzab/53)
Dikkat edilirse ayette;
1-Hz. Peygambere, hanımları isterse kendilerine mal verip boşayabileceklerini ifade edilmiştir.
2-Evli kalıp fuhuş yapacak olurlarsa normal bir kişinin fuhuş yapmasından daha büyük cezaya çarptırılacakları belirtilmiştir.
3-Konuşma ve hareketlerine dikkat etmeleri emredilmiştir.
4-İbadetleri yapmaları ve Allah’ın ayetlerini ve Peygamberin hadislerini daha sonra ki nesillere aktarmak için akılda tutmaları istenmiştir.
5-İkinci ayette ifade edildiği gibi peygamberden sonra, eşlerinin başkaları ile evlenmeleri yasaklanmıştır. Onlar ise bir peygamberle evliliği ve ahiret hayatını tercih etmişler evlenmişlerse, Dursun ve onun gibilere susmak düşer.
1-Hz. Hatice:28–40 yaşlarında iki çocuklu, dul. Peygamber onunla 25 yıl evli kalmış ve 2 oğlu 4 kızı olmuştur. Yaklaşık 620 yılında Hz Hatice ölünceye kadar Hz. Peygamber başka birisiyle evlenmemiştir. Hz. Peygamber, Hz. Hatice ile evlendiğinde 25 yaşındaydı.
2-Hz. Sevde: 50–53 yaşında, dul ve bir çocuklu. Hz. Hatice’nin ölümünden sonra evlendiği ilk kadındır. İlk devirde Müslümanlığı kabul etmiş Sükran b. Amr’la evlenmiş, Habeşistan’a hicret eden ikinci kafileyle hicret etmiş, eşi burada Hıristiyan olmuş, bunun üzerine Mekke’ye dönmüş, müşrik babası ve kardeşi Abd ile yaşamak zorunda kalmıştır. Hicretten iki yıl önce evlenmişlerdir. Hz. Peygamberin çocuklarının büyütülmesi ve eğitilmesinde önemli rol oynamıştır. Hz. Ömer halifeyken kendisine gönderdiği bir kese paranın tamamını fakirlere dağıtabilecek kadar cömerttir. Hz. Peygamber, Hz. Sevde ile evlendiğinde 51 yaşlarındaydı.
3-Hz. Aişe: Hz. Ebu bekir’in kızı olan Aişe, Peygamberimizin dul olmayan tek eşidir. Hicri 2. yılda evlenmişlerdir. Hz. Peygamber, Hz. Aişe ile evlendiğinde 55 yaşlarındaydı.Detay Hz resul niçin çok kadınla evlenmiştir adlı dosyamızda...!
4-Hz. Hafsa: Hz. Ömer’in kızı Hafsa, Huneys b. Huzafe ile evlenmiş kocasının Uhud savaşında şehid olmasıyla 22 yaşında dul kalmış. Fiziki olarak pek güzel olmadığı rivayet edilen Hz.Hafsa okuma yazma bilen nadir insanlardandır. Babasının, Hafsa’yı Hz. Osman’la olmayınca da Hz. Ebubekir’le evlendirme isteği onlar tarafından kabul görmeyince Hz. Peygamber Hafsa’yla Hicri 3. yılda evlenmiştir. Hz. Peygamber, Hz. Hafsa ile evlendiğinde 56 yaşlarındaydı.
5-Huzeyme kızı Zeynep: 60 yaşında dul. Hz. Zeyneb, evlilikten 8 ay sonra ölmüştür.
6-Ümmü Seleme: 65 yaşında 4 çocuklu dul. Mahzum kabilesindendir. Peygamber (a.s) Hicri 4. yılda Ümmü Seleme ile evlendikten sonra aynı kabileden olan meşhur komutan Halid b. Velid Müslüman olmuştur. Hz. Peygamber, Hz. Ümmü Seleme ile evlendiğinde 57 yaşlarındaydı.
7-Cahş kızı Zeynep: Hz. Peygamberin halası Ümeyye'nin kızıdır. 36 yaşlarında dul. Zeyd b. Haris’le evliydi boşandılar. Usame adını verdikleri çocukları Hz. Peygamber tarafından çok sevilirdi. Hz. Peygamber, Zeyneb'le Hicri 5. yılda, Hendek savaşından sonra evlenmiştir. Peygamber, Hz. Zeynep ile evlendiğinde 58 yaşlarındaydı.
8- Ümmü Habibe: 55 yaşında dul. Mekke başkanı Ebu Sufyan’ın kızı, kocasıyla birlikte Müslüman olan ve Habeşistan’a hicret eden Ümmü Habibe, alkolik kocasının Hıristiyan olması ve orada ölmesi üzerine Hicri 7. yılda evlilik gerçekleşir. Bu evlilikten kısa süre önce inen bir ayet şöyledir: “Ola ki Allah sizinle, içlerinden düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi (ve yakınlık) koyar. Allah hakkıyla gücü yetendir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Mümtehine/7) Mekke’nin fethi ile de babası Ebu Sufyan Müslüman olur. Hz. Peygamber, Hz. Ümmü Habibe ile evlendiğinde 60 yaşlarındaydı.
9- Cüveyriye. Beni Mustalık kabilesi reisi Haris’in kızı.
10-Safiye: Kurayza liderin kızı, Nadir kabilesinin liderinin karısıydı. Hayberin fethedilmesinden sonra Hz. Peygamber onunla Hicri 7. yılda evlenmiş üç yıl evli kalmışlardır. Hz. Peygamber, Hz. Safiye ile evlendiğinde 60 yaşlarındaydı.
11-Meymune: Hepsi değişik kabilelerin ileri gelenleriyle evli 8 kardeşi bulunan Meymune ile Hz. Peygamber Hicri 7. yılda evlenmiş ve üç yıl evli kalmıştır. Hz. Peygamber, Hz. Meymune ile evlendiğinde 60 yaşlarındaydı
Yukarıda da kısaca görüldüğü gibi Peygamberin evlilikleri, siyasi ve sosyal sebeplere dayalıdır. Müslümanların 10 yıl gibi kısa bir sürede Arabistan yarımadasına hâkim olmalarının altında yatan sebeplerden birisi de budur. Hz. Peygamberin evli kaldığı sürelere, evlendiğinde kaç yaşında olduğuna ve evlendiği kadınların yaşlarına bakılırsa mesele “buzağı altında, öküz arayan” Dursun gibilerin aktarmaya çalıştığından daha faklı olduğu görülecektir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimeC.tesi Ara. 26, 2009 12:53 am

HZ. ZEYNEB MESELESİ
1-Cahş kızı Zeynep:36 yaşlarında dul. Zeyd b. Haris’le evliydi boşandılar.
T.Dursun; şöyle diyor: “Zeyneb Bint Cahş, Muhammed'in oğulluğu Zeyd'in karısıdır. Zeyd'i Muhammed kendisine "oğul" edindiği için herkes ondan "Muhammed'in Oğlu (Zeyd İbn Muhammed)" diye söz eder.
Muhammed bir gün, Zeyd'i görmek için onun evine gider. Zeyd'i bulamaz, Zeyd'in karısı Zeyneb'le karşılaşır. Birden tutulur Zeyneb'e. Bir kadına Muhammed'in ilgi duyması, o kadının başka erkeğe -bu erkek kocası da olsa- uygun olmaktan çıkması ve dolayısıyla Muhammed'in olması gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle Zeyd durumu öğrenir öğrenmez Muhammed'e gidip konuşur:
— Karımdan ayrılmak istiyorum.
— Neden? Seni kuşkuya düşürecek bir şey mi yaptı?
—Vallahi hayır. Beni kuşkuya düşürecek hiçbir şeyi olmadı. Onun iyilikten başka bir şeyini görmedim.
—Öyleyse karını bırakma, Tanrı'dan kork!
Muhammed "karını bırakma" derken, gerçekte sevdiği Zeyneb'in boşanmasını istiyordu. İstiyordu ki Zeyd onu boşasın da kendisi alsın.”
"Ey Muhammed! Allah'ın nimet verdiği ve seninde nimetlendirdiğin kimseye: 'Eşini bırakma, Allah'tan sakın!' diyor; Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun İnsanlardan çekiniyordun. Oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik. Ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir." (Ahzâb, ayet: 37.)
1.1-T.Dursun burada “Muhammed'in içinde sakladığı şey, Zeyneb'e olan aşkıyla birlikte, Zeyd'in onu boşaması ve kendisinin almasına olanak sağlanmasını istemesiydi” diyerek işine gelen yorumu tercih etmiş, Okuyucuyu yanlış yönlendirmiştir. Burada “Muhammed'in içinde sakladığı şey” T. Dursun’un dediği gibi “evlenme isteği” değil, ayette hemen altta açıklandığı üzere “..Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun İnsanlardan çekiniyordun….. Ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsindir". Hz. Peygamber’in endişesi halkın “Muhammed evlatlığının karısıyla evlendi” dedikodusuydu. Bu surenin başında geçen şu ayetlerde bu konuyu açıklar: “Rabbinden sana vahyolunana uy. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter. Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.” (Ahzab/2-3)
Büyük bilgin(!) T.Dursun, usulü tefsir ilminde “ayetler, ayetleri açıklar” konusu işlenirken herhalde gırgır geçiyordu.
1.2-2000’e Doğru dergisinde diyor ki: “Muhammed bir gün Zeyd'i aramak üzere evine gider, Zeyd'i bulamaz. Evde Zeyd'in güzel karısı Zeyneb vardır. O sırada içeride çamaşır yıkamaktadır. Yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir.Peygamber Zeyneb'in güzelliği karşısında coşkuya kapılır ve şu sözleri söylemekten kendini alamayarak evden çıkar...... Zeyd eve gelince Zeyneb olayı anlatır. Zeyd içinde karısını yitireceği önsezisiyle Peygamber'e koşar: Zeyneb'i sevdinse hemen boşayım, sen al, der. Muhammed'in karşılığı: O nasıl söz, karım boşama! Ancak içten içe boşanmasını da ister.”
Şu cümleler hiç bir kaynakta geçmez, senaryolaştırmadır :“Yorgunluktan ve terden pembeleşen yüzü ve yarı çıplak vücuduyla” diye adeta oradaymış gibi tanımladığı, Peygamberin düşüncelerini okuyup “Zeyneb'in güzelliği karşısında coşkuya kapılır” sözleriyle ifade ettiği, Zeyd için de “Zeyd içinde karısını yitireceği önsezisiyle” (karısını kaybedeceği endişesinde olan Zeyd’in gelip Peygambere “Sevdinse hemen boşayayım” cümleleriyle ifade ettiği T.Dursun’un yazdığı senaryo, İslam’ı bilmeyen kitleler için etkileyici oldu mu bilinmez ama işin aslı da şudur:
2.1-Hz Peygamber, Zeyd’i evlatlık olarak almış ama daha sonra, bir ayetle bu evlatlık kaldırılmıştır.
2.2-Hz. Zeyneb, Hz. Muhammed’in öz halasının kızıdır. Nedense T.Dursun bunu okuyucusuna söylemez.
2.3-Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb’i evlendiren Hz. Peygamberdir bunu da söylemez..
2.4-Hz. Peygamber, Zeyneb’i daha önce Hz. Zeyd için istemiş ama Zeyneb’in ailesi vermemiştir. Ahzab Suresinin 36. ayeti bunun üzerine inmiş ve ailesi Zeyneb’i Hz. Zeyd’e vermiştir.
2.5-Hz. Zeyd zenci ve azat edilmiş olsa da bir köledir. Hz. Zeyneb bu evlilikten hiç bir zaman hoşnut olmaz.
2.6-Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb daha önce den çok sık kavga etmekte ve bunu Peygambere ilettiklerinde Hz. Peygamber sabır tavsiye ederek evliliklerinin devamı için çaba sarf etmektedir. Gayesi Zeyneb’le evlenmek olsaydı bunu niye yapsın?
2.7-Araplarda geçerli olan “Bir kişi evlatlığının boşanmış karısıyla evlenemez” yargısı da Hz. Peygamber’in, Zeyneb’le evlenmesiyle son bulmuştur.
2.8-T. Dursun’un masalına göre “Muhammed bir gün, Zeyd'i görmek için onun evine gider. Zeyd'i bulamaz, Zeyd'in karısı Zeyneb'le karşılaşır. Birden tutulur Zeyneb'e”.
Sanki Hz. Peygamber Zeyneb’i hiç görmemiş, sanki Zeyneb halasının kızı değilmiş, sanki onu Zeyd’le evlendiren Hz. Peygamber değilmiş. Sanki Peygamber onunla Zeyd’i evlendirmeden önce evlenemezdi?
2.9-Ahkamu’l Kur’an’da, şöyle der:Zeyneb Allah Resulünün yakın bir akrabası olarak her zaman yanındaydı. Örtünme ayeti henüz inmediği için her zaman onu görebiliyordu” dediğini nereden bilecek, bilse de bunu yazacak dürüstlük nerede?
3.1-“2000’ e Doğru” dergisinde Turan şöyle der: “... Peygamberin Zeyneb'e olan aşkı, evlendikten sonra da uzun süre devam eder. Hadislerin anlattığına göre, Peygamber nerede güzel bir kadın görse hemen eve koşar, Zevneb'le yatardı.” (Buhari - Hibe/8 - Tecrîd hadis no: 1130)
3.2-Hz. Peygamberi (a.s) bu şekilde okuyucusuna takdim eden ünsüz yazar, sanki Peygamber’in (a.s.) hiç bir işi, hiç bir görevi yokmuş son derece çapkın bir insan gibi hep güzel kadınları takip edip, onlardan bir şey elde edemeyince hemen nefes nefese koşarak evine gelip hanımıyla yatarmış gibi göstermektedir. Şimdi bu Kafirin verdiği kaynağa bakıyoruz öyle ya okuyucuyu tatmin etmek için kaynak vermek gerekir. Yani Tecrîd hadis no: 1130, Hayret doğrusu. Tecrid 8. cilt, sayfa 17 Hadis No:1130 böyle bir hadis yooook. Numarasını verdiği hadiste sadece Hz. Zeyneb ile Hz. Aişe arasında cereyan eden bir tartışmadan bahsediliyor. O kadar… Herhalde Diyanetin bastırdığı Tecrid ile Dursun’un kitabı farklı farklı….(?)
3.3-Yukarıda Dursun'un rivayetini verdiği hadis bazı hadis kitaplarında yer alsa da mesele S. ATEŞ'in dediği gibidir:
".. İyilik, fazilet kalbe hiçbir kötü düşüncenin gelmemesi değil, gelen bu kötü düşüncelere uymamak ve bunları kovmaktır.
Yazarın yukarıya aldığımız rivayeti, bir tek kişinin haberidir. Bu haber, en az iki-üç yüzyıl ağızdan ağza dolaştıktan sonra yazıya dökülmüştür. Aktarandan aktarana geçerek ikiyüz yıl dolaşan bir insan haberinin, aslına ne derece uygun olduğunu takdir etmek güç değildir. Bundan dolayı vâhid haberleri kesinlik değil, zan ifade eder. Doğruluğu kesin değildir, muhtemeldir. Yani bu haber doğru da olabilir, yalan da olabilir.
Tutalım ki rivayet doğrudur, Hz. Muhammed, kasıtsız olarak karşısına çıkan bir kadına bakmış ve içinde bir arzu uyanmıştır. Bunun çaresi, hemen evine gidip nefsini helâl olan eşi ile yatıştırmak ve içinde uyanan o duyguyu kalbinden savmaktır. Eğer Hz. Muhammed, gözüne çalınan kadının ardına düşüp onu izleseydi o zaman bu eylemi kınanırdı. Kasıtsız olarak kalbine doğan bir isteği, helâl bir yöntemle savması, arkadaşlarına da böyle yapmalarını öğütlemesi fena bir şey midir?
Zaten kendisi, kasıtsız bakışın doğal olduğunu, bundan günah yazılmayacağını, ama ısrarla, döne döne bakmanın günâh olduğunu söylemiştir: "Bakışı bakışın ardına takma, gözünü dikip bakma, ilk bakış (göze çalınma) lehinedir (bundan ötürü sana günâh yoktur) ama ikinci bakış lehine değildir (günâhtır)." (Ebû Dâvûd, Nikâh: 43; Tirmizî, Edeb: 28)
3.4-Hadis şöyledir: "Hz. Peygamber bir kadın gördü, eşi Zeyneb'in yanına gitti (ki o anda) eşi deri tabaklamakla meşguldü, ihtiyacını gördü ve arkadaşlarının yanına çıktı...", Haberi Vahid'le, Haberi Mütevatir arasında ki farkı bilmeyen Dursun'un elinde yukarıdaki şekle dönüvermiştir.
3.5-Hadisin yüzde yüz doğru olduğunu varsaysak bile, görüldüğü gibi ravi "ihtiyacını gördü" demekte "ihtiyacının" ne olduğundan bahsetmemektedir. Yani hadisi rivayet eden kişi içerde Hz. Peygamberin ne yaptığını görmemiştir. Zaten görmesi de mümkün değildir.

HZ. SAFİYYE OLAYI
1-Safiye: T.Dursun’un dramatik bir tarzda anlattığı ve sanki Yahudilerin toptan kılıçtan geçirildiği izlenimi verdirmeye çalıştığı Beni Kurayza Yahudileri ile olan savaştan önce Hendek savaşından bahsetmek gerekir. Hendek savaşından önce, Benî Kureyza Yahudileri, hiç bir gruba taraf olmamışlardı. Ama Benî Nadîr Yahudileri onları bu savaşa katmaya çalıştı. Safiyye'nin (ra) babası Huyey b. Ahtab kalkıp doğrudan Kureyzâ oğullarının lideri Ka'b b. Esed'in yanına gitti. Ka'b görüşmeyi reddetti. Huyey: "Ben ucu bucağı olmayan deniz gibi bir ordu getirdim. Kureyş ve bütün Araplar ayağa kalkmışlar, hepsi de Muhammed'in kanına susamış durumdalar. Bu fırsat, elden kaçırılacak gibi değil. Artık İslâm'ın sonu geldi" dedi. Ka'b hâlâ savaşa katılmaya razı değildi. "Muhammed'i daima sözünde duran biri olarak tanıdım. O'nunla yaptığım anlaşmayı bozmam ve verdiğim sözde durmamam mertliğe sığmaz" dedilerse de savaşa katılarak Müslümanlarla yapılan anlaşmayı “Muhammed kimdir, anlaşma nedir, biz tanımıyoruz” diyerek bozdular, ihanet ettiler.
Hendek savaşından sonra geri çekilen Benî Kurayza’lılar, Safiyye'nin (ra) babası Huyey b. Ahtab’ı yanlarında götürdüler. Hz. Peygamber, “Hiç kimse silahını bırakmasın, hedef Kureyza” diyerek, Beni Kureyza’nın anlaşmayı bozmalarının hesabını sormak için yola çıktı. Beni Kureyza’lılar özür dileyip anlaşma zemini hazırlayacaklarına, Peygambere küfürler yağdırdılar. Kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. Sonunda Sa’d b. Muaz’ın vereceği karara razı olacaklarını bildirdiler. Sa’d b. Muaz Tevrat’a göre hüküm verdi ve erkeklerin öldürülmesine karar verdi. Bu yaklaşık savaşa katılan 400 (Bkz. İbni Hişam, Beni Kureyza gazvesi) kişinin öldürülmesi demekti ve Yahudiler buna hiç itiraz etmediler.
Peki, Hz. Peygamber Beni Kurayza’ya karşı nasıl davranmıştı:
1.1-Yahudilere anlaşma yapılmış ve dinlerini serbestçe yaşayabilecekleri bildirilmişti.
1.2-Aleyhinde pek çok karar olan Beni Kurayza’ya haklar vererek, Beni Nadir’le eşit seviyeye çıkarmıştı.
1.3-Beni Nadir sürgüne gönderilmiş ama Beni Kurayza’yla tekrar anlaşma yapmıştı.
1.4-Beni Kurayza Hendek savaşına katılarak anlaşmayı bozdu.
1.5-Hendek savaşının çıkmasını sağlayan Safiyye’nin (r.a) babası Huyey b. Ahtab’ı koruma altına alarak kalelerine götürmüşlerdi.
Her iki taraftan insanların öldüğü bir savaşı başlatan, binlerce insanı zor duruma düşüren, anlaşmaları bozan, Müslüman hanımların kaldığı kaleye saldıran Beni Kurayza’ya onların Kutsal kitapları doğrultusunca verilen karara Yahudiler bile itiraz etmemişken T. Dursun niye itiraz ediyor onu anlamakta güçlük çekiyoruz. Yahudi’den çok, Yahudicilik acaba niye?
Yüzlerce ağaca soykırım yapıldı diyen çevreci(?) T. Dursun, Hz. Peygamberin(a.s) bunu geçimlerini hurmadan sağlayan Yahudilerin direnişlerini kırmak, teslim olmalarını sağlamak ve her komutanın ordusunu az zayiatla başarıya ulaştırmak için ne yapılması gerekirse onu yaptığını anlamasını beklemiyoruz zaten.
Bizzat kendisi elleriyle yüzlerce hurmayı diken, “Savaşta çocuklara, kadınlara, yaşlılara, ağaçlara zarar vermeyin.”, “Kıyametin koptuğunu görürseniz elinizde fidan varsa onu diken” diyen Hz. Peygamberin bu yönünü ortaya çıkarmasını da kendisinden beklemek abesle iştigal olur. Ateist, ateistliğini yapar.
Safiye, Kurayza liderin kızı, Nadir kabilesinin liderinin karısıydı. Babası ve kocası ölmüş, kendisi de esir edilmişti. Dıhyetü’l Kelbi gelerek bir hizmetçi istemiş Hz. Peygamber de “Bizzat giderek bir tane al.” Diyerek tercihi Kelbi’ye bırakmış o da giderek Safiye’yi almıştı. Daha sonra bir Müslüman gelerek bu seçime Safiyye’nin konumunu göstererek itiraz etmiş ve Safiyye ile Hz. Peygamberin evlenmesinin doğru olacağını söylemiştir. (Müslim 4/546)
Hz. Peygamber (a.s), Safiyye’yi azat etmiş, çekip gitme ya da kendisiyle evlenme seçeneğini sunmuş. Safiyye’de bir peygamberle evlenmeyi tercih etmiştir. (İ.Hanbel, Müsned, 3/138)
Hz. Safiyye, şu rivayeti nakleder: “Hz. Muhammed, Medine’ye hicretten sonra babamla amcam O’nu dinlemeye gitti. Döndükten sonra amcam, babama “O mu?” (Yani beklediğimiz peygamber mi?) diye sordu. Babamda “Vallahi “O” diye cevap verdi. Amcam “Peki ne yapacağız?” diye sordu. Babam: “Vallahi ben yaşadığım müddetçe ona iman etmeyeceğim.” Diye cevap verdi.
İslam’a ve Müslümanlara düşmanlıkta T.DURSUN dan daha ileri olan Oryantalist Leoni Caetani bile: “Muhammed'in, dâima nefsine ve ihtirasına hâkim olmayı bilen adamlardan biri olduğunu ispat etmek zor bir şey değildir.”
“Evliliklerinden birçoğu bazı kabilelerin sevgi ve yakınlığını çekmek yahut taraftarlarından bazılarını daha sıkı bağlarla bağlamak gibi bir siyasî bir düşünceyle yapılmıştı.”
Bu ve benzeri iddiaların cevapları Hz. resul neden çok kadınla evlenmiştir adlı dosyamızdadır !

KADININ UĞURSUZ SAYILDIĞI İDDİASI
“…. Arsel'in kitabı, şimdiye dek yazdığı kitaptan gibi son derece değerli, titiz bir inceleme, araştırma ürünü. Sağlam, dürüst bir bilim adamının değerlendirmesi olarak, ele alınanların hepsi sağlam kaynaklara dayalı. Yürekli, daha güzel bir dünya hazırlanmasına yönelik, ışık tutucu örnek bir çalışma. Kitap, yüzyılımızın kitabı olacak nitelikte. "Kadın hakları" yönünden özellikle.” (Turan Dursun, Din Bu I,110-112)
Turan Dursun’un göklere çıkardığı, dürüst bilim adamı, İlhan Arsel’in “yüzyılımızın kitabı olacak nitelikte”ki titiz bir inceleme ve araştırma ürünü olan kitabında ki “Atta, evde, bir de kadında uğursuzluk" olduğu konusunda ki hadisin aslı neymiş ona bakalım.
1.1- İlhan Arsel ve T. Dursun gibi düşünenlere Usulü fıkıh Dersi:
Hangi kitapta olursa olsun, bir hadis rivayeti, ancak mütevâtir olduğu takdirde inanmayı gerektirir, kesinlik ifade eder. Buhârî ve Müslim'de bulunan hadisler mutlak doğru olmayabilir. Usul âlimlerine göre içlerinde “Teda’uf” olabilir. Yani birisine göre “sahih” kabul edilen bir hadis, diğer muhaddise göre “zayıf” olabilir çünkü hadis kabul etme şartları farklı farklıdır. Sağlamlık bakımından dereceleri de farklıdır. Fakat bunların çoğu, pek çoğu “vâhid” haberdir. Buhârî ve Müslim'de yer almış olsa da tevatür derecesine erişmemiş kişi haberleri, "yakîn" (yani kesinlik) değil, zan (sanı) ifade eder. İçinde kuşku bulunduğu için kesin hüküm bildiremez.
“Sahih” hadisin tartışması, "Müslüman’ım" diyenlerce ve uzmanlarınca yapılamaz.” diyen Dursun'a "Ha! Evet! Kafirlerce yapılabilir" demek gerekir di.
Asırlardır muhaddisler, hadislerin, zayıfını, sahihinin, mevzusunu, ravisini, ricalini, tearuzunu... araştırmakla boş şey mi yapmışlar. Allah onlardan razı olsun onlar sayesinde ilim adına küfrünü yayanların gerçek yüzü anlaşılıyor.
1.2- Hz. Peygamber buyurmuştur ki: “Üç şeyde uğursuzluk vardır: Atta, evde, bir de kadında da"
Turan, Buhârî'de yer almış bulunan bu hadisin sağlamlığında hiç kuşku bulunmadığını ileri sürmektedir. İşin garip tarafı, Turan işine geldiği zaman Buhari’deki hadislerin uydurma olduğunu söyleyip reddetmekte, bazen alay etmekte, bezen de hadislerin yazılmasının yasaklandığını söyleyip bu kitapların çok sonraları yazıldığını söylemektedir.
Evet! Bu hadis Ebû Hüreyre'den gelmektedir. Doğrudur ama eksiktir. Bunu görmeyen İ. Arsel ve T. Dursun ikilisi canlarının istediği gibi yorum yapmakta ve meseleyi dallandırıp budaklandırmakta okuyucuyu istedikleri mecralara götürmektedirler.
Meselenin doğrusunu öğrenmek isteyen buyursun okusun:
“Katade’nin rivayetine göre: Amiroğullarından iki kişi Hz. Âişe'nin yanına geldiler, dediler ki:
Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Musned’inde şu haberi rivayet etmektedir: Muhammed b. Râşid bize, Mekhulün şöyle dediğini rivayet etti:
Hz. Âişe'ye, Ebû Hureyre'nin, "Resulullah (a.s.): Uğursuzluk şu üç şeydedir; evde, kadında ve atta.” buyurdu." dediği sorulunca, o şöyle cevap verdi: "Ebû Hureyre iyi ezberlememiş, o girdiğinde Resulullah (a.s.) Allah, Yahudileri kahretsin, şöyle derler: Uğursuzluk şu üç şeydedir; evde, kadında ve atta." buyurmuştu; ama o, hadisin başını işitememiş, sadece sonunu duymuştur." (Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsned. s, 215, no: 1537)
İşin doğrusu Aişe’nin yukarıda ki sözüyle anlaşılmışsa da, anlamak istemeyenler için biz biraz daha bilgi verelim.
1.3-“Şum” uğursuz saymak demektir. İslam’da “uğursuzluk yoktur” diyen Hz. Peygamber kendisiyle çelişkiye düşmez. Ama rivayetlerin arasındaki bağlantıyı bilmeyenler çelişkiden kurtulamaz.
1.4-Yüce Allah: "Dilediğine kızlar, dilediğine erkekler hibe edeceğini" bildiriyor (Şûra: 50) Ayette, gerek kızın, gerek oğlanın, Allah'ın bir bağışı, lütfü olduğunu belirtirken önce kızın zikredilmesi düşündürücüdür. Zira Arap dili ve edebiyatına göre bir kelimenin önce geçmesi onun önemini gösterir.Yüce Allah buyurur:"Ben sizden erkek ve kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep biri birinizdensiniz…" (Âli İmran: 194)Yüce Allah buyurur:"İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velisi (koruyucusu)dirler. İyiliği emreder, kötülükten menederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Elçisine itaat ederler, işte Allah onlara rahmet edecektir." (Tevbe: 71)"Erkek veya kadından her kim inanarak güzel işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa: 124)"Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygılı erkekler ve saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; işte Allah, bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Ahzâb: 35)
1.5-Abdullah ibn Mes'ûd, Hz. Muhammed'e(a.s), kiminle beraber bulunması, kime hizmet etmesi gerektiğini sorunca Hz. Muhammed, üç kez "Annen’e" dedikten sonra, “Baban’a", demiştir. (Buhârî, Edeb: 2; Müslim, Birr: 1)
1.6-Peygamber, kötü huylu veya kırıtkan bir kadın hakkında: "Şeytân, kadın şeklinde görünür" demiştir.Zaman zaman alıntı yaptığı Rağıb el-İsfehani’nin “Müfredat”ına baksaydı Arapça’da şeytan kelimesinin “İnsan ya da hayvanlardan, kötü huylu olanlara (ele avuca sığmayan, haşarı olanlara) sıfat olarak verildiğini” görürdü. (el- Müfredat fi Garibil Kur’an, 381) Bunu görmek istemeyen, görmeden yorum yapanlarda nerede o samimiyet?
1.7-Kur’an-ı Kerim, şeytanın erkek şeklinde olabileceğini de söylemiştir.Bedir Savaşı sırasında Bekr oğullarından Sürâka ibn Mâlik ibn Cu'şum adında bir kişi Kureyşlilere katılmış, onları savaşa teşvik ve tahrik etmiş, sonra iki ordu karşılaştığında işin ciddiyetini, zorluğunu anlayan Sürâka, kışkırttığı adamları bırakıp kaçmıştır. İşte bu adam, Kurân'da şeytan olarak takdim edilmektedir:
"O zaman şeytân, onlara, yaptıkları işi süslemiş: 'Bugün insanlardan, sizi yenecek kimse yoktur. Korkmayın, ben de sizin yanınızdayım!' demişti. Fakat iki topluluk birbirini görünce ardına dönüp: 'Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkarım zira Allah'ın cezası çetindir!' dedi." (Enfâl: 48)
“İşte böylece biz her Peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları iftiralarıyla baş başa bırak.” (En'âm 112) surelerinde hem cinlerden, hem de insanlardan şeytanlar bulunduğu belirtilmekte, kötü huylu, bozguncu insanların şeytan tabiatlı olduklarını söylemektedir. Şimdi bu ayetlerden, bütün erkeklerin şeytan olduğu anlamı çıkarılabilir mi? İnsanın, niyeti bozuk olunca herkesi kendi düşündüğü gibi yönlendirmeye çalışıyor.
Bir “Tefsir usulü" uzmanı, bir "hadis usulü" uzmanı, bir "fıkıh usulü" uzmanı olan Turan’ın bir hadis karşısında ki tavrı bu, varın yazdığı diğer yazıları siz düşünün.
TURAN DURSUN’UN PSIKOLOJIK YAPISI
Kişinin karakteri ve yapısının çocukluk devresinde aldığı eğitim ve ailesinin tavrı ile yakından alakalı olduğu bilinen bir gerçektir. Aşağıda alıntı yaptığımız bölümler Doğu Perinçek’in karısı Şule Perinçek’in Turan Dursun’la yapılan röportajından alınmıştır. Bu onun nasıl bir ruh yapısı içerisinde olduğunu gösterecektir sanırım. (Not: Cümle bozuklukları ve düşüklükleri aynen alınmış, hiçbir düzeltme yapılmamıştır.)Doğu’da medresede okudukları yılları anlatan Dursun şöyle diyor:
1- “….en az 40-50 öğrenci olurdu. yatar kalkarlardı. Romanımda orada homoseksüel olayların bulunduğunu da belirtiyorum. Erkek çocuk denmez. Çocuk yaşta olan yalnızca ben vardım. yani en az 13-14 yaşında. 25-30 yaşlarında olanlar da vardı. Çeşitli basamakta olan mollalar…” Öğrenciyken talebeler arasında homoseksüel ilişkiler olduğundan bahseden Dursun acaba aktif yada pasif olarak bunlara katılmış mıdır? Kitaplarında yazdığı Peygamberin cinsellikle ilgili yazılarında bunun bir etkisi olmuş mudur?
2- “…tanrı ile kavga ederdim….”
Don Kişotvari bir tavır sergileyen Dursun Allah’la ile iplerinin kopmasını da şöyle açıklar; “allah'la kavgam ondan. rüyamda allah'ı görmüştüm. bir söğüdü yontuyordu. bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş, bir ayağını yukarısına. dallarını falan yontuyor. herkes çevresine toplanmış. ben bir fırsatını buldum, sokuldum. "kim bu?" diye sordum. allah, dediler. "peki, söyleyeceklerim var" dedim. önce kızmaması için yemin ettirdim. yemin etti. "valla billa kızmam" dedi. "ben senin yaptığın işleri beğenmiyorum, ben. senin yerinde olsam bunları yapmazdım. madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın'? sonra safi'yi çok güzel yaratmışsın. sabo, safi'nin ablası çocuk felci mi geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. çok üzülüyordum, acıyordum,"neden öyle yaptın" dedim. böyle bir tartışmamız olmuştu. o zamanlar 10-11 yaşlarındaydım. kargalık' taydım..”
7 yaşındayken aşık olan kahramanımız Dursun, daha sonra bir de kargalık köyündeyken (herhalde Ağrı/ Tutak/kargalı köyü olsa gerek) Safi diye bir kıza aşık olmuş, aslında kız onu ayartmışmış. Rüyasında Allah’a, Safi’nin, “çarpık çurpuk” olan ablası Sabo’nun hesabını sormuş, Tanrıya kızmayacağı konusunda da yemin ettirmiş. Ha birde tanrı oturmuş bir ayağını söğüdün aşağısına, diğerini de söğüdün yukarısına koymuş söğüt yontuyormuş. Bozulmuş Tevrat’ın, Yakub peygamberi Allah’la güreş tutturmasından çok etkilenmiş anlaşılan. Dursun, biraz akaid okusaydı dediği şartlarda Allah’ın rüyada görülmeyeceği, onun şeytan olduğunu anlardı.
3-Kendisini ayartan (!) sevgilisi Safi, buna epeyce tecrübe kazandırmış anlaşılan.
“…sevgili olmuştuk. kız beni ayartmıştı. ailesi bizim evlenmemizi istiyordu. küçüklükten, yani dokuz yaşını buldun mu, şeriata göre evlendirilir. kız dokuz yaşına geldi mi tamam. kız beni hep ayarttı. Bazı şeyleri ben bilmezdim. kız soyun, işte şöyle, böyle", yani benim hiç bilmediğim şeyleri kız göstermişti o sıralar. epeyce ilişkiler, duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda...”
Safi’yle hangi tecrübeleri yaşadığı bizce malum değildir ama okuyucu istediğini düşünmekte serbesttir.
4-T.Dursun karısını “pek” sevmediğini ama onun kendisine olan ilgisinin çok ileri derecede olduğunu söyler.
“…naime'yle pek sevişmiş sayılmazdık. hatta onu başkasına kaçırmayı bile planlamıştık. …ama genç sonradan vazgeçti”
“…karı- koca bu duygularını zamanla yitirirler. karımın bu durumu sürmüştür. tabii çok nedenleri var. onun bu duygusal yoğunsallaşması, benim karıma daha da önem vermemi gerektirmiştir. önem verdim de ne yaptım? ayrılmayı hiç düşünmedim. başka sevdiklerim olduğunda onlara yönelmemişimdir…”
Acaba başkasının kaçırmayı düşündüğü sonra da vazgeçtiği bir kadınla evlenmenin ve evliyken de başka kadınlara âşık olmasının, yazılarında “Peygamberin evlilikleri ve cinsel yaşantısını” araştırmaya yönelmesinde bir ilgisi var mıdır? Ciddi bir psikologun araştırmasında yarar var.
5-Karınızın Dini inancı var mı? Sorusuna bakın Dursun ne cevap veriyor:
“…dini inancı tümden yok denebilir mi, bilmiyorum. yalnız yıllar önce babama "efendi baba, allah, allah diyorsun ama ben senin oğlunu allah'tan daha yüksek görüyorum. allah o kadar iyi olamaz" demiş. babam "hadi, oradan hınzır oğlu hınzır" demiş kovmuş yanımdan, yıllar önce derdi ki: "bu peygambere inanmıyorum. ama allah'a inanıyorum. ama sen inanmıyorsun. 'herhalde yok yoktur' diye düşünüyorum o zaman. allah senin gibi bir insanı nasıl cehennemde yakar. Öyleyse yoktur." Şimdi düşünüyorum kırıntıları filan vardır…”
Karısı tarafından Allah’tan daha yüksek görülen, babası tarafından çok sevilen ama daha sonra babasıyla tüm ilişkilerini kopararak nasıl bir evlat olduğunu gösteren bir profil var önümüzde.
6-T.Dursun, karısını döver miydi?
“…molla döneminde ilk zamanlarda oldu. onun üzüntüsü her zaman yoğundu. fakat bu durum çok sürmedi. o bir dönemdi. Bu böyle olurmuş dedim. babanız annenizi döver miydi? çok, çok... o bir gelenek gibiydi…”
Babasının annesini sıkça dövdüğü ve kendisinin de “bir dönem” karısını dövdüğünü söylediği “dönem”in ne kadar olduğu konusunda bir bilgi kendisinden maalesef ulaşmamıştır. Bir yıl mı, beş yıl mı on yıl mı…? Zaten “bu böyle olurmuş”(?) ne önemi var canım! “Molla döneminde ilk zamanlarda oldu” diyerek zekice(?) topu auta attığını zannediyor Dursun. Sanki eşini dövmesini aldığı dini eğitim emretmiş. Hz. Peygamberin eşlerin dövülmesini yasakladığından da haberi yok bunun. Yoksa var da söylemek işine mi gelmiyor?
7-Hiç tarikata girdiniz mi? Sorusuna verdiği cevap:
“…hayır. bir ara saidi nursi'ye sempatim olmuştu…”
Zavallı yazar, Saidi Nursi’nin bir şeyh ve nurculuğun bir tarikat olmadığını hatta Saidi Nursi’nin tarikata karşı olup, “zaman, tarikat zamanı değildir.” Dediğinden ve cemaatlerden bi-haber.
8-Halkın komünist müftü demesinin doğruluğu ne kadar onu da kendisinden öğrenelim.
“…Tarık zafer tunaya'nın başkanı olduğu devrim ocakları'nın kurucuları arasındaydım…” Bunları röportaj yaptığı Şule Perinçek’in kocasının dergisi 2000’e doğru da ilmi (!) yazılar yazdığından mı böyle demiştir bilemiyoruz.
9-“…Türkiye gençlik teşkilatı'nın bana bir çağrısı, önerisi olmuştu. götürelim, papa ile tanıştıralım demişler "madem papayla konuşacağım, o Hıristiyan. biz de Hıristiyanlar konusunda birtakım şeyler biliyoruz ama İslam’ın aktardıklarını biliyoruz. acaba bunların kendi kaynaklarında ne diyor? onu öğrenmeliyim ki konuştuğum zaman daha güçlü olarak konuşayım"
Katoliklerin lideri Papa Vatikan’da oturur normal birisinin görüşmesi mümkün olmadığı gibi, görüşebilecek konumda olanlar da en az iki ay önceden randevu alması gerekir. Din etnologu olan zavallı Dursun, Papa ile papaz arasındaki farkı bile bilmekten aciz.
10-“…hafızlar kuran'ı ezbere bilir, ama hafız hangi ayetin nerede olduğunu, hangi konuda hangi ayet olduğunu bilemez. ama ben hemen bilirim…”
Breh breh! T.Dursun, hafız değil ama Kuranı ezbere bilen hafızlardan daha iyi biliyor. Hem hangi hafıza hangi ayeti sorsanız hangi cüz hangi sayfada olduğunu hemen bilir. İnsan acaba Dursun hayatında hiç hafızla karşılaşmış mı diye sormadan edemiyor.
11- Allah’la ilk kavgasının bir rüya ile başladığını söyleyen Dursun;
“ben peygambere inanmıyorum, ama allah'a inanıyorum".o bir süre sürdü. ama çok uzun değil…” diyerek çelişkinin en güzel örneğini sunmuş çünkü yaptığı olağanüstü(!) deney evlilik yıllarında olmuştur.
“…deneyler yaptım kendi kendime, tanrının olmadığına ilişkin. önce tanrı varsa, bu tanrı muhammed'in tanrısı değildir diyordum. olamaz ama, acaba bu tanrı ne iş yapar? varsa ne yapar? önce var mı? rastlantılar üzerinde durdum. rastlantı öğeleri üzerinde durdum. evde, karım gene şaşırmıştı. "sen delirdin mi" demişti….”
12-Dursun’un yaptığı bilimsel deneyi neymiş şimdi görelim:
“kovaya su doldurdum. süpürgeyi alıp batırdıktan sonra duvarlara rasgele serptim. baktım. bakıyorum duvarlarda çeşitli biçimler oluyor. insan resmi, hayvan resmi, ağaç... kuruyor. ben bir daha serpiyorum. Kadıncağız orada öyle bakıyor. "ne yapıyorsun sen" diyor. "neden yapıyorsun?" allah var mı, yok mu onu bulamaya çalışıyorum" dedim.
anlayamıyordu, (niye anlayamıyorsa “ama ben senin oğlunu allah'tan daha yüksek görüyorum” diyen bir kadın buna niye şaşar?) suyla süpürgeyle duvara serpmeyle allah'ın ne ilişkisi var. onlarla bir kanıt bulmuştum. bu duvarlarda çeşitli resimler oluşuyor. hayvan resmi. gerçi süpürge benim elimde, su da. suyu serpen de benim. ama o biçimler benim irademden
kaynaklanmıyor. rastlantısal oluyor. eğer benim irademden kaynaklanıyor olsa, aynı biçimleri bir daha yapabilmeliyim. Aynı biçimde serpiyorum, başka resimler meydana geliyor. demek ki rastlantısal. öyleyse neden insanlar da evren de rastlantısal
olmasın. pekala milyonlarca yıl içinde, biçimden biçime geçerek, değişerek. antropolojiyle de çok yakından ilgilendim. Bu allahlılık iki üç yıl daha sürdü. birden tümden o da silindi. o gelişmeler artık tanrının hiç olmadığı noktaya gelmekle sıçrama gösterdi. tanrıyı inkar etmek demiyorum, olan bir şey yok ki inkar edeyim. tanrının yok olduğunu bilme noktasına varmam, o sıçrama, birkaç yılımı aldı…”
Yaptığı dünya literatürüne girecek deneyde süpürgeyi elinde alan varlık, süpürge yerine resim fırçası alıp şövaleye bir kâğıt koyup resim yapmaya kalksa daha doğru sonuç alır, “Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmediğini” bulurdu.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız T. Dursun yazılarını nasıl bir haleti ruhiye içerisinde yazdığını bizlere göstermektedir.
13-“Sonunda bir kapı buldum” diyor Dursun kitabının önsözünde, " 2000'e Doğru dergisini çıkaranlar açmıştı bu kapıyı. Saçak dergisi ve sonra 2000'e Doğru. "Ohh"! Ne güzel bir olay. Artık, İslâm'daki özel deyimiyle "mesail-i müstetire"yi, yani dince "kapalı kalması gereken konular"ı gün ışığına çıkarabilecektim. Ve koyuldum. Bildiğiniz gibi...
Eğer bunlar “"kapalı kalması gereken konular”sa İslami kaynaklarda niye yer alsın? Müslümanlar gizli kalması, konuşulmaması gereken konuları, kâfirlere malzeme olarak asırlar önceden niye kitaplarına alsın? Güya aklınca, tarihte yapılmamış bir şeyi yaptığını söyleyerek 2000’e doğru dergisine dalkavukluk yapacak. Ayrıca Tıklayınız-PEYGAMBERİMİZ NİÇİN ÇOK KADINLA EVLENMİŞTİR KONUSU
http://www.islamustundur.com/konular/annelerimiz.html

KAYNAK
http://www.islamustundur.com/turadursun3.html
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimePaz Ara. 27, 2009 7:13 am

4
TURAN DURSUN'UN PSİKOLOJİK YAPISI-KİTAPLARINDAKİ TAVRI..İDDİALARI CEVAPLAR

Turan Dursun Kitaplarındaki Tavrı:
1-Kitaplarında genellikle Türkçesi olan kaynaklardan alıntı yapmıştır.
2-İddia ettikleri şeyler kendi orijinal ürünü değil yıllardır Hıristiyan-Yahudi oryantalistlerin gündemde tutmaya çalıştıkları konulardır. Dursun sadece pazarlamacılık yapmıştır. Zaten bir alıntısında buna yer vererek “Leoni Caetani öyle diyor, araştırılması lazım” diyerek zekice okuyucunun aklını karıştırmak istemiş "ama doğru bir şey yaptığını sanıp, yanlış iş yapan" insanın yaptığını yaparak onlardan faydalandığının da açığını vermiştir.
3-Ayetin ayetle, ayetin hadisle, hadisin ayetle, hadisin hadisle açıklanacağını bilemeyecek kadar usul bilgisinden habersizdir. Haberi Vahid'le, Haberi mütevatir'in farkından habersizdir.
4-Kitaplardaki bir konuyla ilgili, pek çok rivayet arasından, yüzyıllardır âlimlerin (raviler açısından) seçip kabul ettiği doğru olanları değil, işine gelen rivayetleri okuyucuya doğru olarak sunmuştur. Bu da onun ne kadar objektif (!) olduğunu gösterir.
5-Hadislere uydurma rivayetler karıştırıldığını söylemiş ama kendisi o uydurma rivayetleri işine geldiği zaman istediği gibi kullanmıştır.
6-En basit olayları bile alaycı bir üslupla ifade ederek, doğru-yanlış güya kaynak ta göstererek bu konuda hiçbir bilgisi olmayan okuyucuyu istediği gibi yönlendirmeye çalışmıştır.
7-“Bozacının şahidi şıracı” sözünde olduğu gibi İlhan Arsel’le* paslaşmakta birbirlerini kaynak göstermektedir. Bir fetva kitabındaki, “…Tavaif-i nisadan biri talak-ı bain ile zevcinden talik oldukta akil ve baliğ olmayan bir velede veyahut bir sabiye veyahut içi göçmüş bir pire nikah olsa, badehu ondan da talak-ı bain ile talik olsa, önceki zevci ile nikahı caiz olur mu?” Yaşlı erkek anlamına gelen “Pir” kelimesini “Pire” anlayacak kadar ilmi(!) salahiyeti olan kişiyi kavalye kabul ederek dans etmiştir.

HZ. AİŞE'NİN YAŞI VE İFK HADİSESİ
1-Hz. Aişe: Hz. Ebu bekir’in kızı olan Aişe, Peygamberimizin dul olmayan tek eşidir. Hz. Peygamberi Aişe ile çocuk yaşta evlendiğini anlatmaya çalışan Dursun ve yandaşları işlerine gelen rivayetleri almakta ve amaçlarına ulaşmak için makyavelist bir felsefeyle her yolu mubah görmektedirler. Hz. Aişe'nin 9 yaşında olduğunu gösteren bazı rivayetlere Dursun mal bulmuş mağribi gibi saldırmış, yaşının 17-18 yaşında olduğunu gösteren diğer rivayetleri hiç görmemiş ya da ya da anlayamadığı için es geçmiştir. İşin aslı şudur; Hz. Aişe evlendiğinde yaşının kaç olduğu kesin bilinmediği için değişik bir takım rivayetler mevcuttur. Bu o döneme has bir problem değildir. Bırakın 7. yüzyılı daha 20-30 sene öncesine kadar Anadolu'da da aynı problem vardı. Doğan bebeklerin yaşları önemli bir olay öncesi ya da sonrasıyla tayin edilirdi.
1.1-Hz. Aişe’nin ablası Esma yüz yaşına kadar yaşamış, hicretin 73. senesinde ölmüştür. Hz. Esma kardeşi Aişe’den on yaş büyüktü ve Esma hicrette 27 yaşındaydı. Hz. Aişe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre hicrette 17 yaşındaydı (el-Mesudi, Murucu’z-Zeheb,II,309; İbni Asakir, Teracimu’n-Nisa, 9,10,28; et-Tebrizi, el-İkmal, III, 610).
1.2-Ayrıca Hz. Aişe peygamberimizden önce Cübeyr’le nişanlanmış, daha sonra nişan dini nedenlerden dolayı karşı tarafın isteğiyle bozulmuştur. Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yle nişanlanmış Hicretin II. yılında iki bayram arası olan Şevval ayında da evlenmiştir. Demek ki evlenecek çağda bir kızdı, daha önce bir başkasıyla nişanlanmış, nişanı bozulmuş, sonra da peygamberimizle evlenmiştir.
1.3- Hz. Aişe şöyle der:“…. Hz. Muhammed (a.s.) Mekke'de iken ve ben de henüz oynayan bir çocuk idim ki “Onların vadeleri, kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli, ne acıdır!” (El-Kamer sûresi, ayet: 46) mealindeki ayet inmişti. Bakara ile Nisa sûreleri ise ben O'nun yanında iken nazil olmuştu.”… (Sahîh-i Buharı, cild: 6, sayfa: 100, Te'lîfül-Kur'an babı; İstanbul Devlet matbaası)Hz. Aişe, Kur'an'ın Mekkî ayetlerinden Kamer suresi iniyorken, oynayan bir çocuk olduğunu ifade ediyor ve Kamer sûresinden olan âyetin kendisi sokakta oynayacak yaşta iken indiğini söylüyor yani Kamer suresinin nerede indiğini bilecek kadar büyük. Kur'an-ı Kerîm'in 54. sûresi olan Kamer sûresi, Mekke'de, ilk inen surelerdendir. Yaklaşık Hz. Aişe'nin bahis mevzuu ettiği âyetler, Hz. Muhammed'in peygamberliğin dördüncü senelerinde inmiştir. Hz. Aişe, bu sıralarda oynayan bir kız çocuğu, “ben oynayan bir kız çocuğu idim” dediğine ve o zamanki hal ve olayları ayrıntısıyla hatırladığına göre, mantıken altı-yedi yaşında ya da daha büyük olması ve Hicretten 2–3 yıl önce doğmuş olması gerekir. Hz. Peygamberin, Hicretin ikinci senesinde Hz. Aişe ile evlendiğine göre onun 17–18 yaşında olduğu gün gibi aşikârdır. Turan istemese de.
1.4- İfk hadisesinde sorguya çekilen Hz. Aişe’nin cariyesi Berire, Hz. Aişe için “O evinde hamurunu yoğururken uyuyakalan ve hamurunu kuzuya yediren gencecik bir kadındır.” Diyerek tek kusurunun bu olduğunu ve kendisinin masum olduğunu belirtmiş aynı zamanda Hz. Aişe’nin yaşının ne olduğu konusunda “gencecik bir kadındır” diyerek bilgi vermiştir. Hani 9 yaşında evlenmişti? Kafirler görmek istemese de..
2.1-Ayet şöyledir: “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” Hz. Aişe'nin sözü: "Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke" (Bkz. Buharî, e's-Sahih, Kitabu't-Tefsîr/33/7, Kitabu'n-Nikâh/29; Diyanet yayınlarından Tecrîd, hadis no: 1721; Müslim, e´s-Sahih, Kitabu'r-Rıdâ'/49, hadis no: 1464; Ibn Mace Sünen, Kitabu'n-Nikâh/57, hadis no: 200; Ahmed İbnHanbel, 6/134-158.)Yapılan tercümeler:“Vallahi Rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini görüyorum." (A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. 7/ 402)"Rabbin şüphesiz senin dilek ve arzunu geciktirmeden derhal gerçekleştirir." (H. Hatiboğlu Sünen-i Ibn-i Mace Tercümesi ve Şerhi, 5/495.) "Rabbin Teâlâ (kadınlarının değil) ancak senin arzunun tahakkukuna müsâraat ediyor." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, hadis no: 1721, çev. Kamil Miras, Diyanet yayınlarından)TURAN 'ın yaptığı tercüme: “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Son zamanlarda yetişen en büyük âlimlerden olan Molla Sadreddin YÜKSEL şöyle der: “Hz. Âişe'nin söylediği sözden maksadı şudur: Ben evvelâ mehirsiz olarak kendilerini Peygamber'e hibe eden kadınları kadınlık hissiyle kınıyordum. Sonra baktım ki, Allah c.c. gerçekten Onun arzu ve isteğini —meselâ eşleri arasında nöbet usulünün uygulanmasından muaf tutulmasını— süratle yerine getiriyor. Artık ben de kınamayı bıraktım. Çünkü benim kınamam O'nu da —Peygamberi de— rahatsız edebilirdi.”Ayrıca Molla S.Yüksel şunu da ilave eder: “Hz. Aişe, Hz. Peygamberin(a.s) huzurunda böyle konuştuysa niçin Peygamber (a.s) onu “Tecdidi İman’a” davet etmemiştir? Davet etmesi gerekirdi. Demek ki, Hz. Aişe kesinlikle bu şekilde konuşmamıştır. Ve öyle bir manayı da kast etmemiştir.” (Kur’an dan Cevaplar, S. YÜKSEL, 8-9) Ayrıca Ahzab suresinde “Eşlerinden dilediği (nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” ayetinden çıkan hükümler şunlardır:
1-Eşlerinin arasında nöbet usulünü uygulamak zorunda değilsin.
2-Talak-ı reci ile boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Kaldı ki bu sadece Peygambere has bir durum değildir, Reci talak ile boşanan eşler isterlerse tekrar bir araya gelip evliliklerine devam edebilirler.Bu sure inice Hz. Aişe: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.” Diyor.Nerde çarpılmış DURSUN’un dediği “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Sözü, nerede Hz. Aişe’nin sözleri? Bunu neresinden çıkarıyorsa?Dürüst T. DURSUN’un dürüstlüğü dursun, o çarpıtmalara devam etsin nasılsa okuyucusu anlamayacak ya!
3-Muhammed’in çok karısı vardı 1.2.3.4.5…Böyle gidiyor. Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem'a'nın dışında hepsi genç, hepsi güzel. Ve hepsi de cinsel istekli. "Adalet" olsun diye, Muhammed'in bunlarla cinsel birleşmesi "sıra"ya konmuştur. Sevde'nin dışında kimse, sırasını başkasına kaptırmak istemiyor, işte bu böyleyken, "âyet" geliyor; durumu değiştiriyor:Şule Perinçekle yapılan röportajdan anlaşıldığına göre; Küçük yaşlarda sevgilisi Safi den çok şey öğrenen Turan’ın evlendikten sonra da çok Sevgilisi olmuş 1.2.3.4.5….Böyle gidiyor ve Turan’ın karısı da buna hiç ses çıkarmamış, çıkaramamış ya da ses çıkarmış da sesi bize kadar ulaşmadı….
3.2-“Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem'a'nın dışında hepsi genç, hepsi güzel” diyen Turan’ın ne denli doğruyu yansıttığını, Hz. Peygamberler evlendiğinde, eşleri ve kendisinin kaç yaşında olduğu konusunda ki doğru bilgi için “Hz. Peygamberin Evlilikleri” makalesine bakınız.
3.3-Peygamberin (a.v) dilediği kadını alma hakkı vardı. Kimi kadınlar kendilerini Peygamber'e armağan ediyordu.Ha evet! Tarkan’ın ya da M. Jackson’ın konserlerindeki gibi herkes üstünü başını da yırtıyordur herhalde? Sanki görmüş gibi kadınların tavrını tarif ediyor, tam havaya girmiş anlaşılan hele bir de kafa dumanlıysa daha ne senaryolar çıkar o kafadan?
4-İFK HADİSESİ: Adını, Kur'an'daki olaya ilişkin âyetlerde (en-Nûr 24/11-22) iki defa geçen (en-Nûr 24/11, 12) ifk kelimesinden alır. İfk "iftira, en kötü ve en çirkin yalan" demektir. İfk, Kur'an'da ayrıca iki yerde (el-Furkân 25/4, Sebe' 34/43) sözlük anlamında geçmektedir. İftiraya yol açan ve hemen hemen bütün kaynaklarca Hz. Aişe'den aynı şekilde nakledilen hadise şöyle gelişmiştir: Resûl-i Ekrem Mustalik (Müreysî) Gazvesi'nden dönerken beraberinde götürdüğü eşi Âişe, konakladıkları bir yerde sabaha karşı tekrar hareket emri verildiğinde tabii ihtiyacını gidermek üzere ordugâhtan uzaklaşır. Geri gelirken boynundaki Yemen (Zafâr) akiği gerdanlığın düşmüş olduğunu fark eder ve kendisini bekleyecekleri düşüncesiyle dönüp aramaya koyulur; ancak karanlıkta onu bulup el yordamıyla tanelerini toplayıncaya kadar çok vakit kaybeder. Konak yerine geldiğinde diğerlerinin hareket ettiğini görür ve yokluğunu anlayınca aramaya çıkacakları inancıyla orada beklemeye başlar; bu arada uyuyakalır. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal es-Sülemî görevi gereği kamp yerini kontrol ederken onu bulur ve devesine bindirip hayvanı yederek orduya yetiştirir; fakat hızlı yürümekle birlikte kendisi yaya olduğu için kafileye ancak kuşluk sıcağında mola verdikleri zaman ulaşabilir.Söz konusu gecikme başlangıçta kötüye yorumlanmamış, hatta kimsenin dikkatini bile çekmemişken, hicretten önce Hazrec kabilesinin reisi olan ve Medine'nin yönetimi kendisine verilmek üzere iken Hz. Peygamber'in gelmesiyle bundan mahrum kalan Abdullah b. Übey b. Selûl'ün başlattığı dedikoduyla birlikte iç huzursuzluklara yol açan önemli bir olay halini almıştır. İslâmiyet'i istemeyerek kabul ettiği için münafıkların reisi diye bilinen Abdullah b. Übey ile adamlarının Resûl-i Ekrem'i ve kayınpederi Hz. Ebû Bekir'i küçük düşürmeye ve aralarını açmaya yönelik sözleri, bazı müminlerin de katılmasıyla (kaynaklar bunlardan Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş'ın adını vermektedir) kısa zamanda yayılma istidadı göstermişti. Sefer dönüşü rahatızlanarak bir ay kadar yatan Hz. Âişe ise bunu duymamış, sadece bu süre içerisinde daha önceki rahatsızlıklarında gösterdiği ilgiyi göstermeyen Resûlullah'ın odasına seyrek uğramasından bir şeyler olduğunu sezmişti. Hz. Âişe, hastalığının nekahet döneminde bir tesadüfle babasının teyze kızı Ümmü Mistah'tan oğlunun bu dedikoduyu anlattığını duymuş ve üzüntüsünden tekrar hastalanmış, arkasından da Hz. Peygamber'den izin alıp babasının evine gitmişti…..” (İslam Ans. T.D.V. 21/507–509) olay bundan ibarettir.
5.1-Siz bu olayı bir senariste verseniz belki 10 tane film yapar ama bu sadece film olmaktan ileri gitmez. Dursun’un yazdığı senaryo da belki en kötülerinden olurdu.
5.2-“Ali, gerçeği öğrenmek için Aişe'nin cariyesi Berire'nin tanıklığına da başvurulabileceğini söylüyor Muhammed'e. Muhammed bu tanıklığa başvurduğunda, cariye, "hanımı için iyilikten başka bir şey bilmediğini" söylüyor.
Berire, Hz. Aişe’yle sürekli beraberdi, belki de Hz. Peygamberden daha fazla yanında oluyordu. T. Dursun Berire'nin sözünü kabul etmiyor, görmezden geliyor ve hemen geçiştiriyor.
5.3-Hz. Peygamber'in hanımlarından hiçbiri iftirada en ufak bir rol almadıkları gibi, onu tasvip edici en ufak bir söz bile söylemediler. O kadar ki, uğruna kız kardeşi Hamne bint-i Cahş'ın iftirada rol oynadığı Hz. Zeyneb bile rakibesi (Hz. Aişe) hakkında ancak iyi sözler etti. Bizzat Hz. Aişe (r.a) bunu şöyle açıklar: "Hz. Peygamber'in hanımları içinde Zeynep benim en güçlü rakibimdi. Fakat iftira olayıyla ilgili olarak Hz. Peygamber kendisine görüşünü sorduğunda, o şöyle cevap vermişti: "Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim ki, onda takvadan başka bir şey görmüş değilim." (Mevdudi,Tefhimü'l-Kur'an 3/502)
5.4-Eğer Hz. Peygamber, Hz. Aişe’nin zina yaptığına inansa ve boşasaydı kim ne diyebilir di ki? Kaldı ki Hz. Ali boşamasını söylemiştir, ama Hz. Peygamber vahyi beklemiştir. Yüce Allah'ta onun masum olduğunu kafirlerin dedikodularıyla hareket edilemeyeceğini bildirmiştir.
5.5-Zina yapan kadınla kim beraber olmak ister ki, Hz. Peygamber olsun.
5.6-Bu olayı o zaman gündeme getiren siyasi amaç peşinde koşan, inanç olarak kâfir olan münafıklardı, onlar günümüzde de mevcuttur ve kıyamete kadar da olacaktır.
5.7-Rivayetlerde, söylentileri birkaç kişinin yaydığı ifade olunmaktadır. Bunlar da Abdullan b. Übeyy, Zeyd b. Rifa (muhtemelen Yahudi münafık Rifaa b. Zeyd in oğlu), Mistah b. Üsase, Hassan b. Sabit ve Hamne bint-i Cahş'tı. Bunlardan ilk ikisi münafık, kalan üçü ise yanlış anlama ve zayıflıktan dolayı şerre karışmış müslümanlardı. Şerre az veya çok bulaşmış başka kişilerin adlarına Hadis ve Siyer kitaplarında rastlanmamaktadır.
5.8-O gün ordunun artçısı olan Safvân b. Muattal es-Sülemî'dir. Bir Müslüman'ın, Peygamberin eşine karşı anormal bir duygu taşıdığını hangi akıl kabul edebilir ki? İstanbul Eyyüb semtinde mezarı bulunan Eba eyyul el-Ensari'nin karısı iftira söylentilerinden söz ettiğinde, bu büyük sahabi şöyle demiştir: "Ey Eyyub'un annesi, Aişe'nin yerinde orada sen olsaydın böyle bir şey yapar miydin?" Karısının "Allah'a yemin olsun ki asla yapmazdım." demesi üzerine de şunu söylemiştir: "O halde Aişe senden daha iyi bir kadındır. Bana gelince, Safvan'ın yerinde ben olsaydım, böylesine kötü bir düşünceyi aklımdan bile geçirmezdim. Safvan ise benden daha iyi bir müslümandır.”(Mevdudi,Tefhimü'l-Kur'an 3/503)Böyle bir durumdan vazife çıkaran ayrıca kendisini hoca gibi lanse eden herhangi birisinin ders okuttuğu zamanlarda ki talebelerden birisinin, hocasının karısına sulandığını ya da … var saymalı mıyız…? TIKLAYINIZ.

NUH VE TUFANI

Yazısına; "Nuh"un "tufan" öyküsü de, kendisinin "ne kadar yaşadığına ilişkin açıklama da "akıl ve bilim dışılık" için çarpıcı örneklerdendir. Diye başlayan Dursun, Nuh Peygamberin Kur’an’da 950 sene yaşadığını yazdığını bunun da Tevrat’tan (Tevrat, Tekvin, 9:29) alındığını söylüyor.Hikâye ve istihza tarzıyla kısaca anlattığı Hz. Nuh’un hayatından sonra, “Ve tüm araştırmacılar, Tevrat'taki bu öykünün kaynağının da "SÜMER TUFAN EFSANESİ" olduğunda birleşirler. Tevrat'tan bin yılı aşkın bir zaman öncesinin ürünü olan GILGAMIŞ DESTANI”nın "efsane"deki adının, "Utnapiştim" olduğunu ve İlahiyatçıların da bunu kabul ettiğini söyleyerek, inandırıcı olmak için de 1932 yılına Ankara İlahiyat Fakültesinde yayınlanmış bir “araştırmayı” göstererek, “gerçekten çaplı incele mesinde” diyerek yazısını delillendirir.(!)
Önce Ankara İlahiyat fakültesinin hangi amaçla kurulduğunun erbabına malum olduğunu söyleyip konuya geçelim.

1.1-Kur’an’ı Kerim; Tevrat, Zebur, İncil’i reddetmez onların da İlahi kaynaklı olduğunu, kaynaklarının bir olduğunu ama tahrif edildiklerini söyler. Dolayısıyla onlardaki bazı bilgilerin Kur’an’la benzerlik taşıması normaldir.
Taberi, İbni Kesir, ve Hazin gibi tefsirlerde geçen Hz. Nuh’un yaşı ile ilgili rivayetler, Yahudi kökenli olan insanlardan gelen ve onların dinlerinde olan rivayetlerdir.
1.2-Hz. Peygamberin, Hz. Nuh’la ilgili kıssayı Tevrat’tan aldığını söyleyen T.Dursun, anlaşılan Nuh suresinin Mekke’de indiğinden habersizdir. Okuma yazma bilmeyen Hz. Peygamber’in Tevrat’ı okuması mümkün olmadığı gibi kendisinden Mekke’de bilgi alabileceği bir yahudi de yoktur.
1.3-Günümüzdeki arkeolojik bulguların tamamen doğru olduğunu varsayarak hareket eden Dursun, bu tavrıyla arkeoloji ilminin tamamen önünü kapayarak yeni bir bulguyu kabul etmeyecek bir tavır sergilemiştir.1.4-Tevrat’ta ve Kur’an’da 950 sene yaşadığı bildirilen Nuh Peygamberin, bu kadar yaşayamayacağını söyleyerek de sanki o dönemde yaşamış, olaylara şahit olmuş gibi konuşarak “bilimi, kutsal inek” kabul eden insanın tavrını çizmiştir. Bulunacak bir arkeolojik bulgunun insanlık tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacağından habersizdir.
1.5-Eminiz ki, Arapça cümlelerin nasıl tahrif edileceği konusunda uzman olan Dursun, Sümer yazıtlarının tercümelerine de güvenmemiş oturup Sümerceyi öğrenmiş ve yazıtları orijinalinden okuyarak konuya vakıf olmuş, okuyucusuna öyle sunmak istemiştir. Zaten bir dinler tarihi uzmanından da bu beklenir.
1.6-Hatta bununla yetinmemiş, Afrika, Mezopotamya, Amerika, Çin, eski yunan medeniyetlerini en ince ayrıntısına kadar araştırmış, 1985 te bulunan Yonaguni piramitleri ve Taiwan açıklarındaki Hujing su altı kenti hakkında yeterli araştırmaları yapmış ve hatta o bölgeye gidip, dalarak gerekli tüm belgeleri araştırmacılardan önce bulmuş tufan ile bulguları araştırmış sonra okuyucuya sunmak istemiştir.
1.7-Umarız ki, araştırmacıların dediği, "Yaratılış" ve "tufan" gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan ilk dinsel anlatılar önce Sümerler ve sonrasında diğer Mezopotamya toplumları tarafından kayıt edildi." Cümlesindeki “kayıt” ile "ilk defa onlar tarafından yazıldı" ifadelerinin farkını kavrayabilecek anlayışa sahiptir.

2.1-Herhalde aşağıda vereceğimiz bulgulardan da haberdardı:

Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeologun Mezopotamya'da yaptığı kazılar sırasında ki ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Batı insanı çok haklı sebeplerden dolayı Kitab-ı Mukaddes'i güvenilir bir kitap olarak saymadığı için bu kitapta anlatılan Tufan olayını da mitolojik bir hikâye olarak değerlendirmekteydi. Ama Wooley'in araştırması bu inancın yanlışlığını ortaya koyuyordu. Özellikle sevinenler Hıristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı.Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya'da 13, Avrupa'da 4, Amerika'da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika'nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika'nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir…

İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya'nın antik şehirlerinden Ur'da uzun kazılar yaptı. Wooley ve ekibi, büyük başarılar göstererek MÖ. 4. bin yılından kalma kral mezarlarını ortaya çıkardılar. Mezopotamya tarihinin öğrenilmesinde dönüm noktası olan bu çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. O zamana kadar kral listeleri mitolojik olarak görülüyordu. Tabletlerin bulunmasından sonra, Wooley, vakit kaybetmeden aynı yerde kazılara devam etti. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı.

Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti.

Balçığın sebebi ve kapladığı sahayı öğrenebilmek için civar bölgelerde bir dizi kazı daha yapıldı. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Bu arada bazı çevreler su baskınının dar bir çevrede yaşandığını ileri sürmüşlerdi ama yeni kazılar, onların iddiasını iflas ettirdi. Şuruppak kralı Ubartutu zamanında bölgenin bütünüyle korkunç bir felakete uğradığı ve kültür izlerinin tamamıyla gömüldüğü açıkça anlaşılıyordu. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.

Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü gösteriyor. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip'e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir. Mezopotamya dışında yapılacak kazıların bizi sonuca daha fazla yaklaştıracağı muhakkaktır. Özellikle Hazret-i Nuh'un inşa ettiği geminin kalıntıları ortaya çıkarılabilirse tufanın ne zaman meydana geldiğini öğrenmemiz mümkün olacaktır...

3.1-Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anıla gelmiştir. Asıl isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asıl ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapiştim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir.Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yaş ortalamaları gözönüne getirildiğinde akıl almaz bir durumla karşılaşıyoruz. Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adını taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir.

Arkeologların Mezopotamyada buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak'ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adını verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adı Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan İdris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse İdris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir.Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler başta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyid eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-ı kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam âlimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Şit, İdris (a.s) hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, aynı zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlâk ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir.Babilonya kayıtlarına göre gemi Nisir dağına, Tevrat'a göre Ararat dağları üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekliyle Cûdî dağına oturmuştur. Kurtuluş anlamına gelen Nisir, Asur topraklarının doğusunda bulunan bir bölgedir ki; Musul şehrinin kuzeyinde yer almaktadır. Yeni bulgularla, Babilonyalıların hangi dağa Nisir adı verdikleri tespit edilebilir. Hahamlarca tahrif edilmiş Tevrat'ta ise Ararat dağları kaydı vardır. Metinler üzerinde çok oynanmış olmasına rağmen bu isimlendirme doğrudur. Zira Ararat, Urartu kelimesinin İbranice transliterasyonudur ve MÖ. 1.000 yıllarında Van bölgesinde hâkim olan Asya menşeli Urartuların yaşadığı topraklar için kullanılmaktadır. Asurlular bu bölgeye Uruadri adını vermişlerdir ki; Ararat ve Urartu kelimelerinin değişik söylenişidir. Manası ise yüksek dağlar ülkesi veya yüksek ülkedir. Arkeolojik verilere ve tahrif edilmiş Tevrat'a göre gemi; Ağrı dağına değil "yüksek ülke"ye, yani Ararat-Uruadri-Urartu bölgesinde bir dağın üzerine oturmuştur. Yine aynı Tevrat'ta geminin, suların (Fırat-Dicle) doğduğu bölgeye yürüdükleri bildirilmektedir. Kısacası eldeki bütün belgeler bizi Ağrı dağından çok daha aşağılara götürmektedir.Cûdî adında iki dağ vardır. Birincisi Cizre yakınlarındaki Cûdî dağıdır. İslam tarihçilerine göre Cizre, Tufandan sonra kurulan ikinci şehirdir. Mu'cemul Buldan; Cûdî dağında Nuh’un (a.s.) mescidinin, Herevi ise evinin bulunduğunu yazmaktadır. Halen Cizre'de, Nuh’a (a.s.) nisbet edilen bir türbe vardır. Anadolu’nun en eski kavimlerinden olan Gutilere ait olan ve halen Londra'da bulunan tabletlerde de Nuh’un (a.s.) mezarının "Rayat" bölgesinde olduğu yazılıdır. Rayat, Dicle nehrinden itibaren, Cizre ovasının Silopi'ye kavuştuğu bölgenin adıdır ki, bu noktada Cûdî dağı bulunmaktadır. Daha eski bir kaynak olan ve MÖ. 250 yıllarında Babilli bir rahip olan Berossus'un yazdığı tufan kayıtlarına göre gemi, Cordiyan dağlarında durmaktadır ve yöre halkı, geminin dışını kaplayan katranı kazıyıp muska şeklinde kullanmaktadır. Berossus'un bahsettiği bölge Van gölünün güneyinde bulunmaktadır. 2 bin metrelik Cûdî, Mezopotamya ile Ararat arasındaki sınır dağdır. Bu dağ, Ağrı gibi kapsamlı bir şekilde araştırılmamıştır. Ancak bu dağda yürütülen araştırmalardan biri sırasında, geminin izlerine rastlandığı öne sürülmüşse de bu keşif ilmi açıdan kesin sonuca bağlanamamıştır. 1949 yılında batılı bir ekip tarafından yapılan araştırmanın sonuçları France Le Soir gazetesinin 31 Ağustos 1949 tarihli sayısında; "Nuh'un gemisini gördük fakat Ağrı'da değil" şeklinde sansasyonel bir başlıkla verilmiştir. Bu yazıya göre geminin boyu 150 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 15 metredir. 23 yıl önce de, Cûdî dağında bazı antik tahta parçaları bulunduğu iddia edilmiş, 6 Şubat 1972 tarihli bazı Türk gazeteleri bu keşfi; "Nuh'un gemisinin Cûdî dağında olduğu tespit edildi" başlığıyla vermişlerdir. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender'dir. Bender, Cûdî dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya'ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender'in, çalışmaya başlamadan önce Kur'ân-ı Kerîm'i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir.Cûdî adını taşıyan ikinci yer ise, Doğu Beyazıt bölgesindeki Cûdî tepesidir. Halen bu tepede gemiye benzeyen bir kütle mevcuttur. Buradan alınan örneklerde, silisleşmiş ağaç kırıntıları ve saf demiroksitten ibaret parçacıklar bulunmuştur. Kütlenin yapısı, etrafındaki topraktan son derece farklıdır ve civarda yapılan jeolojik araştırmalar bu bölgede bir su baskınının meydana geldiğini doğrulamaktadır.Kabul edip etmemek kâfirlerin bileceği bir şeydir.


KUR’AN’IN ASLI YAKILDI MI?


1.-Vahiy nedir? Kur’an Nasıl Toplanmıştır?
VAHİY: Kelime anlamı, imâ, fısıldama, işaret, bir şeyi hızla yapmaktır. Dini anlamda ise Vahiy; Yüce Allah'ın, insanlara ulaştırmak istediği mesajı (emir, yasak, tavsiye, bilgi...), değişik yollarla Peygamberine iletmesine denir. Vahiy kelimesi Kur'ân-ı Kerimde; ilham etmek, içgüdü, emretmek, işaret etmek, fısıldamak anlamlarında da geçmektedir...Peygamberimiz (a.s.), Peygamberliğinin ilk altı ayında sâlih rüyalar görür ve gördükleri aynen çıkardı. "...Mü'minin rüyası, peygamberliğin kırkaltı parçasından biridir.” Buyurmuştur. (Peygamberlik süresi yirmi üç yıldır, altı ayda bu sürenin kırk altı da birini oluşturur.) Cebrâil (a.s.), vahyi Peygamberimize görünmeden getirdiği gibi, asıl şekliyle ya da bir insan şeklinde görünerek getirdiği de olurdu. Miraçta olduğu gibi aracısız olarak doğrudan Yüce Allah tarafından verildiği de olmuştur...Vahiy gelmeye başladığında Peygamberimiz oldukça zor ve dayanılması güç anlar geçirir, “Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz."(Müzzemmil-5) ayetinde olduğu bildirildiği gibi kendisini sıkıntı basardı. Soğuk günlerde bile çok fazla terlerdi, deve üzerinde vahiy geldiğinde, deve buna dayanamaz hemen yere çökerdi. Mekke'de vahyin gelmeye başladığı ilk yıllarda vahiy inerken, Hz. Peygamber sesli olarak inen âyetleri tekrarlardı fakat daha sonra bunu terk etmiştir. Vahyin gelişi anında bilincini kaybetmez, vahiyden hemen sonra, inen âyet ya da sureyi görevlendirdiği vahiy katiplerine yazdırırdı. (Vahiy kâtiplerinin sayısı zaman zaman değişmekle birlikte, yaklaşık kırk kişidir), daha sonra arkadaşlarına okurdu, onlar yazar dileyenlerde hem ezberlerdi. Bir âyet indiğinde, onun hangi surede, hangi âyetten sonra olması gerektiğini belirtir, vahiy katipleri de onu oraya ilave ederlerdi. Vefatından dokuz gün öncesine kadar vahiy indiği için, hayattayken ciltli tek bir kitap haline getirilmemiştir. Hz. Ebu Bekir, halife olduktan sonra bazı bölgelerde dinden dönme (ridde) olayları meydana gelmiş, Yemame savaşında (M.633), 70 hafız şehit olmuştur. Bunun üzerine, Hz. Ömer'in teşvik ve ısrarıyla, Hz. Ebu Bekir, kendisi hafız ve aynı zamanda vahiy kâtibi olan Zeyd bin Sabit başkanlığında bir heyet oluşturmuş, Kur'ânı toplayıp bir kitap haline getirme görevini bu heyete vermiştir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, İbni Kâab Zeyd’e büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Oldukça titiz çalışmalar sonucunda yaklaşık bir yıl sonra Kur'ân-ı Kerim, ciltli bir kitap haline getirilmiştir ama sure sıralarına riayet edilmemiştir.
Ermeniyye bölgesindeki bir savaşta bir araya gelen değişik kabilelerdeki Müslümanların Kur’an’ın kelimelerini değişik şekillerde okudukları haberi üzerine, Hz. Osman’ın emriyle dördü asıl, on iki kişilik bir heyet oluşturulmuş. Hz. Ebu Bekir zamanında yazılan Kur'ân-ı Kerim'e bakılarak çoğaltılmış olan Mushaf, aynı zamanda sure sıraları da Hz. Peygamberin emir buyurduğu gibi düzenlenmiştir. Bu tasnifte ihtilaf edilen kelimelerde Kureyş lehçesine göre yazılmıştır. Bundan sonra Kur’an önemli şehir merkezlerine gönderilmiştir. (H.25/M.646)O dönemde Arap harflerinde nokta ve hareke yoktu, Hz. Muaviye devri Irak valisi Ziyad bin Ebih, Arapçayı bilmeyen Müslümanların, Kur'ân'ı Kerim'i yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebu'l Esved Dueli'yi görevlendirmiş. O da kelimelerin sonuna harekeyi belirlemek için nokta koymuştu. Daha sonra Haccac, kâtiplerinden Nasr bin Asım ve Yahya bin Ya’mer’e harflere nokta koymalarını emreder. Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren, Halil bin Ahmet (M.718) olmuştur.Zeyd İbni Said şöyle der:”Kur'ân'ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeğe başladım. Tevbe Suresi'nin sonu olan:“Andolsun size kendi içinizden öyle bir elçi geldi ki sıkıntıya uğrama nız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: 'Allah bana yeter. O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arşın sahibidir' âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin yanında buldum." (Buhârî, Fedâilu'l Kuran, 3, 4 ncü bâblar, Ibn Hanbel, Musned, 1/13; Ebu Dâvûd, Kitâbu'l-Mesâhif, s. 6–7) Zeyd İbni Said ve komisyonda bulunan diğer üyeler güçlü hafız olmalarına rağmen titiz çalışmasından dolayı başka iki şahidin bulunmasını da istemişlerdir. İbni Hacer Askalani “Belki de iki şahitten maksat: Hem ezberlemek hem de yazılı olarak getirmekti.” Der. Ebu Şâme: Zeyd “ Onu Huzeyme’den başkasında bulamadım” demiştir. Yani onu Ebu Huzeyme’den başkasında yazılı olarak bulamadım, demektir.” Der. Doğrusu da budur.Zeyd'in derlediği bu Mushaf, Ebubekir'in yanında kalmış, onun vefatıyla Ömer'e intikal etmiş, onun vefatından sonra da kızı Hafsa'nın eline geçmiştir.Hz. Osman, okuma farklarını ortadan kaldırıp müslümanları bir tek kıraatte birleştirmek amacıyla başka bütün mushafların ve Kur'ân parçalarının yakılmasını emretmiştir. (Beyhekî, es-Sunen, Kitabu's-Salât, 2/42)Hz. Osman'ın, yazdırdığı resmî Mushaf dışındaki mus hafların yakılmasını emretmesi, kıraat ihtilâflarını ortadan kaldırmak, müslümanları tek kıraatte birleştirmek, birliği sağlamak içindi. Nite kim Hz. Ali’nin: "Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemekten, ona 'Mushaflar yakıcısı!' demekten sakının. Vallahi o, mushafları, biz Muhammed'in ashabı önünde yaktı.", "Osman zamanında yönetici ben olsaydım, onun mushaflar hakkında yaptığını ben de yapardım." dediği rivayet edilir.(Kurtubî, 1/54; el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)Nedense Dursun’un Kurtubi’deki bu rivayeti görmek işine gelmemiştir.Hz. Osman'ın, özel mushafları yaktırdığı rivayet edilmektedir ama onun bu emrine uymayıp kendi özel mushaflarını saklayanların bulunduğu da tarihen sabittir. Çünkü Hz. Alî, Abdullah ibn Mes'ud, Übeyy ibn Ka'b'ın özel mushaflarından söz edilmektedir.(Kurtubî, 1/53) (Bu Mushaflara dokunulmamış olmasının nedeni düzgün ve imla kurallarına uygun olarak yazılmış olmalarıdır.)Ebûbekir ibn Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitâbu'l-Mesâhif’inde toplamıştır. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Âişe, mushafını görmek üzere gelen bir Iraklıya, özel mushafını göstermiştir.(Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, b. 5, h. 14)Tüm Mushaflar yakıldıysa Hz. Aişe kendi tasnifi olan mushafı nasıl gösterebilmiştir?Hz. Hafsa'ya iade edilmiş olan ana Mushaf da ölünceye dek onun yanında kalmış, Medine valisi olan Mervân ibn el-Hakem, yakmak üzere o nüshayı istemişse de Hz. Hafsa vermemiş, fakat bu mü'minler anasının vefatı üzerine Mervân o Mushafı alıp yakmıştır. (el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)T.Dursun şöyle diyor:Îbn Ömer diyor ki:"Hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir. “Ne kadar orta da varsa o kadarını elimde tutuyorum” desin yalnızca." (Süyûtî, el İtkân,2/32.)Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kurân’la Muhammed'in "vahy kâtipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kur'ân'ın aynı olmadığı çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki îbn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani Osman döneminde oluşturulan "Mushaf'ın orijinali de yok. O el yazması, dünyanın hiçbir yerinde bulunmuyor." İbni Ömer’İn sözünü alıntı yapan Dursun’a karşı, S. ATEŞ de şöyle diyor:"Konunun içine girmeden önce bu kişinin bol bol yaptığı sinsice bir çarpıtmasına dikkati çekmem gerek:Suyûtî'den aldığı Arapça metinde İbn Ömer'e nisbet edilen sözü, bilerek veya bilmeyerek yanlış çevirmiş. Kendi çevirisine göre îbn Ömer:".......Kur'ân'ın çoğu, yok olup gitmiştir." demiş. Oysa altı çizilen Arapça sözün anlamı öyle değil, farklı. Dursun'un bu metne yaptığı çeviri aslında tamamen yanlıştır. Çünkü yüklemi baştan olumsuz alarak "hiçbiriniz, Kur'ân'ın tümünü aldım demesin" şeklinde çevirmiştir. Oysa yüklem olumsuz değil, vurgulu olarak olumludur. "Biriniz Kur'ân'ın tamamını aldım (elimdedir) diyor," şeklindedir. Devamı "bilemez ki Kur'ân'ın çoğu yok olup gitmiştir" şeklindeki çeviri de yanlıştır.Doğrusu şu: "Tamamını nereden bilecek? Bundan birçok Kur'ân (âyeti) gitmiştir (kaybolmuştur)."Îbn Ömer bu sözüyle, Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğunu değil, mevcut Mushaf’tan birçok âyetin gittiğini, yani neshedildiğini anlatmaktadır. Dursun'un çevirisi ile İbn Ömer'in sözü arasında büyük fark var. Çünkü "Kur'ân'ın çoğu" ifadesi başka, "Kur'ân'dan birçok âyet" ifadesi başkadır. Birinde Kur'ân'ın çoğunun kaybolduğu ifade edilirken ikincisinde Kur'ân'dan bazı âyetlerin çıktığı anlatılmış olur. İşte İbn Ömer'in sözü ikinci türdendir." (Gerçek Din Bu, s.124)Basra ve Kufe’de bile görülmeyecek kadar büyük âlim(!) olan Dursun her zaman ki gibi cümleyi yanlış tercüme etmiş, hatta tercümeden öte İbni Ömer’in maksadını anlayamamıştır.
1.2-Kur’an’ı Kerimde bazı ayetler neshedilmiş yani önce Peygambere inmiş daha sonra ise hükmü kaldırılmıştır. Buna niye gerek vardı acaba? Dursun’un iğneli bir üslupla bazı yazılarında yazdığı gibi Allah fikir mi değiştirmişti?İslam’dan anlamayan bir kişinin soracağı böyle basitlikte ki soruya verilecek cevap şudur:Hayır! Yüce Allah fikir değiştirmez, Kur’an bu üslubuyla tedriciliği yani kolaydan, zora doğru eğitimi insanlara öğretmektedir. Aynen Hz. Aişe’nin dediği gibi “…İnsanlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra helal ve harama dair ayetler indi. İlk evvel “içki içmeyiniz” tarzında ayet inseydi “içkiyi terk etmeyiz” diyecek yahut ilk evvel “zina etmeyiniz” tarzında ayet inseydi, herkes “zinayı terk etmeyiz” diyecekti…” (Buhari, telifü’l-Kur’an Babı) Günümüz modern eğitiminde de yerini almış olan bu metot, daha o zamanlarda topluma yön veriyordu. Hükmü kalkan o emirlerin büyük bir bölümü yine Yüce Allah’ın emriyle Kur’an’da yer almadı.

2- Resmî Mushaf Dışındaki Mushaflar Neden Yakıldı?

2.1-Özel mushafların yakılmasının temel nedeni, Kur'ân üzerinde bir düşünce ayrılığının doğmasını önlemek idi. Henüz gelişmemiş, noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber'den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma farkları baş göstermişti.
2.2-Kur’an'ı yazan Müslümanlar, anlamını bilmedikleri kelimelerin yanına Peygamberden duydukları anlamları da yazıyorlardı. Bu ileride büyük karışıklıklara neden olacaktı.
2.3-Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitap kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu.Bu farkları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur'ân'ın sûreleri derlendi, bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rast gele bir araya getirilip bir cild (Mushaf) halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metot izlenmemişti.Böylece Peygamber'e vahyedilmiş olan bütün Kur'ân âyetlerini ve sûrelerini içeren Mushaf yazılmış oldu. Bu Mushaf çoğaltıldı, biri Başkent Medine'de bırakıldı, ötekiler, eyalet merkezlerine gönderildi.
2.4-Resmî Kur'ân'dan az da olsa farklı birtakım özel Kur'ân nüshaları durdukça Kur'ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hattâ büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için özel Mushaflar yakıldı.
2.5-İkinci derlemede meydana gelen Kur'ân nüshasının, diğerinden farkı birinci derlenen Mushaf’ın sûreleri bir sıraya konmamıştı. İşte Osman zamanında kurulmuş olan komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur'ân'ın tüm âyetlerini ve surelerini derleyip Hz. Peygamber’in işaret ettiği gibi yerli yerince konmuştur.
2.6-Hz. Osman zamanında yapılmış olan derleme, Peygamber'in yazdırdığı Kur'ân'dan farklı olsaydı, Osman'dan sonra halîfe olan Hz. Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış, kendi Mushafını muhafaza etmekle beraber resmîleştirmemiş, Osman Mushafını resmî Muhsaf kabul etmiştir. Bu durum da mevcut Mushafın, asıl Kur'ân'a uygunluğunu gösterir.Hz. Âlî Mushafını görmüş olanlar, onun-sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber-içerikte Osman Mushafının aynı olduğunu söylemektedirler. Sadece sayısı pek az bazı kelime farkları vardır. Bunlar da anlam değişikliği yapmayan sinonim kelimelerdir.
2.7-Resmî Mushaf'tan ayrı olarak meydana getirilmiş olan özel nüshalar yakılmış olmakla beraber, bunlardan bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler, bunlarla resmî Mushaf arasındaki farkları tesbit etmişlerdir. İbn Ebî Davud'un Kitâbu'l-Mesâhifi, bu farkları belirtmiştir. Bunlar gözden geçirilince resmî Mushaf ile bu özel nüshalar arasında da temelde bir fark olmadığı, sadece ufak tefek bazı kelime farkları bulunduğu, çok az olan bu farkların da bir anlam değişikliği yapmadığı görülür. Bu durum da resmî Mushafın, Peygamber’in okuduğu Kur'ân olduğunu kesin bir biçimde ortaya koyar.

3- Hz Peygamber Devrinde Kaç Hafız vardı

3.1-T.Dursun, Peygamber zamanında en iyi ihtimale göre 7 hafızın olduğunu söylüyor ve bunu bir rivayete dayandırıyor.Hz. Peygamber zamanında sadece 7 hafız varsa Peygamberin vefatından bir yıl sonra yapılan Yemame savaşında nasıl oluyor da 70 sahabe şehid düşüyor? Yirmiüç yıl süren Peygamberlik döneminde ki hafız sayısı 7, Hz. Peygamberin vefatından bir yıl sonra sadece Yemame savaşında 70hafız öyle mi? Bi’ri Maune olayında 70 hafızın şehid düştüğü göz önüne alınırsa 7 rakamının gerçekçi olmadığı anlaşılır.O rivayet muhtemel ki Medine’de bulunan hafızlar için söylenmiştir. Diğer şehirlerdeki hafızlar bu sayıya dahil değildir.
3.2- Mesela, bir sahabe 1-10 arasında ki sureleri ezbere biliyor, bir başkası 5-13, bir diğeri de 10-20…arası sureleri biliyordu. Bunların ortak bildikler sureler hesaba alındığında sadece Medine’de bile aynı sureleri bilen Müslüman sayısının ne kadar çok olduğu ortaya çıkar. Veda haccında yüzbin müslümanın Hz. Peygamberi dinlediği göz önüne alınırsa nasıl bir rakamın ortaya çıkacağı gün gibi aşikârdır.

4.1-Çevre ülke, şehir ve kasabalara dağılan Hz. Peygamberin arkadaşları gittikleri yerde öğrencilerine Kur’anı ve Peygamberin sünnetini öğretmişlerdir. Eğer onların bildikleri, tertip edilen Kur’an’dan farklı olsaydı mutlaka farklılıklar olurdu? Ama Dünyanın neresine gidilirse gidilsin farklılık yoktur.
4.2-“Kur’an’ın aslı yakıldı” diyerek gerçek Kur’an’ın ortada olmadığını iftirasını atanlar, o devir müslümanlarının ezberledikleri surelerin hafızalarının nasıl silindiğini açıklamak durumundadırlar. Demek ki Hz. Peygamberden dinledikleri Kur’an’la aynıydı ki itiraz etmediler.
4.3-O devirde yaşayan Müslümanlar, günümüzde İslam’a, Hz. Peygambere en küçük bir hakarette ayaklanan Müslümanlardan daha mı duyarsızdılar ki Kur’an’ın aslı yakılırken(!) hiçbir itiraz ve tepki göstermeyip sineye çektiler?
4.4-İbni Hacer Askalani’ye göre, Osman diğer nüshaları yakmamış, okunmasını düzeltmiş, düzelmesi mümkün olmayanları toplamış, yanlış okumaya, hatalı okuyuşa meydan vermemek için bozmuş suyla silmiştir. Noktasız “Haraga” kelimesi yakmak anlamına gelir, “Haraga” noktalı olarak yazılırsa yırtmak anlamına gelir. Düzeltilmesi mümkün olmayan sayfaları yırttı attı demektir.
4.5-Kâfirlerin akıl hocalarından olan oryantalistlerden Schwally, Hz. Osman’a isnad olunan bu yakma işini çok şüpheli bulur.


5.1-Dursun, Müslümanlardaki bulunup ta diğer milletlerde olmayan icazet metodundan habersiz anlaşılan. Prof. M. Hamidullah şöyle der:“Kur'an'ın bütün metnini ezberleme alışkanlığı Hz. Peygamber (s.a.) zamanından başlar. Halifeler ve İslâm devlet reisleri daima bu alışkanlığı teşvik etmişlerdir... Başlangıçtan beri müslümanlar bir eseri müellifinin veya icazetli bir talebesinin huzurunda okumayı ve karşılaştırmayı, zamanında gerekli düzeltmeler yapılmış ve tesbit edilmiş metnin rivayeti için yazılı iznini (icazetnamesin) almayı âdet edinmişlerdi. Kur'an'ı ezberden okuyanlar yahut sadece yazılı metni yüzünden okuyanlar da aynı şeyi yaptılar ve bu itiyat günümüze kadar böylece devam etti. Bu işin dikkat çeken yönü şuydu: Her üstad kendisi tarafından verilen icazetnamede talebesinin yalnız okuyuşunun doğruluğunu değil, aynı zamanda kendisinin üstadından işittiği okuyuşa uygun olduğunu açık bir şekilde söyler ve kendi üstadının da üstadından bunu böyle okuduğunu ve talebesine öyle öğrettiğini zikrederek zincir Hz. Peygambere (s.a.) kadar devam ederek götürülür. Bu satırların yazarı Kur'an'ı Medine'de şeyh Hasan eş-Şair'den okudu ve aldığı icazetnamede diğer bilgiler arasında üstadların ve üstadların üstadlarının zinciri nihaî kısımlardaki üstadın aynı zamanda Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mesud, Hz. Übey İbn Kâab ve Hz. Zeyd bin Sabit'den (ki hepsi ashabdandırlar. Allah Cümlesinden razı olsun) okuduğunu kayıt eder. Hafızların sayısı dünyada şimdi yüzbinlerle sayılmaktadır, ve metnin kopyaları (yani Kur'an-ı Kerîm'in aslî nüshaları) dünyanın her tarafında bulunur ve birinin metniyle diğerinin metni arasında kafiyen fark bulunmaz. Bu kayda değer bir noktadır ki, hafızların hafızalarındaki Kur'an ile eldeki Kur'an metni arasında hiç bir ayrılık yoktur. (İslam Giriş, Prof. M. Hamidullah, s.42)
6.1-“İbn Mesud'un "Mushaf'ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nâs sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara Suresinin Ahzab Süresiyle aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor.” Diyen Dursun’un, 1505 yılında Mısır’da ölen C. Es-Suyuti’nin zamanına kadar İbni Mesud’un mushafının değişmeden nasıl geldiğini açıklaması gerekirdi?

6.2-İmamı Nevevi, Müslim şerhi Şerhi Mühezzeb’te: Bütün Müslümanlar felak-nas ve Fatiha’nın Kur’an’dan olduğunda ittifak ve icma etmişlerdir. Onların Kur’an’dan olduğunu inkar eden kafir olur. İbni Mesud’dan rivayet edilen şey batıldır ve doğru değildir. İbni Hazm, Fahreddi Razi’de bunun bir yalan ve iftira olduğunu söyler.
6.3-Dr. Muhammed İbni Lütfî es-Sabbâğ, "Lemehât fî Ulûmi'l-Kur'ân" adlı kitabında; "Osmanî Mushaflar şimdi nerede?" başlıklı kısımda şöyle diyor.
..Hicri 614 yılında ölen İbni Cübeyr, Seyahatnâme'sinde, Dımışk Câmi'inden söz ederken şunu zikretmiştir.“Mısırdaki yeni maksurenin doğu rüknünde (köşesinde) büyük bir dolap (hazâne) vardır ki içinde Osman'ın mushaflarından bir mushaf bulunmaktadır. O Osman'ın Şam'a gönderdiği mushaftır. Dolap her gün nazmın ardı sıra açılır. İnsanlar ona dokunup öpmekle teberruk ederler. Onu uğurlu sayarlar.” (el-Burhan, 1/235-el-İtkan, 1/60)İbni Faldan el- Ömeri Ö.Hicri 749) de Dımışk’ta bir mushaf görmüştür. Onun Osmani mushaflardan biri olduğunu anlatıp “Onun sol tarafında, müminlerin emir Osman ibni Affan’ın hattıyla “Osmani mushaf” diye yazılı olduğunu söylemiştir. (Mesalikü’l-Ebsar fi memaliki’l-Emsar, 195)İbni Batuta, Şam’daki nüshadan ayrı Basra’da Osmani mushafından bir tane daha gördüğünden bahseder. (Rıhletü İbni Batuta, 1/116)Dr. Abdurrahman eş-Şehbender demiştir ki: Dımışk-ı Şam'da bu Osmânî mushaflardan bir nüsha elde ettim. Maalesef onu, otuz yıl önce Emevî Camiini yakıp kül eden yangında ateş telef etmiş." O, bu sözü, M. 1922 yılının Nisan ayında yazmıştır. (Müzekkirât-ı Abdurrahman eş-Şehbender, s. 34)Üstad el-Kevserî'nin zikrettiğine göre; Şeyh Abdulhakîm el-Efgânî (ö.H. 1326-M.1908), ölümünden önce bu Osmânî Mushaf'ın resmine (yazı ve imlâsına) uygun bir mushaf kopya etmiştir.Kevserî, bu Osmânî Mushaf'ın, Birinci Dünya savaşı sırasında İstanbul'a nakledildiği zannındadır. Efgânî'nin kopya ettiği mushafın ise Dımışk'taki adamlarından birinde mahfuz olduğu zikredilmiştir. ( Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)Yine Kevserî, Küfe Mushafının, Humus'ta bulunduğunu ve onun, Birinci Dünya Savaşı sırasında başkent İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiş, ancak Humus'ta hangi mescidde bulunduğunu zikretmemiştir.Nitekim Kevserî, Medine'de bulunan Medine mushafının da, Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiştir. ( Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)İstanbul’da “Türk ve İslam Eserleri Müzesinde” şu tarihi mushaflar bulunmaktadır.457 numarada: Hz. Osman imzasını ve hicri 30 yılını içeren Mushafı Şerif.557 numarada: Hz. Ali’nin imzasını içeren Mushafı Şerif.458 numarada: Hz. Ali’nin yazısı olduğu belirtilen Mushafı Şerif.Hz. Ömer’e nisbet edilen ve ceylan derisine yazılmış, tahtaya yapıştırılmış bir Kur’an sayfası. (Ulumu’l-Kur’an,187–190)
7.1- C.es-Suyuti'den işine gelen alıntıyı yapan araştırmacı(!)-gazeteci-yazar T. Dursun işine gelen rivayetleri alıp işine gelmeyen rivayetleri okuyucuya göstermeyerek bu meselede de sınıfta kalmıştır.
Bir mucizedir ki nur-i Kur’ân
Durdukça cihan durur numâyan (Ziya Paşa)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimePaz Ara. 27, 2009 7:18 am

KIZ ÇOCUKLARI ÖLDÜRÜLMEDİ Mİ?


Şimdi gelelim T.Dursun’un, “kız çocuklarının diri diri gömülmemiştir” yalanına.Turan Dursun, İslâm’dan önce Araplar arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömmenin yalan olduğunu iddia ediyor. Bunu Kur'ân ifade ettiğine göre demek ki Kur'ân'ın söylediği, gerçeği yansıtmıyor.Böylece Turan Dursun, bütün tarihçilerin kaydettiği bir gerçeği, dolambaçlı yollara dalarak inkâr ediyor.
1.1-Peki, ama böyle bir şey yok ise Kur'ân neden böyle söylesin?
1.2-Kur'ân bunu söylediği zaman, dinleyenler böyle bir şey yok, diye neden itiraz etmemişler.
1.3-Olmayan bir şeyi söylemesi, Kur'ân'a karşı o zaman inanmış olanların da inancını sarsmaz mıydı?
1.4-Turan Dursun, İslâm öncesi şâirlerden Ferazdak'ın şiirinde de geçen bu olayı nasıl inkâr eder? Dursun, bu olayı anlatan şiiri de kuşkulu görmektedir. Ferazdak'a âit dizelerin "sonradan uydurulmuş olduğu düşünülebilir" diyor. Neye dayanarak? Neden uydurulan bu dizeler yalnız Ferazdak'a dayandırılmış öyleyse? Buna gerek olsaydı, A'şâ'ya da bu mealde şiirler yakıştırılırdı. Neden Ferazdak?Turan, vâide' (kelimesi)nin, çocuğunu toprağa gömen kadın anlamına geldi ğinden de şüphelenmektedir. Oysa en güvenilir lügatlerden Lisânu'l-Arab'da kelime: " Vede’b-netehu: “Sağ kızını toprağa gömdü." şeklinde açıklanıyor. "Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ötürü öldürüldü, diye!" (Tekvîr: 8-9).Turan'a göre:"Araplarda, hem de "yaygın biçimde" yaşandığı ileri sürülen bu olayların olduğu apaçık yalan. Ne bir baba, ne de bir anne burada ileri sürüleni yapar. Bu tür şeyin olması, insan doğasına aykırı olduğu gibi, hayvanlarda bile görülmez, ilkellerde, "çocukların Tanrılara kurban edildiklerini biliyoruz. Ama Araplar, o sıralarda, "ilkellik" dönemini çoktan gerilerde bırakmışlardı, İslam döneminden daha ileri bir uygarlığa sahiptiler. Bunun tersine, yalanlar uydurulmuş olsa da... Kaldı ki burada söz konusu olan "Tanrı'ya kurban" da değil. Aktarmalarda da bu ileri sürülmüyor. Yani "kız çocuklarının, Tanrılara kurban etmek için diri diri gömüldükleri"nden söz edilmiyor. Böyle bir şey, yani "çocuğu Tanrı'ya kurban etme" de hangi dönemde ve nerede yaşanmış olursa olsun; "çok yaygın" değil, tek tük olurdu. "Tanrı'ya kurban et me" durumu da söz konusu olmayınca, işin mantığı büsbütün ortadan kalkıyor. "Kız çocuklarının yoksulluk için, ya da leke sayıldığı için... diri diri gömüldüklerini" ileri sürmek ve bunu kabul etmek, "annelik, babalık" ne demek; bilmemektir. Ayrıca "insan"ı. insanın doğasını tanımamaktır, insanlar, ileri sürülen türden şeyi yapmış olsalardı, türle rini sürdüremezlerdi."Turan'a göre hiçbir anne baba yüreği bunu yapamaz. Doğru, normal anne baba bunu yapamaz. Ama toplum, bunu yapmayı aile şerefinin korunması için gerekli görürse yapar. Merhamet duygusu fazla gelişmemiş ilkel insanlarda bunun yapılması olağandır.Bu uygulamanın,-bütün Araplar arasında, yaygın biçimde yapıldığını, halkın tümünün bunu hoş gördüğünü kimse iddia edemez elbette.Bu uygulamanın, uygarlık düzeyi ileri aşamalara varmış kabilelerde değil, daha ilkel bedevi kabileler arasında görüldüğü muhakkak. El bette kabilede her aile böyle yapmıyordu. Ama tek tük de olsa bazı taş yürekliler bunu yapıyorlardı. Abdulaziz Çaviş'in ifadesine göre Kureyş ve Kinde gibi bazı Arap kabilelerinde, kızları diri diri gömmeyi güzel işlerden sayanlar vardı. Nitekim "Defnu'l-benât mine'l-mekrumât: Kızları gömmek, güzel işlerdendir." gibi mesel haline gelmiş sözler de bunu kanıtlamaktadır (Anglikan Kilisesine Cevap, 169).Ancak dediğimiz gibi bunun yaygın bir uygulama olduğunu söylemek hatadır. Öyle olsa toplumda kadın kalmaz, toplum inkıraz bulurdu. Bunu bugün uygulanmakta olan kürtajla karşılaştırabiliriz. Çeşitli nedenlerle kürtaj uygulanmaktadır ama bundan herkesin kürtaj yaptığını sanmak hata olur. Masum yavrunun diri diri toprağa gömülmesi veya çeşitli biçimlerde öldürülmesi, toplumun çoğunluğu tarafından hoş karşılanmıyordu. Bundan dolayı, biz, Hz. Ömer'in, müslüman olmazdan önce kızını toprağa gömmüş olduğu yolundaki rivayetin düzme olduğu kanısındayız.Ne var ki yaygın olmasa da bu âdet toplumda vardı ve bunun temel nedeni de aile şerefini korumak, ya da fakirlik endişesi idi. Onun için Kur'ân, fakirlik korkusuyla bu işi yapanlara: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır." (İsra: 31) buyurmaktadır. Demek ki bu uygulama toplumda vardı ki Kur'ân böyle söylüyor.
2.1-Turan Dursun, hiçbir anne babanın böyle bir şey yapamayacağını, bunun doğaya aykırı olduğunu söylüyor. Söylüyor da günümüzde henüz dünyaya gelmemiş de olsa anne karnında gelişimini tamamlamış, dünyaya gelmek için hazırlanmış binlerce çocuğun, kürtaj yoluyla katledilmekte olduğun yine doğurduğu çocuğu öldürüp çöp bidonlarına atan yahut sağ olarak cami duvarına bırakanlar bulunduğunu hiç düşünmüyor. Bunları yapanlar, yaptıranlar anne baba değil mi? Bunları yapan kürtajcılar insan değil mi?Turan Dursun, 244. sayfada kız çocuğunu diri diri gömme ile ilgili olarak Ebû Dâvud'dan bir hadis meali aktarıyor: "Vâide de, mev'ûde de ateştedir." (Kitâbu's-Sunneh, bâb fî Zerâriyyi'l-muşrikîn, 2/532). Ve şu yargıya varıyor:"Kız çocuğunu diri diri gömen kimsenin cehenneme gitmesini anladık ama o zavallı kız çocuğunun cehennemde işi ne? O niye cezalandırılıyor?" diye sorabilirsiniz." diyor.Dursun, işine yarar bulduğu her rivayeti toplamış ve bile bile bunları katıksız doğru saymıştır. Bir kitapta Hz. Muhammed'e nisbet edilen bir rivayet olsun da, sağlam olsun, çürük olsun ona göre fark etmez. Nasıl olsa okuyanlar hadis uzmanı değillerdir. Kimse bunun çürüklüğünü fark etmeyecektir. Böyle düşünmüş ve amacına da ulaşmıştır.Şunu vurgulayalım ki hadisçiler, hadis derlemek için gezmiş, do laşmışlar bir senede bağlayabildikleri her hadisi, hatta zinciri kopuk da olsa (mürsel) kesik de olsa (münkta’ı) derleyip kitaplarına yazmışlar. Bunların içinde pek çok zayıf, ağızdan ağıza dolaşırken anlamı değiş miş söz, Peygamber'e bağlanmıştır. Bu rivayetlerin içeriği, Kur'ân ile, Hz. Muhammed'in temel düşünce yapısıyla karşılaştırılmadan, sadece rivayet zinciri yönünden kritik edilip alınmıştır.
2.2-Şimdi Kur'ân-ı Kerîm'de kız çocuklarına yapılan bu zulüm, şid detle kınanırken: "Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ölürü öldürüldü, diye?" ifadesiyle yavrunun masumluğu vurgulanırken; Kur'ân'ın tebliğcisi, Kur'ân'ın, masumluğunu vurguladığı yavrunun cehenneme gideceğini söyler mi? Bunu sağduyu kabul eder mi? Bu Kur'ân'a ve Peygamber’in düşünce yapısına aykırı uydurma rivayetler, nasıl Peygamber sözü olarak değerlendirilir? Hele bunun tam tersini söyleyen rivayetler de varsa? İşte İbn Hanbel'in Müsned'inde, bu rivayetin tam tersini söyleyen bir hadis: “Dedim:- Ey Allah’ın elçisi, kim cennettedir? Peygamber (a.s), peygamberler cennettedir, şehid cennettedir, yeni doğmuş çocuk cennettedir ve mev’ude (canlı olarak gömülmüş kız) cennettedir.” (Müsned, 5/58)Yukarıya aldığımız S. ATEŞ’in makalesine ilave olarak:
3.1-Dursun, Tefsirlerde geçen; “Kız çocukları, "yoksulluk yüzünden diri diri gömülüyordu.", "ailelerine leke sayıldığı için diri diri gömülüyordu.", "meleklere katılsınlar diye diri diri gömülüyordu. Çünkü Melekler de Tanrı'nın kızları diye niteleniyordu." ifadelerine değinmiş, aklınca çelişki bulmuş.Ortada bir olay ve bunun değişik sebeplerinin olabileceğini görmezden gelmiştir. Kürtaj bir vakıadır. Sebebi ise, a-Çocuğa bakamama endişesi olur.b-Gayrimeşru ilişkiden dolayı olur.c-Aileye kabul ettirememekten olur.d-Tecavüzden olur.e-İyi bir eğitim veremeyeceği endişesinden dolayı olur.f-Kocası ya da kendisi istemediğinden olur…Herkes kendi gerekçesini üretir ama Dursun’un gerekçe çelişkisi kendi problemi olarak kalır.
3.2-"Melek" son derece "kutsal bir varlık" görüldüğüne göre, kız çocuğu ailesi için "leke, utanç verici" olamaz. Diyen Turan, değişik kabilelerin değişik gerekçesi olabileceğini aklına bile getirmek istemiyor ya da düşünemiyor.
3.3-Din etnologu(!) da olan ve Tanrılara “darı” ikram ettiren Dursun, "çocukların Tanrı’lara kurban edildikleri"ni biliyoruz, ama "çok yaygın değil, tek tüktü” diyor. M.S.640’lı yıllarda Mısır’da, Nil’e genç kız atılarak, adak yapıldığından haberi de yok.
4.1-“Tefsirler, Ferezdak'ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki, tefsirlerde bu iki dizi de hep aynı sözcüklerden oluşmuyor, iki dizi de değişik biçimde yer alıyor, diyen Dursun kendisi 2000’e doğru dergisinde yazdığı yazıları kitaplaştırmak için tekrar gözden geçirip, bazı çıkarmalar ve ilaveler yapabiliyor. Bu normalde, 1500 sene öncesine ait olan Ferezdak’ın şiirlerinde aynı kelimelerin olmaması garip öylemi? İlginç, doğrusu?
5.1-Şimdi de Hamdi Yazır merhum’un dediğine bakalım: MEV'ADE: Küçükken diri olarak gömülüp öldürülen kızcağız demektir ki, “V’ed”den müştaktır. Ve'd, aslında evd gibi ağır basmak mânâsıyla alâkadar olup Câhiliyye Arablarının kız çocuklarını diri diri kabre gömmek âdeti şemalarına denilir. Müfessirînin beyan ettikleri veçhiyle Câhiliyye Arabları'nda bu çirkin âdet şayi' idi ve bunu türlü türlü yaparlardı. Kimisi, kızlar yüzünden bir ar gelmek korkusiyle yapar, kimisi, züğürtlük ve besleyememek korkusiyle yapar, kimisi de, Melâike Allah'ın kızlarıdır dediklerinden dolayı kızlarını da Melâikeye ilhak etmek üzere Allah'a daha lâyıktırlar diye yaparlardı. Alûsî'nin beyanına göre bir değil, birçokları zikr etmiştir ki: Bir adamın bir kızı doğduğu vakit, onu öldürmeyip berhayat bırakmak istediği surette ona yünden veya kıldan bir cübbe giydirir badiyede koyun veya deve güttürürdü. Öldürmek istediği takdirde de bırakır altı yaşlarına doğru gelince anasına: “Bunu, temizle, süsle, hısımlarına gezmeye götüreceğim” der. Hâlbuki sahrada bir kuyu kazmıştır onu oraya götürür. «Bak şunun içine» der. Sonra arkasından iter ve üzerine toprağı yığar, kuyuyu arz ile dümdüz edene kadar örterdi. Bir de gebe kadın vakti yaklaştığı zaman bir kuyu kazar, ağrısı tutunca başına gider, kız doğurursa onu, onun içine atar, oğlan doğurursa alıkordu denilmiştir. Kamus şârihi der ki: “Cahiliyyede Arablar, kız evlâdını açlık veya ar gelme korkusunda kabre defn ederlerdi. Bâzıları açlık korkusuyla oğlanı dahi defn ederlerdi “"Toprağa gömülmüş kıza sorulduğu zaman, hangi günâhından ötürü öldürüldü, diye!"” ol babda” nazil oldu.” Mısır müftîsi Abduh, burada şöyle demiştir: “Bak şu kasvete, şu katı yürekliliğe, şu fakr-u âr korkusundan başka bir günahı olmayan ma'sum kızcağızları öldürmek vahşetine ki, Arab'ın kalbine müslümanlık karıştıktan sonra nasıl merhamet ve şefekate mübeddel olmuş, İslâm bu çirkin âdeti temamen mahvetmekle bütün insaniyyete ne büyük bir ni'met olmuştur.”Âlûsî, Bezzar, ve “Künâ”da Hâkim ve “Sünen”'de Beyhakî, Hazret-i Ömer ibn Hattab radıyallahü anh'den rivayet etmişlerdir. Demiştir ki: “Kays ibn Asım-ı Temîmî, Resulullah'a geldi de: “Ben, dedi, Cahiliyye de sekiz kızımı ve'd ettim.” Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem, “Her birinden bir rakabe azâd et” buyurdu. O: “Ben, dedi, deve sahibiyim.” “O halde, buyurdu, her birinden bir bedene hedy et.” “İslâm makeblini keser atar” olmasına nazaran bu emir, tevbenin sıhhatinde vücub için olmayıp nedb için olmak gerektir. Ve bunda ve'din pek büyük cinayet olduğuna ayrıca bir tenbih vardır. Maamafih Arablar, içinde ve'di çirkin görenler de vardi. Ferezdek'in dedesi Sa'saa ibn Nâciyete'l-mücaşî, kavmi Benî Temîm'den mevûdeleri fidye ile kurtarırdı, Ferezdek, şu beytinde;
“Dedem hakkı için ki, çocuklarını gömen vâ'ideleri men'etti.
O suretle gömülecek olanı ihya etti de gömülmez oldular.”
Diye onunla iftihar etmiştir. Taberânî, müşarünileyh Sa'sa'a'dan şöyle rivayet eylemiştir: “Ya Resulâllah! Dedim, ben cahiliyyede bâzı ameller işledim onlarda bir ecir var mıdır? Üçyüz altmış mev'ûdenin hayatını kurtardım. Her birini iki uşera' naka ile iştira ederdim. Bunlarda bana bir ecir var mıdır?” Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem buyurdu ki: “Sana, onun ecri var. Çünkü Allah Teâlâ, sana İslâm'ı in'âm buyurdu” demiştir.Ve'd denilen bu büyük cinayetin hâsılı, evlâdını öldürmekten ibaret olduğu ve bunun en çok sebebi fukaralık ve besleyememek korkusu bulunduğu için Sûre-i En'am'da, "Yoksulluk yüzünden evlâdınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkınızı Biz veririz." (En'âm 6/151) Sûre-i İsra'da "Bir de züğürtlük korkusuyla evlâdlarınızı Öldürmeyin, onlara da rızkı Biz veririz size de, elbette onları öldürmek büyük bir cinayet bulunuyor." İsrâ 17/31) âyetleriyle de defeat ile nehy olunduğu gibi Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem kadınlardan bey'at alırken, "Ve evlâdlarını öldürmeyecekler." (Mümtehine-60/12) evlâdlarını katl etmemek kaydının da tasrih olunduğu Sûre-i Mümtehane'de geçmişti. Bu âyetlere nazaran yalnız gömmek suretiyle değil, her hangi bir suretle olursa olsun evlâdını âmden öldürmek de böyle büyük bir cinayettir. Onun için, “büyük hata” buyurulmuştur. Şu halde iskat-ı cenîn, kasden çocuk düşürmek dahi evlâdını katletmek olduğu için aynî mahiyyette bir katil cinayeti olduğu unutulmamak lâzım gelir. Câhil bedevilerin ve'd vahşetlerini, dinlerken tüyleri ürperen Medenîlerin iskatı cenîn cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da, ne kadar teessüf olunsa azdır. Hattâ azlin bile bir ve'd-i hafi olduğu hakkında bir hadîs-î şerif mervidir. İmam Ahmad, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn Mace, Taberânî ve İbn Merduye, Huzâme bint Vehb'den rivayet etmişlerdir ki, Resulullah sallâllahü aleyhi vesellem Hazretleri'ne azilden sual olundu: “O, ve'd-i hafidir.” buyurdu demiştir. Bundan dolayı azlin de hürmetine kail olanlar olmuşsa da, Fıkıhda kerahet olması tahkîk olunmuştur. Çünkü nesli kesmeğe bir yol, bir sû-i isti'mâldir. Azl, ve'd-i hafî olunca hilkati tebeyyün etmiş cenînlerin iskatı ve yeni doğan yavruların itlafı gerek tesebbüb ve gerek mübaşeret i'tibariyle ve'd-i celîye mübaşeret veya tesebbüb mânâsında, "Evlâdlarınızı öldürmeyin." (İsrâ-17/ 31) nehy-i sarihinin hükmü dahilinde haram bir cinayet olduğunu anlamak kolay olur. Şayan-ı dikkattir ki, burada tezvic-i nüfustan sonra mes'uliyyet vakti ihtar olunurken ve'din ve bigayri hakkın katl-i nüfusun mes'uliyyetindeki ağırlık anlatılmak üzere evvel emirde hâmîsi yok farz edilen mev'ûdenin suali tasrih olunmuş ve bunun evvelâ katile değil, kati olunan ma'sum kızcağaza sorulacağı anlatılarak, "Mev'ûdeye sorulduğu vakit ki hangi günahla katledildi." Tekvir-81/8-9) buyurulmuştur. Cinayetin sebebi doğrudan doğruya cânîye sorulmayıp da davacısı olan masum mev'ûdeye sorulması o ve'di yapan katilin vicdanını sızlatacak ve hamisiz gördüğü mazlumun karşısında mağlûbiyyetini duyuracak ve haksızlığını bütün mânâsiyle tanıtarak hakkın huzurunda hiç bir müdafaaya kadir olamayacak vech ile gayz ve ukubete istihkakını anlatacak şiddetli bir ihtar ve tariz vardır ki, buna, tebkît tâbir olunur. Nitekim Nasârâ muvacehesinde Hazret-i İsa'ya, "Hem Allah buyurduğu vakit: “Ey Meryem'in oğlu İsâ! Sen mi dedin o insanlara; "beni ve anamı Allah'ın yanında iki ilâh edinin" diye?" Maide 5/116) diye sorulması da Nasârâ'ya bu kabîlden bir tariz ile tebkîttir. Bundan başka her türlü amellerin hesabı rü'yet olunacağı da şununla anlatılıyor. (Hamdi Yazır, Hak dini, Kur’an Dili 8/433-436)Yukarıda ki metinden de anlaşılacağı üzere Hamdi Yazır, Ferezdek’in şiirinden hareketle,erkeklerin öldürmediğini değil, kadınların daha çok öldürdüğüne işaret ediyor.Ama bu alanda kafa yormaya gerek yok. Nasıl olsa hepsi bir "yalan" üstüne kurulu. diyen Dursun’un dediği gibi fazla kafa yormaya gerek yok. Nasılsa Dursun’un dediklerinin hepsi “yalan ve saptırma üzerine kurulu”

GARÂNÎK OLAYI VEYA ŞEYTÂN ÂYETLERİ

T. Dursun, Salman Rüşdü'nün ortaya attığı "Şeytan Âyetleri" meselesine de “değinerek” bunların gerçek olduğunu iddia ediyor. Kur’an’ın, yakıldığı söyleyen bir kişinin kalkıp “Şeytan Âyetleri" gerçektir demesi oldukça ilginç bir olaydır. Zaten Turan, Kur’an’a ve İslam’a saldıran kim olursa olsun doğru ya da yanlış onun şiddetli müdafaacısıdır.Hacc Suresi'nin 52. ayetinin, bunu izleyen âyetlerin ve bu âyetlere ilişkin aktarma ve yorumların tanıklığıyla "Şeytan Âyetleri" olayı bir gerçektir. Kaynak, ileri sürüldüğü gibi yalnızca Taberi değildir. Taberi'den 150 yılı aşkın bir zaman önce yaşamış olan îbn Ishak'ın es-Sire’sinde de olay yer alır. (Bkz. Siretü İbn İshak, yay. Muhammed Hamidullah, fıkra: 219.) Bunun yanında bir başka gerçek, laik ve özgür düşünen insan -ki Salman Rüşdü de böyle bir insandır- "din kutsallıklarımın çerçevesine sokulamaz. Bunu yapma yolundaki "din terörü" karşısında korkmadan, yılmadan yeterince savaşım verilmelidir artık.Yukarıdaki cümleler Dursun’a ait buna karşılık verdiği kaynaklar ve kaynaklardaki bilgiler doğru mu, İbni İshak’ın “Sire’si nasıl bir kitap ona bakalım, S. ATEŞ söyle diyor: “Dursun, olayın, İbn İshâk’ın Sîre'sinde yer almasını doğruluğunun kanıtı saymaktadır. Şimdi bu İbn İshak hakkında hadîs bilginlerinin görüşlerini verelim:Dârekutnî gibi büyük hadisçiler, bunun rivayetlerini vâhî, son derece sakat görmüşlerdir. Zehebî: "Sîresini, rivayet zinciri kopuk, tanınmayan, bilinmeyen şeylerle, yalan şiirlerle doldurmasından başka bir günahını bilmiyorum" diyor. Nesâi ve başkaları, İbn İshak için "Sağlam değildir", Dârekutnî: "Sözleri kanıt olamaz", Süleyman et-Teymî, Hişâm ibn Urve: "Yalancıdır", imam Mâlik: "Deccâllerden biridir!",Hammâd ibn Seleme: "Zarurî olmadıkça İbn İshak’tan rivayet etmedim"; Yahya el-Kattân: "Muhammed ibn Ishâk'ın yalancı olduğuna tanıklık ederim." demişlerdir.Kendisine onun yalancı olduğunu nereden bildiği sorulan Yahya, bunu Vüheyb'in söylediğini, ona da Mâlik ibn Enes'in söylemiş olduğunu, ona da Hişâm İbn Urve'nin söylediğini anlatmıştır: İbn İshâk, Hişâm'ın karısı Münzir kızı Fâtıma'dan hadis rivayet etmiş. Oysa Hişâm henüz yedi yaşında iken bu kızla evlenmiş olduğunu, o günden beri karısı Fâtıma'nın, hiçbir erkek yüzü görmediğini anlatmıştır. Böyle iken İbn İshâk, ondan rivayet naklediyor.Hatîb-i Bağdâdî'nin tespitine göre İbn İshâk, gaza (savaş) haber lerini vaktinin şâirlerine gönderir ve onlardan bu olayların temasına uygun şiirler yazmalarını istermiş ki o şiirleri, olaylara eklesin. (Mîzânu'l-İ'tidâl: 3/468-471).Şimdi yalancılığı ile ün yapmış böyle bir adamın kitabında bu olayın anlatılmış olması, doğruluğunu mu gösterir? Kaldı ki İbn İshak’ın Sîre’sinde, şeytân âyetlerinden söz edilmez.Yazar, olayın bir bölümünün, Buhârî'de de yer almış olduğunu söylüyor. Oysa Buhârî'de yer alan, şeytân âyetleri olayı değil, sadece ilk sûrelerden olan Necm Sûresini dinleyen müşriklerin, sûrenin cazibesine kapılıp müslümanlarla birlikte secde etmiş olmalarıdır, işte Buhârî'nin rivayeti:“İçerisinde secde (ayeti) olup indirilen ilk sure Necm suresidir. Rasulullah (a.s) ve arkasında olan herkes secde etti. Ancak secde etmeyen bir kişi vardı o da yerden bir avuç toprak alıp ona secde etti. Daha sonra onu kâfir olduğu halde öldürüldüğünü gördüm.” (Buhârî, Tefsîr, Necm Sûresi: 65/54) (Tercüme tarafımızdan yapıldı R.G.)Olay nedir? Önce bunu kısaca anlatalım:Kavminin kendisinden yüz çevirmesine son derece üzülen Peygamber (s.a.v.), Allah'tan, kendisiyle kavminin arasını uzlaştıracak bir şeyin (vahyin) gelmesini ve böylece kavminin inanmasını çok arzu ediyordu. Bir gün Kureyş’in kalabalık bir meclisinde oturmuştu. O gün Kureyş’in kendisinden uzaklaşmalarına sebeb olacak bir şeyin inmemesini istiyordu. Yüce Allah “Aşağı kayan yıldıza andolsun” sûresini indirdi. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) sûreyi okuyup: “Gördünüz mü Lât ve Uzza’yı ve üçüncüsü olan Menat’ı?” âyetine gelince şeytân, onun diline "Şu yüce turnalardır ve onların şefaati umulur” sözlerini attı. Kureyşliler: "Muhammed bundan önce hiç tanrılarımızı hayır ile anmamıştı" dediler. Peygamber okumasına devam edip sûreyi bitirince secde etti, onlar da müslümanlarla birlikte secde ettiler. Akşam olunca Cebrail Peygamber'e geldi: "Sen ne yaptın, benim Allah'tan sana getirmediğim, söylemediğim şeyi insanlara okudun" dedi. Yüce Allah: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman şeytân onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış olmasın..." âyetini indirdi. (Câmi'u'l-beyân: 17/87; Mefîtihul-ğayb: 23/49-50; İbn Kesîr, Tefsir: 3/230.)Olayın ve rivayetin genişçe tahlilini yapan S.ATEŞ şöyle devam ediyor:
1.1-Hac süresindeki bu âyetin, bu olayla ilgili olarak inmesi mümkün değildir. Çünkü Ğarânîk uydurmasının bağlandığı Necm sûresi, Mekke'de inen ilk sûrelerdendir. Oysa Hac Sûresi, Medîne devresinin sonlarına doğru inmiştir. 88. sırada yer alır.
1.2-Bu hadis, Said ibn Cübeyr yoluyla İbn Abbâs'tan, Ebu Ma'şer ve Yezîd ibn Ziyâd yoluyla da Muhammed ibn Ka'b el-Kurazî'den rivayet edilir. Ama Hz. Peygamber'e kadar giden kopuksuz bir senedi yoktur. Bu rivayeti Kelbî de Ebû Salih yoluyla İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Ama Kelbî itimâda şayan görülmez. Sağlam hadîs mecmuaları bu rivayeti almamışlardır. Kadî İyâd, Râzî ve birçok âlim bunun uydurma olduğu kanısındadırlar. Çünkü bunu Peygamber'in masumluğuna, şeriatın korunmuş olma vasfına aykırı görmektedirler.
1.3-Turan Dursun, bu olayın, îbn Hacer Askalânî tarafından doğrulandığını söylüyor ki bu, yanlıştır. îbn Hacer, bu konuda Kirmânî'nin şu sözünü naklediyor: "Bu secde olayının, Peygamber'in okuması sırasında, şeytanın attığı sözler sebebiyle vuku bulduğu şeklinde söylenen söz, ne akıl ne de nakil bakımından doğru değildir." (Fethu'l-Bârî: 8/614)
1.4-Hac Sûresinin: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman şeytân onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah, şeytânın attığını siler, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır." (Hac: 52)Âyette geçen temenni, bir şeyi arzu etmek demektir ki, felsefede buna ideal denilir. Buna göre şeytân, peygamberin gerçekleştirmeğe çalıştığı ideali, karıştırmak istediği düşüncelerle bozmağa çalışır, demektir. Fakat çoğunluğun kanısına göre temennî, ezberden okumak anlamınadır. Buna göre âyette her peygamber, kendisine gelen vahiyleri okuduğu zaman, mutlaka şeytânın, onun okumasına bozuk düşünceler katmaya çalışacağı, fakat Allah'ın, şeytanın attığı düşünceleri silip, vahy âyetlerini yerleştireceği anlatılmaktadır.
1.5-İbn Hacer, âyetin tefsirinde şeytânın düşünce attığı hakkındaki görüşleri sıralıyor. Bu rivayetlerin hepsinin ya zayıf veya kopuk olduğunu, ancak rivayetlerin çokluğunun, bu olayın bir aslının bulunduğunu kanıtladığını söylüyor. Daha sonra Ebûbekr ibn el-Arabînin ve Kadî îyad'ın, anlatılan bu olayın düzme olduğu hakkındaki görüşlerini veriyor:lbnu'l-Arabî şöyle diyor: "Taberî, asılsız birçok rivayet aktarmıştır. Bunların aslı yoktur..." Kadî lyâd da: "Sağlam hadîsçilerin hiçbiri, bu olayı sağlam, kopuksuz bir zincirle nakletmemiştir. Bu rivayetin aktarıcıları zayıf, rivayetleri karmakarışık, senedi (rivayet zinciri) kopuktur... Bu rivayetin dayandırıldığı tabiînin ve müfessirlerin hiçbiri, rivayet zincirini vermemişler, bunu herhangi bir sahâbîye dayandırmamışlardır. Bu konuda tabiîlere varan rivayet yollarının çoğu zayıftır, çürüktür. Bezzâr, bunun anlatımı doğru olan hiçbir yolu yoktur. Bir tek Ebû bişr'in, Saîd ibn Cübeyr'den rivayeti anılabilir ama o da sahâbilere varmaz. Kelbî ise rivayeti caiz olmayan, çok zayıf (güvensiz) bir kişidir. Şayet bu rivayet doğru olsaydı, müslüman olanların çoğunun dinden dönmeleri gerekirdi." demiştir…İbn Hacer, Dursun'un anlattığı biçimde olayı doğrulamıyor. Sadece doğruluğu varsayılan bu rivayetlerin yorumunu yapıyor.Evet, bu rivayetlerin hepsi çürük olmasına rağmen çoğunluk, bu sûrenin, hattâ başka sûrelerin de okunuşu sırasında şeytânın, daha doğrusu şeytân ruhlu kâfir bir sabotajcının, bildiği bazı sözleri, şiirleri okuyarak Peygamberin sözlerine karıştırmak istemişler, yani onun okuduğu şeyleri etkisiz bırakmak, bozmak, anlaşılmasını önlemek, tevhîd çağrısını sabote etmek istemişlerdir. Bu, günümüzde dahi hatiplerin, konferansçıların konuşması sırasında yapılan olağan şeyler dendir. Hatîb konuşurken, muarızları slogan atarak sataşır, onun moralini bozmak isterler. Hattâ Meclislerde bunun örnekleri çok görülmektedir. (Gerçek Din Bu 1, S.ATEŞ, 212–221)
1.5-Görüldüğü gibi rivayetin elle tutulur hiçbir yanı yoktur. Sağlam raviler tarafından ve kesintisiz olarak rivayet edilmemiştir. Nedense sahih rivayetlere pek aldırış etmeyen Dursun, zayıf, mevzu (uydurma), mürsel rivayetlere balıklama atlamaktadır.
2.1-Tevhid inancını yaymak için ömrü boyunca mücadele eden Hz. Peygamber niye putların ismi geçtiğinde, putlar için secdeye kapansın?
3.1-Ğaranik meselesinde ciddi hiçbir şey, söyleyemeyen Dursun, hızını alamayıp “laik kafa, özgür kafa, özgür düşünür” diyerek, dini inanışa sahip hiç kimseye saygı duyamayacaklarını sinyalini veriyor. Sen ve senin gibilerden saygı beklediğimizi kim söyledi ki? Komünist Rusya’nın, Çin’in ve Kamboçya’daki Kızıl Kmerlerin dine ve dindarlara ne yaptığını gördük. Saygı göstermeyen Dursun, ne ilginçtir ki kendi saygı görmeyi isteyebilmektedir.
4.1- "Nerede bulursanız öldürün!..." Kuran böyle diyor. (Bkz. Bakara, ayet: 191, Nisa: 89, 91 Tevbe: 5.) diyen Dursun, bir önceki ayetin ne olduğunu normal olarak vermiyor. Yoksa insanları nasıl aldatacak? “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, ayet: 190)
5.1-“Tarih boyunca hep böyle denmiştir. Bir Cemel Olayı'nda 15 bin kişi öldürülmüştür. Çarpışan iki yanda da "Peygamber"in en yakın arkadaştan bulunduğu halde...” diyen Dursun, Cemel vakasının siyasi bir hareket olduğunu bilmiyor. Birinci-İkinci dünya savaşında, Komünizmi ya da değişik rejimleri getirmek için değişik ülkelerde kurulan mahkemelerde öldürülen insanlardan haberi yok anlaşılan (?) Hem ne alakası var Cemel olayının, İslam mı emretti savaşmalarını? Laf ola beri gele...

T. DURSUN'UN SAPTIRMALARINDAN ÖRNEKLER VE DOĞRUSU

Allah Rahmet etsin allame Sadreddin YÜKSEL hoca T. DURSUN’un 2000’e Doğru dergisindeki yazılarının bir kısmına cevap vermişti hiçbir ilave yapmadan aşağıya alıyoruz. Gayemiz; Kuranda "eimmetü'l-küfr" diye tanımlanan, küfür önderlerinin maksatlarını ve metotlarını ortaya koymaktır. (2000'e Doğru) adlı dergi (Aişe ile Hafsa oyunu) başlığı altında yine terbiyesizliğine devam ediyor.Ben şimdi burada evvelâ yalnız o derginin müstehcen parçalarını aktaracağım. Ondan sonra meselenin gerçek veçhesini ortaya koymak için çalışacağım. Şöyle ki:“Peygamber’in çevresinde, Ona güzel kadın bulma yarışı vardır. Eş'as, bu yansı kazanırım ümidi ile Peygamber'e koçar, “bir kız buldum. Mekke civarında bundan daha güzeli yoktur. Ancak sana lâyıktır.” Muhammed, “haydi aldım gitti” der.Bu “Haydi aldım gitti” Peygamber'in ünlü bir sözüdür. Esma getirilir... Eş'as, Esma'yı Hazreti Muhammed'in çadırına götürür... O sırada Hazreti Muhammed ayakta durmaktadır... Bacağını ayırmıştır ve entarisi çadır gibi olmuştur.”
(Kavuşulamayan Küteyle) başlığı altında da şu bölümler yer alıyor: “Peygamber'in bu olaydan sonra hastalandığı rivayet edilir. Peygamber ateşler içinde yanarken Eş'as, yine gelir “ey Peygamber Esma olayı seni çok sarstı. Ben daha güzel bir kadın biliyorum. İstersen onu getiririm” der. Bu güzel kız Eş'as'ın kız kardeşi Küteyle'dir. Peygamber hasta yatağında ünlü sözünü tekrarlar: “Haydi evlendim gitti”... Yine Küteyle genç yaşında Peygamber'in hanımı olur. Bu nedenle artık evlenmeyecektir. Bu durumda Eş'as'm kabilesi çaresiz kalıp Müslümanlıktan çıkar.” Derginin burada Hasreti Peygamber hakkında kullandığı söz ve ifadeler var ya, (hâşâ) en çapkın bir insan ve ölüm döşeğinde bile öyle şeyleri düşünen, unutmayan bir seks adamı hakkında söylenebilir. Başka türlü tasavvur edilemez, İşin en garip tarafı da, bu uygunsuz ifadelerin Buhari, Müslim ve siyer kitaplarından alınmış gibi gösterilmesidir.Şimdi bize düşen ilk vazife, Esma ile Küteyle'nin asıl kıssalarını, Buhari, İmamı Ahmed'in Müsned'i ve Siyer kitaplarından vermek. Sonra bazı incelemelerde —eleştirilerde— bulunmaktır. Verelim ki komünistlerin bu babtaki yalan ve uydurmaları meydana çıksın:“Ebu Üseyd anlatıyor: Nu'man kızı Esma —zifaf maksadıyla —Peygamber'in odasına getirildi. Beraberinde ebesi, dadısı da bulunuyordu. Peygamber “nefsini bana bağışla” diye buyurdu. Esma, “melike bir kadın hiç nefsini avamdan olan birine bağışlar mı” diye cevap verdi." (1) Peygamber, onun asabiyetini yatıştırmak için elini uzatıp başına koymak istediğinde Esma: “Euzu billahi minke” (senden Allah'a sığınırım) dedi. —Bir rivayete göre, bu cümle maksatlı olarak Hazreti Âhe ile Hazreti Hafra tarafından ona öğretilmiştir— Rasûlüllah: “Gerçekten sen yüce bir makama sığındın” dedi.Sonra çıkarken “Ya Eba Üseyd (mehir olarak) ona iki kat beyaz elbise giydir ve götür ailesine teslim et” diye emir verdi.”(2)Şunu da hemen ilâve edeyim ki İbni Sai'd'den gelen bir rivayete göre: Kinde emîri, Hazreti Peygamber'le karabet (akrabalık) tesis etmek için dul kalmış kızı Esma'yı Rasûlü Ekrem'e arz etti. O da muvafakat buyurdu.(3)Sıra şimdi Küteyle'dedir. Onun Peygamber'le evlendirilme şekli, sahih kaynaklar tarafından şöyle anlatılır:“Kays kızı Küteyle, Hadramut adlı bölgede iken kardeşi Es'ad tarafından Peygamber'le evlendiriliyor. Sonra kardeşi onu oradan alıp getirmeğe gidiyor. Fakat daha Medine'ye varmadan Hazreti Peygamber vefat ediyor.Vefatından önce, Küteyle hakkında: “O serbesttir, dilerse kapanıp ümmehatülmü'minin arasına girer, dilerse ayrılıp istediği kimse ile evlenir.” diye vasiyette bulunur. Küteyle, ayrılmayı tercih edip Hadramut’da Ebu Cehl'in oğlu îkrime ile evlenir.” (4)Evet, Esma ile Küteyle'nin kıssalarını sahih kaynaklardan eksiksiz olarak verdikten sonra bir de dönüp derginin o mevzulardaki çirkin, müstehcen, hakaretamiz, terbiye dışı ifadelerine bakalım. O sahih kaynakların neresiyle bağdaşır, neresinde yerleri vardır? Emin olun ki, o kaynaklarla hiç bir münasebeti yoktur. Sadece Peygambere karşı besledikleri düşmanlık hissinden ileri gelmiştir. Yalnız bazı Müslümanları yanıltmak için İslâmi kaynakların adlarını vermeyi de ihmal etmemişlerdir.Dergide saçma bir başlık daha. O baslık altında da Hazreti Peygamber'e karşı savrulan hakaretler... Şimdi ibretle, nefretle maslahat icabı olarak onu yazımıza alalım:“Herise yiyeceksin” Şehveti ne denli talkın olca da bir sınırı vardı. Ve gücünün bir gün sonu gelmişti. İmam'ı Gazali'nin yazdığına göre Peygamberin cinsel organı (Gazali en açık ifadeyi kullanır) artık kalkmaz olmuştu, kaygılanıyordu, konuyu Cebrail'e açtı. Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu. Cebrail bu konuda Allah’tan aldığı bilgiyi Muhammed'e iletti: “Herise (aşure gibi bir şey) yiyeceksin.” (Gazali, İhya, Kitabü'n Nikâh c. 2, s. 29)Malumunuz olsun ki yukarıda naklettiğimiz bölümün içinde gecen edeb dışı ifadelerin hiçbirisi İhya il-ulum'da yoktur, geçmemiştir, İmam-ı Gazali'yi onun gibi şeylerden tenzih ederiz. Yalnız Hadis olarak zikrettiği şöyle bir ibare geçiyor:“Cinsi münasebetteki zayıflığımı, güçsüzlüğümü Cebrail'e şikâyet ettim. O da bana herise yememi tavsiye etti.”Onların bu münasebette kullandıkları ifadelerin, cümlelerin İmam'ı Gazali'ninkinden ne kadar farklı olduğunu görüyorsunuz. Anlatmağa, izah etmeğe hacet yok. Evet, İmam'ı Gazali yukarıda geçen Arabça ibareyi hadis olarak nakletmiş ise de nefsilemirde mevzudur (uydurmadır). Aslı yoktur, Hamd olsun çok büyük kabul edilen âlimlerimiz, bunun mevzuluğu hususunda görüş birliği içindeler...(5) Demek burada da komünistler, büyük bir hezimete uğradılar. Hayret! Şu malum yazarların kendi ağızlarından hiç düşürmedikleri, eksiltmedikleri ne kadar da müstehcen kelime ve ifadeleri vardır. Meselâ: kalkmış Zeker'in, Zeker'in öfkesi, kalkmış dikilmiş gibi, kelimeler. Bunları onlar söylemişler, fakat onların yerine bizler utanıyoruz... Hem bunun yanı başında ne kadar da iftira, uydurma ve tahrifleri vardır! Bakın: “zekerin öfkesi giderilmeli” başlığı altında neler konuşuyorlar, ne tahrifatlar yapıyorlar: (...Bu kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Hacda, ihram sırasında bile olsa. O nedenle, Cabir'den aktarılan bir hadise göre, bir hac sırasında Peygamber şu buyruğu verir: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın!” Cabir diyor ki: “Hacda, biz, zekerlerimizden meni damlaya damlaya Mina'ya yönelmiştik.” (Buhari; Hac, umre, şirket, Müslim; Hac, Nesei, menasik. İbni Mace; menasik. Ahmed bin Hanbel; El müsned.)
Evet, ifadelerin çirkinlikleri gündüz gibi aşikârdır, açıktır, üzerinde durmağa hiç hacet yoktur. Yalnız tahriflere gelince onların üzerinde durmak gerekir. Meselâ, tahriflerden birisi: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın.” cümlesidir. Bu tahriftir. Çünkü Buhari'de bu mânâya delâlet eden bir İbare mevcut değildir.İsterseniz iddia ettiğimiz tahrifi ilmi bir biçimde ispatlamak için Buhari Şerifden o hadisin orijinal bir kısmını verelim: “Rasûlü Ekrem, Ashabına beyti tavaf; Safa ile Merve arasında da sa'y etmelerini, sonra saçlarını kestirip ihramdan çıkmalarını emreyledi. Rasûlüllah'ın bu emri de, beraberinde boynuna kılade takılmış kurbanı bulunmayan hacılar hakkında idi. Böyle bir kimse ihramdan çıkınca yanında zevcesi varsa onunla cinsî münasebette bulunması helâl olur.” (Et Tecridi's sarih c. 1, s. 106).İşte Buhari'de mevcud olan “yanında zevcesi varsa onunla cinsî münasebette bulunması helâl olur.” cümlesidir. Onların hadis nâmına yazdıkları ise bambaşka şeydir. Evet, Buhari'nin bu hadisinde emir sîgası yoktu ki: “hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın” mânâsı ondan çıkarılmış olsun. Demek onların bu yazdıkları düpedüz tahriftir. Gaye Peygamber hakkında iddia ettikleri aşın cinsîliği —akıllarınca— bununla ispatlamaktır. Hâlbuki Efendimiz burada, sadece şer'î bir hükmü beyan etmek istiyor. O da şöyledir: İhramda iken kişiye yasaklanmış olan şeyler, ihramdan çıktıktan sonra kendisine helâl olur. Meselâ: cinsî münasebet, güzel koku sürünmek gibi...Bu mevzuda Müslim'e de bakalım. Oraya baktığımız da karşımıza şöyle bir cümle çıkıyor:“Umre ihramından çıkın da kadınlarınızla münasebette bulunun.” Fakat bu hadisi şerifi Cabir'den rivayet eden Atâ adındaki zat, “Hazreti Peygamber, kadınlarla ilgili olarak vermiş olduğu emirden vücub değil ancak ibaha mânâsını kastetmiştir. Yani Umre ihramından çıkan bir kimse dilerse hanımı ile cinsî münasebette bulunabilir.” diye konuşmuştur.(6)Binaenaleyh, Müslim'in bu mevzudaki mefhumu Buhari'ninki ile birleşiyor. İkisinin arasındaki fark sadece lafızdadır. Velhasıl, kötü niyetlilerin, o hadisi şerife verdikleri mânâ bir gerçeği tamamen tahrif ve değiştirmekten ibarettir. Yaptıkları bir tahrif de aşağıdaki gibidir: “Cabir diyor ki, o hacda biz, zekerlerimizden meni damlaya damlaya yönelmiştik.”Dergide böyle geçiyor. Fakat gerçekten bu cümle son derece yanlıştır, hilafı hakikattir. Sahabenin söylediği ile hiç alâkası yoktur. Şimdi hadisi şerifin baş tarafını verelim ki, hakikat olduğu gibi anlaşılsın. Bakın:“Cabir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hazreti Peygamber Sahabeleri ile birlikte hac ihramını bağladılar. Rasûlüllah ile Talha hariç hiç kimsenin beraberinde kesilecek kurban yoktu... (Mekke'ye geldiğimizde) Peygamber, ashabına “Hacc'ı, umre'ye çevirmelerini, tavaf (ve sa'yi) eylemelerini, sonra saçlarını kestirip ihramdan çıkmalarını, yalnız yanında kurban bulunanların ihramlarını muhafaza etmelerini emreyledi.” (Ashab kendi aralarında bu hale taaccüp ederek) “bu ne haldir, nasıl olur, tenasül uzvumuzdan meni damlarken mi Mina'ya, Arafat'a çıkacağız?"(7)Demek istedikleri şey şudur: Hacc'ı umreye çevirmek suretiyle ihramı açmamız, kadınlarımızdan istifade etmemize de yol açabilir. Hacca az bir süre kaldığından ötürü hemen o münasebetin akabinde hac ihramını bağlamak zorundayız. Bağlayıp Arafe'ye çıktığımızda tenasül uzvumuzdan meninin damlaması muhtemeldir. Böyle refahlı bir hal hacc'la nasıl bağdaşır? (Cool (Çünkü Hacc zorluktur. R.G.)
Demek sahabeler kendi aralarında bir ihtimalden bahsetmiş oluyorlar. Yoksa bizler, Arefe'ye çıkarken meni bilfiil damlıyordu demek istemiyorlar.Hayret doğrusu. İnanmayanların zekâ ve anlayış kabiliyetleri bu kadar da kıt olabilir mi? Bence bu, kuvvetli ihtimale göre onların kötü niyetlerinden ileri gelmiş bir tahriftir.Malum derginin yazarları, âdet haline getirmişler: Her münasebette Hazreti Âişe'yi Hazreti Peygamberin tüm söylediklerine karşı şüphe ve tereddüt içinde imiş gibi gösterirler. Bu hiç tasavvur edilir mi? İftiraya uğradığı zaman lehinde on tane ayeti kerimenin indirilmesiyle Cenab-ı Hakkın büyük iltifatına mazhar olan Âişe, onun en büyük Peygamberine karşı nasıl böyle davranır. Bu hiç mümkün mü? Bakın ifk hadisesini anlatırlarken ne yazıyorlar: “... Ayetler üzerine, annesi Âişe'ye “kızım Peygambere teşekkür etsene” der. Âişe’nin cevabı şu olur: “Eğer âyetleri Allah indirdi ise Peygamber'e değil Allah'a teşekkür etmem gerekir.” Böyle kaydediyorlar. Hâlbuki bu yalandır. Âişe böyle konuşmamıştır. Tüm hadis kitaplarında geçen orijinal şöyledir:“Ben, hayır kalkmam ve yalnız Allah'a teşekkür ederim dedim.” —Eğer âyetleri Allah indirdi ise bunun neresinde var? Şimdilik, bu kadar ile yetinelim. Eğer ileride yine Peygambere karşı saldırı başlarsa Allah'ın yardımı ile onu da ilmen geri püskürtmeye hazırız.
1-Bu söz nasipsizlik, şakilik ve Peygamberi yüce kadrini bilmezlikten söylenmiştir. (el-İrşadü’s-Sari lil Kastalani c.8/126)2-Buhari, Kitabu’t-Talak, et-Tecridü’s-Sarih, c.2 Kitabu’t-Talak s.124, el- Fethu’r-Rabbani c. 22/ 145, es-Siretü’ Halebiye c.3/ 3623-Fethu’l-Bari lil Askalani c.11/275 4-Es siretü'l-halebiye c: 3. s: 362, El-fethurrabbâni c: 22. s: 147.5-Tahricü ma fil ihya mine'l ahbar - Hafız'ül hadîs Zeynüddin Irakî - El-Ehbar'ül mevzu'a - Allame Aliyvülkarî –Mevzuat, îbnül Cevzî, Rafuddesise an ehbari'l herîse - El Hafız ibni Nasırüddin.6-Müslim şerhi li’n-Nevevi, c.5/298 7-Tecridi Sarih, c.1/111
8-İrsadüs sari şerhi Sahihi! Buhari, lil-Kastalani c: 3/258.259. (Günümüz meselelerine KUR’ANDAN CEVAPLAR 21-29)


ALLAH BİLDİ, ANLADI

Çok yerde yerde gösterdik ki T. Dursun, bütüncül muhakeme ve yargıdan yoksun, Arap dilinin temel özelliklerini bilmeyen, garazlı ve çarpıtıcı bir kişiliğe sahiptir. Bu konuda yine dediklerimizi doğrular nitelikte saçmalıklar sunmuştur."Bütüncül muhakemeden yoksundur" diyoruz... öyle olmasaydı, Kur'an'ı bir bütün olarak göz önünde bulundurur, böyle cahilliklere düşmezdi. Onun cahilliğini gösterecek bir iki noktayı burada açıklayacağız
1) Allah'ın evrensel niteliklerini bilmediğini, Kur'an'ın bu evrensel nitelikleri anlatan ayetlerini göz önünde bulundurmadığını, dolayısıyla böyle saplantılara sürüklendiğini göstereceğiz.
2) Arapçada çoğunlukla geniş zaman kipi mazi kipiyle yani geçmiş sığasıyla kullanıldığını örneklerle sunacağız.
A) Allah'ın ilminin bütün zamanlan aştığını bildiren bazı ayetler:“Biliniz ki Allah içinizdeki sırları bilir. Ondan sakının." (Bakara: 235)"O, göklerde ve yerde ne varsa her şeyi bilir.' (Ali İmran: 29)"Göklerde de Ona İbadet edilir, yerde de. Allah açığa vurduğunuzu ve gizlediğinizi bilir. Ne kazandığınızı da bilir." (En'am: 3)Görüldüğü gibi Allah'ın ilmi sonsuzdur. Zaman ve madde (ki zaman, maddenin uzay içindeki hareketinden ibarettir) Allah'ın yaratıkları olduğu için, Allah maddeden de, uzaydan da münezzehtir. Yaratan yaratılanın cinsinden olmaz. Olursa onu zaten yaratamaz.Fakat Allah'ın ilminin iki boyutu var: Madde ve zamanı aşan geçmiş, gelecek ve hal Onun için bir an gibi olan evren sel boyutu yanında bir de maddiyata, zamana bağlı olarak ortaya çıkan diğer bir boyutu var dır.Mesela: Bir incir çekirdeğinin bir hücresi içinde bir milyon sahifelik maddi (genetik) bir bilgi yerleştirilmiştir. Böyle iğne başı gibi küçük bir yerde bu kadar bilgiyi sığdıran, ancak sonsuz, evrensel bir güç ve bilgi olabilir. Demek çekirdeklerdeki genetik bilgiler, ilahi ilmin, madde dünyasındaki örnekleri ve yansımalarıdır.Şimdi: Bu gizli bilgi ortaya çıkıp incir ağacı olarak görününce; yani neyin ne olduğu ayırt edilince, maddi bir bilgi olarak ortaya çıkmış olur.Bitki, insan, hayvan., vs. yaratıklardaki bu maddi bilgiler, ortaya çıkış zamanlarına göre bizim dil kalıplarımızla ifade edilir. Eğer, bu ortaya çıkış ve görünüm, gelecekle ilgili ise gelecek kipi kullanılır. Yok, eğer bu ortaya çıkış, geçmiş ile ilgili ise geçmiş zaman kipi ile ifade edilir.
1. Örnek: "Allah sizin içinizdeki mücahitleri bilmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Ali lmran: 42)
Yani, özü sağlam mücahit ruhlular ortaya çıkmadan, sağlamlar çürüklerden ayırt edilmeyince, yani önemli cihad işlevi yapılmadan Cennete giremezsiniz.
2. Örnek:"Sizin bilmediğinizi O bildi. Ondan dolayı bir fütuhat kapısı açtı." (Fetih: 27)
Yani; evrensel bilgisinden Peygamberine Hudeybiye barışının hayırlı olacağını bildirmiş: bu evrensel bilgi. Peygamberin kalbinde geçmiş zaman içinde ortaya çıkmış ve geçmiş zaman kipi ile ifade edilmiştir.
B) Arapçanın bir dil mantığı olarak TE'KİD (Pekiştirme) çok kere geniş zaman, geçmiş zaman kipi ile kullanılır. Bunun çok örnekleri var
1) "Biz geçmişleri de bildik (biliyoruz), gelecekleri de bildik (biliyoruz). (Hicr: 27)
2) "(Ya Lut) Sen bildin; (biliyorsun) Senin kızlarında bizim bir hakkımız yok." (Hud: 79)
3) “Siz cahil iken Yusuf a ne yaptığınızı bildiniz mi? (bilmiyor musunuz)”?
4) 'Biz, Yusuf hakkında iyilikten başka bir şey bilmedik (bilmiyoruz). (Yusuf: 51)
İşte: Bakara Sûresi ayet 187, 235'te geçen "Allah bildi" ayetlerinin bizim dilimizdeki karşılığı "Allah biliyor" dur. İnsanlara göre o olayın zamanı geçmiş olduğundan, hem de İlahi ilmin kesinliğini dile getirmek için, "bildi" kelimesi ile ifade edilmiştir.Keşke T. Dursun, bu nitelikleri bilseydi veya sağ kalıp cahilliğini öğrenseydi. "Beda"' (görüş değiştirme) ise, Allah hakkında muhaldir, İslami metinlerde böyle bir görüşü destekleyecek bir bilgi yoktur. Bazı sapık gurupların bu şekildeki iddiaları ise, cahilliklerinden kaynaklanır. Heva ve heveslerine uymak için İslami emirleri kaldırmak istemelerinden dolayıdır.Gariptir ki T. Dursun, Şiilerin kaynaklarını hiç kale almazken burada sapık bir Şii gurup olan Keysanilerin iddialarını malzeme yapmıştır... Görülüyor ki işine geldiği gibi kaynakları malzeme yapıyor."Allah, İstediğini siler, İstediğini sabit bırakır. Ana kitap onun katındadır." (Rad: 39) Ayetinin ise "Beda" ile hiç ilgisi yoktur.Ayetin Anlamı Şudur:
"Evrenin temel yasaları ve planları vardır. Bir ağacın çekirdeğinden çiçek verişine kadar, yüzlerce yasaları, planları var, ağaç büyük bir bütünlük içindedir."
"Evren de, bir ağaç gibi, ilk temel elementlerden, insanın yaradılışına kadar her şey birbirine bakar, birbirini bütünler."
Bu yasalar, planlar, programlar olmakla beraber, Allah onlara bağlı değildir, o planlardan istediğini siler, (zamanı dolduğu için silinir) istediğini de sabit bırakır. Onun sonsuz kudret ve bilgisi olduğu gibi, sonsuz iradesi de var, her an her şeyi yeniden yapabilir.Not: Kur'an meallerinde ve metninde "anladı" kelimesi hiç geçmediği, bulunmadığı halde T. Dursun tarafından, konuyu çarpıtmak için meallere sokulmuştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimePaz Ara. 27, 2009 7:28 am

ALLAH GÖRÜŞ DEĞİŞTİRİR Mİ?


"Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı onda çok çelişki bulurlardı." (Nisa: 82)
İnsanoğlu devamlı gelişim içindedir. Biyolojik açıdan bebeklik, çocukluk gençlik ve ihtiyarlık gibi bir değişim sürecinden geçtiği gibi sosyal (toplumsal) açıdan da zaman süreci içinde değişim geçirmiştir. Bu değişim kâinattaki diyalektik yapının sonucudur.İnsanoğlu düşünce ve toplumsal yaşam alanında uzun yıllar evvelinden günümüze değin değişimlerle oluşan bir gelişim içindedir. İnsanı olgunluğa, mükemmelliğe ve barışa götüren din de doğal olarak bu değişimlere göre şekillenecektir. Burada unutulmaması gereken şey değişen olguların inanç alanında değil uygulamalar (pratikler) alanında olmasıdır. Mesela her devirde insanlara emredilen ibadet şekillerinde ve sürelerinde farklılık olmuştur. Fakat ibadet (Allah'a yönelme faaliyeti) gerçeğinde bir farklılık olmamıştır. Örneğin, Müslümanlar Peygamberimiz döneminde ilk zamanlar Kudüs'e yönelerek namaz kılıyorlardı. Daha sonra Kabeye yönelmeleri emredildi, önce Kudüs'e sonra Mekke'ye yönelmesi, Hz. Muhammed'e gelen vahiyle ondan önceki vahyin (Musa ve İsa'ya gelen) birbirlerine bağlı olduğuna, ikisi arasında inanç noktasında çelişki bulunmadığına, şekilsel farklılığın önemli olmadığına önemli olanın tek Allah'a inanmak ve O'na yönelmek olduğuna işaret etmekti o devirde özden yoksun olup şekle bakan Yahudilerden bir bir kısmı şekilsel değişikliklere bakarak Hz. Muhammed'i kınıyorlardı. Kur'an buna şöyle cevap veriyor: “Biz ondan daha hayırlısını veya benzerini getirinceye kadar hiçbir ayeti yürürlükten kaldırmaz veya ertelemeyiz." (Bakara: 106) 'Biz bir ayeti (dinsel bir pratiği veya sembolü) bir başka ayetin yerine değiştirdiğimiz zaman sen yalnızca iftira edicisin, dediler. Hayır, onların çoğu (bu inceliği) bilmezler." (Nahl: 101)Allah kendilerine mesaj gönderdiği toplumun yapısına göre bazı hükümleri toplumsal değişime bağlı olarak kaldırabilir, yerine daha uygununu getirebilir. Yani bazı hükümler deyim yerindeyse geçici maddelerdir. Bazıları ise kalıcıdır. (Nasıl ki bebeğin beslenmesindeki bazı kurallar ve yöntemler geçicidir, büyüdüğü zaman bunlar değişir. Yine Allah'ın bir başka kitabı olan kainatta da bazı bitki ve hayvanlar ekolojik denge içindeki yerlerini başka türlere bırakırlar dinazorlar gibi.) İşte insan biyolojisinden tabiata ve ilahi mesajlara kadar her realitede geçerli olan bu kanuna şu ayet işaret etmektedir "Allah dilediğini siler, dilediğini yerleştirir." (Rad: 39)Bu ilahi incelikleri kavrayamayan statik kafalar (T.Dursun gibi) bu değişiklikleri anlamazlar. Anlamadıkları gibi bu inceliği çarpıtıp "görüş değiştiren Tanrı, yazma bos tahtası" gibi yorumlara kalkışırlar.

KUR'AN'DA ÇELİŞKİ VAR MI?

İnsanın elindeki ayna kırıksa aynayı neye karşı tutsa ona kırık görünür. İşte bunun gibi T. Dursun Kur'an'a çelişkilerle dolu olan dünya görüşüyle baktığından Kur'anda çelişki olduğunu zannetmektedir. Şimdi onun çelişki zannettiği ayetlere tevhid ışığının altında birer birer bakalım.1- “Müşriklerden kendileriyle anlaşma imzaladıklarınızdan, anlaşmadan bir şey eksiltmeyenler ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka (yani bunların dışında) Haram aylar çıkınca şirk koşanları nerede bulursanız öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların geçit yerlerini kesip tutun... Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı (güvenlik) talep ederse ona eman tanı (güvenlik ve sığınma hakkı ver.)" (Tevbe: 4-6)"Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün ve sizi (yurtlarınızdan) çıkardıktan gibi siz de onları (bu işgal ettikleri yerlerden) çıkarın." (Bakara: 190-191)T. Dursun, "Dinde zorlama yoktur." Bakara: 256 ayetinin yukarıdaki ayetlerle çeliştiğini bu nedenle bu gibi ayetlerin yürürlükten kaldırıldıklarını dolayısıyla da İslamın hoşgörüsüzlük ve savaş dini olduğunu iddia ediyor. Hâlbuki bu ayetler arasında kesinlikle çelişki yoktur. Bunu şöyle bir örnekle anlatalım: Bir komutan askerlerine şu emirleri vermiş olsun:
— Siz insanları barışa davet edin, bu konuda zorlayıcı olmayın.
— Size karşı savaşırlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın, aşırı gitmeyin.
— Eğer sizinle anlaşma yapmak isterlerse onlarla anlaşın.
— Anlaşmaya sadık kalmayıp bozarlarsa onları nerede bulursanız öldürün.
Şimdi düşünelim, bu emirler arasında çelişki var mı? Elbette ki yok. Ama T. Dursun gibi bu emirleri Bektaşi mantığı ile alırsanız sonuç şöyle olur:
— İnsanları barışa davet edin
— Onlarla topyekûn savaşın
— Onları nerede bulursanız öldürün
Görülüyor ki verilen emirlerden yukarıdaki gibi bir seçimde bulunursanız emirler arasında bir çelişki olduğu zannedilir. Ancak her emrin veriliş nedeni zamanı ve şartları dikkate alınırsa, hiçbir çelişki olmadığı görülür. Şimdi bu konudaki Kur'an ayetlerini değerlendirelim:Peygamberimizin hayatını ve Kur'an ayetlerinin iniş sırasını incelediğimizde inkârcılara karşı takınılan tavrı şu safhalar içinde değerlendirmek mümkündür.
a) Davet ve tebliğ safhası
b) Savaş veya anlaşma safhası
c) Anlaşmaya uyulmadığı durumda ültimatom ve topyekun savaş safhası
işte inen ayetlerin hepsi de bu şart ve ortamlar içinde geçerlidirler. Aralarında bir çelişki yoktur.
2) "Sizden sabreden 20 kişi olsa ikiyüzü (düşmanı) yenerler. Sizden sabreden 100 kişi olsa kâfirlerden 1000 kişiyi yenerler." (8:65)
"Şimdi Allah sizden yükü hafifletti sizdeki zaafı gördü. Sizden sabreden 100 kişi olsa 200'ü yenerler. Eğer sizden 1000 kişi olsa Allah'ın izniyle 2000’i yenerler." (8:66)İlk ayette mü'minlerin karşı koyabilecekleri düşman sayısı oranı 1/10 iken ikinci ayette bu oranın 1/2 olduğu görülmektedir. T. Dursun bunun bir çelişki olduğunu söylemektedir. Hâlbuki ayetler sebep sonuç ilişkisi açısından incelendiğinde ayetlerde çelişki olmadığı görülür. Şöyle ki: Önce iki ayette geçen sayıları karşılaştıralım, birinci ayette 20 ve 100, ikinci ayette ise 100 ve 1000 mü'minden bahsedilmektedir. İkinci ayetteki sayı artışından anlıyoruz ki Müslümanlar çoğalmıştır. Müslümanların sayıca artışına karşılık nitelik (güç ve kararlılık vs.) aynı oranda gelişmemiştir. Yani nicelik artmış fakat ortalama nitelik azalmıştır. Bu nedenle ilk ayette Müslümanlarda zaaftan bahsedilmemekte, İkinci ayette ise onlarda zaaf olduğundan söz edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında ilk Müslümanlar güçlü olduklarından dolayı biri on düşmana karşı gelebilirken yeni Müslümanlardan her biri zaaftan dolayı iki düşmana karşı ancak savaşabilirdi. Görülüyor ki ayetler arasında çelişki yoktur. Aksine burada sosyolojik bir kanundan bahsedilmektedir. İddia edildiği gibi haşa Allah bilmediği şeyi öğrenip yanılgı sonucu görüşünü değiştirmiş değildir.Son olarak şunu söyleyebiliriz ki, söz konusu ayetlerin her biri ayrı şartlarda geçerlidir. Müslümanlar birlik içinde kuvvetli bir imana sahiplerse birinci ayetle, bu konuda zaafları varsa ikinci ayetle amel edeceklerdir. Allah'ın sözünde (prensiplerinde, adaletinde ve merhametinde) değişme yoktur. Değişiklik toplumsal değişmeye bağlı olarak pratiklerde olur.

İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİNİ KİM YAKMIŞ?

M.Ö. III. yüzyılda İskenderiye'de kurulmuş olan kütüphane, insanlık tarihinde meydana getirilmiş önemli eserlerden biridir. Eski kaynaklar, burada 900 bin cilt el yazması eserin toplandığını kaydeder.İskenderiye şehri M.Ö. 382 yılında, Makedonyalı Büyük İskender tarafından kurulmuştur. Onun ölümüyle imparatorluğun dağılışı sonunda kumandanlarından Lagus’un oğlu Ptolemaeus’un eline geçti. O da Mısır’da krallığını ilan etti. Mısır’da 300 yıl devam eden bu hanedanın ilk hükümdarı olup, 383 yılında 24 yaşında iken 24 yıl hüküm sürmüştür. Savaşı sevmeyen Ptolemaeus, hiçbir zaman ülkesinin sınırlarını genişletmek hevesine kapılmadı. Bilim ve edebiyata düşkünlüğüyle, Mısırlılar'ın gelenek ve göreneklerini, dinlerini benimseyerek halkın sevgisini kazandı. Eski kanunları, dini törenleri muhafaza etmekle kalmayıp, eski Mısır hükümdarlarının lakabı olan Firavun unvanını aldı ve onları taklit ederek öz kız kardeşiyle evlendi.Bu yeni devletin merkezi İskenderiye şehriydi. Yeni firavun burayı baştanbaşa onarıp, genişleterek o devrin en meşhur başkenti haline getirdi. Burada meydana getirdiği en önemli eser ise müze ve buna bağlı olan kütüphane idi. Kurulması için saray civarında ve güzel bir yer seçildi. Müzede o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin bir örneği vardı. Ayrıca botanik bahçesi ve bir rasathane bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı.Müzenin en önemli bölümü kütüphanesiydi. Kütüphanenin müdürü, bulabileceği her yazılı eseri alma yetkisine sahipti. Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti vardı. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırdı. Bir taraftan da yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, getirirlerdi. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkûm durumda olan eserler emin bir yerde toplanmış oldu.

KÜTÜPHANENİN YIKILIŞI

Genel kanı bu kütüphanenin, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakıldığı yönündedir. Bu görüşe göre 391 yılında Bizans’ın Mısır Valisi Theophilos, İskenderiye’de Mısır’ın eski din mensuplarına ait Osiris tapınağının yeri olan bir arsayı, kilise inşa edilmesi için Hrıstiyanlar’a verdi. Burada yapılacak kilisenin temel kazıları sırasında üzerinde eski dine ait yazılar bulunan bir taş çıktı. Hıristiyanlar bunu bir alay konusu yaptılar. Bu olay şehirde oldukça kalabalık halde bulunan putperestleri kızdırdı ve sonunda İskenderiye’de dini bir ayaklanma çıktı. İki taraf çarpıştı, insanlar kitle halinde kılıçtan geçirildi. İskenderiye Kütüphanesi’nin olduğu bölge yerle bir edildi. İmparator I. Theodosius, valiye başka büyük şehirlere göre eski dinin İskenderiye’de hala neden bu kadar canlı olarak devam ettiğini sorunca, buna sebep olarak İskenderiye Kütüphanesi’nin eski putperestlik kültürünü devam ettiren kitaplarını ileri sürdü. İmparator, bunun üzerine hepsinin yok edilmesini emretti. İskenderiye Kütüphanesi’ndeki tüm eserler şehrin hamamlarına dağıtılarak yaktırıldı ve böylece insanlık tarihinin bu bilim ve kültür hazinesi yok oldu.Daha önceleri bu kütüphanenin şehrin Müslümanlar tarafından alınmasından kısa bir süre sonra ikinci İslam Halifesi Hz. Ömer’in emriyle Mısır Fatihi Amr İbnül-As tarafından yakılarak yok edildiği ileri sürülmüştür. Genelde bu iddialar Hristiyanların Müslümanlara suçu atmaları olarak kabul görmüştür. Tarihi gerçeklerden habersiz bir takım sürüler şunu der: “Kasıtlı olan bu yanışının sorumlusu Ömer Bin Hattab'dır.. Hatta kitaplar, yakılmadan bir kaç dakika önce, şu konuşmaları işitmişlerdir Ömer Bin Hattab'ın ağzından: Bu kitaplarda, ya Kuran'da olanlar vardır, ya da başka şeyler. Her iki durumda da gereksizler.” 630'lu yıllarda olan bu olay, kan davasına dönüşmüştür adeta…
Burada şunu söylemek gereksizse de insaf ehline belki faydası olur. Hz. Muhammed (s.a.v.) 632 yılında vefat etmiş daha sonra hilafete Hz. Ebu Bekir (r.a.) geçmiş ve hilafet makamında 2 yıl kalmıştır. İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) 624 yılında halife olmuştur. Nasıl oluyor da Hz. Ömer halife iken 630 yılında İskenderiye kütüphanesini yakabiliyor.Princeton Üniversitesi Doğu tetkikleri kürsüsü başkanı Prof. Philip K. Hitti şöyle diyor: Halifenin (Hz.Ömer’in) emriyle Amr İbn As'ın altı ay boyunca şehrin çok sayıdaki hamamlarında, ocaklarında İskenderiye Kütüphanesindeki kitapları yaktığına dair anlatılanlar, tamamen hayali ve farazi tatlı HİKÂYELERDEN ibaret olup tarihi gerçeklerle alakası yoktur.Büyük Plotemy Kütüphanesi pek erken bir devirde daha M.Ö. 48 senesinde Julius Sezar tarafından ateşe verilmişti. Yeni İskenderiye Kütüphanesi ise İmparator Teodoius emri üzerine takriben M.S. 389 yılında ikinci defa ve tamamen yok edilmiştir. Bu duruma göre İslam fetihleri esnasında İskenderiye'de önem taşıyan herhangi bir kitaplık mevcut olamazdı ve ayrıca o çağda yaşamış hiçbir tarihçi ne Amr'a ne de Ömer'e bu konuda bir suç atfetmez. (İslam Tarihi C.l Sf. 251)Kütüphanenin Sezar tarafından, İskenderiye'yi kuşattığı sırada yok edildiği görüşü de çeşitli tarihi eserlerde yer almaktadır. Kütüphanenin varlığını 4. yüzyıla kadar sürdürdüğü bilinmektedir. Sezar'ın kuşatmasında sadece bir bölümünün zarar görmüş veya yıkılmış olduğu da düşünülmektedir.İskenderiye Kütüphanesi üstüne araştırmalar yapan Gazi Üniversitesi öğretim görevlisi Tuncer Tuğcu; "Hz. Ömer zamanında, Müslüman olanların sayısı çığ gibi büyümüştü. Hıristiyanlar sayılarının giderek azalması karşısında çaresizliğe düşmüşler ve o dönem İskenderiye"deki putperestleri (paganları) Hıristiyanlaştırıp Müslümanlara karşı kışkırtmışlardır. Aynı dönemde İskenderiye Kütüphanesi"nin başında ünlü kadın matematikçi ve filozof Hypatia bulunuyordu. Paganları kışkırtan Piskopos Cyril (18. yüzyılda aziz ilan edildi), Hypatia"nın Hıristiyan dogmalarına karşı öne sürdüğü savları duyunca şaşkına döndü. İskenderiye Kütüphanesi"nin yakılması dönemin en önemli aydınlarından olan Hypatia"nın açıklamalarından sonra oldu" diyor.İskenderiye Kütüphanesi"ndeki eserler, bu kütüphaneyi kullanan aydınlar ve kütüphane müdiresi Hypatia, Hıristiyanlığın dogmalarına karşı etkin bir savaş veriyorlardı. Kütüphane, Hıristiyan karşıtlarının bir merkezi olmuştu o dönemde. Burada şekillenen fikirlerin Hıristiyan inancına zarar vereceğine inanan azizler ise rahipler aracılığıyla savaş başlattılar.
Hypatia öldürülüyor, suç başkasına atılıyor Tuncer Tuğcu, İskenderiye Kütüphanesi"nin yakıldığı günü şöyle anlatıyor: "414 yılının Lent bayramında, Hypatia"nın konuşmalarından etkilenen halk kütüphanenin önünde toplandı. Piskopos Cyril"in rahipleri bu kalabalıktan rahatsız oldu ve silahlı güçleri çağırdı. İlk Hypatia tutuklandı, eziyet edilerek öldürüldü. Daha sonra İskenderiye Kütüphanesi"ndeki kitaplar toplatıldı ve hamamlarda ateşe verildi. Ve kütüphane alevler arasında sonsuz bir sessizliğe gömüldü. Böylece insanlık tarihinin bu eşsiz bilim ve kültür hazinesi yok oldu, dünyanın eski çağlarına ait pek çok değerli bilgi bir daha elde edilmeyecek şekilde ortadan kalktı."Antik örneği devam ettirme düşünceleri seksenli yılların sonunda, kütüphanenin yeniden inşası için bir uluslararası komitenin kurulmasıyla ön plana çıktı. Planlara göre, binanın eski yerinde 1995 yılına kadar 100 milyon Dolar değerinde bir inşaat yapılacaktı. Ancak ardından gelen dönemde bölgedeki politik ihtilaflar ve temellerin altında eski kral saraylarının olduğunu düşünen arkeologların muhalefeti nedeniyle gecikmeler yaşandı.UNESCO’nun 1987 yılında yaptığı çağrıda sonra 1990 yılındaki Assuan Konferansı’na katılan komisyona bazı Arap ülkeleri ve özel kişiler 65 milyon Dolar yardımda bulundu. Kütüphanenin inşaatına 1995 yılında başlandı ve inşaat 2001 yılında bitirildi. 45 bin metrekarelik kullanım alanına sahip olan yapı toplam 250 milyon Dolara mal oldu.(Bahaettin SAĞLAM-İsmail ACARKAN -Turan Dursun ve Din)- www.sadabat.net (Rıza GÖRÜŞ)

Bernard Lewis de konu hakkındaki makalesinde, kütüphanenin Müslümanlar tarafından yok edildiği hikayesini bizzat Alfred J. Butler, Victor Chauvin, Paul Casanova ve Eugenio Griffin gibi Batılı ilim adamlarının reddettiğini yazmaktadır.( Mostafa El-Abbadi ve Omnia Mounir Fathallah, What Happened to The Ancient Library of Alexandria?, Brill, 2008, sayfa 214)

Princeton Üniversitesi Doğu tetkikleri kürsüsü başkanı Prof. Philip K. Hitti şöyle diyor; Halifenin {Hz.Ömer} emriyle Amr İbn As'ın altı ay boyunca şehrin çok sayıdaki hamamlarında, ocaklarında İskenderiye Kütüphanesindeki kitapları yaktığına dair anlatılanlar, tamamen HAYALİ ve farazi TATLI HİKAYELERDEN ibaret olup tarihi gerçeklerle alakası yoktur.Büyük Plotemy Kütüphanesi pek erken bir devirde daha mö 48 senesinde Julius Sezar tarafından ateşe verilmişti. Yeni İskenderiye kütüphanesi ise İmparator Teoduius'un emri üzerine takriben ms 389 yılında ikinci defa ve tamamen yok edilmiştir. Bu duruma göre İslam fetihleri esnasında İskenderiye'de önem taşıyan herhangi bir kitaplık mevcut olamazdı ve ayrıca o çağda yaşamış hiçbir tarihçi ne Amr'a ne de Ömer'e bu konuda bir suç atfetmez... Philip Hitti, Turan Dursun'u tanımadığı için şanssız mı? Ne dersiniz?


I. YAZININ TENKİDİ

A. Kaynakların Değerlendirilmesi:

Adı geçen yazıda bir bölüm, “İslâmcı düşünürlerin kaynaklar hakkındaki görüşleri ve değerlendirmelerine” ayrılmış ve bu zevatın, sözde “kaynakların güvenilirliğini” doğruladıkları ifade edilmiş, kaynaklardaki hangi konu işleneceği ve bu konu ile ilgili bilgilerin doğru olup olmadığı sorulmamış, yalnızca “genel olarak” bu kaynaklara güvenilip güvenilemeyeceği hususunda bilgi alınmıştır.
“Meşhur altı hadîs kitabı (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî, İbn Mâce), Muvatta’, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i, Gazzâlî’nin İhyâ’sı, İbn Sa’d, İbn Hişâm, İbn Hallikân ve Taberî’nin Târih kitapları; Râzi, Kurtubî, İbn Kesîr ve Sâbûnî’nin Tefsir’lerinden ibâret olan” bu kaynakların güvenilir olup olmadıkları kendilerinden sorulan zevât, meseleye genel açıdan baktıkları için müsbet cevap vermişlerdir.
Bir balya malın içinde birkaç adet bozuk parça bulunur ve bunların bozuk olduğu da balyanın üzerinde yazılmış olursa, işten anlayan kişiye, “bu balyadaki mallara güvenebilir miyim?” şeklinde bir soru sorulduğu zaman, onun vereceği cevap “evet”tir. Yukarıda sayılan hadîs kitaplarının bir kısmı, bazı zayıf, gerçeğe nisbetle değişik, hattâ bazıları uydurma haberleri de ihtivâ etmektedir; ancak bu işin uzmanları onları tesbit etmiş ve yerinde işaretlemişlerdir.“Târih ve tefsir kitaplarında yazılı olanların tamamına güvenilir, ne yazılmış ise doğrudur” diyecek bir tane İslâm âlimi bulmak mümkün değildir. Bu kitaplar umûmî vasıfları itibarıyla değerlendirilir ve bu mânâda güvenilir olup olmadıkları ifade edilebilir. Belli konulara ait haber ve yorum sözkonusu olunca “ancak incelenerek, ilmî metodlar uygulanarak” doğru olup olmadıklarına karar verilir.Gazzâlî’nin İhyâ isimli eseri tarih, hadîs ve tefsir kitabı değildir. Bütün yönleriyle İslâm’ı anlatmak ve gereken yerlerde yorumlamak üzere kaleme alınmış, ilhâm ve ictihad mahsulü bir kitaptır. Bu eserde geçen hadîslerin güvenilir olup olmadıkları konusunda hadîs âlimleri, onlarca yılı kaplayan çalışmalar yapmış ve doğruyu yanlıştan, güvenilir olanı böyle olmayandan ayırmışlar, bu çalışmalar da İhyâ ile birlikte neşredilmiştir. Bugün her ilgilinin elinde bulunan İhyâ nüshalarının her sayfasının altında, metinde geçen hadîslerin sahih olanları ile böyle olmayanları, hatta aslı olmayanları tesbit edilmiştir.
Şu halde kaynakların değerlendirilmesi konusunda hile ve saptırma sözkonusudur.

B. Üslûp:

Laik Türkiye Cumhuriyetinde kişiler bir dine inanmak mecburiyetinde değildirler; dileyen mümin, dileyen münkir olabilir. Ancak hiçbir kimsenin bir mümini inancından dolayı kınamaya, onun imanı ve dini kanaatlarıyla alay etmeye, tahkir ve tazyifte bulunmaya hakkı yoktur. Nüfusunun yüzde doksanından fazlası müslüman olan bir ülkede, kitle iletişim vasıtalarında hizmet veren şahısların, vicdanî kanâatlere saygı göstermeleri, bu saygıyı üslûplarında da ortaya koymaları beklenir. Eskiler “üslûb-i beyân aynıyle insandır” derler; yani kişinin üslûbuna bakarak nasıl bir insan olduğunu anlamak mümkündür.İnanan kişileri rencide etmek, 1 milyar insanın aşk ve sevgilerinin hedefi olan bir değere böylesine âdî bir üslûp içinde dil uzatmak medenî bir kişinin davranışı olamaz. Gerçekleri saptırmak, insanlara tuzak kurmak, doğruyu yanlışa, yaşı kuruya katmak, işine geleni görüp, işine gelmeyenden yan çizmek… ilmî trafsızlık ile bağdaşmadığı gibi, adı geçen yazının başında yer alan “hiçbir yorum yapmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak” vaadlerine de ters düşer. Aşağıdaki satırlarda işte bu “eylemlerin” örneklerini göreceğiz.

C. Temas Edilen Konular:

1. Hz. Âişe’nin “görüyorum ki senin Allah’ın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor” demesi:
Yazıya göre Hz. Âişe, bazı kadınların kendilerini Hz. Peygamber’e (sav) armağan etmelerine kızıyor ve kıskançlık duygusu içinde “dünyada ne kadınlar varmış, hiç kadın da kendini peygambere armağan eder miymiş?” diyor, bu söz üzerine -âdetâ onu susturmak için- bunun caiz olduğunu bildiren âyet iniyor. Sonra yine Hz. Âişe’nin sırasını koruma konusundaki titizliği ve bunu başkalarına kaptırma endişesi karşısında, Hz. Peygamber’i (sav) sıra konusunda serbest bırakan âyet iniyor ve bunun üzerine Hz. Âişe yukarıdaki sözü söylüyor!
Burada sözler ve âyet meâlleri, “Kur’ân âyetlerinin, Hz. Peygamber’in (sav) arzularını tatmin etmek üzere indiği, yahut Hz. Peygamber (sav), çevresini susturmak ve arzularını gerçekleştirmek için sözler söyleyip bunları âyet diye takdim ettiği” mânâsı çıkacak şekilde sıralanmış, satır aralarına sokuşturulan kelime ve cümlelerle -meselâ “ne var ki âyet hemen iniyordu”- okuyucu bu menfî mânâya yönlendirilmiştir.Yanlışlara ve saptırmalara işaret etmeden önce ilgili iki âyetin meâlini verelim:
“…Bir de peygamber kendisi ile evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere bağışlayan2 mü’min kadını -diğer mü’minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere- helâl kıldık… Ta ki sana zorluk olmasın; Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”3
“Onların dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Boşadığın hanımlardan arzu ettiğini, tekrar yanına almanda senin üzerine bir günah yoktur. Böyle yapman onların gözlerinin aydın olmasına (sevinmelerine), üzülmemelerine ve hepsinin senin verdiklerine razı olmalarına daha uygundur…”4
Dergide verilen meâller doğru değildi. Birinci âyette geçen “Ta ki sana zorluk olmasın” kısmı Hz. Peygamber’e (sav) verilen özel izinlerle ilgilidir. “…onların da üzerine neyi farz kıldığımızı bildirdik” şeklindeki tercüme yanlıştır; âyette “bildirdik” değil, “bildik, biliriz” meâlinde bir kelime vardır. İkinci âyetin meâlinde “…bu onların gözlerinin aydın olmasından, tasalanmamalarını hepsine verdiğin şeylere razı olmanı daha iyi temin eder” şeklinde dergide yer alan mânâsız sözlerin, âyetin meâli ile ilgisi yoktur; doğrusu yukarıda yazdığımız gibidir.
Hz. Âişe’nin her iki sözü de kıskançlıktan kaynaklanan sözlerdir; ancak kıskançlık tabiî bir duygu olduğu ve sevgiye de dayandığı için Hz. Peygamber (sav) onu mazûr görmüştür. Hemen işaret edelim ki Hz. Âişe’nin söylediği ve Peygamberimiz’in (sav) de mazur gördüğü sözler dergide saptırılmış, kasten yanlış çevrilmiştir. Verilen kaynaklara baktığımız zaman Hz. Âişe’nin “dünyada ne kadınlar varmış!” gibi bir sözüne rastlamadık. Kendisi şöyle diyor: “Kendini Hz. Peygamber’e (sav) bağışlayan (mehir istemeden onunla evlenmeye razı olan) kadınları kıskanırdım ve kadın kendini armağan eder mi, bir kadın, kenidisini bir erkeğe bağışlarken utanmaz mı? derdim.” Bu sözler, kocasını kıskanan bir kadının rahatça söyleyebileceği sözlerdir.
“Senin Allah’ın, yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor” sözü ise Hz. Âişe’nin ağzından asla çıkmamıştır. O’nun söylediği sözün kelime kelime tercümesi şudur: “Rabbin, senin arzunu hemen yerine getiriyor” Bu da kıskançlık yüzünden söylenmiş bir sözdür; ancak dergideki edep dışı sözle bunun bir alâkası yoktur.
Allah Teâlâ’nın, Peygamberi (sav) için gerçekleştirdiği arzular, daha doğrusu O’na (sav) bahşettiği bazı özel izinler ve kolaylıklar doğrudan cinsî istek ve doyum ile ilgili olmayıp, taşıdığı ağır yükle alâkalıdır. O (sav), birçok kadını nikâhı altında tutarken veya yeniden evlenirken de çoğu kez cinsî arzu dışında maksatları gerçekleştirmeye, yüklendiği vazifeyi yerine getirmeye yönelmiştir. Bu hususu aşağıda O’nun (sav) niçin birden fazla evlendiğini ve dörtten fazla eşini boşamadığını açıklarken göreceğiz.
Peygamberimiz’in (sav) arzularını gerçekleştirdiği ileri sürülen âyetlerden birincisinde Hz. Peygamber’e (sav), mehir istemeden kendisi ile evlenmek isteyen kadınlar ile evlenebileceği bildirilmiştir. Bu hükmün, bütün mü’minler için geçerli olan hüküm ile büyük bir farkı yoktur; çünkü diğer müslümanlar da peşin ödemeden bir mehir üzerinde anlaşarak bir kadınla evlenebilirler ve kadın, evlendikten sonra rızası ile bu mehri kocasına bağışlayabilir.
İkinci âyette söz konusu edilen “kadınlar arasında adâlete riâyet” konusu da dergideki yazıda hedefinden saptırılmıştır. Bir kere müfessirler, adâlet ile ilgili kısmın mânâsında birleşmiş değillerdir; bazılarına göre “dilediğini geride bırakır, dilediğini de yanına alırsın” cümlesi, eşlerinden dilediğini boşaması, dilediğini nikâhı altında tutması ile ilgilidir. “Kadınların yanında geceleme konusunda serbestlik verildiği” yorumunu benimseyen müfessirler de vardır. Ancak Hz. Peygamber’in (sav) bu konuda ömrünün sonuna kadar genellikle adâlete riâyet ettiği bilinmektedir.
Adâlet konusunda (kasm) önemli olan, kişilerin mükellef tutulduğu husûs, kadınların yanında gecelemeyi sıraya koymak, bu konuda adâlete riâyet etmektir. Yanında kalınan kadınla birleşme mecburiyeti hiçbir kimse için sözkonusu değildir; ayrıca eşit sevme yükümlülüğü de yoktur; çünkü sevgi yükümlülükle olmaz. Hz. Âişe “ne yapıp etmiş herkesten çok sıra ve ayrıcalık almayı başarmıştı” cümlesi dayanaksızdır. Bunun doğrusunu Müslim’in Sahih’inden öğreniyoruz. Şöyle ki; Hz. Peygamber’in (sav) eşlerinden Sevde yaşlanınca kendi sırasını, rızası ile Hz. Âişe’ye vermiş, bu sebeple Peygamberimiz (sav) ona iki gece ayırmıştır.5

2. Hz. Âişe ile altı yaşında evlenmesi:

Dergide, mûteber hadîs kitaplarına dayanılarak Hz. Âişe’nin, Resûl-i Ekrem (sav) ile evlenmesi anlatılmış, bu kaynaklarda bulunmayan bazı kelimeler tercümeye eklenerek maksada hizmet edilmiştir. Dergideki hadîs tercümesinde “Hiçbir şeyden korkmadım. Ama ansızın karşılaştığım Peygamber’den (sav) çok korktum…” cümlesi vardır. Metinde bu tercümeye tekabül eden kısmın doğru tercümesi ise şöyledir: “Kuşluk vakti Resûlullah’ı karşımda buluvermem dışında beni hiçbir şey heyecanlandırmadı”. Burada geçen “rava’” kelimesi, tehlikeli bir şeyden korkmaktan ziyade “ürkütmek, heyecanlandırmak” mânâsına gelmektedir.

3. Zeyneb ile evlenmesi:

Dergide Hz. Peygamber’in (sav), halasının kızı Zeyneb b. Cahş ile evlenmesi tam bir aşk romanına çevrilmiş, uydurma tasvirler yapılmış, Resûlullah’ın (sav) kalbi okunmuşçasına ahkâm kesilmiştir. Bu cümleden olarak “…Zeyneb yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir. Peygamber, Zeyneb’in güzelliği karşısında coşkuya kapılır ve şu sözleri söylemekten kendisini alamaz: ‘Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım, gönlümü çeviriverdin…’ Zeyd, karısını yitireceği önsezisi ile Peygamber’e koşar, ‘Zeyneb’i sevdinse hemen boşayayım sen al’ der, Muhammed’in karşılığı ‘O nasıl söz, karını boşama, Allah’tan kork’ olur… Peygamber gerçekten seviyordu Zeyneb’i, ama… insanlardan çekiniyordu… gizlediği… Zeyneb’e vurulmasından başka birşey değildi…” denilmektedir.
“Hiç yorum yapılmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak” aktardıklarını iddiâ ettikleri bu satırları, atıf yaptıkları kaynaklardan bir de biz aktaralım:
Ahzâb sûresi’nin 37. âyeti bu hâdise ile ilgilidir: “Allah’ın nimet verdiği ve senin de kendisine lûtufta bulunduğun kimseye eşini yanında tut, Allah’tan kork’ diyorsun. Halbuki Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkulamaya lâyık olan Allah’tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (onlarla evlenme konusunda) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri daima yerine getirilmiştir.”
Müteakip âyetlerde de Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi yapmanın peygamberlere de vebal olmayacağı, Resûlullah’ın (sav), hiçbir erkeğin babası (bu arada Zeyneb’in eski kocası Zeyd’in de babası) olmadığı… bildirilmektedir.
Bilindiği üzere Hz. Hatîce, Resûlullah’a (sav) Zeyd isimli bir köle hediye etmişti. Peygamberimiz (sav) sonradan bu zatı hürriyete kavuşturarak evlatlık aldı (o zaman evlât edinmek serbest idi), sonra İslâm’ın getirdiği “insanların birbirine eşit olduğu” fikir ve inancını pekiştirmek için bu eski köleyi, kendi halasının kızı (asil bir aileye mensup bulunan) Zeyneb b. Cahş ile evlendirdi. Bu evlilik bir inkılâb mahiyetinde idi. Zeyneb önce bu evliliğe karşı çıktı ise de Peygamberimiz’in (sav) ısrarı üzerine kabul etti. Ancak bu evlilik yürümedi, taraflar sık sık birbirinden şikâyet ediyorlardı, Hz. Peygamber (sav) de kendilerine öğüt vererek sabretmelerini istiyordu. Sonunda bu işin yürümeyeceğini anladı ve Zeyd’e eşini boşaması konusunda izin verdi. Zeyneb Zeyd’den boşandıktan sonra, ikinci bir inkılâb hükmünü gerçekleştirmek ve bu arada Zeyneb’in vaktiyle kendisini kırmayarak eski köle Zeyd ile evlenme fedâkârlığını mükâfatlandırmak üzere onunla evlendi. Bu ikinci inkılâb da “evlatlığın gerçekte evlât olmadığını ve onun boşadığı eşi ile babalığın evlenmesinde bir sakınca bulunmadığını” ortaya koyarak bir cahiliyet inancını daha yıkmaktı. Bu olayda, mahut derginin istismar ettiği ve yanlış aktardığı cümleyi, vâkıa ile birlikte İbn Sa’d’ın Tabakat’ından aktaralım: “Hz. Peygamber (sav) bir gün Zeyd’i bulmak üzere evine gitmişti, Zeyd’in karısı Zeyneb ev kıyafeti ile (tam giyimli değil iken) kalktı, Resûlullah (sav) onu görünce arkasını döndü, Zeyneb ‘Zeyd evde yok, buyurun Ya Resûlullâh (sav)’ dedi ise de Hz. Peygamber (sav) girmedi. Zeyneb O’nun girmediğini görünce çabucak giyindi, örtündü ve dışarı fırladı ve -bu hali- Resûlullah’ın (sav) hoşuna gitti, sonra bir şeyler mırıldanarak dönüp gitti, söylediklerinden yalnızca şu anlaşılıyordu: “Büyük Allah’ım seni tenzih ederim, kalbleri evirip çeviren Allah’ım seni tenzih ederim!” Sonra Zeyd eve gelir, Zeyneb ona olayı anlatır, Zeyd ‘niçin buyur etmedin!’ diye çıkışır ve hemen Resûlullah’a (sav) gider, evde bulunup O’nu (sav) ağırlayamadığı için hayıflanır, Zeyneb’i beğeniyorsa alması için hemen boşayabileceğini söyler, Resûlullah reddeder. Bu teklif defalarca tekrarlanır, sonunda Allah Resûlü (sav) boşamaya izin verir, kadın iddetini bekledikten sonra da onunla evlenir.7
Bu âyet meâlleri ve tarihî rivâyetlerden sonra derginin tahrif ve saptırmalarını şöylece sıralamak mümkündür:
a) Bu nakiller içinde Peygamberimiz’in (sav) Zeyneb’i sevdiğine ait bir ifade yoktur. Esasen Zeyneb, O’nun (sav) halasının kızıdır, kendisini eskiden beri tanımaktadır ve Zeyd’e onu kendisi almıştır (onları Hz. Peygamber (sav) evlendirmiştir). İlk defa görüp yıldırım aşkına tutulmak için hiçbir sebep mevcut değildir.
b) Geri dönerken söylediği sözün gerçek karşılığı yukarıda verdiğimiz gibidir, burada “gönlümü çeviriverdin” şeklinde bir ifade mevcut değildir. Doğru tercümesini yukarıda verdiğimiz cümle ise İslâm âlimleri tarafından şöyle anlaşılmıştır: “Allahım! Gönüllere hükmeden sensin, nasıl oluyor da Zeyd, böyle bir kadınla geçinemiyor ve mutlu olamıyor!”8
c) Hz. Peygamber’in (sav) gizlediği ve Allah’ın açıklayacağım deyip, âyette açıkladığı husûs ayan beyan ortadadır; bu da -dergide iddiâ edildiği gibi- bir aşk hikâyesi değil, “evlâtlık eşleri ile evlenmenin caiz olduğunu fiilen göstermek üzere Allah’ın, boşanacak olan Zeyneb ile Resûlü’nün (sav) evlenmesini takdir etmesi ve bunu da Resûlü’ne (sav) bildirmiş bulunmasıdır.” Cahiliye devrinde bu evlilik yasak olduğu için Hz. Peygamber (sav), bunu açıklamanın zamanı konusunda tereddüt göstermiş, bunun üzerine Allah Teâlâ vahiy göndererek hükmü açıklamıştır.
d) Âyette ve sahih hadîslerde bir aşk hikâyesinden bahsedilmediğine göre bunu uydurmak veya uyduranlardan nakletmek kötü maksada dayalı bir davranıştır. Dâvûd Peygamber (a.s) hakkında uydurulan ve Tevrat’tan nakledilen hikâye de çirkin bir iftiradır.
4. Hafsa’nın sırasında Mâriye ile yatması:
Derginin düzmecesine göre Hz. Ömer’in kızı ve Peygamber’in (sav) eşi Hafsa, ana-babasını ziyarete gider, Peygamber (sav) onunla birleşmeye hazırlanmıştır, kadının gittiğini cariye Marya gelip haber verir. O, cinsel birleşmeye tam hazırlanmıştır, Marya’yı da çok sevmektedir, güzel cariyeyi Hafsa’nın yatağına çeker ve birleşir. Tam o sırada Hafsa döner, Peygamber (sav) ona biraz beklemesini söyler, Marya ile birleşmesi bittikten sonra Hafsa’ya döner, tam konuşacakken Hafsa kıskançlık hiddeti içinde “Bu ne biçim şey! Bir köle kadını, benim günümde, benim yatağımda yapıyorsun” der. Peygamber de onu yatıştırmak için hemen “VAllahi billahi bir daha onunla yatmayacağım” der, hem de Hafsa’ya, babasının birgün halîfe olacağını haber verir. Bunun üzerine Tahrim sûresinin ilk âyeti iner…
Hâdisenin aslında hiçbir çirkinlik ve dine, ahlâka aykırılık bulunmadığı halde, derginin yukarıya aldığımız anlatımı ile olay son derecede çirkinleşmiştir. Derginin kullandığını iddiâ ettiği kaynaklara göre olayın aslı ve derginin saptırmaları, uydurmaları şöyledir:
a) Hz. Hafsa, ana-babasını ziyaret için Peygamberimizden (sav) bizzat izin alıp gitmiştir. Câriyesi Mâriye’ye haber gönderip onu çağıran da Peygamberimizdir (sav) (Birisine hazırlanıp, diğeri ile yatma gibi bir olay yoktur).
b) Mâriye, Peygamberimiz’e (sav) Mısır devlet başkanı tarafından hediye edilmiş bir cariyedir ve bu cariyeden İbrâhim isimli bir oğlu olmuştur. Hz. Peygamber’in (sav) de, diğer müminlerin de cariyeleri ile karı-koca hayatı yaşamaları serbesttir, cariye için yapılan akit, nikâh akdi yerine geçmektedir.
c) Hafsa döndüğü zaman odasına girmemiş, dışarıda Marya’nın çıkmasını beklemiştir; sonraki konuşmalar Mariye’nın çıkıp gitmesinden sonra ikisi arasında geçmiştir.9
d) Hafsa’nın kıskançlık duygusuna kapılması ve Hz. Peygamber’e (sav) karşı “kendisini küçük düşürdüğünden şikâyet etmesi” normaldir. Resûlullah (sav) eşine sevgi, eşinin babasına saygı duyduğu için onu teselli etmek istemiş, bunun için de hem “onu kendime haram kıldım, bir daha beraber olmayacağım” demiş, hem de Hafsa’ya, bir gün babasının halîfe olacağını bildirmiş, ancak bunu kimseye söylememesini istemiştir. Peygamber (sav) de olsa, hiçbir kimse Allah’ın helâl kıldığını haram edemeyeceği için -bunu müslümanların böyle bilmeleri gerektiği için- ilgili âyet gelmiş ve gerekli açıklamayı yapmıştır. Bu arada Hafsa, eşinin sırrını saklamadığı için Kur’ân, onu da ikaz etmiştir:
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”10
5. Cüveyriye ile evlenmesi:
Derginin düzmecesi:
“Tutsaklar arasında… nefes kesen bir kız. Âişe, bunu Peygamber görür de yine bir âyet gelir diye kaygılanır ve kızı çadırın yanından uzaklaştırır. Ne var ki korktuğu başına gelir, Peygamber kızı görür, “vahiy geldi, Cebrail bu kızı bana nikâhladı” der. Buhârî’nin anlattığına göre bu akıllı kız, Peygamber akrabasının tutsak olamayacağını söyler ve kabilesinden yediyüz kişiyi âzâd ettirir.
Doğrusu:
a) Bu olay ne bu şekilde, ne de başka şekilde Buhârî’nin işaret edilen yerinde yoktur.11 Burada yalnızca Cüveyriye’nin kabilesine baskın yapıldığı, birçok esir arasında Cüveyriye’nin de bulunduğu yazılıdır.
b) Güvenilir kaynaklara göre olay şöyle cereyan etmiştir: Cüveyriye Benî-Mustalık kabilesinin reisinin kızıdır. Bu kabile müslümanlar aleyhine düşmanla birleşmiş ve savaşmıştır. Bir fırsatı düşünce, bir İslâm müfrezesi baskın düzenleyerek kabileyi yenmiş ve savaşçıları öldürmüş, geri kalanları esir almıştır. Hz. Peygamber (sav) esirleri savaşçılara paylaştırmış, Cüveyriye de iki gâzîye düşmüştür. Bunlar cariye üzerinde ortaklık istedikleri için satıp parasını paylaşmaya karar vermişlerdir. Cüveyriye bunun üzerine Hz. Peygamber’in (sav) huzuruna çıkmış, müslüman olduğunu bildirmiş ve ondan yardım istemiştir. Peygamberimiz (sav) de ricasını kabul ederek ona evlenme teklif etmiş, Cüveyriye bunu sevinçle kabul etmiştir. Haber yayılınca müslümanlar, Hz. Peygamber’e (sav) akraba sayılan insanların esir olarak kalmalarını istememiş hepsini serbest bırakmışlardır. Bunun üzerine gerek serbest kalan esirler ve gerekse kaçaklar gelip müslüman olmuşlardır.12
6. Safiyye ile evlenmesi:
Derginin düzmecesi:
“…Safiyye’nin güzelliği Peygamber’in yakınlarının dilinden düşmüyordu. O, ancak Peygamber’e lâyık olabilirdi. Safiyye tutsaklar arasında idi. Dihye adında bir genç onu aldı. Hadîslere göre Peygamber onları çağırtır ve der ki: Bu kadını Cebrâil bana nikâhladı, sen git başkasını al. Dihye de üzgün ayrılır, ‘bu sırada sanki Uhud dağı üzerime çökmüştü’ diye anlatır.”13
Doğrusu:
Bu kısım için verilen kaynaklara baktığımızda ne “Cebrâil’in nikâhlamasından, ne Dihye’nin üzerine Uhud dağının çöktüğünden, ne de Safiyye’nin güzelliğine vurulmaktan söz ediliyor! Buhârî’de yalnızca Hayber savaşından sonra bir yahûdî liderin kızı olan Safiyye’nin, esirlerin taksiminde Dihye’ye düştüğü, sonra Resûlullah’a (sav) geçtiği ve O’nun (sav) da Safiyye’yi âzâd ederek -bu âzâd bedelini mehir sayarak- onunla evlendiği” kaydedilmiştir.14 Müslim’in Sahih’inde olay bir parça daha aydınlanıyor: Hayber fethedilince esirler bir araya toplanmıştı. Dihye, Resûlullah’a (sav) gelerek bir câriye istedi. Resûlullah (sav) “bak, dilediğini al” dedi, o da Safiyye’yi beğenip aldı, bu sırada birisi Resûlullah’a (sav) gelerek “bu, Kurayza ve Nadîr yahudilerinin başkanı olan Huyeyy’in kızıdır, bunu cariye olarak ona vermeniz uygun değildir; kendinizin alması daha uygundur” dedi. Peygamberimiz (sav) bunun üzerine Dihye ile Safiyye’yi çağırdı, Dihye’ye “bir başka cariye al” dedi, Safiyye’yi ise hürriyetine kavuşturdu ve sonra evlilik teklifinde bulundu, o da kabul edince kendisine nikâhladı.15
Görüldüğü üzere, Safiyye’nin alınması, diğer birçok izdivaçlarında olduğu gibi, yeniden bir topluluğun gönlünü almak, onlara şeref bahşetmek ve müslümanlar adına kazanmak hikmetine bağlıdır. Böyle olmasaydı önceden onu eş veya cariye olarak alması için hiçbir engel mevcut değildi ve bu sebeple de alabilirdi. Dihye ise onu henüz seçmiş bulunuyordu, aralarında bir gönül veya vücut ilişkisi sözkonusu olmamıştı.16
7. Esmâ ve Kuteyle:
Derginin uydurmalarına, yahut uyduranlarından naklettiğine göre Eş’as isimli birisi Peygamberimiz’e (sav) çok güzel bir dul kadından bahsetmiş ve bunu almasını teklif etmiştir, Peygamber (sav) “aldım gitti” demiştir, Eş’as kadını getirince Hafsa ve Âişe kıskançlığa düşerek kadına “zifafa girdiğin zaman Peygamber’e (sav) ’senden Allah’a sığınırım’ de, O, bundan çok hoşlanır” demişlerdir, kadın da bunu deyince Peygamber (sav) onu terketmiştir. Bunun üzerine Eş’as kendi kız kardeşi Kuteyle’yi teklif etmiştir, Peygamber (sav) yine ‘aldım gitti’ demiştir, kız getirilirken Peygamber (sav) ölmüş, kız da başkasıyla evlenebilmek için dinden dönmüştür, kabilesi de aynı yolu takip etmişlerdir.”
Doğrusu:
Buhârî ve Müslim’de böyle bir hikâye yoktur. İbn Sa’d’in Tabakat’ında her iki olay da çeşitli şekillerde rivâyet edilmiştir, rivâyetler arasında farklar vardır, olay hakkında kesin bilgi yoktur. Yine de rivâyetler içinde “aldım gitti” gibi hafif ifadeler mevcut değildir. Ayrıca hayatının son günlerini yaşayan Resûlullah’ın (sav) bu konularla uğraşmaya vakti de yoktur. Eş’as’ın ısrarı, Esmâ’nın da bir prenses olduğunu ve Peygamberimiz’i çok istediğini söylemesi üzerine getirmesine izin vermiştir. İbn Sa’d’in eserinde Kuteyle ile asla evlenmediği rivâyeti de mevcuttur. Bu son evlenme olayında da o bölge ahâlisini bu vâsıta ile İslâm’a kazanma niyeti açıkça görülmektedir.17
8. Âişe’nin kaybolan kolyesi ve Safvân:
Benî-Mustalık savaşından dönerken Hz. Âişe, bir konaklama yerinde tuvâlet ihtiyacı için birlikten uzak bir yere gider, orada farkında olmadan kolyesini düşürür, dönünce bunu farkeder ve aramaya gider, o aramada iken hareket emri verilir, kadınlar deve üzerine konan kapalı odacıklarda seyâhat ettikleri ve Hz. Peygamber’in (sav) eşlerinin artık perde arkasından konuşup görüşmeleri emri de gelmiş bulunduğu için onun devesini çekenler, kendisini mahfede zannederler ve çekip giderler, Hz. Âişe döndüğü zaman birliği bulamaz, düşünür ve “en iyisi konaklama yerinde beklemektir, arayınca beni burada bulurlar” diyerek orada bekler. Sonra askerî birliğin artçılarından Safvân gelir, Hz. Âişe’yi orada bekler bulur, devesini çöktürüp bindirir ve bundan sonraki konaklama yerinde birliğe yetişirler. İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in (sav) düşmanı, münafıkların başı Abdullah b. Übeyy bu olayı kullanarak büyük bir iftira kampanyası başlatır, bazı şahısları da tesiri altına alır ve Hz. Âişe’nin iffetine iftira atarlar. Hz. Peygamber (sav) uzun ve ince bir araştırma yapar, sonunda Hz. Âişe’nin ve Safvân’ın masum olduklarına, iftiraya uğradıklarına kani olur. Bu sırada Nûr sûresinin 11. ve müteakip on âyeti iner ve hem iftira edenlerin maskelerini indirir, hem de önemli hükümler getirir. Bütün mûteber kaynakların tafsilâtıyla ihtiva ettiği bu olayı, mahut dergi, çerçeve içinde özetledikten sonra, baş münafık İbn Ubeyy ve yandaşları ile ağız birliği ederek şu zehirleri kusmaktadır:
“Safvan Âişe’yi, Âişe Safvân’ı tanıyorlardı… Gecenin önemli bir bölümünde birlikte kalan Âişe ile Safvân, bu birlikteliği daha önce planlamış olamazlar mıydı? Çünkü Safvân’ın arkadan geldiğini herkes gibi Âişe de biliyordu. Âişe isteseydi kolyeyi aramaya giderken haber verebilirdi…”
Dergi, bu ifadelerle, iki bin yılına doğru hâlâ eski iftiracı ve münâfıkların peşinden gidenlerin bulunduğunu ortaya koymaktadır. İddiâlara gelince:
a) Güvenilir kaynaklara göre ve orijinal anlatıma uygun olarak olayları verdiğini iddiâ eden yazara soruyoruz: Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’den daha güvenilir bir kaynak, Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinden daha mevsuk bir başka hadîs kitabı var mıdır? Bu kaynaklarda, yukarıda tekrarlanan iftiralar bulunmadığına göre ve Hz. Âişe’nin iffetli bir müminler annesi olduğu tasdik edildiği halde, yukarıdaki anlatım mızrağı hangi çuvala sığacaktır? Hangi güvenilir kaynakta bu iftiralara yer verilmiştir?
b) Gerek Müslim18 ve gerekse Buhârî19 Sahih’lerinde hâdiseyi bütün tafsilatıyla vermişlerdir. Buradan anlaşıldığına göre Hz. Âişe sabaha karşı tuvalet için gitmiştir. Zâten Hz. Peygamber (sav) bu zamanlarda hareket emri verirlerdi. Hz. Âişe’nin gerdanlığı aramak üzere gitmesi ve bulması da ortalığın ağarmakta olduğunu gösterir. Buhârî’de Safvân’ın tan yeri ağardıktan sonra oraya geldiği açıkça ifade edilmiştir. İkinci konaklama yerinde hemen arkalarından yetiştikleri de yine bütün rivâyetlerde kaydedilmektedir. Bütün bunlar güvenilir kaynaklarda yer aldığına göre “gecenin önemli bir bölümünü birlikte geçirdiler” sözü, baş münafıkın baş iftirasına benzemiyor mu?
c) Hz. Âişe’nin kolyeyi aramak üzere gittiğini haber vermemesinin makul sebepleri vardır: Hemen gidip dönecektir, Peygamber (sav) hanımlarının perde arkasından olmaksızın başkalarıyle konuşmaları yasaktır, insanlar birşeylerini kaybedince hemen söylemez, önce arayıp bulmaya çalışırlar…
9. Cebrâil’den cinsel kudret ilâcı:
Derginin belki en çirkin ve en desteksiz düzmecesi örneğini şu satırlarında buluyor: “…Peygamber’in cinsel gücünün bir gün sonu gelmişti. İmam Gazzâlî’nin yazdığına göre, Peygamber’in cinsel organı (Gazzâlî en açık ifadeyi kullanır) artık kalkmaz olmuştu. Kaygılanıyordu, konuyu Cebrâîl’e açtı. Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu. Cebrâil bu konuda Allah’tan aldığı bilgiyi Muhammed’e iletti: Herîse (aşûre gibi bir şey) yiyeceksin.”20
Bu katmerli düzmecenin katlarını açalım:
a) Gazzâlî’nin İhyâ’sı güvenilir bir hadîs kitabı değildir. Kitabın içindeki hadîsler, sonradan hadîs uzmanlarınca incelenmiş ve asılsız olanlar ile mûteber olanlar ayrılmış, kitabın her sayfasının altında dipnotu şeklinde yazılmıştır. Derginin hadîs diye naklettiği söz ve olayın rivâyet yönünden güvenilir olmadığı, zayıf, asılsız ve uydurma olduğu, aynı sayfanın altında, 6 numaralı dipnotunda açıklanmıştır. Hem “tarafsızlık” ve “bilimsellik” örtüsüne bürünmek, hem de bu açıklamayı görmezlikten gelmek en azından göz boyamadır. Böyle bir olay ve böyle bir hadîs yoktur.
b) Gazzâlî bu söze ve dergide yer verilen diğer zevâtın bu konudaki sözlerine şu başlık altında yer vermiştir: “Evliliğin beş faydası vardır: Çocuk sahibi olmak, cinsî doyum, ev idaresi, ailenin genişlemesi, onların bakım ve eğitimlerini sağlama yoluyla nefis terbiyesi.” Bu faydalardan biri olarak kişinin eşi ile aile hayatını yaşamasını açıklarken Gazzâlî, her zaman ibâdet yapılamayacağını, birşeyi devamlı yapmanın rûhî sıkıntılara yol açacağını, insanların ruh yapılarına göre eğlencelerinin olduğunu, akar suya bakmak, kırda dolaşmak gibi yollarla ruhunu dinlendirenler olduğu gibi eşleriyle beraber olarak da aynı sonucu elde edenlerin bulunduğunu kaydetmiştir. İşte bu çerçeve içinde derginin hadîs diye ileri sürdüğü söz ve olayı da kaydetmiştir. Ancak “bazı rivâyetlerde geldiğine göre”, “eğer bu haber doğru ise” demek suretiyle kendisinin de de hadîsin sıhhatinden şüphede olduğuna işaret etmiştir. (s. 31). Bütün bu hususları belirtmemek bilimsellikle(!) bağdaşmaz.
c) Uydurma olduğu halde bu haberi bir de biz, doğru olarak tercüme edelim ve derginin yaptığı saptırmanın, tahrîfin ve düzmecenin boyutlarını görelim: “Cebrâîl’e, cinsî temas konusundaki zayıflığımdan şikâyet ettim, o da bana herîseyi tavsiye etti.” Evet, bu uydurma sözün de tamamı kelimesi kelimesine bundan ibârettir. Buna göre:
aa) “Peygamber’in cinsel organı artık kalkmaz olmuştu” sözü derginin uydurmasıdır.
ab) “Gazzâlî en açık ifadeyi kullanır” sözü, o şeyi yazı boyunca ağzından düşürmeyen yazarın uydurmasıdır.
ac) “Bu şeyin nasıl kaldırılıp sertleştirilebileceğini sordu” sözü yazarın katmerli yalanlarındandır.
ad) “Cebrâîl, Allah’tan aldığı bilgiyi Muhammed’e iletti” sözü yazarın uydurmasıdır.
Sonuç olarak böyle bir hadîs yoktur. Derginin yazarı, uydurma hadîsle de yetinememiş, birkaç cümle de kendisi uydurarak yalancılar safına katılmıştır.
10. “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın”:
Derginin mahut yazıyı hazırlayan yazarına göre “kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Bir hadîse göre bir hacc esnasında Peygamber şu buyruğu verir: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın…”
Bu sözleri okuyan kimse, “insanın cinsel duygusu harekete geçince haccda bile olsa ihramdan çıkıp eşi ile yatmalıdır, Hz. Peygamber (sav) böyle emretmiştir” mânâ ve hükmünü çıkaracak ve yanılacaktır. Çünkü ihramın belli bir yeri ve müddeti vardır ve bu müddet içinde ihramdan çıkıp eşi ile yatmak yasaktır, bunun dinî cezası bile vardır. Yazının altında gösterdiği kaynakları yazar da okusa ve ilim namusuna sadık kalarak okuduğunu doğru aktarsa idi hâdisenin şundan ibâret olduğu anlaşılacaktı: Peygamberimiz (sav) yalnızca hacc etmeyi niyet ederek gelen ashâbının, uzun zaman ihram içinde ve ihram yasaklarını yaşayarak vakit geçirmelerini önlemek üzere -zamanı geldiği, müddeti dolduğu için- ihramdan çıkmalarını ve isterlerse eşleri ile de yatabileceklerini, sonra Arafât’a çıkılacağı zaman yeniden ihrama gireceklerini bildirmiştir. Müslim’in Sahîh’inde, hadîsi Câbir’den nakleden Atâ, bu emrin mâhiyetini, yukarıda gördüğümüz şekilde istismar edilmesin diye, nasıl da güzel açıklamıştır: “Peygamberimiz (sav) bu emri ile ashâba, ille de karılarınızla yatın demedi, yalnızca bunun helâl olduğunu onlara bildirdi”21
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimePaz Ara. 27, 2009 7:29 am

II. HZ. PEYGAMBER VE KADINLAR

Burada, Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz’in kadına verdiği değeri, kadınlarla ilgili ıslâhatını, niçin birden fazla evlendiğini özet halinde sunmaya çalışacağız.
İslâm’dan önce kadınların birçok insanî haktan mahrum bulunduğu ve eşya gibi kullanıldığı bilinmektedir. İslâm kadını yüceltmiş, özelliklerine bağlı farklar dışında erkeğe eşit kılmış, aile ve toplum hayatı içinde yerini almasını sağlamıştır. Kadın istemediği bir kimse ile zorla evlendirilemez, istemezse -evlenirken şart koşmak suretiyle- kocasının ikinci bir kadınla evlenmesine mâni olabilir, gerektiğinde camiye giderek ibadet eder, öğrenim görür (bunlardan onu kimse mahrum bırakamaz), evin geçimi kocaya ve erkek yakınlarına ait olduğu için geçim tasası yoktur, ev işlerini gücü yettiği kadar yapar, kocası ve çocuklarından başkasına hizmet etmeye mecbur değildir, mirasta erkek kardeşinin aldığının yarısı kadar pay alır;- detaylı açıklama İslam'da kadın hakları adlı dosyamızda - fakat kendisi cihadla (askerlikle) yükümlü olmadığı, evin masraflarına ve evlenme masraflarına katılmadığı için aldığı yanında kalır, sonunda erkek kardeşinin aldığına eşit hale gelir, seçme (bey’at) ve danışmaya katılma hakkı vardır, toplum içinde kendi özellikleriyle bağdaşacak görevler alır ve hizmete katılır…
Peygamberimiz (sav) bütün evlilik hayatında eşlerinden birine bir fiske vurmamış, hakaret etmemiş, sevgi ve saygı göstermiş, ev işlerinde -gerektiğinde- onlara yardım etmiş, müslümanlara “kadınlar hakkında daima iyi davranmalarını, onları kendi akıllarınca düzeltmeye kalkmamalarını, maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin etmelerini tavsiye etmiş”, “iyileriniz, kadınlarınıza karşı iyi olanlarınızdır” buyurmuştur.
İslâm’da boşama hakkı prensip olarak erkekte bulunmakla beraber, akit esnasında veya daha sonra bu hakkı kadının da alması mümkündür. Ayrıca geçimsizlik, erkeğin yetersizliği, bazı hastalıklar, kayıplık vb. sebeplerle hâkim veya hakeme başvurmak suretiyle kadına da, evlilik hayatını sona erdirme hakkı verilmiştir.
Sevgili Peygamberimiz (sav) kadınları (eşlerini) severdi, “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi (üç şeyi severim): Kadın, güzel koku ve namaz; ama benim gönlüm namazdadır” buyurmuştur. O eşlerini sever, onları mutlu etmeye çalışırdı, ancak sabahlara kadar da namaz kılar, günlerce -bazen iftar etmeden- oruç tutar, başta peygamberlik, toplumun liderliği ve devlet başkanlığı olmak üzere yüklendiği birçok görevi mükemmel bir şekilde yütürdü. Peygamberimizin (sav) niçin birden fazla kadınla evlendiğini anlamak isteyenler önce şu gerçekleri bilmelidirler: Kendisi yirmi beş yaşında iken, kırk yaşında dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenmiş ve yirmi beş yıl yalnızca bu eşi ile mutlu bir hayat yaşamışlardır. Kırk yaşından sonra Kureyş büyükleri, İslâm dâvasından vazgeçmesi pahasına kendisine başkanlık, kadın (kızlarını) ve servet teklif ettikleri zaman “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz, ya uğrunda ölmeden, yahut da hedefime varmadan bu dâvadan dönmem” demiştir. Hz. Hatice’den sonra, kendisi elli üç yaşlarında iken evlendiği ikinci kadın ise elli yaşında dul ve kimsesiz bir kadın olan Sevde idi. Bütün bunları iz’an ve insaf ile düşünen kimse, ister müslüman olsun, ister gayrimüslim, Peygamberimiz’in (sav) birden fazla kadınla evlenmesine, cinsî tatmin dışında sebepler aramak durumundadır. Biz bu sebepleri şu maddeler içinde görüyoruz:
a) Birden fazla kadınla evliliği Hz. Peygamber (sav) getirmemiştir. İslâm geldiği zaman dünyanın birçok yerinde ve bu arada Arabistan’da erkekler birden fazla kadınla evli idiler. İslâm zaman içinde bir yandan kadına çeşitli haklar verip onun durumunu iyileştirmiş, diğer yandan zarûrî haller dışında tek kadınla evlenmeyi tavsiye etmiş, gerektiğinde birden fazla kadınla evlenmeyi ise yeterlik ve adâlet şartlarına bağlamıştır. Bütün bu ıslâhatın tamamlandığı zamanlarda, Peygamberimiz (sav) de -aşağıda sıralanacak sebeplerle- birden fazla eşe sahipti, O’nun (sav) boşadığı kadınlar da mü’minlerin anneleri olmakta devam edecekleri için başkasıyla evlenemezler,
b) Kadınlarından bir kısmı ile evlenmesi onların İslâm uğrunda çektikleri meşakkatlere karşı bir mükâfatlandırma mahiyetindedir. Ümmü Seleme, Ümmü Habîbe, Sevde gibi eşleriyle bu yüzden evlenmiştir. Bu hanımlar dinlerini koruma uğrunda Habeşistan’a göç etmişler, orada eşlerini de kaybederek dul kalmışlardı.
c) Birkaç eşiyle evlenme sebebi, onların kabilelerini İslâm’a kazanmak, aradaki düşmanlık duygularını dostluğa çevirmektir; Safiyye, Cüveyriye gibi hanımları ile bu yüzden evlenmiştir.
d) Ebû Bekir, Ömer gibi en büyük dostları ve yardımcıları kızlarını O’na (sav) teklif etmişler, kendileri de bunu uygun buldukları için Âişe ve Hafsa ile evlenmiş ve dostlarının arzularını yerine getirmişlerdir.
e) Resûlullah’ın (sav) en önemli görevi İslâm’ı ümmetine doğru bir şekilde aktarmak, öğretmek, yaşatmak ve gelecek nesillere intikalini sağlamaktı; ümmetin yarısı kadındı, onların da İslâm’ı ve bu arada aile hayatı ile ilgili ahkâmı bilmeleri gerekiyordu; birden fazla kadın, bir kadından daha çok bilgi edinme ve aktarma kaynağı demekti ve Allah Resûlü (sav) bundan da istifade etti, bugün elimizde bulunan birçok hadîsin ilk râvîleri O’nun (sav) sevgili eşleridir.
Eğer Peygamberimiz (sav) isteseydi yüzlerce kadınla evlenebilirdi, bunlarla sırf cinsî tatmin için evlense idi, birçoğu yaşlı dul kadınlarla değil, daima güzel ve çekici kızlarla evlenirdi. (Hz. Âişe’den başka kızla evlenmemiştir). O’nunla (sav) evlenmeye can atanların, nikâhı altında kalmak için her fedâkârlığa razı olanların ruh halini anlamak için O’na (sav), kafasını “cinsel dürtü” ile bozmuş insanların gözüyle değil, ümmetin gözüyle bakmak gerekir; ümmetine göre, O (sav), Allah sevgilisi, günahkârların şefâatçisi, eşsiz ve üstün örnek; insan, cin ve peygamberlerin Efendisi, kâinatın yaratılış sebebi, dışı insanlar ile, içi daima Allah ile meşgul, dünyanın en büyük dininin Peygamber’i ve Allah’ın insanlığa son elçisidir. Bugün dünyada yaşayan bir milyar müslümanın her gün kendisini, iman ve sevgi ile selâmladığı, dünya ve âhirette şefâatini dilediği yegâne kâmil insandır.

III. PEYGAMBERİMİZİN GÜNLÜK VE AİLE HAYATI


A. Günlük Hayatı:

Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz sabah namazını kıldıktan sonra seccadenin üstüne uzanır, güneş doğuncaya kadar istirahat eder, sonra uzaktan yakından kendisini görmeye gelenleri kabul etmeye başlardı. Gelenler halka şeklinde etrafında toplanırlardı, O, çevresindekilere vaaz eder, öğütler verir, sorularını cevaplandırır, hattâ gördükleri rüyâları tabir ederdi. Bazen arkadaşlarına kendi rüyâlarını anlatırdı. Hem okul, hem meclis, hem de sohbet yeri olan mescitteki bu oturumlarda herşey konuşulurdu. Bir yandan cahiliyye devri konuşulur, bu devre ait şiirler okunur, öte yandan yeni İslâm devlet ve toplumunun sosyal, ekonomik, siyâsî meseleleri müzâkere edilir, ganîmet ve zekât dağıtılır, gelir ve gider durumu görüşülürdü.
Genellikle bu faaliyet kuşluk zamanına kadar sürerdi. Kuşluk vakti gelince (güneşin doğmasından bir iki saat sonra) Peygamberimiz (sav) dört, yahut sekiz rek’at kuşluk (duhâ) namazı kılar, sonra evine gelir, ev işleriyle meşgul olur, elbise ve ayakkabıları tamir eder, hayvanlarını sağardı.
İkindi namazından sonra eşlerini teker teker ziyaret eder, hal ve hatırlarını sorar, geceyi ise -genellikle- sırayla birinin yanında geçirirdi. Peygamberimiz’in (sav) evi, herbirini bir eşine tahsis ettiği, kerpiçten yapılmış, üstü hurma dallarıyle örtülmüş basit odacıklardan ibaretti. Geceyi geçireceği eve diğer eşleri de gelir, Peygamberimiz (sav) yatsı namazından dönünceye kadar aralarında görüşüp konuşurlardı. O (sav), namazdan dönünce herbiri kendi odasına çekilirdi; Resûlullah (sav) Efendimiz, yatsı namazından sonra oturup konuşmayı, vakit geçirmeyi sevmezdi. Yatmadan önce “İsrâ, Zümer, Hadîd, Haşr, Teğâbun, Cum’a” sûrelerinden birini okur, sonra dûasını yapar ve sağ tarafı üzerine yatar, sağ elini, sağ yanağının altına koyardı. Yatağı ya deri, ya hasır, yahut da basit bir yataktı.
Allah’ın ve ümmetin Sevgilisi Peygamberimiz Efendimiz (sav) gecenin yarısı, yahut üçte ikisi geçince uyanır, yastığına yakın bir yerde bulundurduğu misvakı (belli bir ağaçtan yapılmış bir nevi fırça) ile dişlerini ovar, sonra kalkar, abdest alarak -bütün ömrünce devam ettiği- gece namazını kılardı.22 Bu namaz on bir rek’attı, uzun zaman ayakta durduğu için ayaklarının şiştiği olurdu. Önceleri sekiz rek’atta bir oturduğu, sonra on bire tamamladığı halde, yaşlanınca iki rek’atta bir oturarak kılardı. Gece ibâdetini edâ edince bir süre daha yatağında uyur, sonra Bilâl sabah ezanını okurken uyanır, abdest alır, sabah namazının sünnetini odasında kılar ve cemâatle farzı edâ etmek üzere mescide giderdi.

B. Aile Hayatı:

İnsânî duygular, siyâsî ve sosyal sebeplerle hayatını birleştirdiği eşleri, O’nun (sav) sâde hayatına ayak uydurmak zorunda idiler. Bu sebeple bazen hayatlarından şikâyetçi olur, bazen de birbirlerini kıskanırlardı; fakat Resûl-i Ekrem (sav) bir gün bile onlardan şikâyetçi olmamış ve kendilerine karşı sertlik göstermemiştir.
Eşleri arasında en çok Hz. Hatice’yi severdi; kendisi yirmi beş, o ise kırk yaşlarında iken evlenmişlerdi, buna rağmen yirmi beş yıl, yalnız Hatice ile iffetli ve mutlu bir hayat yaşamış, çok yaygın bir âdet olmasına rağmen onun üzerine ikinci bir kadınla evlenmemişti. Sevgili eşinin vefâtından sonra da onu hiçbir zaman unutmamıştı. En küçük bir hatıra ona olan sevgisini tazeler, sevgi ve rahmetle anmasına vesile olurdu. Hz. Hatice’nin vefatından sonra idi; bir gün kızkardeşi Hâle, Efendimiz’i (sav) ziyarete gelmiş, huzuruna girmek için izin istemişti. Sesi, Hz. Hatice’nin sesine benzediği için Peygamberimiz (sav) heyecanlanmış ve “bu gelen muhakkak Hâle’dir” demişti. Yanında bulunan Âişe bu durumdan üzülmüş, “ölen bir kadını böylesine hatırlamanın ne mânâsı var, Allah sana daha iyi zevceler verdi” demişti. Resûlullah’ın (sav) cevabı şöyle oldu: “Hayır, gerçek senin dediğin gibi değildir; herkes bana inanmadığı zaman bana inanan o idi, herkes Allah’a ortak koşarken o müslümanlığı kabul etmişti, benim hiçbir yardımcım yok iken o bana yardım ediyordu!”
Resûl-i zîşân Efendimiz (sav) Hz. Hatice’den sonra en çok Hz. Âişe’yi severdi; ancak bu sevginin yönlendiricisi ne çekicilik idi, ne de cinsî arzû! Çünkü Sâfiyye, Âişe’den daha güzeldi, güzellikte ondan geri kalmayan başka eşleri de vardı. Bu sevginin sebebi, Hz. Âişe’nin kabiliyeti, zekâsı, İslâm’ı anlama, yorumlama ve aktarmadaki başarısı idi. Peygamberimiz (sav) “Bir kadın dört şeyi için seçilir: Malı, güzelliği, soyu ve dindarlığı; siz kadının dindar olanını tercih ediniz” buyurmuşlardır. Kendileri de tercihlerinde bunu dikkate almışlardır. Hz. Âişe ictihad kafasına sahip, görüp işittiğini iyi kavrayan, kavradığını iyi yorumlayan bir kadındı. Ashâb ile dînî konular üzerine girdiği tartışmaların çoğunda kendisi haklı çıkmıştır (Bu konuda Zerkeşî’nin müstakil bir eseri vardır).
Efendimizin (sav) eşleri arasında arasıra meydana gelen sürtüşmeler kalıcı olmaz. Muhterem Eşlerinin, eğitimi sayesinde temizlenmiş gönülleri, kötü duygulara kısa zamanda galip gelir, dostlukları avdet ederdi. Her gün bir araya gelip yatsı sonuna kadar Peygamberimizi (sav), sırası gelenin odasında beklemeleri de bunu göstermektedir. Hz. Âişe’nin, münafıklar tarafından ortaya atılan bir iftira ile suçlandığı sırada -meşhûr deyişimizle kuması olan- Zeyneb’in onun lehinde şahitlik etmesi bu dostluğun bir başka delilidir.
Hz. Âişe, Sevgili Eşine (sav) karşı beslediği aşırı muhabbet sebebiyle sık sık kıskançlık duygusuna kapılır, bazen bunu yenemeyerek sert çıkışlar yapardı. Böyle bir davranışının üzerine babası Ebû Bekir gelmiş, onu azarlamak istemiş, fakat Peygamberimiz (sav) bunu önlemişti. Ebû Bekir kalkıp gitti, bir süre sonra tekrar uğradığında karı-kocanın barıştıklarını, sevgi içinde sohbet ettiklerini görmüş ve “demin kavganıza katıldık, şimdi de barışınıza katılalım” demişti.
Tarih boyunca birçok büyük insan, yüce hedeflere erişebilmek için dünya menfaatlerine, rahat ve huzura arkasını dönmüş, büyük çileler çekmişlerdir. Bu sıkıntılı ve çileli hayatı, sevdiklerine yaşatmamak için bunların çoğu bekâr kalmayı tercih etmiş, kadın ve çocuk sevgisinden mahrum yaşamışlardır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) bu konuda emsalsiz bir örnektir; O (sav), hem çilelerin en büyüğünü yaşamış, hem evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, hem de -çoğu servet ve refâh ortamında yetişmiş- eşleri ile çocuklarına, diğer müslümanların altında bir refah yaşatmıştır. Fetihler İslâm toplumuna servet akıtmaya başlayınca, eşleri bundan pay istemişler, O (sav), buna karşı çıkarak “ya ben, yahut da dünya zineti ve zevkleri” demişti. Eşsiz eğitiminin tesiri iledir ki hepsi O’nu (sav) tercih etmiş, birer kat elbiselerini ve kerpiçten odaları içinde birer gönül sultânı olarak yaşamışlardı. Olayı Kur’ân âyetlerinden takip edelim: “Ey Peygamber, eşlerine şöyle de: Eğer dünya(nın parlak) hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle (gönül hoşluğu) ile serbest bırakayım. Eğer Allah’ı, peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”23 Resûl-i Ekrem (sav) bu zühd hayatını yaşarken zorlanmıyordu. Çünkü insanlara maddî varlığın ve zevklerin bahşettiği huzur ve mutluluğu O (sav), sevdiği Rabbi ile, bir an kesintiye uğramadan devam eden beraberlikte buluyor, “bu kadar açlık ve susuzluğa nasıl dayandığını” soranlara “O beni yedirip, içiriyor” cevabını veriyordu. Bu ruh halini ve kemâlini, yirmi üç yıllık eğitimcilik hayatında, başta ailesi ve yakınları olmak üzere ashâbına da aktarmaya çalışmış ve büyük ölçüde başarılı olmuştur. Sevgili Peygamberimiz (sav) dünya menfaat ve zevklerine hor bakan hayatı ile, kendisinden sonra gelecek olan devletlilere de örnek olmak istemiştir.
Örnek İnsan, Yüce Peygamber (sav) ev idaresi ile bizzat meşgul olmaz, eline geçeni, evine gelmeden son kuruşuna ve parçasına kadar ümmete dağıtırdı. Kendisi ve âilesi, Hayber civarındaki küçük arâziden elde edilen gelir ile geçinirlerdi. Evin idaresini Hz. Bilâl yürütürdü, bir gün kendisine Hz. Peyamber’in (sav) âilesinin nasıl geçindiğini sordular. Bilâl şöyle anlattı: “Resûlullah’ın (sav) evinin idaresini ben yürütüyordum. Kendileri çok sâde ve yoksulca bir hayat sürerlerdi. Bununla beraber hiçbir misafiri çevirmez, onlara bazen bizzat hizmet ederdi. Eve bir yoksul gelir de yardım isterse olanı verirdi, evde birşey bulunmazsa beni gönderir, ödünç buldurur ve yoksulu yine boş çevirmezdi.”

C. Çocuklar ve Çocukları:

1. Çocuklar:
Resûl-i Ekrem (sav) ümmetini, evlenip çocuk sahibi olmaya ve çoğalmaya teşvik etmiş, çocukları sevmiş ve herkesin sevmesini istemiştir. Kendileri deve üzerinde bir yerden gelirken çocukları görürse onları devesine alır ve sevindirirdi. Çocukları sevdiği için rastladığı yerde selâm verir, böylece hem onları sevindirir, hem de eğitirdi.Bir gün Hâlid b. Sa’îd isimli sahâbî, yanına aldığı küçük kızı ile beraber Peygamberimiz’i (sav) ziyarete gelmişti. Kız Habeşistan’da dünyaya geldiği için ona, Habeş dili ile “güzel kız” diye hitap etmiş, onu yanına almış, kızın kendisi ile oynamasına ve bu arada, iki kürek kemiği arasındaki “peygamberlik mührü” ile oynamasına izin vermişti. Bilâhare kendisine bir yerden, etrafı işlemeli kumaş parçaları hediye edilmiş, bunu kime vereceğini bir müddet düşündükten ve yanındakilere sorduktan sonra, Hâlid’in bu küçük kızını çağırtarak kumaşları ona vermişti. Bir başka gün yoksul bir kadın, iki çocuğu ile beraber Hz. Âişe’ye gelir, Âişe bunlara verecek başka bir şey bulamadığı için bir tek hurma verir, kadın da bu hurmayı iki parçaya böler ve çocuklarına verir. Misafirler ayrıldıktan sonra Resûlullah (sav) Hz. Âişe’nin yanına gelince Âişe olayı kendilerine anlatır, Efendimiz (sav) şu cevabı verir: “Allah kimlere çocukları sevdirir, onlar da hakkıyle severlerse ateşten kurtulurlar.” Çocukluğunu Hz. Peygamber’in (sav) yanında geçiren Hz. Enes, Resûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Uzunca kılmak üzere bir namaza durduğum zaman, bir çocuğun ağladığını duyarsam, namazımı kısaltırım; çünkü çocuğun ağlaması anneyi üzer.”O’nun (sav) çocuklara karşı sevgisi ve merhameti, yalnızca müslüman çocuklarına ait değildir. Bir savaşta, iki birlik arasında kalan birkaç çocuk ölmüştü. Sonradan Resûlullah (sav) durumu haber aldı ve son derece üzüldü. Ashâb O’nun (sav) bu derecede üzüldüğünü görünce “Ey Allah’ın Resûlü (sav)! Niçin bu kadar üzülüyorsunuz, onlar nihayet kâfir çocukları değil mi?” dediler ve şu cevabı aldılar: “Bu çocuklar, Allah’a ortak koşan kâfirlerin çocukları da olsalar sizden daha iyidirler; dikkat ediniz, çocukları öldürmeyiniz, asla çocukları öldürmeyiniz! Her insan, Allah’ın insan nev’ine verdiği özellikler (fıtrat) ile doğmaktadır!”Efendimiz (sav) elindeki meyvaları en küçük çocuklara verir, onları sever, okşar ve öperdi. Bir gün yine çocukları severken bir bedevî gelmiş, “siz çocukları böyle sever misiniz, benim on torunum var, daha bir tanesini kucağıma alıp sevmedim” demişti. Resûl-i Ekrem (sav): “O halde Allah seni, şefkat duygusundan mahrum etmiş” buyurdu.Kâinâtın Öğünç Vesilesi (sav), Mekke’den Medine’ye ulaştığı sırada ensâr kızları -diğer kalabalık içinde- karşılamaya çıkmış, şarkı ve marşlar okumuşlardı. Peygamberimiz (sav) bu çocukları okşadı ve onlara sordu: “Beni sever misiniz?” hepsi birden “evet” diye bağırdılar; O (sav), “ben de sizi, hepinizi seviyorum” dedi.
2. Çocukları:
Peygamberimiz’in (sav) -ittifak edilen haberlere göre- altı çocuğu olmuştur. Bunlardan ikisi (Kâsım ve İbrâhim) erkek, dördü ise (Zeyneb, Rukayye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma) kızdır. Bu çocuklardan beşi Hz. Hatîce’den, İbrâhim ise Mâriye’den doğmuştur. Allah’ın takdiri ve nice hikmetleri yüzünden olmalı ki, çocuklarından erkek olanlar küçük yaşlarında vefat etmişler, kendisinden sonraya kalan tek çocuğu Hz. Fâtıma da, Sevgili Babasından altı ay kadar sonra O’na (sav) kavuşmuştur.
Efendimizin (sav) oğlu İbrâhîm son nefeslerini solurken gönderilen haber üzerine Peygamberimiz (sav) yetişmiş, çocuğu kucağına almış ve üzüntüsünden ağlamıştı. Yanlarında bulunan Abdurrahman b. Avf “Ey Allah’ın Resûlü, ne yapıyorsunuz, siz de mi ağlıyorsunuz?” deyince şu cevabı vermişlerdi: “Gönül üzülür, göz yaş döker, ancak -bu sırada dilini göstererek- şu, Allah’ın razı olmadığı bir kelime söylemez, Ey İbrâhîm, ölümünden dolayı çok üzgünüm!” Hz. Fâtıma, onbeş yaşlarında iken kendisinden beş altı yaş büyük olan Hz. Ali ile evlenmiştir. Onu daha önce Ebû Bekir ve Ömer de istemişler, Resûl-i Ekrem (sav) kendilerine müsbet veya menfî bir cevap vermemişti, bu sırada Hz. Alî de isteyince ona verdi. Mü’minlerin “Fâtıma Anamız” diye en az kendi anaları kadar sevdikleri bu büyük kadının çeyizi “bir yatak, bir yatak çarşafı, iki el değirmeni (un ve bulgur için) ve bir su tulumundan ibaret idi.
Resûlullah’ın (sav) çok sevdiği bu iki aziz varlık mutlu, fakat yoksul bir hayat geçirdiler… Aile hayatında kaçınılmaz olan kırgınlıklar olursa Sevgili Babaları (sav) hemen gelir, onları barıştırır, neşe ve mutluluklarını görünce mesut olarak ayrılırdı. Birgün böyle bir barışma dönüşünde kendisine sevincinin sebebini sormuşlardı, “en çok sevdiğim iki kişiyi barıştırdım” cevabını verdi.
Allah Sevgilisi’nin (sav) bu ölçüde sevdiği kızı unu kendi eliyle öğütür, bu yüzden elleri yaralanırdı, evinin suyunu taşır, bu yüzden göksü yara olurdu, evini barkını süpürür, toz toprak içinde kalırdı, ekmek ve yemeğini kendi pişirir, dumana boğulurdu. Bu hal müslümanlar fakir iken böyle olduğu gibi, servete kavuştuktan sonra da böyle devam etmiştir. Bir gün karı koca aralarında dertleştiler; Hz. Alî su taşımaktan göğsünün yara olduğunu söyler, eşi de un öğütmekten elinin yaralandığını dile getirir, Hz. Alî “babana bugünlerde birçok esir geldi, gidip bir tane hizmetçi istesen” der, eşi de bunu uygun görüp babasına gelir. Babası (sav) “hayır ola kızım, bir isteğin mi var?” diye sorunca utanır, isteğini söyleyemez ve “babacığım sizi görmek ve selâm vermek için geldim” diyerek evine döner. Bu defa Hz. Alî de yanına katılır, birlikte tekrar gelirler ve durumlarını arzederek bir hizmetçi isterler. Yüce Peygamber (sav) onlara “Suffe ehli ve diğer yoksullar sizden daha muhtaç, size veremem” der, çaresiz dönerler. Resûl-i Ekrem (sav) işlerini bitirince, gönüllerini almak üzere evlerine gelir, bu sırada yatmışlardır. Üzerlerinde kısa bir yorgan vardır, başlarına çekseler ayakları, ayaklarına çekseler başları açıkta kalır, Sevgili Babaları’nı görünce fırlarlar, O (sav), “sakın kalkmayın” der, gelip yanlarına oturur ve şöyle buyurur: “Size, hakkınızda, sizin benden istediğinizden daha hayırlı olacak bir şey (bilgi) vermeye geldim, bunu bana Cebrâîl öğretti, yatacağınız zaman otuz üç kere sübhânellah, otuz üç kere elhamdülillah, otuz dört defa da Allahuekber deyiniz”. Evet hizmetçi çalıştırmanın birçok maddî ve mânevî sorumlulukları vardı. Bir Peygamber kızına bunları taşımak ve belki de üzerinde kul hakkı bulunarak Rabbine kavuşmaktan çok, çileli hayatın içinde pişmek, bitip tükenmez dünya işleri arasında devamlı Allah’ı anmak ve ebedî hayatta Babası’nın (sav) meclisine lâyık olmaya çalışmak yakışırdı.
Peygamber hanesinde hâkim olan sade hayat, O’nun çocuklarının evlerinde de görülmeli idi. Nitekim Hz. Fâtıma’ya kocası bir altın gerdanlık hediye etmişti. Peygamberimiz (sav) bunu görünce -doğrudan kendisine bir şey söylemeyip- Hz. Âişe’ye: “Herkesin, Peygamber’in kızı Fatma’nın boynunda alevden bir halka gördük” demelerini kabul eder misiniz?” demiş, Hz. Fâtıma bunu duyunca derhal gerdanlığı sattırmıştı. Onlar Peygamber hanımları, peygamber çocukları idi, diğer müslümanlardan farklı olmalı idiler; ancak bu fark, başkalarından daha zengin, daha müreffeh olmak şeklinde değil, başkaları açlıktan karınlarına bir taş bağlarken onlar iki taş bağlamak, başkaları doymadan doymamak, başkaları zînetler içinde dolaşırken onlar sade yaşamak suretinde gerçekleşecekti.
O’nun (sav) engin sevgi gölgesinin, torunlarının üzerine düşmemesi düşünülemezdi. Onları sık sık görür, sever, gönüllerini alır, gerektiği zaman avuturdu. Kızı Zeyneb’den olma torunu Ümâme küçüktü, Peygamberimiz’in (sav) yanında bulunuyordu, Sevgili Dede çocuğu bir şeyler ile oyalayıp namaza durmuştu, başını secdeye koyunca çocuk koşarak geldi ve sırtına bindi, merhamet ve şefkat kaynağı Yüce Peygamber (sav), namazının geri kalan kısmını çocukla tamamladı, kalktıkça düşmesin diye onu bir eliyle omuzunda tutuyor, secde ettikçe bırakıyordu.
Bir gün elinde bir gerdanlık olduğu halde eve geldi ve “bunu, içinizde en çok sevdiğime vereceğim” dedi, evdekiler “her halde Ebû Bekr’in kızına (Âişe’ye) verecek” dediler, torunu Ümâme’yi çağırttı, gerdanlığı eliyle onun boynuna bağladı, çocuğun gözleri ağrıyordu, mübârek elleriyle onları da sildi.
Asırlar boyu milyarlarca insanın gönlünde taht kuran Yüce Peygamber’in (sav) sâde ve mütevâzı görünüşü içinde insana ürperti, hayret ve gıpta duygularını birlikte yaşatan aile hayatından çizgiler sunmaya çalıştık. Görülen odur ki kişi dururken Peygamber, has kul, büyük ve kâmil insan, milyarların sevgilisi olamıyor!*
1. Tercüman gazetesi ve Girişim dergisinde yayımlanmıştır. Yıl: 1987. 2. Bunun mânâsı “mehir istemeden onunla evlenmeye razı olan kadınlar”dır. 3. Ahzâb: 33/50. 4. Ahzâb: 33/51. 5. Müslim, Sahih, 1463. 6. İslâm Peygamberi, c. II, s. 18; Mevlânâ Şiblî’ye göre Hz. Âişe, Peygamberimiz (sav) ile evlendiği zaman on sekiz yaşında idi; Asr-ı Sa’âdet, İst. 1928, c. II, s. 997. 7. Tabakât, c. VIII, s. 101 vd.; Prof. Hamîdullah, age., c. II, s. 20 vd. 8. Prof. Hamîdullah, age., c. II, s. 20 vd. 9. Taberî, c. 28, s. 91. 10. Tahrîm: 66/1. 11. Itk, 13. 12. Muhabbar, s. 88-89; Prof. Hamîdullah, age., c. 2, s. 22. 13. Buhârî, Meğâzî, 38; Hucurât, 11; Talâk, 1. 14. Meğâzî, 38. 15. Müslim, Nikâh, 84. 16. Ayrıca bkz. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, c. 2, s. 24. 17. Tabakât, c. 8, s. 148. 18. Müslim, Tevbe, 56. 19. Buhârî, Tefsîru sureti’n-Nûr, 6. 20. Gazzâlî, İhyâ, c. 2, s. 28. 21. Müslim, Hacc, 141. 22. Müzzemmil: 73/20. 23. Ahzâb: 33/28-29. * Peygamberimiz’in (sav) âile hayatını yazarken başvurduğumuz kaynaklar: Kur’ân-ı Kerîm, meşhur altı hadîs kitabı (el-Kütüb’s-sitte), İbn Sa’d, Tabakat (8. cilt), Prof. M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I-II, Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Sa’âdet, II, A. Azzâm, Resûl-i Ekrem’in (sav) Örnek Ahlâkı… Yazan - Derleyen :Tuğra

SÂBİLİK - ORUÇ
İslam’a ve müslümanlara her fırsatta saldırmayı kendisine şiar edinen T. Dursun şöyle başlıyor yazısına:
1-Sâbiler’in ismi Kur’anı Kerimde üç yerde geçmekte ancak inanç ve ibadetlerinden söz edilmemektedir.“..İbrahim Peygamber, yıldızı görür, yıldıza , “Tanrım” der; Ay’ı görür, Ay’a “Tanrım” der. Güneş’i görür, Güneş’e “Tanrım” der. Bu gökcisimlerinden Güneş’i daha büyük ve daha parlak görünce, “İşte Tanrım budur, bu daha büyüktür” diye konuşur. Ne var ki, “Tanrı” dedikleri batınca, onlara “Tanrı” demekten vazgeçer. İbrahim Peygamber önce yıldızdan, sonra Ay’dan en sonunda da Güneş’ten vazgeçer. Kur’an’ın En’am Suresi’nin 76, 77 ve 78. Ayetleri böyle anlatır, İbrahim Peygamber’in “asıl Tanrı”ya dönüşünü…
Hz. İbrahim’in “Tanrı” arayışını Kur’an ayetlerinden aktararak vermektedir. Sonunda da “Güneş’ten vazgeçer. Kur’an’ın En’am Suresi’nin 76, 77 ve 78. Ayetleri böyle anlatır, İbrahim Peygamber’in “asıl Tanrı”ya dönüşünü.” Diye bitirir. Aklınca Hz. İbrahim’in Yıldızları ve Güneşi Tanrı olarak kabul eden Sabii’lerden etkilendiği imajını vermek istemekte ve buna zemin hazırlamaktadır. Ancak En’am suresinin 78. ayetinin anlamını vermemekte kısa bir cümleyle geçirmekte okuyucuya dürüst olduğunu(!)göstermek içinde sadece 78. ayet numarasını vermektedir. İsteyen okuyucu oraya baksın der gibilerden ama kaç tane okuyucusu açıp Kur’ana bakacaktır ki? Kendisini zamanın en büyük alimi olarak lanse etmiştir ya. Ama nedense ayetlerin devamı ve sonucu olan “Ben, her dinden geçip yalnız hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim." dedi.” 79. Ayet numarasını vermemiştir. Hadi onu görmemiştir diyelim… Biz aşağıda Kuranı Kerim de Hz. İbrahim’in Tanrı değil ama “Rab” arayışının ayetlerinin tercümesi vererek okuyucuların yardımcı olalım.76.Üzerini gece kaplayınca bir yıldız gördü: "Bu imiş Rabbim!" dedi. Batıverince de: "Ben böyle batanları sevmem." dedi.77.Ay'ı doğarken görünce: "Bu imiş Rabbim!" dedi. Batınca da: "Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhakkak ki, şu şaşkın topluluktan biri olacakmışım." dedi.78.Güneşi doğmak üzere görünce: "Bu imiş Rabbim, bu hepsinden büyük!" dedi. O da batınca: "Ey kavmim, haberiniz olsun, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım! 79.Ben, her dinden geçip yalnız hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim." dedi. Ayetlerden de anlaşılacağı gibi Hz. İbrahim’in Rabbini araması, gerçek yaratıcıyı bulmasıyla son bulmuştur.
2-“İbrahim Peygamber’i Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar paylaşamaz. Ali İmran Suresi, O’nun için “hanif” ve “müslim”di der. İbn Nedim’in ünlü “El Fihrist” adlı eserinde “Hanifler” şöyle tanıtılır: “Hanifler, İbrahimci (el İbrahimmiye) Sabiilerin ta kendileridir.(s.32)”
İslam’ın, Yüce Allah tarafından gönderilen dinlerin bir devamı olduğu, Âdem’den (a.s) beri gönderilen peygamberlerin hep birbirini desteklediğini ilkokul mezunu bir çocuk bile bilirken, "İbrahim’i(a.s) üç dinin mensuplarının paylaşamadığını" söylemesi abesle iştigaldir. Ayrıca Kur’an’ı Kerim, İbrahim’in (a.s) gerçek kimliğini şu ayetle ortaya koymuştur. “İbrahim, ne yahudi ne de hıristiyandı; ancak o, lekesiz bir müslümandı ve Allah'a ortak koşanlardan da olmamıştı.”(Âli İmran 67).
3-Abdest, namaz, cenaze namazı, fıtr bayramı, kurban, hac, Kabe’nin kutsallığı gibi inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te var.Allah, Rahman, Kur’an, Furkan, kitab, melek, insan, Adem, Havva, nebi, salat, alem hep Süranca’dır.
1-Bir dildeki kavramların bir diğer dile geçmesi, bir dilin bir başka dilden kavramlarıyla aynı olması yadırganacak bir durum mu ki? Kur'anı Kerimde yabancı kelime olup olmadığı konusunda Kurtubi tefsirinden yaptığımız alıntı umarız faydalı olur.Kur´ân-ı Kerim´de arapların anlatım üslubuna göre dizilmemiş söz dizisinin olmadığı, bununla birlikte Kur´ân-ı Kerim´de İsrail, Cibril, İmran, Nuh ve Lut gibi arap dili ile konuşmayan kimselere ait özel isimlerin bulunduğu hususunda imamlar arasında görüş ayrılığı yoktur... "kasvere" Habeşçedir.el-Ğassak, Türkçede kokuşmuş ve soğuk anlamındadır. el-Kıstas rumca’da mizan, terazi demektir. Siccil, farsçada taşlı çamur anlamındadır. Tur, dağ anlamındadır. el-Yemm, süryanice deniz anlamındadır. et-Tennur ise acemcede yeryüzü anlamındadır.İbn Atiyye der ki: Bütün bu kelimelerin gerçek durumu şudur. Bunlar asıl itibariyle arapça değildir. Fakat araplar bu kelimeleri kullanmış ve arapçalaştırmışlardır. O bakımdan bu kelimeler arapçadırlar. Kur´ân-ı Kerim’in dilleriyle nazil olduğu Arab-ı aribenin ticaretlerle Kureyşlilerin Şam ve Yemen tarafına yaptığı yolculuklarıyla Müsafir b. Ebu Amr’ın Şam´a, Ömer b. el-Hattab’ın, Amr b. el-As’ın, Umare b. el-Velid’in Habeşistan’a yolculuk yapmalarında görüldüğü şekilde, diğer dillerin bazı kelimelerinin karıştığı da sözkonusu olmuştur.Dil konusunda sözleri belge mahiyetinde olan el-A’şa´nın Hire’ye yaptığı yolculuk ve oranın hıristiyanlarıyla sohbeti de bu türdendir. İşte bütün bunlar aracılığıyla arapçaya, arapça olmayan birtakım kelimeler de karışmıştır. Bunların bir kısmının harfleri azaltılarak değiştirilmiş, arapça olmayan kelimelerin ağır söylenişleri hafifletilmiş ve araplar bu kelimeleri şiirlerinde, karşılıklı konuşmalarında kullanmaya başlamış, nihayet bu kelimeler sahih arapça kelimeler gibi kullanılır olmuş, bunlarla birtakım hususlar açıklanır olmuştur. İşte bu noktada Kur’ân-ı Kerim de bu gibi kelimeleri kullanmıştır.Kaynak olarak sâbiîlerin dilini ve dinini alan yazar, acaba sâbiî dilinin bir başka dilden ve dinden etkilenip o dildeki kelimeleri ve dini kavramları alabileceğini nedense hiç düşünmemiştir. 2-Allah: Şu bir gerçektir ki Araplar Allah lafzını kullanıyor ve biliyorlardı. Dil bilginleri bu ismin türemiş (müştak) midir, yoksa zat-ı bari’nin özel ismi olmak üzere mi konulmuştur hususunda da farklı görüşlere sahiptir. İmamı Şa fiî, Ebu’l-Meali, el-Hattabi, el-Ğazzali, el-Mufaddal, el-Halil, Sibeveyh gibi birçok arap dil bilgini ve İslam âliminin “Allah ismi, özel isimdir türememiştir” sözünü bir kenara bıraksak bile, türemiş bir isim olduğunu kabul eden dil âlimleri lah-elihe-lahe-velehe kelimelerinden türemiş olabileceklerini söylemiş ve bunu delillendirmeye çalışmışlardır ama hiçbir âlim bunun Arapça olmadığını iddia etmemiştir. T. Dursun da âlim olmadığına göre onun sözünün ne değeri olur ki? 3-Rahman: İnsanların cumhuru (çoğunluğu) "er-Rahmân" lafzının mübalağa ifade etmek üzere "rahmet" kökünden türemiş ve mebni bir kelime olduğunu kabul etmektedir. Manası ise, eşsiz olan rahmet sahibi demektir. İbnu´l-Enbârî´nin "ez-Zâhir" adlı eserinde zikrettiğine göre el-Müberred "er-Rahmân"ın İbranice bir isim olduğunu, Ebu İshak ez-Zeccac "Meani´l-Kur´ân" da: Ahmed b. Yah ya dedi ki: "er-Rahîm" arapça ve "er-Rahmân" İbranicedir. Fakat bu kabul edilmeyen bir görüştür. 15 asırlık İslam tarihinde bu kelimenin Arapça olmadığını söyleyen iki kişi çıkmıştır ve onlarda dikkat edilirse bu kelimenin kökenin İbranice olduğunu iddia etmişlerdir. 4-Melek: Sâbiîlerin tapındıkları yüce varlığa verdikleri bir isim olan Malka d Nhura terimindeki “malka”, T. DURSUN’u şaşırtmış, melek kelimesinin Mandence’den geldiğini sanmış olsa gerek. 5-Kurban:Sâbiîlerce kutsal öğretilerin deri üzerine yazılması yasaklanmıştır. Zira her ne kadar Sâbiîler bazı ayinlerinde zaman zaman çeşitli hayvanları kurban etseler de onlarca genel bir kural olarak hayat yıkmak anlamına gelen öldürmenin doğru olmadığına inanılır. Bu nedenle öldürülen hayvanların derilerini dini metinler için kullanmayı hoş karşılamamaktadır.Sâbiîlerde kurban ayrı bir ibadet şekli olmaktan ziyade rit yemeklerinin bir parçası olarak kabul edilir. Kesilecekse koç ya da güvercin kurban edilir. Koyun kurbanına izin verilmez. Masigta töreninde kurban edilen güvercin tören bitiminde kutsal ekmeklerle birlikte kült kulübesine gömülür. Sâbiîlerde sığır ve tavuk gibi diğer hayvanların kurban edilmesi ise hoş karşılanmaz.Kurban töreninde rahibin hazır bulunması gerekir. Kesilirken dikkat edilecek hususlar 1-Demir bir bıçağın kullanılması 2-Kurban kesilirken rahibin elinde yaklaşık 15 cm uzunluğunda bir değneğin bulunması 3-Kurban öncesi rahibin bıçak ve değnekle nehirde vaftiz olması 4-Kesim sırasında rahibin Kuzeye doğru dönmesi 5-Kesim sonrası rahip elinde tuttuğu değneği nehre atması.Şimdi İslam'da ki kurbanla, Sâbiîlikte kurbanın ne alakası var diye sormak lazım. 6-Nebi:Sâbiî kutsal kitaplarında peygamber kelimesine karşılık olarak nbiha terimi kullanılır.Sâbiî metinlerinde iki grup peygamberin varlığından bahsedilir. Sâbiîlerce iyi olarak kabul edilmeyen İbrahim, Musa ve İsa tarihi şahsiyetlerin oluşturduğu ilk grup nbiha d kadba (sahte peygamber veya sahteliğin peygamberi) olarak adlandırılır. nbiha d kuşta (gerçek peygamber veya doğrulun peygamberi) olarak adlandırılan ikinci temsilcisi ve eğiticisi olarak Yüce Tanrı tarafından görevlendirilen Şit ve Yahya gibi kişiler bulunmaktadır. İslam'daki nebi kelimesinin sâbiîlikteki nbiha kelimesinden geldiğini iddia eden DURSUN'a şunu sormak isterdik acaba Türkçedeki malak kelimesi de sâbiîlikte olduğunu iddia ettiği melek kelimesinden mi gelmiştir. Ön bilgi olarak şunu verelim onlarda melek inancı yok.Diğer kelime yapıları üzerinde durmayı gereksiz görerek sözü uzatmak istemiyor, verdiğimiz örnekler DURSUN’un ilmi kariyerini gözler önüne sermeye yeter diye düşünüyoruz.“Hac, Kabe’nin kutsallığı inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te var” diyen yazar, Kabe’nin Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yapıldığını ve bunun Kur’anda da ifade edildiğini nedense göz ardı etmektedir.
4-Ramazan ayında Müslümanların tuttuğu oruç da Sabiilik’ten geliyor. Müslümanlıkta, “farz” oruçlar bir aydır. Bu ay da kimi zaman 29, kimi zaman 30 gün çeker. Sabiilik’te de aynen böyle. Ibn Nedim, “El Fihrist” adlı eserinde, Sabiilik’teki farz orucunun 8 Mart’ta başladığını belirtiyor. Bunun dışında 9 Aralık’ta başlayan 9 günlük bir oruç ta var. Ayrıca, 8 Şubat’ta başlayan 7 günlük bir oruca çok önem veriyorlar. 16 ve 17 günlük “nafile” oruçlara da değiniliyor.Öyle ya sâbiîlikte oruç var Müslümanlıktaki oruç ta oradan gelmiştir. “E hristiyanlıkta ve Yahudilikte de oruç var onlardan gelmiştir" demesi daha mantıklı olmaz mıydı? Hem Yahudilik, sâbiîlikten daha önce gelmiştir. Nitekim Yüce Allah: “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara 183) Oruç Hz. Âdem’den beri ola gelen bir ibadettir.Yazar “el-fihrist”teki sâbiîlikle ilgili bir bilgiyi alarak istediği gibi evirip çevireceğini sanıyor. Sâbiîlik’te 9 Aralık’ta başlayan ve 9 gün devam eden bir oruç varmış, bu İslam da yok şimdi ne yapacağız. Hz. Peygamberin (s.a.v) tuttuğu ve tavsiye ettiği Pazartesi, Perşembe orucu var, her kameri ayın 13–14–15 inde tuttuğu oruç var, aşure orucu var receb ve şaban aylarında tavsiye edilen oruçlar var ama sâbiîlikteki 9 günlük, 7 günlük, 16–17 günlük oruç yok ne olacak şimdi Turan’ın teorisi suya düştü.Şimdi de sâbiîlik'teki orucun nasıl bir ibadet olduğunu görelim: "Sâbiî geleneğinde oruç önemli bir yere sahip değildir. sâbiîlikte oruç, diğer dinlerin bazılarında yer alan yeme-içme ve cinsi münasebetten uzak durmak şeklindeki oruçtan farklı olarak günah ve kötülüklerden uzak durmak şeklinde değerlendirilir." Ginza'da inananlar günah şer ve kötü fiil ve davranışlardan kaçınmak tarzındaki oruca davet edilirler...
5-Namazlarında, Kabe’ye, El Beyt’ül Haram’a dönerler. Mekke’ye ve Kâbe’ye saygı gösterirler.”
Sâbiîlikte, yalnızca dua etmekten ibaret olan namaz İslam’daki namazdan oldukça farklıdır. Şekil olarak İslam’daki namazla hiçbir ilişkisi yoktur. Dua sâbiîlerin bütün yaşantılarına baştan sona hakim olan bir unsurdur. (Sâbiîler-son gnostikler-Şinasi Gündüz, s.159)Kâbe’ye sadece sâbiîler değil müşrik Araplar da saygı gösteriyordu. Hatta biz günah işlediğimiz elbiselerle Kâbe’yi tavaf etmeyiz diyor ve çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Şimdi Hz. Peygamberin Kâbe’ye saygıyı müşriklerden aldığını söylese daha mantıklı olmaz mıydı?
6-“Bilindiği gibi, Kabe bir Güneş tapınağı olarak yapılıp kullanılmıştı.”…”İslam’ın yapısını oluşturan inanç ve ibadet biçimlerinin tümüne yakını “güneşe tapma” ağırlıklı Sabiilik’ten kaynaklandı.”
Yazar acaba Kâbe’nin güneş tapınağı olarak yapıldığı ve kullanıldığı bilgisine nereden ulaşabiliyor. Tarihin hangi döneminde güneş tapınağı olarak kullanılmış acaba, kimin tarafından ne için yapılmış? Cahil olup ta her konuda bir şeyler söyleme zorunluluğu hissetmek oldukça zor olsa gerek burada yazar “sâbiîliğin güneşe tapınma ağırlıklı olduğunu söylüyor.” Sâbiîlik konusunda Türkiye de otorite olan ve onların kaynak kitaplarını okuyabilecek derecede dillerine vakıf olan Doç Dr. Şinasi Gündüz, Sâbiîlerin inanç sistemlerinin gnostik din anlayışının bütün özelliklerini taşıdığını söyler ve şöyle devam eder: “Gnostik bir dualizm esasına dayalı olan teoloji, demiurg inancı, ruh tasavvuru, kutsal gizli bilgi (gnosis) ve kurtarıcı (redeemer) doktriniyle Sâbiîlik derli toplu tipik bir gnostik geleneği sergiler.” (Sâbiîler-son gnostikler-Şinasi Gündüz, s.64) "Sâbiîler yıldızlara tapıyorlardı. Yıldızların içinde de en başta, Ay ve Güneş sayılıyordu" diyen özellikle de güneşe taptığını söyleyen Turan’ın peşinden gidenlere şu örneği de verelim ki kılavuzlarını değiştirsinler. “İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yarısında Iraklı yazar Abdurrezzak el-Hasanî, Sâbiîlerin kim oldukları nerede yaşadıkları, inanç ve ibadetleri hakkında bir çalışma yayınladı. Bu çalışmasında Sâbiîlerin yıldızların uluhiyetine inanan bir topluluk olduğunu ve yıldız ve gezegenlere tapınmanın Sâbiîlerin temel ibadet şekilleri arasında bulunduğunu iddia etti. Bu çalışmanın yayınlanması, Irak’ta yaşayan ve Arap komşularınca Sâbiî olarak isimlendirilen topluluk içinde büyük huzursuzlukların yayılmasına neden oldu. Zira bu itham, yani Sâbiîlerin yıldız ve gezegenlere tapanlar olduğu iddiası, Sâbiîler için dinlerinin temel inanç esaslarına zıt, kabul edilemez ağır bir suçlamaydı. Bunun üzerine Sâbiî toplumu bu Arap yazar aleyhine mahkemede dava açtı. İçlerinde bir de Ganzibra’nın (baş rahip) bulunduğu bir grup, yanlarına kutsal kitapları Ginza Rabba, Qolasta ve diğerlerini alarak mahkemeye gittiler. Mahkemede, Sâbiî teolojisinde yıldız ve gezegen kültünün kesinlikle reddedildiği ve yıldızlara ve gezegenlere tapanların lanetlendiği ifadeler, bu kutsal kitaplardan Arapçaya tercüme edilerek, yazarın iddiaları aleyhine delil olarak sunuldu ve yazar aleyhine tazminat davası açıldı.” (Abdurrezzak el-Hasanî, es-Sâbi'ûn fî Hâdirihim ve Mâdîhim, Sayda (1955). ss.7-8. Krş. Drower, E.S., The Mandaeans of Iraq and Iran, Oxford (1937), ss.xvii vd.; Şinasi Gündüz, Kur’an’daki Sâbiîlerin Kimliği Üzerine Bir Tahlil ve Değerlendirme, Türkiye I. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu (24-25 Eylül 1992), Samsun 1992, ss. 43-81)
7-İslam öncesinin Mekke’sinde, “putataparlar” diye adlandırılan bir topluluğun ibadetleri arasında “oruç” da vardı. Bunu, Buhari’nin yer verdiği bir hadiste de açıkça görüyoruz: “Aişe anlatıyor: Islam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı..”(Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm/1.)Burada sorulması gereken şu: ”Putlara taptıkları” söylenen insanlar, “oruç” tutarlarken “hangi Tanrı” için tutuyorlardı?
Müşrik kelimesinin, kafir-ateist kelimesiyle aynı olduğunu düşünen büyük araştırmacı-gazeteci yazar burada da çuvallamış Mekkeli müşriklerin, Allah’ın varlığını kabul etmediklerini sanmış ya da işine öyle geldiği için bilmemezlikten gelmiş. Araplar Allah’ı biliyordu bunun en basit örneği Hz. Peygamberin babasının isminin Abdullah (Allah’ın kulu) olmasıdır. Ancak şefaat edecekler düşüncesiyle putlara taparak Allah’a şirk koşuyorlardı. Yani araplar tanrıya inanıyordu. Bu kısa bilgiyi, imam-hatipte okuyan herhangi bir öğrenciye sorsaydı öğrenir, Arapların kime ibadet ettikleri konusundaki cehaletini de gidermiş olurdu. "hangi tanrı için tutuyorlardı?" sorusunun cevabı,yaptıkları ibadetleri yaratıcı olduğuna inandıkları ilaha yapıyorlardı.
8-“Namaz gibi oruç da “Güneş”e ayarlı”…“Tabii, gecenin ve gündüzün aylarca sürdüğü yerler, kutuplar hesaba katılmamış.” Diyor.
“Zırva tevil kabul etmez” demişler ama ne yaparsınız. 15 asır önce gelen bir peygamber namaz ve oruç vakitlerini dijital saate göre mi ayarlayacaktı. İslam'da namaz, hac ve oruç vakitleri, modern toplumlardan en gelişmemiş toplumlara kadar her zaman ve mekanda geçerli olan her yerden görülebilen güneş ve aya göre tayin edilmiştir. “kutuplar hesaba katılmamış” diyerek aklınca ofsayttan gol atıyor, kendisi için bir hayli geç ama peşinden gidenlere “deccal hadisini” ve ondan çıkan hükümleri okumalarını tavsiye ederiz, normal şartlara uymayan bölgelerde namaz ve orucun nasıl olması gerektiğini öğrenirler belki.
9-Muhammed, 570 veya 571’de doğdu, 632’de öldü. 40 yaşında da “Tanrı ile insanlar arasında aracılık” görevini aldığını açıkladı. 61-62 yıllık yaşamı ve 21-22 yıllık “Tanrı’nın özel sözcülüğü” içinde topu topu 8 islam ramazanı var.Muhammed, 53 ya da 54 yaşında oruç buyruğunu aldığını söylemiş, 632 yılının ramazan ayına varmadan ölmüştür. İlk ramazanı Hicri 1 ramazan 2 (Miladi 26 Şubat 624), son ramazanı da Hicri 8 ramazan 9 (Miladi 12 Aralık 631) olup, günleri kısa olan kış aylarına rastlamıştır. Eğer, uzun yaz günlerinde de oruç tutturacak kadar tecrübesi olsa idi, muhtemelen, orucun katı kurallarını biraz daha yumuşatır, insanı sıcak yaz günlerinde uzun saatler boyu aç ve susuz bırakacak kadar sağlıksız bir adet koymazdı dinine..
Kendini zeki sanan yazar, Hz. Muhammed’in az oruç tuttuğu ve bunun da zaten kış günlerinde olduğunu söyleyerek, kendisinin yiyip içtiğini, orucun zorluklarını da müslümanların çektiğini ifade ediyor ve yalan yanlış bilgilerle dolu olan yazısını sona erdirmiş.Hem yazar nereden bilecek ki: Günde bir öğün yiyen Hz. Peygamber(s.a.) için oruç tutmak bir nimet çünkü oruçluyken günde iki öğün, iftar ve sahur da yemek yiyecek? Haftanın her pazartesi ve perşembe günü oruç tuttuğunu? Receb ve şaban aylarında çok fazla oruç tuttuğunu? Her ayın 13-14-15 inde oruç tuttuğu? Muharrem ayında üç gün oruç tuttuğunu? Günde ikinci öğün yemek yiyen eşi Hz Aişe’ye “Bir günde iki öğün yemek mi yiyorsun diye sitem ettiğini?.” Bazı günler de açlıktan diğer sahabeler gibi karnına taş bağladığını? Hz. Aişe’nin “aylarca evimizde ocak yanmazdı dediğini?” Eşi Hz. Aişe'nin karanlık çökünce yatsıdan sonra hemen uyuduklarını söylediğinde, "kandilde yağınız yok muydu? Diyen hanım sahabeye “yağımız olsaydı onu yakmaz, yerdik” dediğini.
Kaynaklar:1-Kurtubi,Abdullah Muhammed İbn Ahmed Ibn Ebî Bekr İbn Farh el-Kurtubî 2-İslam ve Bilim, Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr, s.10 3-Sâbiîler-son gnostikler- Doç. Dr.Şinasi Gündüz.
Rıza GÖRÜŞ
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimePaz Ara. 27, 2009 7:48 am

CİNLER GÖRÜNEBİLİR Mİ ?

A'raf suresinin 27. ayetinde, şeytandan söz edilirken: "...Sizin onları görmeyeceğiniz yerlerden,o ve topluluğundan olanlar, sizi görürler." deniyor.Bundan şu çıkıyor açıkça:
- Şeytan ve topluluğundan olanlar, insanları görürler.
- İnsanlarsa ne şeytanı, ne de onun topluluğundan olanları görebilirler.
"Şeytan ve topluluğu ( huve ve kabiluhu )" anlatımının kapsamı içinde, Kur'an yorumcuları, "cin"leri de görürler. ( Bkz. Taberi, Camiu'l-Beyan fi-Tefsiri'l-Kur'an, 8/113, F. Razi, e't-Tefsiru'l-Kebir, 13/54.) Böyleyken, Elmalı Hamdi Yazır, "müfessirin (Kur'an yorumcuları) demişlerdir ki bundan, insanın şeytanı hiç göremeyeceği zannedilmemelidir..." diyor. (Bkz. Hak dini Kur'an Dili, 3/2147.) Oysa, ayetteki açık anlatım nedeniyle, "Kur'an yorumcuları"nın tümü bu görüşü paylaşmaz. (Bkz. Taberi, aynı yer; F. Razi, aynı yer; Celaleyn /132;Tefsiru'n-Nesefi, 2/50.) Fahruddin Razi, şu nedenlerle "cin"lerin, "şeytan"ların insanlara görünmemesi gerektiğini yazar: ( Bkz. F. Razi, aynı yer.)
Gelin görün ki, Muhammed, "ŞEYTAN"ı, "CİN"i, hem de somut bir biçimde gördüğünü söyler: "Şeytanı yere yatırdım, boğuyordum" Nesei'nin Aişe'den aktardığı bir hadise göre Muhammed şöyle der: "Namaz kılarken şeytan geldi. Hemen yakaladım, yere yatırdım, boğuyordum onu. O denli ki, onun dilinin soğukluğunu elimin üzerinde duydum."İbn Teymiyye, bu hadisi sağlamlıkta Buhari'nin koşullarını taşıdığını belirtir. (Bkz. Takıyyundin İbn Teymiyye, İzahu'd Delale fi Umumi'r-Risale, Mısır, 1369, s. 41. Bu hadis için ayrıca bkz. Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Ter., 288 no.'lu hadisin "izah"ındaki 2 no.lu not.) Şeytanın "yatırılması", "boğulması" ve "dilindeki soğukluk, bu soğukluğun elde duyulması", "beş duyu" içine giren,somut durumlardır. Muhammed'in "şeytanı boğarken onun salyasının eline bulaştığını, elinde bunu duyduğunu (hissettiğini)"anlattığı da aktarılır. ( Bkz. Ahmet İbn Hanbel, Müsned, 3/82.) Bu alıntı t.dursunun Turan Dursun 2000'e Doğru Dergisi 8 Nisan 1990, Yıl 4, Sayı 15 yazısından alınmıştır.t.dursunun bir çok konu hakkında yapmış olduğu çarpıtmalarından birisini burada göstermek istiyorum. Konunun henüz girişinde, anlatımına büyük bir yanıltmacayla başlamaktadır.
"Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık. "ARAF/27. Ayetin gerek meal ve gerekse tefsirlerine baktığımızda müfessirlerin kısmi azamisi cinlerin ve/veya şeytanların insanlarca görülebileceğini ifade etmektedirler.Oysa t.dursun burada pskolojik bir teknik kullanarak henüz konuyu sunarken girişte yazdığı yazısıyla " Bundan şu çıkıyor "diyerek, cin ve şeytanların insanları görebileceği oysa ,insanların bunları göremeyeceğini’’ bir ‘’ön kabul’’ olarak sunmakta ve sanki ‘’tek tefsir ‘’ buymuş gibi , okuyucunun dimağını ‘’ böyle düşüneceksin’’ gibi bir mantıkla yönlendirdiğini görmekteyiz !..Gelin görün ki, Muhammed, "ŞEYTAN"ı, "CİN"i, hem de somut bir biçimde gördüğünü söyler: "Şeytanı yere yatırdım, boğuyordum" Evet , hemen göze çarpan husus, müfessirlerin bu konuyu nasıl yorumladıklarını aktardıktan sonra, ‘’gelin görün ki’’ kelimeleriyle başlayıp,’’Muhahammed şeytanı cini gördüğünü söyler’’ ...! Dikkat buyuruyor musunuz, anlatımdaki mantık hatasına ( veya maksatlı çarpıtma) ki, sanki Peygamber aleyhisselam, müfessirlerin görüşlerine uymak zorundaymış gibi sunulmuş.Halbuki bahsi geçen müfessirlerin Peygamberimizin dininde olan ‘’ümmeti’’ sıfatını taşıyan kimseler olarak, Peygamberimize ‘’tabi’’ olmak zorunda olan kimselerdir.Oysa t.dursun tam tersi bir mantıkla yaklaşıp Peygamberimizi bahsi geçen müfessir Raziyle ‘’çelişik’’ göstererek, ayetin tefsiri hakkında Razi’yi baz almakta ve Razi’nin Peygamberi Muhammed aleyhisselamı Razi gibi düşünmemekle itham etmektedir..!Kaldıki Razi gibi düşünen müfessirlerin karşısında, yine konu hakkında aksini iddia eden ve çoğunluğa göre de haklı olan tefsirlerde, ‘’cinlerin görülebileceği’’ anlatılmaktadır.t.dursun, Peygamberin hayatıyla sabit olan vakaları ve Kur’andaki cinlerin görülebileceğine dair ayetleri acaba neden göz ardı etmektedir: (Neml, 27/39), (Sebe, 34/12-13) ...Ayetteki : ‘’ Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir’’ derken cinlerin ‘’mutlak’’ manada ve ‘’hiçbir zaman’’ görülemeyeceğini değil, onların gözetleme işini ve "gizlenmelerini" ve bunu yaparken ‘’görülemeyeceklerini’’ anlatmaktadır.Konuyla ilgili hadislere baktığımızda bunu rahatlıkla görmekteyiz... Buhari, Vekalet 10; Tirmizi, Sevabu'l-Kur'an 3; Müsned, 5/423;6/52, Müslim, Selam, 139; Muvatta, İ'tisam, 33; Ebu Davud, Edeb, 174; Tirmizi, Ahkam, 2..
Evet meseleye bu gibi hadislerin ışı altında baktığımızda, cin ve şeytan taifesi olarak tesmiye edilen varlıkların , görülebileceğini fakat, ayetteki ‘’kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden sizleri görmektedir’’ ifadesinin mutlak ve her zaman gibi bir kayda değil, muvakkat (geçici) belki sadece gizlenmeleri anında sizler onları göremezsiniz demektedir .Dursun cinler hakkında Kur’ana genel bir zaviyeden bakmayıp sadece ‘’ işine geldiği’’ yerlerini almış, gerisini bırakmıştır.Müfessirler hakkında da , işine gelen Müfessir bu konuda Razi olduğu için burada Raziyi almış, diğerlerini hatta kısmı azamını almayı bırakın, görmemiştir bile.Kaldı ki biz bahsi geçen Müfessirlerin hepsine hürmet duymaktayız ama sonuçta, bir konuda aynı müfessir her zaman ‘’isabet’’ edecek diye bir kural olmadığı gibi , kalkıp ta Peygamberin ümmetinden olan bir müfessirin tefsirini sanki ‘’Peygamber bu tefsire uymak zorunda’’ gibi dayatmaya kalkmanın ne ilmi ve nede akli bir yönü bulunmaktadır.Sonuç olarak diyebiliriz ki , çelişki ve tezat asıl t.dursunun kendisindedir..!

"TANRI KENDI KALDIRABİLECEĞİNDEN DAHA AĞIR BIR TAŞ YARATABILIR MI? "

Bizde bir soru soralım :Bir Giritli "bütün Giritliler yalancıdır" dese, bu Giritli doğrumu söylüyor yoksa yalan mı?...Eveeeet , bazen mantık tıkanır.Acaba amaçta bu mu...gelelim cevaba:Bir kere bu soru tam bir laf oyunu, demagojidir: “Allah’ın gücü” ve “yaratmak” kavramları birlikte sunulmuş iki sıfatın yarışına girişilmiştir.Kendi kaldıramayacağı bir taştan bahsedersek; güçsüz, yaratamayacağını ifade edersek; yaratıcılık sıfatı zedelenen bir tanrıdan bahsetmiş oluruz.Buna göre soru, bir cevap almaktan çok zihin bulandırmaya yönelik bir oyundur.Bu soru mantıksızdır çünkü;Yaratılması düşünülen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir. Hayal edilen varlığın yaratılması, Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın yaratıcı olduğu, o hayalî varlığın ise yaratılan olacağı kabul edilmektedir. O hayalî varlığın yaratılması, Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir.Kısaca Allah’ın nihayetsiz büyük, yegâne yaratıcı, ezelî ve ebedî mutlak kâdir olduğu; sonradan yaratılan taşın ise yaratılmaya muhtaç, aciz, zelil, miskin olduğu sonucu çıktığı hâlde, tam tersine o hayalî varlığın Allah tarafından kaldırılıp kaldırılamayacağı sorulmaktadır.Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır.Meselâ “Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?” sorusu, böyle çelişkili bir varsayıma dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî değere sahip değildir. Çünkü sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin.Aynen bunun gibi: Farz edelim ki siz dünyada en usta elektrik lambası üreten bir mühendissiniz. Bu hususta en gelişmiş ve mücehhez fabrikaların da sahibisiniz. Size "Madem bu alanın en usta mühendisisiniz ve en gelişmiş fabrikalar da elinizdedir, o halde bize öyle bir ampul üretin ki aynı anda hem yansın, ışık versin, hem de sönük ve karanlık olsun" deseler, bunu yapabilir misiniz?Böyle bir öneriye vereceğiniz cevap, hiç şüphesiz "hayır" olacaktır. Ama bu sizin acizliğiniz, güçsüzlüğünüzden dolayı değil, esasen böyle bir şeyin imkânsızlığından dolayıdır. Zira aynı anda hem aydın, hem de karanlık olan bir nesnenin varlığını tasavvur etmek mümkün değildir.Veya : Dünyanın en güçlü insanını düşünün ki, eline aldığı bir ağırlığı metrelerce uzağa fırlatabiliyor. Aynı adamın eline bir kuş tüyünü verin ve "Madem bu kadar güçlüsünüz, o halde şu kuş tüyünü de o taşı fırlattığınız yere fırlatın" derseniz, bunu yapabilir mi? Elbette ki hayır. Ama bu, onun aciz veya güçsüz olduğundan değil, kuş tüyündeki fırlatılma kabiliyetsizliğindendir.

ALLAH BİLDİ, ANLADI

Çok yerde yerde gösterdik ki T. Dursun, bütüncül muhakeme ve yargıdan yoksun, Arap dilinin temel özelliklerini bilmeyen, garazlı ve çarpıtıcı bir kişiliğe sahiptir. Bu konuda yine dediklerimizi doğrular nitelikte saçmalıklar sunmuştur."Bütüncül muhakemeden yoksundur" diyoruz... öyle olmasaydı, Kur'an'ı bir bütün olarak göz önünde bulundurur, böyle cahilliklere düşmezdi. Onun cahilliğini gösterecek bir iki noktayı burada açıklayacağız.
1) Allah'ın evrensel niteliklerini bilmediğini, Kur'an'ın bu evrensel nitelikleri anlatan ayetlerini göz önünde bulundurmadığını, dolayısıyla böyle saplantılara sürüklendiğini göstereceğiz.
2) Arapçada çoğunlukla geniş zaman kipi mazi kipiyle yani geçmiş sığasıyla kullanıldığını örneklerle sunacağız.
A) Allah'ın ilminin bütün zamanlan aştığını bildiren bazı ayetler:
“Biliniz ki Allah içinizdeki sırları bilir. Ondan sakının." (Bakara: 235)."O, göklerde ve yerde ne varsa her şeyi bilir.' (Ali İmran: 29)."Göklerde de Ona İbadet edilir, yerde de. Allah açığa vurduğunuzu ve gizlediğinizi bilir. Ne kazandığınızı da bilir." (En'am: 3)
Görüldüğü gibi Allah'ın ilmi sonsuzdur. Zaman ve madde (ki zaman, maddenin uzay içindeki hareketinden ibarettir) Allah'ın yaratıkları olduğu için, Allah maddeden de, uzaydan da münezzehtir. Yaratan yaratılanın cinsinden olmaz. Olursa onu zaten yaratamaz.
Fakat Allah'ın ilminin iki boyutu var: Madde ve zamanı aşan geçmiş, gelecek ve hal Onun için bir an gibi olan evrensel boyutu yanında bir de maddiyata, zamana bağlı olarak ortaya çıkan diğer bir boyutu vardır.Mesela: Bir incir çekirdeğinin bir hücresi içinde bir milyon sahifelik maddi (genetik) bir bilgi yerleştirilmiştir. Böyle iğne başı gibi küçük bir yerde bu kadar bilgiyi sığdıran, ancak sonsuz, evrensel bir güç ve bilgi olabilir. Demek çekirdeklerdeki genetik bilgiler, ilahi ilmin, madde dünyasındaki örnekleri ve yansımalarıdır.Şimdi: Bu gizli bilgi ortaya çıkıp incir ağacı olarak görününce; yani neyin ne olduğu ayırt edilince, maddi bir bilgi olarak ortaya çıkmış olur.Bitki, insan, hayvan., vs. yaratıklardaki bu maddi bilgiler, ortaya çıkış zamanlarına göre bizim dil kalıplarımızla ifade edilir. Eğer, bu ortaya çıkış ve görünüm, gelecekle ilgili ise gelecek kipi kullanılır. Yok, eğer bu ortaya çıkış, geçmiş ile ilgili ise geçmiş zaman kipi ile ifade edilir.
1. Örnek: "Allah sizin içinizdeki mücahitleri bilmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Ali lmran: 42) Yani, özü sağlam mücahit ruhlular ortaya çıkmadan, sağlamlar çürüklerden ayırt edilmeyince, yani önemli cihad işlevi yapılmadan Cennete giremezsiniz.
2. Örnek:"Sizin bilmediğinizi O bildi. Ondan dolayı bir fütuhat kapısı açtı." (Fetih: 27) Yani; evrensel bilgisinden Peygamberine Hudeybiye barışının hayırlı olacağını bildirmiş: bu evrensel bilgi. Peygamberin kalbinde geçmiş zaman içinde ortaya çıkmış ve geçmiş zaman kipi ile ifade edilmiştir.
B) Arapçanın bir dil mantığı olarak TE'KİD (Pekiştirme) çok kere geniş zaman, geçmiş zaman kipi ile kullanılır. Bunun çok örnekleri var.
1) "Biz geçmişleri de bildik (biliyoruz), gelecekleri de bildik (biliyoruz). (Hicr: 27)
2) "(Ya Lut) Sen bildin; (biliyorsun) Senin kızlarında bizim bir hakkımız yok." (Hud: 79)
3) “Siz cahil iken Yusuf a ne yaptığınızı bildiniz mi? (bilmiyor musunuz)”?
4) 'Biz, Yusuf hakkında iyilikten başka bir şey bilmedik (bilmiyoruz). (Yusuf: 51)
İşte: Bakara Sûresi ayet 187, 235'te geçen "Allah bildi" ayetlerinin bizim dilimizdeki karşılığı "Allah biliyor" dur. İnsanlara göre o olayın zamanı geçmiş olduğundan, hem de İlahi ilmin kesinliğini dile getirmek için, "bildi" kelimesi ile ifade edilmiştir.
Gariptir ki T. Dursun, Şiilerin kaynaklarını hiç kale almazken bazen sapık bir Şii gurup olan Keysanilerin iddialarını malzeme yapmıştır... Görülüyor ki işine geldiği gibi kaynakları malzeme yapıyor... (Bahaettin SAĞLAM-İsmail ACARKAN-Turan Dursun ve Din 154-157)

T. DURSUN'UN OBJEKTİFLİĞİ ...!

"Cezalar da, yapılanın misliyle kısastı. 'Eğer bir topluluğa azap edecekseniz, size yapılan azabın eşiyle azab edin.' Nahl Sûresinin 126. âyetinde böyle emrediliyordu. Kısasa kısas uygulanarak organ kesme türünden cezalar yanında, kırbaçlamak gibi gene ezaya dayanan cezalar da vardı..." (s. 58) diyor.
Dursun, Nahl Sûresinin 126. âyetini, yine kasten yarım almış. Ayetin sonundaki "Sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır!" cümlesini almamış. Çünkü püf noktası burada. Ayet, affetmeyi, öc almağa tercih etmektedir.Yapılan kötülüğü cezalandırmanın gayesi, intikam almak, kin ve öfkeyi tatmin etmek değil, toplum düzenini korumaktır. Ayette, toplum düzenine zarar vermeyecekse suçu bağışlamak öğütlenmektedir.Ayetin asıl amacı, suçlara misliyle karşılık verip intikam almak değil, işlenen bir suça, hak ettiğinden daha ağır bir ceza vermeyi önlemektir. Yani ayet, intikamı değil, adaletten ayrılmamayı emretmektedir. "Eğer ceza verecekseniz, size yapılan kötülük kadar, işlenen suç kadar ceza verin; ama affederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır!"Bu ifadenin asıl gayesi, işlenen bir hatâyı, ondan daha ağır bir ceza ile cezalandırmayı önlemektir. Çünkü bazı kimseler, ailesinden veya yakınlarından bir adam öldüreni öldürmekle kalmaz, onun çoluğunu, çocuğunu, yakınlarını dahi öldürerek intikam alırlardı. Kur'ân, bu tür aşırı davranışları yasaklamıştır. Suçun cezası, ancak dengi ile olur. Suça daha ağır ceza vermek zulümdür. Bu prensip: "Biri size saldırırsa, siz de onun saldırdığı kadar ona saldırın, Allah'tan (c.c) korkun "(Bakara, 2/194) âyetinde ifâdesini bulmuştur.
MİRAS
www.kemalistler.net forumunda bir ateistten; Varsayalim ki, bir adam öldü ve geride üç kiz evlat, bir ana, bir baba ve eşini birakti.. Yukaridaki ayetlere göre miras paylaşimi şöyle olacaktir:
Üç kiz evlata mirasin 2/3'ü, ana ve babanin her birine 1/6, karisina 1/8 kalacaktir.Bu durumda, matematik yapalim:
(2/3)+(1/6)+(1/6)+(1/8 )= 27/24 = 1,125 bulunur! (1,0 olmasi gerekirdi!..)
Cevap:
İslam hukukunda, ölünün mirası ile ilgili haklardan ve mirasın taksiminden bahseden ilme, "Feraiz" denir. Feraiz İslam hukukunda başlı başına bir ilimdir. Diğer ilimlerde olduğu gibi bu ilmin de bir çok konuları ve kendine has terimleri vardır.Kur'an-ı Kerim'de, yalnız veya başkaları ile olmalarına göre mirasçıların mirastaki kendi payları belirlenmiştir. Değişik mirasçıların bir arada bulunmaları ile ilgili örneklemeler yapılmamış, detaya inilmemiştir. Bu nedenle, mirasçıların yakınlıkları ve sayılarına göre bazen payda ile pay eşit olmakta, bazen bu eşitlik bozulmaktadır. Paydanın paydan az olması durumunda, her mirasçının kendi hissesi oranında indirim yapılmaktadır. Payın az olması halinde arta kalanın eşler dışında mirasçıların hissesi oranında arttırılarak denklik sağlanmaktadır. Birinciya "avliye" , ikinciye "reddiye" denilmektedir.Buna göre verilen örnekte, dağıtım şöyle yapılır:
Üç kız, ana baba ve bir eş bırakarak vefat eden erkeğin mirası 81 hisse itibar edilerek bundan kızların her birine 16'şar, anne ve babadan her birine 12'şer, eşine ise 9 hisse intikal eder.(48/81+24/81+9/81=81/81) Burada herhangi bir hesap hatası bulunmamaktadır. ( Miras hakkında ayrıca: " İslam ve kadın hakları " başlıklı yazımıza bakılabilir ! )

ATEİZM

“Allah’ın varlığı daha lise yıllarında kafama takılmıştı.Varsa eğer, niçin görünmüyordu? Hadi görünmesi bir yana, yalvar yakar dua ettiğim halde, niçin isteklerimin hiçbirine cevap vermiyordu?..Her tarafta kötülükler artıyor, insanlar haksız yere öldürülüyor, fakat Allah yerinden bile kıpırdamıyordu.Varlığı konusunda şüphelerim iyice artmaya başladı.Düşündüm taşındım, sonunda şüphelerimi gidermenin bir yolunu buldum. Onu çok kızdıracağını düşündüğüm şeyler yapmaya karar verdim, sırf “bakalım ne olacak?” diye.Bir gün tuvalete besmele çekerek girdim.İçeride de bildiğim bütün duaları okudum. Öyle fısıltıyla falan da değil, basbayağı yüksek sesle. Bekledim, hiçbir şey olmadı. Bu deneyleri defalarca tekrarladım. Cesaretim arttı, sonunda Allah’a inanmanın anlamsız olduğuna karar verdim.”


Tuvalette okudukları dualardan sonra yukarıdan uzanan bir elin, “sus, Allah’tan korkmaz!” deyip tokadı patlattığını şahit olanı da görülmemiştir. Toplumumuzda ceza denilince akla “sille-tokat girişmek”, “tek ayak üzerinde durdurmak”, “hak mahrumiyeti”, “karakollarda falakaya yatırılmak” gibi şeyler geldiği için, bir anlamda “Allah’ın sabrını sınama” denilecek türden deneylerin ardından beklenen ceza gelmeyince, “olsaydı, cezalandırırdı” deyip Allah’a inanmaktan vazgeçiliyor. Sanki Allah, tuvaletlerde adam marizleyen “sigaracı avcısı” despot bir lise müdürüymüş gibi…

Kimi zaman da bir “Hizmetçi-Tanrı” düşlemiş insanlar.Alaaddin’in sihirli lambasına elini sürer sürmez ortaya çıkan ve “baş üstüne” deyip istenen her şeyi hemen yerine getiren cin örneği, zor zamanlarda insanı rahatlatan, yardıma koşan, “gel” deyince gelen, “git” deyince giden bir “hizmetçi tanrı”. Düşledikleri bu “hizmetçi tanrı”, istediklerini yapmayınca küsmüşler ya da kafaları kızıp ateist olmuşlar.

Kimileri de delil yetersizliğinden dolayı inkar etmiş Allah’ı. Bu hassasiyet bütün ateistler için geçerli bir “uluslarüstü hassasiyet”. Eğer buna hassasiyet denirse tabi! Örneğin ünlü İngiliz Filozofu Bertrand Russel, bu konuda bir hassasiyet örneği sergilemiş zamanında. Bir BBC programında spiker Russel’e; “ Üstad, öldükten sonra eğer bir öteki dünya varsa ve yaşarken inanmadığınız Tanrı çıkıp da “ Bana niçin inanmadın?” diye sorarsa ne cevap vereceksiniz?” şeklinde bir soru sorar. Filozof, şu cevabı verir spikere: “ Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin daha doğru dürüst bir delil göstermedin öyleyse?”

Nedir bu Ateizm?

Teizme bağlı olarak ortaya çıkan ateizmin felsefe tarihindeki kökleri bir hayli gerilere, felsefenin başlangıç dönemine kadar uzanır. Prof. Mehmet Aydın, “Din Felsefesi” adlı kitabında ateizm sözünün genellikle biri geniş diğeri de dar anlamda olmak üzere iki ayrı şekilde kullanılmakta olduğunu söyler ve ateizmin bu iki kullanılış şeklini şöyle açıklar: “Geniş anlamda ateist, sadece teist olmayan, başka bir deyişle Tanrıyı hayatına sokma gereği duymayan kişi şeklinde tanımlanabilir. Bu anlamda kullanılan ateizmdeki olumsuzluk takısı “a”, tıpkı “apolitik” ve “asosyal” kelimelerinde olduğu gibi, nispeten daha nötr bir durum ifade etmektedir. Dar anlamda ise ateist, düşünerek ve tartışarak Tanrının var olmadığını öne süren kişidir. Bunlardan birincisine “negatif ateist”, ikincisine ise “pozitif ateist” denir. Pozitif ateist , sadece Tanrının varlığına inanmamakla kalmaz, aynı zamanda onun yokluğunu kanıtlamaya çalışır. Felsefede asıl önemli olan, bu ikinci tür ateisttir. Kaldı ki geniş anlamda ateizmin varlığı da tartışma konusudur.”

Türkiye’de aydınlar çok fazla bir inanç krizi yaşamadan tanrıyla ilişkilerini kopardılar. Bir aydının dünyayı kavramada dışsal otoritelere çok fazla itibar etmeden, düşüncenin kendine özgü dayanaklarıyla hareket etmeye çalışan bir insan için tanrı inancını, işte “göklerde oturan büyükbaba”nın ve dolayısıyla da, düşünceye bir hakaret gibi bir kavram olmasının ötesine geçirilmesi yolunda Türkiye’de çok az çaba gösterildi. Ve dolayısıyla aydın olmak isteyen birinin çok kolaylıkla atabileceği dayanaklardan biri oldu. Milliyetçilikten vazgeçmek, Türk aydını için tanrıdan vazgeçmekten daha zordur.”

bir Örnek:Oruç Aruoba:Bir felsefeci.Çeşitli çevirileri var. Özellikle Nietzche’den.Metis yayınlarında iki telif eseri yayınlandı: “De ki İşte” ve “Tümceler”. Boyut Yayınlarının editörlüğünü yapmakta olan Aruoba, ateizm, Türkiye’de ateizmin felsefi temelleri, aydının Tanrı inancı, kendi ateist geçmişi ve Türkiye’de din olgusu ile ilgili konularda düşüncelerini şöyle dile getiriyor:Bir tanrının var olduğuna inanmamak konusunda ateistim.Ama bir de fiili olarak ateist bir siyasal politika izlemek anlamındaysa hayır. Dinle bir alıp veremediğim yok. Yani bir “ist” olmak anlamında ateist değilim. Ama bir tanrıya inanmıyorum.Ailem Kemalist, ama dindar bir aileydi. Bir cumhuriyet ailesi çocuğu olarak, gerekli ölçüde dinsel terbiye de gördüm. “ Kulhuvallahu ehad”i ezbere bilirdim. Belli bir yaşa kadar bayram namazlarına gittim. Daha sonra koleje devam ettim. Ortalarda bir yerde din bitti ve tanrıya inanmamaya başladım. Gördüğüm eğitim Batı eğitimiydi. Ankara Kolejini bitirdim. Müspet ilim denilen öteberiden okuduk. Bir noktada belki tanrının varlığının gereği kalmadı.

Ateizm Zor Zanaat!
Ateist olmanın çok zor, hatta imkansız olduğunu söyleyen düşünürlerin sayısı çok. Onlara göre ateist olduklarını açıkça söyleyenler bile samimiyetten uzak ve varlıklarının derinliğinde tanrı fikri mutlaka gizli. John Baille, böyle düşünüyor. J.A.T. Robinson adlı düşünür ise, düşünülmüş ve tartışılmış bir ateizmin mümkün olmadığını vurguluyor ısrarla. Robinson’a göre her insan, ilahi gücün varlığını, içinden gelen bir zorlama ile duyar...Robinson “iç baskı”dan hareketle, ateizmi bir tür “kaçış” olarak nitelendirilir.Gazali ve Descartes gibi birçok düşünüre göre de Allah’a inanmak tamamen fıtri bir olay ve insan tabiatı ve insan tabiatı inanmaya daha doğuştan yatkın. Belki de bu fıtri özellikten dolayı salt ateizmin çok zor, hatta imkansız olduğu görüşü birçok taraftar buldu.


Nietzsche, Hangi Tanrıyı Öldürdü?

“Tanrı öldü” diyen Nietzsche ile Jean-Paul Sartre ve Camus gibi ateist varoluşçuların geliştirdikleri bir ateist görüş de, duygusal ve ahlaki bir endişede çıkış noktası bulur.İnsan ahlaki varlığını koruyabilmesi bakımından tanrının ahlak alanına sokulması anlamını taşıyan teolojik ahlaka karşı duran Emmanuel Kant, bütün muhalefetine rağmen tanrının varolması gerektiğini söylüyordu ve tanrının varlığını ahlaksızlığın ve mutluluğun bir arada bulunması demek olan “en yüksek iyiye” ulaşılması için zorunlu bir postülat olarak koyuyordu. Kant’ın tanrısı bir anlamda “ahlak tanrısı” idi.Nietzsche ile birlikte diğer ateist varoluşçuların yıkmak istedikleri Tanrı inancı da bu idi.Nietzsche ve diğer ateist varoluşçulara göre tanrı var ise eğer, insanın özgürlüğü yok demektir. Özgürlük olmadığı gibi, insan kendi özünü oluşturma özgürlüğünden de yoksundur. Bu gücün varolması için bir şeye ihtiyaç vardır: Tanrının ölümü.Sartre açısından özgürlük bir “seçimdir”, kendi imkanlarını oluşturan bir seçim. İşte tanrı inancı bu seçme imkanını ortadan kaldırır, çünkü tanrı, insanın özünü belirleyen bir kudreti simgeler.Nietzsche’nin öldürdüğü tanrı, kilisenin “insan-tanrısı” idi. Zaten böyle bir tanrı hiç yaşamadı. Nietzsche’den Türkçe’ye çeviri yapan Oruç Aruoba’ya göre “Tanrı öldü” demekle “Tanrı yoktur” demek farklı şeyler. “Tanrı yoktur” demiyor, “Tanrı öldü” diyor Nietzsche ve öldürdüğü tanrı da Hıristiyanların tanrısından başkası değil. Aruoba, Nietzsche’nin “ Tanrı öldü” sözündeki anlamı şöyle açıklıyor: “Nietszche, felsefe tarihindeki ilk tam ateisttir, ilk tam nihilisttir. O, şöyle bir gelişmeye dikkat çekiyor: Hıristiyanlık öyle değerler üzerine kurulu ki, bunlar geliştikçe Hıristiyanlığı da ortadan kaldırmak zorunda olan değerler. Bu değerlerin en önemlisi de “hakikat”. İsa “Ben hakikatim” derken, Hıristiyanlığın en önemli değerine işaret ediyor. Bilim ve felsefe tarihinde de hakikatin araştırıldığını görüyoruz. Hakikat, bir anlamda temel değer. Doğruyu bilmek ve doğru söylemek gibi bir endişeden yola çıkılarak Tanrı fikrinin, insanın bir hipotezinin sonucu olduğu ortaya konulmuş. 19.yüzyılın ortalarında Darwin ve Freud gibi bilim adamlarının araştırmaları sonucu, dinin söylediklerinin doğru olmadığı anlaşılmış. İnsanda araştırma ve gerçeği ortaya çıkarma eğilimi var. Bu aslında Hıristiyanlığın da özünde olan bir şey ve batı kültürünün temeli. Kant’ın yaptıklarına çok dikkatli bakılırsa, ateizmin koşulları görülür. İnsan aklının bir ürünüdür tanrı.Ateizm, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, aynı zamanda yaygın bir kültür haline de gelmiş oluyor. Hıristiyan değerler kendi içinde anlamını yitiriyor. Ama bu Hıristiyanlığın kendi içinden kaynaklanan bir şey.Mesela Schopnehauer gelene kadar “ben dinsizim” diyen hiçbir filozof yok. Descartes, tanrının var ve tek olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Spinoza için ateist diyorlar ama, yaygın din anlayışına uyum sağlayamadığı için söyleniyor bu. Hepsi sonuçta “ben Hıristiyanım ve tanrı vardır” diyorlar ama aslında yaptıkları, tanrının varlık koşullarını ortadan kaldıran şeyler. Felsefe tarihinde bu gelişmelerin farkına Nietzsche varıyor ve “Tanrı öldü” diyor.Prof. Hüseyin Hatemi’ye göre Nietszche açık bir ‘akıl hastası’. “Ama Nietzsche de felsefi olarak Allah’ın varlığını inkar edemezdi. O aslında Hıristiyanlığın uygulanışındaki bazı yanlışlara karşı çıktı ve bunda da haklı idi. Ama akıl hastası olduğu için, bu çıkışlarını iyi kontrol edemedi. Nietzsche Hıristiyanlığa karşı çıktı. Ancak bunu “tanrıya karşı çıkış” diye ifade etti. “Tanrı öldü” demesi “Hıristiyanlık öldü” demek gibidir” diyor Hüseyin Hatemi ve Nietzsche ile ilgili olarak şu anekdotu aktarıyor: “Üniversitede duvara bir talebe ‘Tanrı öldü-Nietzsche’ diye yazmış. Nietzsche’nin ölümünden hemen sonra bir başka talebe, o yazının yanına şunu eklemiş: “ Nietzsche öldü- Tanrı”. (Yalçın Çetinkaya , İzlenim Dergisi, 1993)

ARŞI TAŞIYAN SEKİZ KEÇİ

Turan Dursun daha önce de görüldüğü gibi Arş meselesine vâkıf olamadığı için, belki de araştırmadığı için, her önüne gelen Arş'la alâkalı nassı tenkid ediyor. Bunlar yine Kur'ân'daki bir ayeti ve onunla alâkalı gibi görünen bir hadisi nazara vererek zihinleri ifsad etmeye çalışıyor. Tenkid ettiği Hakka suresinin 17. ayetinde: "Rabbinin arşını onların üzerinde taşıyanlar sekizdir" buyruluyor. Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmizi'nin sünenlerinde ise yukarıdaki ayeti bu hadisle te'lif etmiş. Hadisin metni şöyle: "Dünya ile birinci gök katı arasındaki uzaklık; 71-73 yıllık. Her iki gök katı arasında da bu kadar bir uzaklık var. Sonra 7 kat sema, sonra yedincinin üstünde bir deniz. Derinliği iki gök katı arası kadar. Bunların üstünde de 8 keçi var. Her birinin çatal tırnaklarıyla omuzları arasındaki uzaklık, iki gök katı arasındaki uzaklık kadar. Sonra onların sırtlarında Arş varsa Sonra Allah bunun üzerindedir. "
Evvelâ bu rivayetin metin kritiğine geçmeden, ravilerini inceleyelim. Senedde ismi geçen Abdullah b. Amira yalancılığıyla ve hadis uydurmasıyla tanınmış birisidir. Ayrıca Abdullah b. Amîra'dan, Simak'dan başka hiç kimse hadis alıp rivayet etmemiş. Sahabeden bu hadisi rivayet eden Hz.Abbas (ra) ile Abdullah b. Amîra arasında kopukluk var. Bu açığı kapamak için araya "Ahnef" sokulmuş. Fakat Ahnef'le Abdullah b. Amîra'nın görüşmüş olduğuna dair rivayet yok.Hafız Münzirî Sünen-i Ebu Davud'un şerhinde; rivayetteki ravilerden el-Velîd b. Ebî Sevr'in güvenilir olmadığını, onun rivayet ettiği hadisin delil olamayacağını söylüyor. Bu râvi hakkında İbn Kayyim da aynı tesbitleri ileri sürüyor.
Bu rivayeti metin yönünden incelediğimizde ise mesele tamamıyla açıklık kazanıyor. Selef âlimlerinden, büyük hadisçilerden; İbn Maîn, Ahmed b. Hanbel, İmam Buharı, İmam Müslim, İmam Nesâî, İbn Adiyy, İbnü'l-Aziz, İbnü'l-Cevzi bu rivayetin sahih olmadığı konusunda ittifak ediyorlar.İbnü'l-Aziz Sünen-i Tirmizî'nin şerhinde, bu rivayetin ehli kitaptan geçmiş olduğunu, sahih hadislerde aslı olmadığını söylüyor.Ebû Hayyan Hakka Suresinin 17. ayetini tefsir ederken; "Buradaki sekiz için yalan şekiller uyduruldu. Biz bundan sekiz safha anlıyoruz" diyor.Gerçekten de eski Yunan efsanelerinde, onların ilahlarına izafe ettikleri bir takım sıfatlar var. Bu efsanelerde arşı taşıyan keçiden veya buna benzer evcil hayvanlardan bahsedilmesi çok gariptir. Buna dayanarak, Yahudi ve Hristiyan alimler müslüman olunca geçmiş kitaplarda veya efsanelerde mevcut bulunan bazı rivayetleri, ayet ve hadisleri açıklarken araya sokmuş olmaları muhtemeldir.(Kevseri, Zahid; Makâlât, 308)

HZ. AİŞE'NİN YAŞI
Hz. Aişe evlendiğinde yaşının kaç olduğu kesin bilinmediği için değişik bir takım rivayetler mevcuttur. Bu o döneme has bir problem değildir. Bırakın 7. yüzyılı daha 20-30 sene öncesine kadar Anadolu'da da aynı problem vardı. Doğan bebeklerin yaşları önemli bir olay öncesi ya da sonrasıyla tayin edilirdi.
1.1-Hz. Aişe’nin ablası Esma yüz yaşına kadar yaşamış, hicretin 73. senesinde ölmüştür. Hz. Esma kardeşi Aişe’den on yaş büyüktü ve Esma hicrette 27 yaşındaydı. Hz. Aişe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre hicrette 17 yaşındaydı (el-Mesudi, Murucu’z-Zeheb,II,309; İbni Asakir, Teracimu’n-Nisa, 9,10,28; et-Tebrizi, el-İkmal, III, 610).
1.2-Ayrıca Hz. Aişe peygamberimizden önce Cübeyr’le nişanlanmış, daha sonra nişan dini nedenlerden dolayı karşı tarafın isteğiyle bozulmuştur. Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yle nişanlanmış Hicretin II. yılında iki bayram arası olan Şevval ayında da evlenmiştir. Demek ki evlenecek çağda bir kızdı, daha önce bir başkasıyla nişanlanmış, nişanı bozulmuş, sonra da peygamberimizle evlenmiştir.
1.3- Hz. Aişe şöyle der:“…. Hz. Muhammed (a.s.) Mekke'de iken ve ben de henüz oynayan bir çocuk idim ki “Onların vadeleri, kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli, ne acıdır!” (El-Kamer sûresi, ayet: 46) mealindeki ayet inmişti. Bakara ile Nisa sûreleri ise ben O'nun yanında iken nazil olmuştu.”… (Sahîh-i Buharı, cild: 6, sayfa: 100, Te'lîfül-Kur'an babı; İstanbul Devlet matbaası) Hz. Aişe, Kur'an'ın Mekkî ayetlerinden Kamer suresi iniyorken, oynayan bir çocuk olduğunu ifade ediyor ve Kamer sûresinden olan âyetin kendisi sokakta oynayacak yaşta iken indiğini söylüyor yani Kamer suresinin nerede indiğini bilecek kadar büyük. Kur'an-ı Kerîm'in 54. sûresi olan Kamer sûresi, Mekke'de, ilk inen surelerdendir. Hz. Aişe'nin bahis mevzu ettiği âyetler, yaklaşık Hz. Muhammed'in peygamberliğin dördüncü senelerinde inmiştir. Hz. Aişe, bu sıralarda oynayan bir kız çocuğu, “ben oynayan bir kız çocuğu idim” dediğine ve o zamanki hal ve olayları ayrıntısıyla hatırladığına göre, mantıken altı-yedi yaşında ya da daha büyük olması ve bi'setten 2–3 yıl önce doğmuş olması gerekir. Hz. Peygamberin, Hicretin ikinci senesinde Hz. Aişe ile evlendiğine göre onun 17–18 yaşında olduğu gün gibi aşikârdır.
1.4- İfk hadisesinde sorguya çekilen Hz. Aişe’nin cariyesi Berire, Hz. Aişe için “O evinde hamurunu yoğururken uyuyakalan ve hamurunu kuzuya yediren gencecik bir kadındır.” Diyerek tek kusurunun bu olduğunu ve kendisinin masum olduğunu belirtmiş aynı zamanda Hz. Aişe’nin yaşının ne olduğu konusunda “gencecik bir kadındır” diyerek bilgi vermiştir. Hani 9 yaşında evlenmişti?
2.1-Ayet şöyledir: “Eşlerinden dilediği(nin nöbetini) geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Boşadığın eşini de arzu ettiğin takdirde tekrar geri alabilirsin. Bunda senin üzerine bir günah yoktur…” Hz. Aişe'nin sözü: "Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke" (Bkz. Buharî, e's-Sahih, Kitabu't-Tefsîr/33/7, Kitabu'n-Nikâh/29; Diyanet yayınlarından Tecrîd, hadis no: 1721; Müslim, e´s-Sahih, Kitabu'r-Rıdâ'/49, hadis no: 1464; Ibn Mace Sünen, Kitabu'n-Nikâh/57, hadis no: 200; Ahmed İbnHanbel, 6/134-158.)Yapılan tercümeler:
“Vallahi Rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini görüyorum." (A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. 7/ 402)
"Rabbin şüphesiz senin dilek ve arzunu geciktirmeden derhal gerçekleştirir." (H. Hatiboğlu Sünen-i Ibn-i Mace Tercümesi ve Şerhi, 5/495.)
"Rabbin Teâlâ (kadınlarının değil) ancak senin arzunun tahakkukuna müsâraat ediyor." (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, hadis no: 1721, çev. Kamil Miras, Diyanet yayınlarından)
TURAN 'ın yaptığı tercüme: “Görüyorum ki, senin Allah'ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.”
Son zamanlarda yetişen en büyük âlimlerden olan Molla Sadreddin YÜKSEL şöyle der: “Hz. Âişe'nin söylediği sözden maksadı şudur: Ben evvelâ mehirsiz olarak kendilerini Peygamber'e hibe eden kadınları kadınlık hissiyle kınıyordum. Sonra baktım ki, Allah c.c. gerçekten Onun arzu ve isteğini —meselâ eşleri arasında nöbet usulünün uygulanmasından muaf tutulmasını— süratle yerine getiriyor. Artık ben de kınamayı bıraktım. Çünkü benim kınamam O'nu da —Peygamberi de— rahatsız edebilirdi.” Ayrıca Molla S.Yüksel şunu da ilave eder: “Hz. Aişe, Hz. Peygamberin(a.s) huzurunda böyle konuştuysa niçin Peygamber (a.s) onu “Tecdidi İman’a” davet etmemiştir? Davet etmesi gerekirdi. Demek ki, Hz. Aişe kesinlikle bu anlamda konuşmamıştır. Ve öyle bir manayı da kast etmemiştir.” (Kur’an dan Cevaplar, S. YÜKSEL, 8-9) Dürüst T. DURSUN’un dürüstlüğü dursun, o çarpıtmalara devam etsin nasılsa okuyucusu anlamayacak ya!
3-Muhammed’in çok karısı vardı 1.2.3.4.5…Böyle gidiyor. Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem'a'nın dışında hepsi genç, hepsi güzel. Ve hepsi de cinsel istekli. "Adalet" olsun diye, Muhammed'in bunlarla cinsel birleşmesi "sıra"ya konmuştur. Sevde'nin dışında kimse, sırasını başkasına kaptırmak istemiyor, işte bu böyleyken, "âyet" geliyor; durumu değiştiriyor: Şule Perinçekle yapılan röportajdan anlaşıldığına göre; Küçük yaşlarda sevgilisi Safi den çok şey öğrenen Turan’ın evlendikten sonra da çok Sevgilisi olmuş 1.2.3.4.5….Böyle gidiyor ve Turan’ın karısı da buna hiç ses çıkarmamış, çıkaramamış ya da ses çıkarmış da sesi bize kadar ulaşmadı….Ha bu arada T.Dursun, Hz. Peygamberin zevcelerinin hepsini görmüşte güzel olduklarının haberini bile veriyor. Şeytandan vahiy gelmiş herhalde. “Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem'a'nın dışında hepsi genç, hepsi güzel” diyen Turan’ın ne denli doğruyu yansıttığını, Hz. Peygamberler evlendiğinde, eşleri ve kendisinin kaç yaşında olduğu konusunda ki doğru bilgi için “Hz. Peygamberin Hanımları” makalesine bakınız. Ayrıca Tıklayınız Rıza GÖRÜŞ


KURAN'I HZ. MUHAMMED Mİ YAZDI?

Kur’anı Bir İnsan Öğretiyor iddiası
Değişik rivayetlerde nakledildiğine göre, Müşrikler, Mekke’de isminin ne olduğu net olmayan hristiyan bir köle, diğer rivayette isimlerinin Cebra ve Yesar olduğu ifade edilen iki rum kılıç ustası, bir diğer rivayette de Abisa isminde bir kölenin olduğu ve Hz. Peygamberin bunlardan bilgi alıp Kur’anı uydurduğunu söylemişlerdi.
20. Yüzyıl oryantalistleri, Hz. Peygamberin rahip Bahira ile görüşmesini ileri sürerek Tevrat ve İncil bilgilerini ondan öğrendiğini söyleyerek, akıllarınca iftira atmış ve Kur’anı Peygamberin uydurduğunu söylemişlerdir. Köksüz, dayanaksız ve düşünmeden yapılmış bu iftiralarına yüce Allah bir ayette şöyle buyurarak zavallıların ümitlerini kursaklarında bırakmıştır: “Muhakkak biliyoruz ki onlar: "Mutlaka onu bir insan öğretiyor!" da diyorlar. Haktan saparak isnatta bulunmak istedikleri kimsenin dili yabancıdır; bu Kur'an ise gayet açık bir Arapça'dır” (Nahl, 103).
1-Ayetten ve tarihi kaynaklardan da anlaşılacağı üzere bunlar Arap değildi ve Arapçayı Araplar kadar da mükemmel bilmeleri mümkün değildi. Yukarıda da ifade edildiği gibi Arapların ileri gelen edipleri bile ayetler karşısında acizliklerini ifade ederlerken, savaşlarda esir düşen ya da parayla satın alınarak arap toplumunda yaşamak zorunda kalan, kimlikleri bile tam olarak bilinemeyen bu şahısların Hz. Peygambere akıl vermeleri mümkün değildir.
2-Hz. Peygambere (a.s.) ayetleri bunlar öğretseydi, bu şahıslar çıkıp Hz. Peygamberin (a.s.) bir sahtekâr olduğunu Mekkelilere söylemezler miydi?
3-Eğer yine ayetleri bunlar öğretiyorsa benzer ya da daha mükemmel ayetler söyleyerek Mekkelilere yardımcı olmazlar mıydı? Bunun mükâfatı Mekkeliler tarafından kendilerine fazlasıyla verilirdi.
4-“Onlar fikir veriyor, Hz. Muhammed de kendi kafasına göre ifade ediyordu” demek de gerçeğe aykırıdır. Çünkü aynı akıl ve zekâ kendilerinde de vardı.
5-1985 yılında ilki İzmir’de gerçekleştirilen uluslararası “İslami İlimler Sempozyumunda” bildiri sunan bir oryantalist, “İstesek Kur’anın hatalarını bulabiliriz” demesine karşın geçen bunca seneye rağmen yapabildikleri herhangi bir çalışma söz konusu bile değildir. Bu da onların acziyetinin ifadesidir ve Kur'an'ın meydan okuması kıyamete kadar geçerliliğini sürdürmektedir.

Muhammed, Tevrat-Zebur-İncil gibi kitaplardan öğrendiklerini söylüyor iddiası

1-Mekke, ehli kitabın cirit attıkları bir yer değildi. Yaşlı olan Varaka bin Nevfel’i de ilave edersek sayılı sayıda hristiyan ancak vardı. Yahudiler ise genelde verimli topraklara sahip olması nedeniyle Medine ve çevresinde yaşıyorlardı.
2-Hz. Peygamber (a.s.) okuma-yazma bilen birisi değildi ki Hristiyan ve Yahudi kaynaklarından faydalansın. İkinci bir delil ise şudur; Hudeybiye de antlaşma yapılmasına karar verilince Mekke ileri gelenleri, bir diplomasi uzmanı olan Süheyl ibn Amr’ı Efendimize (a.s.) gönderdiler. Süheyl Efendimizi çok yakinen bilen birisiydi. Antlaşmanın hemen başında Süheyl “Bismillahirrahmanirrahim’e” itiraz etmiş, “Biz Rahman nedir bilmeyiz” demişti. Bizim bildiğimiz yazılacak diye diretmişti. Antlaşmayı “Bismike Allahümme” (Allah’ım senin adınla) diye başlatmıştı. Süheyl’in ikinci itirazı “Resulullah” ifadesine olmuştu. “Biz eğer senin Resullüğünü kabul etseydik seninle savaşmazdık” demişti. Hz. Peygamber (a.s.) antlaşmayı yazan Hz. Ali’ye sil onu ve “Abdullah oğlu Muhammed ile Amr oğlu Süheyl” diye yaz demesi üzerine, Hz. Ali (r.a.) bu cümleyi Hz Peygambere bir hakaret olarak algıladığı için silmemiş, silemeyeceğini şöylemişti. Efendimiz Hz. Ali’ye o kelimenin yerini göstermesini istemiş ve kendisi silmiş. Hz. Peygamber (a.s.) ümmi olmasa kelimenin yerini göstermesini ister miydi?
3-Kur’anın üzerine yazıldığı materyaller göz önüne alınırsa (develerin kürek kemiği, hurma yaprakları, kil tabletleri, ve hayvan derileri) kitap ve okumak yaygın değildi. Eğer Hz. Peygamber (a.s.), yazılmış hristiyan ve yahudi kaynaklarına ulaştıysa buna Mekkeli müşriklerde ulaşabilir ve itirazlarını ona göre yaparlardı.hele buna bir de Tevrat ve İncil'e mulalif,zıt bir çok ayetin Kur'an'da olduğunu da eklersek...
4-Mekke müşriklerinin akıllarına şimdiki kâfirlerin akıllarına gelmeyen bir fikir geldi. Yahudi âlimlerinden Hz. Muhammed’in (a.s.) Peygamber olmadığını ispatlayacak ya da ona onun cevaplayamayacakları bir şeyler sormak.Bu maksatla Medine'ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Hz. Muhammed’in (a.s.) söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler. Sonra da, "Siz elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bilgi veresiniz diye size başvurduk" dediler. Yahudi âlimlerinin, bu isteklerine Yahudilerin cevapları şu oldu: "O kimseye, 'Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna, batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zatın kıssası ne idi? Ruhun mahiyeti nedir?' Sorularını sorun. Eğer bu sualleri cevaplandırırsa, bilin ki, o Allah'ın peygamberidir. Siz de ona tâbi olun. Yok, eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir. Kendisine istediğinizi yapabilirsiniz." Mekke'ye dönen müşrik temsilciler, ümit ve sevinç içinde bu soruları sordular. Ama umdukları gerçekleşmedi. Hz. Muhammed (a.s.) sorularına cevap verdi.
5-Yahudiler arasında sevilip sayılan ve üstün bir mevkisi olan yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam müslüman olmuş, diğer yahudiler inatlarından dolayı İslama karşı çıkmışlardı. Abdullah İbni Selam gibi sonradan müslüman olan samimi bazı âlimler, hahamların Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamberliğini gizlemek üzere anlaştıkları ve birbirlerine tavsiye ettikleri gerçeği itiraf etmişlerdir. Üstün ırk olduklarına ve cennete sadece kendilerinin gideceğine inanan bu Yahudiler, Hz. Muhammed’in (a.s.) ortaya koyduğu dinin esaslarını, kendi kitaplarından aldığını bilemeyecek kadar saf ve zavallılar mıydı ki...?
6-Hz. Peygamberin İsrailoğullarından olan İslam’la şereflenen eşi Hz. Safiyye, şu olayı nakleder: “Hz. Muhammed, Medine’ye hicretten sonra babamla amcam O’nu dinlemeye gitti. Döndükten sonra amcam, babama “O mu?” (Yani beklediğimiz peygamber mi?) diye sordu. Babamda “Vallahi “O” diye cevap verdi. Amcam “Peki ne yapacağız?” diye sordu. Babam: “Vallahi ben yaşadığım müddetçe ona iman etmeyeceğim.” Diye cevap verdi.Hz. Safiyye’nin bu sözleri, Yahudilerin Hz. Muhammed'in (a.s.) Peygamberliğini kabul ettiklerini ama ırkçı ve inatçı oldukları için inanmadıklarını göstermez mi?İslam'a aşırı düşmanlığıyla bilinen, bu kin ve nefreti kendisini, İslami gerçekleri tahrife kadar götüren Yahudi oryantalist Goldziher’in: “Arap Peygamberinin getirdiği din, kendileriyle temasa geçtiği Yahudi ve Hıristiyanlardan öğrendiği bilgi ve fikirlerin karışımından ibarettir.” Sözü, yine oryantalist olan Buhl’un: “Hz. Peygamberin Tevrat, Zebur ve İncilin içeriğini bilmediğini ve adı geçen kitapları okumamış olduğunu İncili de hiçbir zaman bilmediğini” söylemesiyle zaten iptal olmuştur.
7- Hz. Muhammed'in (a.s.) amcası Ebû Talib ticaretle uğraşırdı. Bir seferinde Hz. Muhammed'i beraberinde götürdü. Şam yakınında Busra kasabasına uğradılar. Orada Bahira adında bir papaz ile karşılaştılar. Bahira, Tevrat ve İncil'de adı ve sıfatları yazılı olan son Peygamberin alametlerini daha küçük olan Hz. Muhammed’de gördü, bunun üzerine O'nu Mekke'ye geri götürmesini; Yahudilerin çocuğa bir zarar gelebileceğini söyledi. Bunu üzerine Ebû Talib, Bahira'nın bu tavsiyesine uyarak Şam'a gitmekten vazgeçti ve alışverişini yakında ki bir yerleşim biriminde tamamlayarak geri döndü. Daha sonra bir iki defa da Bahira ile görüştüğü konusunda zayıf rivayetler varsa da Hristiyan olan Rahip Bahira, Hz. Muhammed'in gerçek Peygamber olduğunu bilmeseydi Yahudilerin Peygambere zarar vermeye çalışacağını söyleyerek Ebu Talip’ten onu geri götürmesini ister miydi?

Peygamber, başka medeniyetlerin kaynaklarından aldıkları haberleri aktarıyor iddiası

“Muazzez İlmiyesi, kendisini Çığ” gibi cehalete ve İslam düşmanlığına kadar götüren, normal düşünme yaşını bir hayli geçmiş bir antropolog’un ortaya attığı, Kur’anı Kerimdeki bazı kıssaların, M.Ö. 3500-M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya'da yaşamış olan Sümerlerin Gılgamış destanından alındığı iddiası, bazı çevrelerde yankı bulmuş ve “Mal bulmuş mağribi” gibi bu saçma iddiaya sarılmışlardır.
1-Anu/An: Gök tanrısı, Enlil: Hava tanrısı, tanrıların babası, Enki: Bilgelik tanrısı, Nimmah (Ninhursag): Ana-tanrıça, Nanna (Sin): Ay tanrısı, Utu (Şamaş): Güneş tanrısı, ay tanrısı Nanna'nın oğlu, İnanna (İştar): Aşk ve Bereket Tanrıçası gibi birçok tanrıya inanan çok tanrılı Sümerlerin, Tek Tanrı inanışına sahip olan İslam'la kaç tane ortak özelliği vardır ki? Ayrıca Sümerlerin Destanındaki nadir bazı olayların semavi dinlerdeki olaylarla aynı olması, İslam’ın bu destandan alındığını değil, ancak ve ancak ortak köklerinin aynı olduğunu gösterir. Çünkü yüce Allah “Peygamber göndermedikçe azap etmeyeceğini” bize Kur’an da bildirmiştir. Adem’den (a.s), Hz. Muhammed’e (a.s.) kadar tüm topluluklara binlerce Peygamber gönderilmiştir. Sümerlere gönderilen Peygamber de Hz. İbrahim (a.s.)dir.Ve unutmayalım ki efsanelerin temeli gerçek olaylardır!
2-Katıldığı başlıca kazılar Mari (1952–1953) ve Uruk/Varka kazıları (1958-1959; 1962-1963; 1964) olan, 1914 yılında Provence’ta dünyaya gelen, ünlü Asur bilimci Jean Bottero'nun, "4 yıllık çalışmasından sonra" Fransızcaya çevirdiği ve dipnotlarla zenginleştirdiği Gılgamış destanını, Hz. Peygamber’in (a.s.) daha o devirde öğrenmesi, Yaratılış ve Nuh tufanı olaylarını oradan alıntı yapma ihtimali ne kadardır? Çünkü Sümerlerin yıkıldığı tarih esas alınsa bile, Hz. Peygamber (a.s.) ile aralarında 2500 yıllık bir süre söz konusudur. Rıza GÖRÜŞ

İnkarcılarla savaşın sınırları

Kur’an’daki savaş ile ilgili ayetler inkarcılar tarafından kasıtlı olarak çarpıtılıp kullanılmaya çalışılmaktadır. Ayetlerdeki ifadeler metnin ana akışından koparılarak farklı yorumlanır. Oysa bu ayetler Kur’an’ın genel mantığı ve konunun akışına göre değerlendirilse durum daha bir açıklık kazanacaktır. Tevbe suresinde ki ayet şöyledir:Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (İslam’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın. (9 Tevbe Suresi, 29)
Ayetteki ifadeye dikkat edilirse burada savaşmanın emredildiği insanlar tüm kitap ehli değildir. Bunlar kitap verilenlerden bir gruptur. Bunlarla savaşmak istenmesinin nedeni yine onların Müslümanlarla savaşmalarından dolayıdır. Eğer Tevbe suresi başından itibaren okunursa konu daha iyi anlaşılacaktır.Savaş ile ilgili ayetleri Kuran’ın bütünlüğü içinde değerlendirmek lazımdır. Tüm bu iddiaların aksine Kuran’a göre savaş savunma amaçlı yapılmalıdır. Başka insanların topraklarını fethetmek için yapılan savaş Kuran’a göre dini bir savaş olamaz.Bakara suresinde şöyle buyrulmaktadır:
Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah, aşırı gidenleri sevmez.Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kafirlerin cezası işte böyledir. Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir. (Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur. (2 Bakara Suresi , 190-193)
Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi savaş ancak savaşanlara karşı yapılır. Üstelik bu savaşta aşırılığa gidilmemesi için Allah, inananları uyarmaktadır. Savaş esnasında karşı taraf savaşa son verip aman dilerse, Müslümanlar buna uyar ve savaşa son verirler. Kuran’da savaşın ancak savunma amaçlı olduğunu yukarıdaki ayetlerde görmüştük. Bunun dışında saldırı olduğunda ise Allah Müslümanların bu saldırganlığa karşı cevap vermelerini ve tüm güçleriyle bu saldırganlarla savaşmalarını ister. Tevbe suresindeki ayetler şöyledir:
Yeminlerini bozan, elçiyi (yurdundan) sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa (savaşa) başlayan bir toplulukla savaşmaz mısınız? Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız, kendisinden korkmanıza Allah daha layıktır. Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azarlandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. Ve kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (9 Tevbe Suresi, 13-15) Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (4 Nisa Suresi, 75) Bu tür bir savaş da şiddetten değil aksine merhametten doğmaktadır. Zalimliğe karşı İslam, mazlumu kuşatıcı ve koruyucu olunmasını inananlara öğütler. Barış durumunda ise Allah, iman edenlerden iyiliği ve adaleti ister. Burada amaç savaşa karşı barışın korunup muhafaza edilmesidir:Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (60 Mümtehine Suresi, ) Karşınızdaki grup hangi dinden olursa olsun eğer barış içinde yaşamak istiyorsa, bunlara karşı inananların yaklaşımı Kur’an’a göre sadece dostane bir yaklaşım olabilir. Dolayısıyla bu ayetler bir bütünlük içinde okunup değerlendirildiğinde ortada bir çelişki yoktur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Empty
MesajKonu: Geri: T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar   T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar Icon_minitimePaz Ara. 27, 2009 7:49 am

Miras paylaşımı neye göre olur?

Miras paylaşımıyla ilgili iki ayette çelişki olduğu iddiası vardır. Bu iddiaya göre Bakara Suresinin 180. ayetinde varise vasiyetin hak olduğu söylenirken, Nisa suresinin 11 ve 12. ayetlerinde ise miras paylaşımında bazı oranlar bildirilmektedir.
Sizden birine ölüm yaklaştığında, bir mal bırakacaksa anaya babaya, yakınlara, uygun bir biçimde vasiyet etmesi farz kılındı. Bu, erdemliler için bir görevdir. (2 Bakara Suresi – 180)Allah size çocuklarınız hakkında öğütte bulunuyor...Bu paylaşım vasiyetteki payların dağıtılmasından ve borçların ödenmesinden sonra uygulanmalıdır ki kimseye zarar verilmesin. Bu, Allah’tan bir vasiyettir. Allah Bilir, Şefkatlidir. (4 Nisa Suresi, 11-12)
Bakara suresinin 180. ayetinde vasiyet etmenin bir hak olduğu, herkesin ölümünden sonra mallarının dağıtımı için vasiyet edebileceği ayette bildirilir. Fakat bir insan vasiyet etmeden ölebilir. Bu durumda ise bu kişinin bıraktığı malları nasıl paylaşılacağı Nisa suresindeki ayetlerde ifade edilmiştir. Bu ayetler arasında herhangi bir çelişki olması söz konusu değildir. İki ayette farklı durumlara göre miras hukuku hakkındaki hükümler bildirilmektedir.

Kocası ölen bir kadın ne sürede iddet bekler?
Kocası ölen bir kadının durumuyla ilgili bazı hükümler Kuran’da bildirilmektedir.Bu ayetlerin birisinde bir yıllık bir süreden söz edilirken diğerinde ise dört ay on günlük bir süreden söz edilir...Sürelerin farklı olmasının sebebi, dul kalmış kadınlar için farklı konularda farklı süreler bildirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu konuyla ilgili ayetler şu şekildedir:
Ölüp de geriye eşler bırakan erkekleriniz, eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıl boyunca geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Çıkarlarsa, kendileri için uygun olanı yapmalarından siz sorumlu değilsiniz. Allah Güçlüdür, Bilgedir. (2 Bakara Suresi – 240)
İçinizden ölen erkeklerin geride bıraktığı eşleri, dört ay ve on (gün) beklerler. Sürelerini doldurunca artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size sorumluluk yoktur. Allah yaptıklarınızdan Haberlidir. (2 Bakara Suresi – 234)
Bakara suresinin 240. ayetinde bildirilen konu dul kalmış kadınların kocalarının evinde bir yıl kalma hakkının olduğunun bildirilmesidir. Kocası öldükten sonra miras paylaşımında kocaya ait ev farklı kişilere miras olarak kalmış olabilir. Bu durumda kadının bu evde bir yıl oturma hakkı vardır. Ayrıca geçiminin de sağlanması gerekir. Bakara Suresi’nin 234. ayetinde ise kocaları ölen kadınların dört ay on gün süreyle beklemeleri ve bu süre içinde evlenmemeleri buyrulmaktadır. Dolayısıyla iki ayette kadın için farklı iki durum hakkında hüküm bildirildiği görülmektedir. Ayet konularıyla dikkatli bir şekilde incelendiğinde çelişki olmadığı açıktır.
İçki konusundaki hükümler arasında bir çelişki var mıdır?

İçki ile ilgili hükümler bildiren ayetler arasında da bir çelişki olduğu iddiası vardır.
Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden kurdukları çardaklarda hem sarhoşluk verici içki, hem güzel bir rızık edinmektesiniz. Şüphesiz aklını kullanabilen bir topluluk için, gerçekten bunda bir ayet vardır. (16 Nahl Suresi - 67) Nahl suresindeki bu ayette bir durum tespiti vardır. Meyvelerden hem sarhoşluk veren şeyler üretildiğinden hem de güzel rızk üretildiğinden söz edilmektedir. İçki içmek helaldir diye bir ifade yoktur. Sadece bir durum tespiti söz konusudur.
Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür.” (2 Bakara Suresi - 219) Bakara suresindeki bu ayette de içkinin (Şarap ve sarhoşluk) bazı faydaları olabileceği fakat günahının yararından daha fazla olduğu bildirilmektedir. Yani kısmen kısıtlama söz konusu değildir. Tümüyle yasak olduğu bu ayette açıkça ifade edilmektedir.
Ey iman edenler, sarhoş iken, ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolculukta olmanız hariç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın (4 Nisa Suresi - 43) Nisa suresindeki bu ayette ise içkili durumda olan bir insanın nasıl namaz kılabileceği anlatılmaktadır. Bir insan içki içebilir, sarhoş olabilir bu haramdır; fakat böyle olması onun namaz kılmayacağı anlamına gelmez. Bir insan bu haramı işlese de, ibadetlerini nasıl yapacağı anlatılmaktadır. Bu ayet sarhoş olan bir kişinin eğer namaz kılmak isterse kendini bilene kadar namaza yaklaşmamasını emreder. Yoksa içkinin helal kılınması diye bir şey söz konusu değildir.Ayrıca günde beş defa namaz kılmanın farz olduğu dinde içki içme niyeti olana da zaman açısında kısıtlama getirir ayet.
Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. (5 Maide Suresi - 90) Bu ayette de açıkça içkinin haram olduğu ifade edilir. Sonuç olarak bu ayetlerin hiçbiri diğeriyle çelişmediği gibi, hiç biri diğerinin hükmünü ortadan kaldırmaz. Aksine birbirini tamamlayan ayetlerdir.
Birinci ayet durum tespitinde bulunur, ikincisi haram kılar, nedenini de açıklar, üçüncü ayet artık - zaten haram olan - içkinin namaz dışında içilmesinden bahsederken, günlük 5 vakit ile içkiyi - hala - bırakamayanlara da bir yol gösterir ( Farz olan 5 vakit namazı kılabilmek için günde 5 kere kendini kontrol altına almak zamanla tamamen bırakmaya da sebep olur...) Son ayet ise artık son noktayı koyar.Sadece haram değil, şeytanın pisliğidir içki.!

Yılan mı? Ejderha mı?

Musa kıssasıyla ilgili iki ayette geçen ifadeler de çelişki olduğu iddiası vardır. Ayetler şu şekildedir:
Böylelikle (Musa) asasını fırlatınca, anında apaçık bir ejderha oluverdi. ( 7 Araf Suresi, 107) Böylece, onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş). (20 Taha Suresi, 20) Burada dikkat edilmesi gereken ilk nokta, Araf suresindeki ve Taha suresindeki anlatılan iki olay birbirinden farklıdır. Aynı konudan söz edilmemektedir. Eğer ayetinden önceki birkaç ayet okunsa bu rahatlıkla görülebilir. Araf suresinin 107. ayetinde firavunla karşılaşma esnasında yaşanan bir olay anlatılır ve ona karşı Musa asasını atar. Taha suresinin 20. ayetinde ise Firavuna gitmeden önce Allah Musa’ya verdiği mucizeleri gösterirken, asasını atmasını ister. Bunun dışında iki ayette geçen kelimeler birbirinden farklı olsa da, ortak sözlük anlamları vardır. Sözlüğe bakıldığında ikisini de “yılan” anlamı olduğu görülecektir. Mesela Taha 20 de geçen kelime “Hayyatun” nun anlamı “yılan”dır. ( kaynak: Kuran’ı kerim lügatı , timaş yayınları sayfa, 160)
Araf 107 deki “Suaba” kelimesinin de yılan anlamı vardır. ( kaynak: Kuran’ı kerim lügatı , timaş yayınları sayfa, 112) Fakat bazı meal yapanlar yılan anlamını değil, diğer anlamını mealinde kullanmışlar. Bunlar eş anlamlı kelimelerdir. Bu yönüyle de bakıldığında ortada bir çelişki olmadığı anlaşılmaktadır. http://kurandaceliskiyoktur.com

Sorular-Cevaplar

Sual: Yer ve göklerin yaratılışı bazı âyetlerde altı, bazılarında sekiz yazıyor. Bu çelişki değil mi?
"Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratandır." (Araf 54) . Şu âyetlerde de 8 günde yaratıldığı söyleniyor: "Siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip Ona ortaklar mı koşuyorsunuz? O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yer küreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı. " (Fussilet 9,10,11,12)
CEVAP: Ateist toplamayı bilmiyorsa veya kasıtlı topluyorsa kabahat kimin olur? Arapça’da bir anlatış şekli vardır. Bunu bilmeyince ateist işte böyle zırvalıyor. Doğrusu, Yer küre ve içindekiler dört günde tamamlandı. Gökler de iki günde toplam altı gün eder. 7 âyette 6 gün deniyor. Fussilet’te ise detaylı olarak altı gün açıklanıyor. Bunun ikisi yer küre, ikisi içindekiler,Kısaca yer küre için 4 günden toplam bahsedilir, ikisi yerin yaratılması, ikisi içindekiler için, 6 günü geri kalan iki günde de gökler yaratılır.Hepsi altı gün. İşin uzmanı olan müfessir İmam-ı Kurtubi bu âyet-i kerimeyi şöyle açıklıyor:(Basra'dan Bağdat'a 10 günde, Küfe'ye de 15 günde gittim) denince, Bağdat’la Kufe arasının 15 gün olduğu anlaşılmaz. 15 -10 = 5 gün olduğu anlaşılır. Basra Bağdat arası 10 gün, Bağdat Kufe arası 15 gün denirse, toplam 25 olur ki yanlış olur. Çünkü Basra ile Bağdat arası 10 gün, Bağdat ile Kufe arası ise 5 gündür. (El-Câmiu li Ahkâm-il-Kur’ân)Âyet-i kerimede de durum aynen böyledir. 2 günde yeri, iki günde gıdaları ki toplam dört gün eder, âyette de bu bildiriliyor. Dört gün bildiriliyor. İki gün de gökler yaratılıyor.Tefsir uzmanı İmam-ı Beydavi de şöyle açıklıyor:Orada [yer yüzünde her mahlukatın] gıdalarını [iki gün yerin yaratılışı ile beraber toplam] dört günde yarattı.Tefsir uzmanlarının hepsi şöyle diyor:Böyle ifadeler, Arap dilinde de çok kullanılan bir üsluptur, mesela, Kufe’den Medine arası 20 gündür, Mekke ise 30 gündür denince, Kufe Mekke arası 50 gün anlaşılmaz. Medine'den Mekke arası 10 gündür toplamı 30 gündür. (Taberi, Beydavi, Kurtubi, Nesefi)

Sual: 1 gün dünyanın kendi etrafındaki 24 saatlik bir dönüşünden meydana geldiğine göre, dünya yaratılmadan önce böyle bir dönüş olamayacağından bu zamanı gün olarak hesaplamak mümkün mü?

CEVAP: Dünya günü, ahiret günü farklı olduğu gibi Allahü teâlânın indinde gün de farklıdır. Burada bildirilen gün için işin uzmanı müfessir İmam-ı Razi hazretleri (Burada gün demek, devir demektir, hâl demektir) buyuruyor. Allahü teâlâ için zaman mefhumu yoktur. “Ol” denince her şey olur. Buradaki “Ol” ifadesindeki günü 24 saat olarak algılamak yanlıştır. Hâşâ öyle emek sarf etmesi falan olmaz. Emek sarf etmek acizler içindir.

Sual: Kur'anda sağmal hayvanların sütünden bahsedilirken, gıdaların toplandığı işkembeden ve sonra kandan süzülerek temiz süt verildiği bildiriliyor. Halbuki bilim, sütün memede oluştuğunu açıklıyor.
CEVAP: Gıdalar ağız yolu ile alındıktan sonra mide, 12 parmak ve ince bağırsaklarda emilmeye hazır hâle getirilir. Vücut için lazım olan amino asitler, yağ asitleri, mineraller, vitaminler, glikoz kana geçer. Hamilelikte meme dokusundaki değişimlere paralel olarak kandan süt yapımı için gerekli maddeler alınmaya başlar. Alınan bu maddeler salgı hücrelerinde süt haline getirilir. Ayete bakalım: "Süt veren hayvanlarda da size ibretler vardır. İşkembedeki pislik ile [necis] kandan [iki pislik arasından] meydana gelen, [içinde faydalı maddeler bulunan] temiz bir süt içirmekteyiz" (Nahl 66) Var mı bilime aykırı bir durum?

Sual: Bakara suresinde önce yerin yaratıldığı, Naziat suresinde ise göklerin önce yaratıldığı bildiriliyor. Bu çelişki değil mi?:
"O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi" (Bekara 29)."Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti. Onu yükseltti, düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ondan sonra da yer küreyi döşedi. Yerden suyunu ve otlağını çıkardı. Dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi" (Naziat 27-32)
CEVAP: Bakara suresinde bildirildiği gibi, önce yer küre, sonra gökler yaratıldı. Naziat suresinde de bildirildiği gibi otların, suların, dağların düzenlenmesi, yani yerleşime müsait hale getirilmesi ise göklerden sonra oldu.Naziat suresinde yaratmadan bahsedilmez, yaratılanın döşenmesinden bahsedilir.Kısaca en ufak bir çelişki yoktur. Bu uzmanlar diyor ki:Yer, göklerden önce yaratıldı. Fakat henüz yerleşime, oturmaya müsait değildi. (İmam-ı Razî, Tefsiri Ebüssüûd ve Medârik)


Sual: Ahzab suresi 56. âyette "Allah ve melekleri, Peygambere salat ederler; ey müminler, siz de, ona salat edin." Allah’ın peygambere salavat getirdiği yazıyor. Allah salavat getirir mi?

CEVAP: Salat; dua, övme, rahmet, şefaat gibi anlamlara gelir.Bu âyet-i kerimede Allahü teâlânın Peygamber efendimizi övdüğü ona rahmet ettiği bildiriliyor. Meleklerin salatı ise ona duadır. Müminlerinki ise onun şefaatini talep etmektir.



Sual: Allah beddua eder mi? "Allah inkârları yüzünden onlara [Yahudilere] lanet etmiştir." (Nisa 48 ), "Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun!" (Araf 44), "Bozgunculara lanet olsun." (Rad 25), "Biz, kitapta açıkça belirttikten sonra, indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler lanet eder." (Bakara 159)


CEVAP: Allah'ın beddua ettiklerine dikkat edin. Sadece bir kaç ayeti yukarıda verdik. Zalim, bozguncu, gerçeği bile bile gizleyenler, kısaca ilk ayette açıkça ifade edildiği gibi, yapılan kötülüklerinden ötürü lanetlenmektedirler. Lanetli oldukları için kötülük yapmıyorlar, kötülükleri yüzünden lanetleniyorlar! Kötü, zalim, gaddar olanların Allah tarafından lanetlenmesi, Allah'ın masum, mazlum, temiz kulları tarafında olduğunun da göstergesidir!

Sual: Âyet-el kürsi’de, (Allah’ın kürsüsü) olduğu bildiriliyor. Kürsü ne demektir?


CEVAP: "Onun kürsüsü [saltanatı, kudreti] gökleri ve yeri kapladı. Gökleri ve yeri korumak, gözetmek, Ona hiç zorluk vermez. O, çok yüce ve çok büyüktür." (Bakara 255) : Âyetin devamı konuyu açıklıyor: "Gökleri, yeri koruyup gözetmek ona zorluk, ağırlık vermez" buyruluyor. Yani kürsi, bu işi koruyup gözetme kudretidir. Güç, kuvvet, saltanat demektir.



Sual: Hac suresinin, "İnkâr edenler için ateşten bir elbise giydirilecek ve başlarına kaynar su dökülecektir" anlamındaki 19. âyeti ile, Haşr suresinin, "Allah rahman rahimdir [esirgeyen, bağışlayandır]" anlamındaki 22. âyeti çelişkilidir. Affedici olan Allah, inkârcıları hiç cezalandırır mı?”




CEVAP: Affedici olmak, mazlumun hakkını zalimden almamak mıdır? Suçluları adaletle cezalandırmak, affedici olmaya aykırı olur mu?... Her şeyi yoktan yaratan Rabbimizin, emrini dinlemeyenlere ceza verme yetkisi yok mudur? Cezayı suçluların kendisi mi tayin eder? "Rabbin elbette hem çok bağışlayan, hem de çok acı azap verendir." (Fussilet 43)


Sual: Aşağıdaki âyetler çelişkilidir. Aynı surede hem istisna var, hem de yok. "Namuslu kadınlara zina isnat edip de, sonra [bu durumu ispat için] dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir. Ama bundan sonra, tövbe edip düzelenler bundan istisnadır. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir. " (Nur 4,5)
"Namuslu, kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetliktir. Onlar için çok büyük bir azap vardır. Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahitlik ettikleri gün, onlar büyük azaba uğrayacaklardır. O gün, Allah onlara hak ettikleri cezaları verecek ve onlar Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır." (Nur 23,24,25)


CEVAP: Birinci âyette, (İftira edenlere gerekli cezayı verin, şahitliklerini de kabul etmeyin. Ama tövbe edip düzelenler bundan istisnadır) deniyor. Yani tövbe ederlerse şahitliklerini kabul edin deniyor. İkinci âyette ise, iftira edenler lanetliktir, onlar ahirette cezalarını bulacaklardır deniyor. Bu iki âyetin neresi çelişkilidir?

Sual: İlk iki âyette canları ölüm meleğinin aldığı bildirilirken, üçüncü âyette, Allah’ın aldığı yazılıdır. Bu çelişki değil mi? "Size vekil kılınan [görevlendirilen] ölüm meleği canınızı alacaktır." (Secde 11) , " Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?" (Muhammed 27), " Allah, öleceklerin ölümleri gelince canlarını alır." (Zümer 42)



CEVAP: Vekilin asıl gibidir. Bir mahkeme bir mahkuma ölüm cezası verse, cezayı bizzat yargıç infaz etmez, cellat bu işi yapar. Her ne kadar öldüren cellat ise de, emri veren bunun sorumlusudur. Esas öldüren mahkemedir. Her şeyi yapan ve yaratan Allahü teâlâdır. İnsanların canlarını melekleri vasıtası ile alıyor. Allah bunun canını aldı denince elbette ölüm meleğinin aldığını bilmeyen kimse yoktur. Birinci âyette ölüm meleği tekil olarak kullanılıyor. Yani herkesin ölüm meleği bir tanedir. Herkese tek melek vekil kılınmakta ve o melek canı almaktadır. İkinci âyette, çoğul olarak melekler tabiri geçiyor. Bu âyet-i kerimede canları alınan bir çok inkârcıdan söz edilmektedir. Onların canlarını alan da bir çok melek vardır. Her biri için vekil kılınmış ölüm meleği farklı olduğu için yani çok melek olduğu için (melekler) ifadesi kullanılmıştır. Müslümanların ruhunu Azrail aleyhisselam alıyor, kâfirlerin canını ise Azrail aleyhisselamın emrindeki melekler alıyor.

Sual: Aşağıdaki ilk âyette Hıristiyanların İsa'yı Rab olarak kabul ettikleri açıkça belirtilmektedir. İkinci âyet ise tapılanların da Cehennemde ebedi olarak kalacakları ifade olunur. Bu anlatımla Kur’an, tapılan konumunda olmasından dolayı, Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler Cehennem yakıtısınız diyerek, İsa'yı da farkında olmadan Cehenneme koymuyor mu? Ayrıca puta, taşa, heykele tapılıyor. Tapanların cezalandırılmasının mantığı var, ama tapılanın bunda ne suçu var ki, onlar da Cehenneme atılıyor?
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Tanrı'dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." (Tevbe 31), "Siz ve taptıklarınız, Cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz. Eğer onlar ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Hepsi [tapanlar da, tapılanlar da] orada temelli kalacaktır." (Enbiya 98,99)


CEVAP: Bu, Arapça’yı iyi bilmemekten kaynaklanan bir sorudur. Arapça'da hayvan ve cansızlara hitap şekli farklıdır. Âyet-i kerimede "ve ma ta'büdüne" deniyor. "ma" edatı Arapça’da akılsızlar için kullanılır, yani; taptığınız putlar demektir. Burada "ve men ta'büdüne" denmiyor, öyle denseydi, böyle bir sual sorulabilirdi. Burada akıllılar için kullanılan "men" edatı kullanılmadığı için, Hıristiyanların taptıkları İsa aleyhisselam yahut bazı Yahudilerin taptıkları Üzeyir aleyhisselam veya melekler anlaşılamaz. (İmam-ı Kurtubi) Cehenneme atılan putlar, taşlar, ceza için atılmıyor. Tapana ceza olması için atılıyor. Bunlar ceza için yakıt oluyor. İmam-ı Kurtubi hazretleri buyuruyor ki: İnsana sevdiği, değer verdiği, taptığı şey tarafından ceza görmek daha ağır gelir. Puta tapmalarının boşa gittiğini görmek, özellikle taptığıyla azap edilmesi ona daha çok acı verir. Ne kadar güçlü ateş ki taşlar bile yakıt hâline geliyor. (El-Câmiu lî Ahkâm’il-Kur’ân) Bir kimse, putu sevip ona, taptığı için put ona Cehennemde azap edecektir.

TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMASI

TÜRKLER KENDİLİKLERİNDEN MÜSLÜMAN OLMUŞLARDIR..SADECE GÖÇEBE TÜRKLER EMEVİLERİN ZÜLÜMLERİNE DİRENMİŞLERDİR.AMA ZAMANLA ONLARDA MÜSLÜMAN OLMUŞLARDIR..EMEVİLERE DİRENİŞİ İSLAMA DEĞİL, EMEVİ IRKÇILIĞINA KARŞI OLDUĞU KABUL EDİLMELİDİR..AYRICA BU DİRENCİ GÖSTEREN TÜRKLER ABBASİLERLE BİRLİKTE HAREKET ETMİŞLERDİR, ABBASİ İSLAM DEVLETİNİN KÖKENLERİNİ OLUŞTURUR...UNUTMAYALIM KI EMEVI IRKÇILIGI, SONUNDA BU HANEDANI ORTADAN KALDIRMIS VE ONLARI ORTADAN KALDIRAN ARAP-TURK ORTAKLIGI OLMUŞTUR..TALAS SAVASINDA TURKLERE ARAPLAR YARDIM ETMISTIR VE ÇİNLİLERE KARSI BERABER SAVASMISLARDIR...TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMA SÜRECİ BİR KAÇ YIL DEĞİL YAKLAŞIK DÖRT ASIRA YAYILAN BİR DÖNEMİN SONUNDA OLMUŞTUR.



BİR MAIL :" ... bu adam nasıl olurda ateist oluyor babasına kızdıgı icin mi. islam dinine kin mi duymuş... yoksa misyonerlerin aklına uyduda mı ateist oldu. bir insan kendi kendini nasıl atese atar. anlamak zor... kenana6... @hotmail.de
Babası onu güdülemişti - ortadoğunun en büyük alimi olma ideali - .... "farklı olacaktı."... Ama hem hukuk hem ilahiyat bitirenler varken, dışarıdan bitirdiği ilkokul mezunluğu ile - ve sadece klasik arapça bilmesi ile ama -modern fen bilimleri başta bir çok yeni ilim dallarından habersiz biri olarak ne yaptı ise ön plana çıkamadı - baksana Yaşar Nuri bile bu kadar dolu iken beceremedi Smile)) - ... din adamı iken de TRT'de çalışırken de... hep sivrildi- detay sitemizde bir çok yazıda !- ... Ama olmadı... Sonuçta araç amaç oldu , İslam'ın en ünlü alimlerine olma yerini - ulaşabileceği tek hedef olan - ünlü-meşhur olmaya yerini bıraktı. Baksanıza ne demişti : " yüzyılların beklediği ölümüm ben, ben şu ilmi bu imi ...bilirim..." Halbuki o ilimden geçen binler, yüz binler var doğu medreselerinde...Smile)) Zaten yazdıklarına bakınca açıkca görürüz ki yeni-orjinal hiç bir şey yoktur söylediklerinde : Ya eski alimlerin ilmi tartışmalarını tek taraflı aktarın yapmış, ya yüzlerce yıldır oryanyalist-müsterşrik ve misyonerlerin İslam hakkındaki önyargılı iftiralarını derleyip kotarmıştır.Defalarca yazdık, kaynak gösterdiği kitaplarla dinimize saldırırken, o kaynak eserlerde bir çok başka saldırılarının cevabının olduğunu görmemesine imkan yok ...bile bile lades oldu yani ...! Kendi etti kendi buluyor ...! Kısaca ters güdüleme gibi bi si oldu , kendini ortaya çıkaramama, rızaullah yerine meşhur olma isteği bir yerden dışarı vurdu. İlk sırada; adam olma, Müslüman olma, ilim ehli olma... değil de ilgi çekme, ön plana çıkma güdüsü insana hakim olunca işte böyle "bile bile " insan kendini cehenneme atar. Öyle ya...yıllarca yiyemediği naneleri yeme - detayı boş verin !- imkanı da hasıl olunca yeni ortamında ...Sad(( Hiç unutmam , Ahmet Altan - 28 şubat öncesi yani 10 küsür yıl önce - bizim dindar kesimle tv de bir programa çıkmıştı ve - bizimkiler onu fikri bazda hafif sıkıştırmaya başlayınca - aynen şunu söylemişti: " Beni bırakın yahu, içki içmek istiyorum, ben cehenneme gitmek istiyorum! " tarihte böyle çoook oldu: Hz resul'un amcası Ebu Talip, Ebu Cehil... Bile bile cehenneme gittiler..selamlar

MAIL 2 : Selamünaleyküm, sayin abilerim kardeslerim. size bundan önce 1 ay önce yolladigim bir email vardi turan dursun hakkinda .bunu sitenizde yayinlamissiniz. cok sevindim...benim sadece bir kac soru kafamda kaldi onu size sormaya unutmusum. eyer allah rizasi icin bu soruma cevap verirseniz müslüman bir kardesinizi mutlu edeceksiniz.sorum sayfanizda turan dursun,un hayati kisminda.kendisi incil ve tevrati arastirdiginda.kuranda olan seyleri gördügünde.(HASA PEYGAMBER EFENDIMIZI YALANCI SAHTEKAR OLARAK NITELEMIS KAFIR) Bunu sizde kendisi kurani kerimi hic okumamis diyorsunuz.bu kafir incil ve tevratta ne bulmuski.kurani kerim ile özlestirmis.ben anlayamadim.benzerlikler varmi.bunu merak ettim.birde kendisi ansiklobedi yazmis bu adam yazdiginda islama inanmiyordu diyorsunuz. ozaman ateistmiydi.bu ansiklobediyi yazdiginda.cünkü adam allaha inanmiyorsa böyle kitab yazmaya gerek yok.kimse inanmaz ona.son sorum su bu adam müftülük yapmadan önce misyonerler tarafindan kullanilmasin....kafamdaki sorulari bitirmis olacagim ...selam ve dua ile almanyadan kenan
KURANI OKUMAMIS DEGIL, OKUYANIN RAHATLIKLA GORECEGI :" ALLAH TUM NEBILERI ILE HEP ISLAMI GONDERMISTIR" MEALINDEKI ONLARCA AYETI GOREMEMESI IMKANSIZ, ANCAK "BILE BILE, GÖZ GÖRE GÖRE " ISLAMA SALDIRIYOR DEMEK ISTEDIK !
TEVRAT VE INCIL BOZULMUS OLSA DA HATTA COGUNLUK BOYUTUNDA BIRBIRINE ZIT SEYLER OLSA DA HALA "BOZULMAYAN" YERLERINDE KURAN ILE BENZER AYETLER VAR :
http://www.islamustundur.com/konular/ilkdin.html - http://www.islamustundur.com/konular/kmukaddes.html ... BU KISI EKONOMIK ZORLUKLAR NEDENIYLE, BUNDAN CIKIS AMACLI BU ANSIKLOBEDIYI YAZMISTI VE O ZAMANLAR EN AZINDAN ISLAMA DUSMAN DEGILDI.! MUFTU IKEN - KI ILKOKUL MEZUNU, ( KLASIK ) ARAPCA BILMEK DISINDA OZELLIGI OLMAYAN, CAGDAS GELISMELERDEN VE YORUMLARDAN UZAK BI CAHIL IDI, ESKIDEN ILKOKULU BITIRENI OGRETMEN, MUDUR, MUFTU YAPARLARDI...!- YINE ILK SORUNUZA CEVAP VERDIGIM GİBİ BU MANTALITE ILE HAREKET ETTI; KENDINI ON PLANA CIKARMA IÇGÜDÜSÜ! ONDE OLMA, ONPLANA CIKMA...COCUKKEN AŞIRI GUDULENME MESELESI YANI.
SUNU UNUTMAYALIM. COCUKLAR KISILIGINI 3-4 YASLARINDA OTURDURLAR.BIR COK YERDE EĞİTİMLE İLGİLİ AFİŞLER GÖRÜRÜZ: " 7 YAS EGITIM ICIN COK GEC " DIYE ! DURSUN DA ALT YAPISINI OTURTMUSTU COCUKLUGUNDA.GELECEKTE DE O ALT YAPI UZERINE KIMLIGINI BİNA ETTİ, YASADI VE DISARI YANSITTI. AMA BILGISEL ALTYAPISI YETERSIZ VE KISILIGINDE SORUNLAR OLAN BIRI IDI. EZIKLIK PSIKOLOJISI INSANI IKI DAVRANISA ITER ! YA EZIKLIGE DEVAM EDER VE HAYAT BOYU EZİLİR YA DA TAM AKSINE HERKESI EZER, KENDİNİ HERKESDEN ÜSTÜN GÖRÜR, O DA IKINCIYI TERCİH ETTİ. TEDAVİ GÖRMEDİ VE HAYATINI UÇ NOKTALAR ARASI GEZİNMEKLE GEÇİRDİ... ELINDEKI ESKI-KLASIK KITAPLARDAN ALDIGI BILGI ILE SAGA SOLA SALDIRDI. AMA HER ZAMAN VE HER DONEMINDE HAYATININ BU ÖZELLİĞİ EN BARIZ VASFI OLARAK KALDI.CUNKU KİŞİLİĞİ, ALT YAPISI KARISIKTI, BUNALIMLARLA GEÇMİŞTİ. İŞ-AILE-KİŞİLİK YAŞAMININ HER ANINDA BU " BIR ORTA YOL TUTAMAMA " KLASIK DAVRANISINI HER ZAMAN GOZLEMLEYEBILIRSINIZ. TÖVBE EDIP ÖLSE, ALLAH AF ETSIN DERDIK - KI BAZI YAZILARINI YUMUSATMAYA BASLAMISTI, HZ RESULUN EVLILIKLERI YAZILARINDA MESELA...! - AMA ARTIK BILIYORUZ KI OLDURULMESI BILE BIR DERIN DEVLET YAPISININ ESERI IMIS... ICINDE OLDUGU CEVRE SU AN ERGENEKON ADLI TEROR ORGUTUNUN MERKEZINI OLUSTURUYOR...! YANI DAHA BU MANTALITE COK SU KALDIRIR. BIZ BURADAYIZ ! TARIH ZATEN BU " HAK-BATIL " MUCADELESI ILE GECMEDI MI ... RABBIM BU ACIZ KULUNA DA BIR UCUNDAN DAVAYI SAVUNMA GOREVINI LUTFETTI. EKSIKLERIMIZLE DEVAM EDIYORUZ... GECELIM, KONUMUZA DONELIM : EVET DURSUN HER ISINDE UÇ-SİVRİ OLDU... HAYATINDA HIC BIR ZAMAN HER MUSLUMANDA OLMASI GEREKEN "ORTA YOL" PRENSIBINI UYGULAMAYA SOKAMADI...! MUFTULUGUNDE KULLANILMADI AMA COK IYI BILIYORUM DINE SALDIRAN KITAPLARINI HEM YAZARKEN HEM YAZDIKTAN SONRA MISYONERLERCE COK IYI KULLANILDI. DETAYI UZUN KONU....! KAÇ MISYONER MERKEZINDE ONUN KITAPLARINI GORDUM...!!! DUALARINIZDA BIZI DE EKSIK ETMEYINIZ VE ASLA UNUTMAYINIZ : " DAIMA SIZE DINI HATIRLATAN ARKADASLAR ILE BERABER OLUNUZ, O CEVREDE BULUNUNUZ...SELAM VE DUA İLE

MAİL 3 : Ben bir ateistle konuşduğumda ona "kamerayi bir yaratan varda senin mükemmel gözünü yaratan yokmu?" dedim. bana cevabi "o zaman bu iş sonsuza kadar devam eder. yani bu iddana göre her şeyi bir yaratan varsa Allah'ı da yaratan ve Onu yaratani da yaratan... olmalidir" dedi. ASIL CEVAP: “SONSUZA KADAR GİTMEZ, BİR YERDE DURMALIDIR “ ŞEKLİNDE OLMALIDIR: ALLAH’IN VARLIGI ADLI DOSYAMIZI OKUYUNUZ.ORADA CEVAP VAR
Yine bir ateiste "Big Bangi" delil olarak sundum. cevabi "Big Bang 0 hacme sahip nokta ve sonsuz kütle bir aradayken oluştu, yani yokluk, hiçlik hiç olmamiştir" oldu.ONA, SIFIR HACMIN " YOKLUK " KELİMESİNİN ANCAK BİLİMSEL AÇIKLAMASI, BİLİMSEL DİLLE ANLATIMI OLDUGUNU BİR HATIRLATIN. SIFIRIN İÇİNE SONSUZLUK OLAMAZ.BU MU ATEİST MANTIK...!?
Kuranin sadece Mekke ve çevresine indiği söyleniyor ve buna delil olarak Enam suresinin 92-ci ayeti gösteriliyor ve yine Kuranin tüm alem için gönderildiği söyleniyor ve bunada delil olarak Kalem suresi 52-ci ayet gösteriliyor. ve bununda bir çelişki olduğu idda ediliyor. BUNUN CEVABI SITEMIZDE DEFALARCA VERILDI: AYETLER ONCE CEKIRDEK KADROYU OLUSTURMAK İÇİN MEKKE’YE INDIRILMEYE BAŞLANDI.AMA MESAJ KADEME KADEME İLERLEDİ VE EVRENSEL HALE GELDI.DETAY İÇİN www.islamustundur.com/islamzip.zip ADLI KITAPCIGIMIZDA – SİTEMİZDE CEVABI BİRKAÇ YERDE VAR, ARAMA BUTONUNU KULLANARAK O YAZILARA ULAŞABILIRSINIZ-
Enfal 1-de ganimetlerin tamami Allahindir denirken, Enfal 41-de ganimetlerin 1/5-nin Allaha ait olduğu söyleniyor. ve bunun bir çelişki olduğu idda ediliyor.
KURANDA BAHSEDILEN BIR KONU ILE ILGILI BIR SONUCA VARMAK ICIN O KONU ILE ILGILI TUM AYETLERI GOZDEN GECIRMELI, KURANIN GENEL CIZGISI ICINDE DEGERLENDIRIP OYLE SONUCA VARMALIDIR: ENFAL 1. AYETİN DETAYI İŞTE AYNI SUREDE 41. AYETTE VERILIR. YANLIS YAPAN, KURANIN TEFSIRI KONUSUNDA METOT – USUL KURALLARINI BILMEYEN ONYARGILILARDIR. ENFAL I. AYET'TE "“Bütün ganimetler, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne aittir” ifadesi, savaşta elde edilen ganimet üzerinde kişisel olarak hiçbir savaşçının hak iddia edemeyeceğini bildiriyor: Çünkü ganimet, Kur’an'da ve Hz. Peygamber'in öğretilerinde (Sünnetlerinde) yer alan ilkelere göre kamu malıdır ve İslamî devlet (ya da cemaat) yönetimi tarafından kamunun yararına kullanılır ya da dağıtılır. " 5/1 ALLAH VE RESULUNE: DEVLET,KAMU MALI OLARAK AYRILIR, GERI KALANI MÜCAHİDLERE DAĞITILIR, AMA MÜCAHİDLERDE KAMU-HALKIN BİR PARÇASI DEĞİL MİDİR ZATEN?
Kuranda musevilere Yahudi dendiği ve bunun çelişi olduğu ireli sürülüyor. çünkü milliyeti yahudi olup da hristiyan olanlarda varmiş. NERDE , NE ANLAMDA KULLANILIYOR. AYETI – VARSA- OKUMADAN, SANAL- HAYALI IDDIALARA CEVAP VEREMEYİZ. HEM UNUTMAYALIM KI KURALLAR GENELDİR, ÖZEL HÜKÜMLER GENEL KURALLARIN DIŞINDAKİLERİ İFADE EDER. YAHUDİ KÖKENLİ OLUPTA HRİSTİYAN OLAN TOPLAM KAÇ KİŞİDİR Kİ, İĞRAPTA MAHALLİ OLSUN, GENEL KURALLARA AYKIRI OLSUN, DEĞİL Mİ... YİNE DE ÖNCE İDDİA EDİLEN AYETLERİ, VARSA KELİMELERİN HANİ ANLAMDA KULLANILDIĞINA BAKMAK GEREKİR!
Kuranda neden sadece Yahudilere gönderilen Peygamberlerin isimleri var? ADEM YAHUDILERE MI GONDERILDI, YA MUHAMMED (SAV)…? HUT, LUT, ... IBRAHIME DEK OLAN PEYGAMBERLER…?
meleklerden peygamber olduğu idda ediliyor ve buna delil olarak Hacc suresinin 75-ci ayeti gösteriliyor. CEBRAİL ALLAH İLE RESULU ARASINDA ELÇİ - PEYGAMBER DEĞİL!- DEĞİL MİDİR? R-S-L KÖKÜ İRSAL'DEN TÜREMİŞTİR VE GÖNDERMEK ANLAMINA GELİR. ALLAH CEBRAİL'İ HZ RESUL'E GÖNDERMİŞTİR. BAŞKA ARACI OLARAK GÖNDERİLEN BİR ÇOK MELEKTE VARDIR AMA HİÇ BİRİ NEBİ-PEYGAMBER DEĞİLDİR.
Cennetin genişliği göklerle yer kadar ne demek. uzayla yer kadarmi? o zaman bu sonsuz bir mesafe olmazmi? ÖNCE SONSUZ OLAN SADECE ALLAH'TIR , BU BİR. İKİ: KURANDA MECAZ BOL BOL KULLANILIR. BU KONU SITEMIZDE ISLENDI: KURANDA MECAZ ADI ILE BIR OKUYUNUZ. BU CÜMLEDEN KASTEDİLEN İSE : CENNETIN SONSUZ DENECEK KADAR GENIS OLDUĞUDUR. İNSANIN ANLACAĞI KELİMELER İLE İFADE EDİLİŞİ İSE SÖZ KONUSU OLAN CÜMLEDİR.
Zariyat suresi 49-cu ayette her canlinin çift yaratildiği ancak Bakteri ve virüslerin çift olmadiği ve bununda bilimsel çelişki olduğu idda ediliyor. SITEMIZDE ISLENDI BU KONU:ARAMA UTONUNA MÜRACAAT LÜTFEN. AYRICA NE YANI ARTIK HER SEY BULUNDU MU , BİLİNMEYEN BİR ŞEY , ÇÖZÜMSÜZ SORU KALMADI .DAHA DENİZLERİN DİPLERİNDEN BEYNİN KIVRIMLARINA, UZAYIN DERİNLİKLERİNE... DAHA BİLİM NEYİ ÇÖZDÜKİ. HEM BİLİM NE BAKALIM: BUGUN " BİLİMSEL " DEDİĞİNİ YARIN İNKAR EDİYOR - BU KONUYU HAZIRLIYORUZ, BİLİM NEDİR, DİN MİDİR, YAKINDA- ...NEYSE, HANI BIR ZAMANLAR ATOMUN TANIMI “ PARCALANAMAYAN EN KUCUK YAPI TASU “ IDI.. ŞİMDİ ATOM BOMBASI YAPILDI... DAHA BILIM NE NOKTAYA GELDI KI SANKI BULUNACAK SEYLER BITMIS GIBI BU AYETTE EKSIK BULUNULMAYA CALISILIYOR…
Zumer suresinin 6-ci ayetinde canlilarin 8 çift yaratildiği bildiriliyor. buna nasil cevap vermemeiz gerekir? CANLILARIN DEGIL DAVARLARIN 8 YARATILDIĞI ANLATILIR: BUNDAN ( SEMANİYETE EZVAC YANİ 8 ZEVCE İLE ) KASTEDİLEN İSE DİŞİ VE ERKEK OLMAK ÜZERE 8 ÇIFT: DEVE, ÖKÜZ, KOYUN VE KEÇİDİR! AYETTE GEÇEN ZEVC KELİMESİ İÇİN , YAHUDİ İKEN SONRADAN MÜSLÜMAN OLUP TEFSİR YAZAN MUHAMMED ESED ŞÖYLE DER: "ZEVC TERIMI, HEM BIR EŞYA ÇIFTINI HEM DE BU ÇIFTIN HER IKI ELEMANINI GÖSTERIR: BU SEBEPLE, SEMÂNIYE EZVÂC (LAFZEN, “SEKIZ ÇIFT [HALINDE]”) IFADESINI “HER IKI CINSDEN DÖRT TÜR HAYVAN” OLARAK ÇEVIRDIM " DER.
Mulk suresi 5-ci ayette kayan yildizlarin şeytanlara atilan taşlar olduğunun geçdiği idda ediliyor. AYETN TAM MEALİ: "ANDOLSUN, BIZ EN YAKIN OLAN GÖĞÜ (DÜNYA GÖĞÜNÜ) KANDILLERLE - YILDIZLARLA : SAFFAT : 6 - SÜSLEYIP-DONATTIK VE BUNLARI, ŞEYTANLAR IÇIN TAŞLAMA-BIRIMLERI (RÜCÛM) KILDIK." AYETTE KASTEDİLEN YILDIZLARIN ŞEYTANLARIN DÜNYAYA YAKLAŞMALARINA ENGEL OLAN "İLERİ KARAKOL" OLARAK KULLANILAN YERLER OLDUĞUDUR. KAYAN YILDIZLAR AYETTE GEÇMEZ. YILDIZLARDA DEMEK ŞEYTANLARI DÜNYAYA YAKLAŞMASINA- DAHA DOĞRUSU : ŞEYTANLARIN GELECEKLE İLGİLİ HABERLERİ ALMALARINA - ENGEL OLMAKLA YILDIZLARDA GÖREVLİ MELEKLER VAR.
Rahman suresi 19-22 ayetleri ile Furkan suresi 53. ayetinde geçen iki denizin birbirine salindiği-kariştirildiği ama aralarinda bir engel olduğunu yazan ayetlerde denizlerden birinin suyunun içilebilen tatli su olduğu, diğerinin aci ve tuzlu su olduğu yazilidir. Rahman-22'de her ikisinde de inci ve mercan yetiştirildiğini yazar. Halbuki tatli suda inci ve mercan yetişmez. Suni olarak inci yetiştirilse bile mercan hiç yetişmez. SON DÖNEMLERDE YAPILAN BAZI ARAŞTIRMALAR, INCI VE MERCANIN DENIZ VE NEHIR SULARINDA BULUNDUĞUNU ORTAYA KOYMUŞTUR. İNCILERIN EN BOL ŞEKLIDE UMMAN YARIMADASINDAN KATAR YARIMADASINA KADAR UZANAN BÜYÜK KÖRFEZ AÇIKLARINDAKI SULARDA BULUNDUĞUNA DIKKAT ÇEKEN KAYNAKLAR, BUNLARIN KUZEY YARI KÜRE ILIMAN KUŞAĞINDAKI TATLI SULARDA BULUNDUĞUNU BELIRTIYORLAR. ÖZELLIKLE MISSISSIPPI VE ONU BESLEYEN IRMAKLARDA ÇOK DEĞERLI INCILERIN BULUNDUĞU KAYDEDILMEKTEDIR. YINE BU KAYNAKLARA GÖRE ASYA, AVRUPA VE AMERIKA'NIN BAZI IRMAK VE AKARSULARINDA INCI BULUNDUĞU BELIRTILMEKTEDIR. MESELA AVRUPA KITASINDA ÇIKAN EN KIYMETLI INCILERIN KAYNAĞI, BAVYERA ORMANLARINDAKI AKARSULARDIR. ÇIN'DE IRMAK INCILIĞI ÇOK ÖNCELERDEN BERI BILINMEKTEDIR. (THE ENCYCLOPEDIA AMERICANA, 1973, "PEARL" MAD.; THE WORLD BOOK ENCYCLOPEDIA, 1978, "PEARL" MAD.; ENCYCLOPEDIA OF SCIENCE AND TACHNOLOGY, 1971, "PERL" MAD.; ANA BRITANICA, 1992, (INCI) MAD. ) REŞID RIZA'NIN BILDIRDIĞINE GÖRE, BAZI HINT NEHIRLERINDE INCILERIN BULUNDUĞU KESIN OLARAK TESPIT EDILMIŞTIR. İNGILIZ ASILLI MÜSTEŞRIKLERDEN VE KUR'AN'IN MEŞHUR INGILIZCE MÜTERCIMLERINDEN BIRI OLAN GEORGE SALE (1697-1736), KADI BEYDÂVÎ'NIN BU AYETIN TEFSIRI ILE ILGILI AÇIKLAMASINA EK BILGI ÇERÇEVESINDE YAPTIĞI INCELEMEDE, SÖZ KONUSU TESPITLERIN DOĞRU OLDUĞUNU IFADE ETMIŞTIR. (REŞID RIZA, TEFSIRU'L-MENÂR, VIII/106.) DR. İBRAHIM AVD DA, BU KONUDA DEĞIŞIK ARAŞTIRMALAR YAPTIĞINI VE NETICE ITIBARIYLE INCI ILE MERCANIN, KUR'AN'IN IFADE ETTIĞI ŞEKILDE TUZLU SULARDA OLDUĞU GIBI, TATLI SULARDA DA, - ÖZELLIKLE İNGILTERE, İSKOÇYA, ÇEKOSLOVAKYA VE JAPONYA'NIN TATLI SULARINDA- BULUNDUĞUNUN TESPIT EDILDIĞINI IFADE ETMEKTEDIR. (İBRAHIM AVD, MASDARU'L-KUR'AN (MAHTUT, 1986), 278-281. AYRICA: "EL-MUNTEHAB FI TEFSIRI'L-KUR'ANI'L-KERIM" ADLI TEFSIRDE FÂTIR SURESINDE, ONIKINCI ÂYETIN AÇIKLAMASINA DA BAKILABILIR. )
KUYUMBURADA.COM ADLI SİTEDEN : TATLI SU İNCİLERİ : BU INCILER DÜNYANIN HER YERINDE TATLI SU NEHIRLERINDEN VEYA GÖLLERDEN ÇIKAR . TATLI SU INCILERININ RENK BIRLEŞIMI TUZLU SU INCILERINKINI GEÇER. RENKLERI AÇIK ORTA VE KOYU TURUNCU, MOR MENEKŞE, MAVI VE GRININ YANI SIRA GELENEKSEL BEYAZ, KREM, PEMBE, SARI ALTIN VE SIYAH OLABILIR. EN ÇOK GÖRÜLEN ŞEKLI UZUN INCE PIRINÇ TANESI GIBI ÜZERI KIRIŞIK OLANLARDIR. BUNUNLA BERABER ŞEKILLERI DE RENKLER DE ÇOK ÇEŞITLIDIR. DOĞAL TATLI SU INCILERI TATLI SU INCILERINE NAZARAN DAHA BEYAZDIR VE IYI BIÇIMLERIYLE TUZLU SU INCILERININ EN IYILERINE RAKIPTIR.İNTERNETTEN TATLI SU MERCANLARI ILE ILGILI BIR BILGI: TATLI SU MERCANLARI DA VAR.FAKAT BU DENIZ MERCANLARI GIBI BIR YAPIDA DEĞIL.DAHA YUMUŞAK GÖVDEYE SAHIPLERDIR.BUNUN SEBEBI DE,KABACA SÖYLEMEK GEREKIRSE, ISKELETLERI DENIZ MERCANLARI GIBI CALSIYUM TUZLARINDAN OLUŞMUYOR. http://tr.wikipedia.org/wiki/Mercan_(koral) DEN BİR BİLGİ : KURAN'IN TATLI SU OLARAK ADLANDIRDIĞI AKDENİZDE MERCAN YETİŞİR. AYRICA DENİZ ALTINDA TATLI SU KAYNAKLARI DA OLDUĞU BİLİNMEKTEDİR.
NOT: DUHAN VE CASIYE SURESI ILE ILGILI VERDIGINIZ AYET NUMARALARI YANLIS. YENİDEN GONDERIRSENIZ CEVAPLARIZ INSALLAH.SELAM VE DUA ILE.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
T.Dursunun Çelişkileri ..Genel Olarak iddiaları ve cevaplar
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Ahiretle ilgili Genel Sorular Ve Cevaplar-ölüm ve ötesine dair
» Misyönerlere Cevaplar
» Ateist Yazarlara Cevaplar
» Hristiyan olmak isteyen bir gencin iddiaları ve cevap
» ATEİZM VE ÇIKMAZLARI (temel iddiaları ve cevapları)Prof.Mehmed Aydın

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: İslami ilimler ve dini kültür :: Ateist-Deistlerin vb İddialarına Cevablar-
Buraya geçin: