Mürtedin Katli ve Fikir ve İnanç Özgürlüğü
Soru:
1. Günümüzde İslam devleti adı altında kurulmuş bulunan devletlerde mürtedlerin öldürülmesi hükmünün uygulanması mümkün müdür?
2. İslam’da neden mürted erkek öldürülüyor da, mürted kadın öldürülmüyor?
Cevap:
1. İslam devleti sınırları içinde yaşayan Müslüman bir erkeğin İslam dinini terk ederek başka bir dine geçmesi veya dinsizliği tercih etmesi (irtidat) durumunda hüküm bellidir. Akıl-baliğ erkek bir Müslüman, aklı başındayken (sarhoşluk, cünun vb. bir hal yokken), herhangi bir zorlama söz konusu değilken dinden dönen bir Müslümanın dinden dönmesine yol açan etkenler araştırılır ve ortadan kaldırılır. Kendisi ile konuşulur ve fikrî/ilmî şüpheleri ehil kimselerle müzakere etmesi sağlanarak ortadan kaldırılır ve düşünüp tevbe etmesi için süre verilir. Bütün bunlardan sonra irtidadında ısrar ederse öldürülür.
İbnu’l-Münzir’in Kitâbu’l-İcmâ’ında[1] herhangi bir ihtilaf zikredilmezken İbn Hazm, Merâtibu’l-İcmâ’ adlı eserinde[2] Hz. Ömer, Süfyân es-Sevrî ve İbrahim en-Neha’î’den, mürtedin öldürülmeyeceğini, ölene kadar tevbe etmesinin isteneceğini söylediklerini belirtir. İbn Teymiyye bu eser üzerine yazdığı Nakdu Merâtibi’l-İcmâ’da bu kayda herhangi bir itiraz getirmemiştir. Bu iki eseri birlikte neşreden Zâhid el-Kevserî de bu noktada herhangi bir şey söylememiştir.
Bu noktayı müstakil bir yazıda ele almak üzere paranteze aldıktan sonra devam edecek olursak, günümüzde bu hükmün uygulanması noktasında pratik birtakım güçlükler bulunduğu, uluslar arası sistemin ve bağlantıların bu ve benzeri hükümlerin uygulanmasını zorlaştırdığı tezi malumdur. Bu noktada ümmete düşen, İslam ahkâmının muhafaza ve müdafaasından geri adım atmak değil, uygulanmalarının önündeki engellerin aşılmasına çalışmaktır.
Herhangi bir İslamî hükmün fiilen uygulanabilir olması için gerekli şartlar ve ortamın bulunup bulunmaması ayrı bir şeydir, fiilen uygulanmıyor diyerek hükmün tamamen iskat edilmesi daha ayrıdır. Müslümanlar birinci yok diye ikinciyi kabul etmek zorunda değildir. En azından gönüllerinde, bilinçlerinde İslam’ı bir bütün olarak yaşamanın ve yaşatmanın gayreti içinde olmak gerekir.
2. İrtidad eden erkek öldürülürken aynı durumdaki kadının öldürülmemesi meselesine gelince, bu, Hanefî mezhebinin ictihadıdır. Diğer mezheplerde iirtidad eden kadın da tıpkı erkek gibi –tevbe teklif edilip şüpheleri giderildikten ve düşünmesi için süre verildikten sonra– öldürülür.
Hanefîler ise mü’minlerle fiilen savaş halindeki topluluk (harbîler) arasında bulunan kâfir kadınların öldürülmesini yasaklayan hadis gibi delillere kıyasla mürted kadının öldürülmeyeceğini, tevbe edene kadar hapiste tutulacağını söylemişlerdir.[3]
Burada bir noktaya dikkat çekelim: Özellikle “çağdaş telakkiler”i rahatsız eden mürtedin katli gibi meselelerde farklı hüküm verme peşinde olan bir kısım çevreler, bu gibi ahkâmı zorlama yorumlarla devre dışı bırakma gayretindeler. Söz gelimi recm uygulamasının bir “hadd” değil “ta’zir” cezası olduğunu (yani bu cezayı uygulamanın bir “gereklilik” olmayıp, “devlet başkanının yetkisine bırakıldığını) söylemektedirler.
Benzeri bir durum mürtedin katli meselesinde de karşımıza çıkıyor. Bu hükmü de, münhasıran muharip durumundaki mürtedlerin öldürüleceğini söyleyerek esnetme çabası içinde bulunduklarını görüyoruz. Oysa mürtedin katli meselesine kaynaklık eden hadislerde de, uygulamada da böyle bir kayıt mevcut değildir.
Mürtedin katli meselesi hakkında modern zamanlarda ileri sürülen kimi itiraz ve tenkitler bulunduğunu biliyoruz. Başta "fikir ve inanç özgürlüğü" olmak üzere birçok kavram, mürtedin katli hükmüne esas teşkil eden nass ve uygulamaların önüne geçirilmek suretiyle aslında yaşadığımız "zihniyet dönüşümü" ortaya konulmuş oluyor.
Oysa bir Müslüman için esas olan muhkem nasslar ve onların uygulamasıdır. Yaşadığımız ortamda ve yasal zeminde herhangi bir hükmün uygulanmıyor oluşu onun "İslamîliğini" tartışma konusu yapmayı meşru kılmaz. Elbette her bakış açısının bir gerekçesi vardır; önemli olan bu gerekçenin meşruiyetidir.
Konu hakkındaki itirazları iki başlık altında toparlayabiliriz:
1. Mürtedin katli hükmünün Kur'an'da geçmemesi, sadece hadislerle sabit olması.
Daha önce başka vesilelerle belirtmiştim; herhangi bir şeyin Kur'an'da geçiyorsa kabul, geçmiyorsa reddedileceği şeklindeki anlayış en başta Kur'an'ın reddettiği bir çarpıklığın ifadesidir. Kur'an'ın neresinde "Sadece bu kitaptaki 6 bin küsür ayette lafzî olarak geçen hükümler bağlayıcıdır; başkası değil" diye bir ayet var?
Tam tersine Kur'an pek çok ayetinde bizi Sünnet'e yönlendirmekle, aslında murad-ı ilahiye ulaşmanın yolunu da göstermiş olmaktadır. Bu bağlamda gündeme getirilen "hadislerin güvenilmezliği" anlayışının sebep ve sonuçları üzerinde daha önce durmuştuk.
Bu anlayışın temsilcilerine, "Sadece Kur'an'da geçen hükümlerin uygulama konusu olabileceği şeklindeki anlayışınızda samimi iseniz, haydi hırsızlık, zina, zina iftirası… vb. konulardaki Kur'anî hükümlerin arkasında olduğunuzu açık ve net bir şekilde deklare edin!" deseniz, buna yanaşmayacak ve bin dereden su getirerek bu hükümleri tevil etme yoluna gideceklerdir. Onların meselesinin, Din'in çağa "uygulanması" değil, "uydurulması" olduğunu buradan açıkça anlamak mümkündür.
2. Mürtedin katli hükmünün "birkaç hadiste" yer alması yeterli değildir. Zira bu hadisler kesin değildir.
Bu iddia hakkında şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim: Mürtedin katli hükmünü getiren hadisler Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbn Abbâs, Ebû Musa el-Eş'arî, Abdullah b. Mes'ûd, Cerîr b. Abdillah, Ebû Hureyre, Abdurrahman b. Sevbân, Enes b. Mâlik gibi sahabîler yanında, Hârice b. Mudarrib, Zeyd b. Eslem gibi tabiîlerden de nakledilmiştir. Muhammed Takî el-Osmânî, bu isimlerden gelen 17 rivayeti Fethu'l-Müslim'e yazdığı kıymetli tekmilede bir araya toplamıştır.
Bu rivayetler yanında Sahabe döneminden beri sürdürülegelen "uygulama" da mesele hakkında ilk dönemlerden beri herhangi bir görüş ayrılığı bulunmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Buna mukabil İslam'da irtidadın bir suç olmadığı, dolayısıyla herhangi bir cezasının bulunmadığı şeklindeki bir görüşün ne Sahabe'den, ne de daha sonraki nesillerden birinden nakledilmesi mümkündür! (Hz. Ömer, Süfyân es-Sevrî ve İbrahim en-Neha'î'den, mürtedin öldürülmeyeceğini, ölene kadar tevbe etmesinin isteneceğini söyledikleri şeklindeki nakil üzerinde birazdan duracağım inşallah.)
Şu halde modern çağın anlayış ve değer yargılarının etkisinde kalarak Din'i ve dinî hükümleri bu zeminde ele alma hastalığına yakalanmış olanlar dışında bu meseleye itiraz getirilmesi söz konusu değildir.
Meseleyi "fikir ve inanç özgürlüğü" zemininde ele alanların, mürtedin katli hükmünün Kur'an'a aykırı olduğunu dile getirmeyi de ihmal etmediğini görüyoruz. Meselenin bu yönünü ve delil olarak zikredilen ayetlerin konuya delalet edip etmediğini de ele alalım.
1. Hz. Ömer, Süfyân es-Sevrî ve İbrahim en-Neha'î'den, mürtedin öldürülmeyeceğini, ölene kadar tevbe etmesinin isteneceğini söyledikleri şeklindeki nakil.
2. Mürtedin katli meselesinin "fikir ve inanç özgürlüğü" zemininde ele alınması.
3. Bu hükmün Kur'an'a aykırı olduğu iddiası.
Yerimiz elverdiğince bu üç noktayı sırasıyla ele alalım:
1. Hz. Ömer (r.a)'in, mürtedin öldürülmeyip hapsedileceği ve ölene kadar kendisine tevbe teklif edileceği görüşünde olduğunun, İbn Hazm'ın Merâtibu'l-İcmâ'ında zikredildiğini görmüştük.
Hz. Ömer (r.a)'in bu görüşte olduğunun söylenmesinin sebebi muhtemelen şu olaydır: Enes b. Mâlik (r.a) Tüster'in fethinden sonra Medine'ye Hz. Ömer (r.a)'ın yanına gelir. Hz. Ömer (r.a), fetih öncesi irtidat ederek müşriklere katılan Bekr b. Vâil kabilesine mensup 6 kişinin akıbetini sorar. Enes (r.a) lafı değiştirmek isterse de Hz. Ömer (r.a)'ın ısrarlı soruları karşısında, "savaşta öldürüldüler" cevabını verir. Hz. Ömer (r.a)'in "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci'ûn" demesi üzerine, "Zaten öldürülmeyecekler miydi? Başka yolu var mıydı" diye sorar. Hz. Ömer (r.a) şu cevabı verir: "Evet. Ben olsam onlara İslam'a girmelerini teklif eder, kabul etmezlerse hapse atardım."[4]
Nitekim İbn Hazm, el-Muhallâ'da mürtede uygulanacak hüküm hakkındaki ihtilafları zikrederken, "mürtedin öldürülmeyeceği, ömrünün sonuna kadar tevbeye davet edileceği görüşünde olanlar" diye zikrettiği gruba örnek olarak Hz. Ömer (r.a)'i zikretmiş ve yukarıda mana olarak aktardığım hadiseyi nakletmiştir.[5]
Ancak ilginçtir, İbn Hazm'ın orada zikrettiği iki rivayetten birinde –ki diğer kaynaklar tarafından da zikredilmiştir– Hz. Ömer (r.a)'in, mürtedin üç gün hapsedilmesini, sonra İslam'a dönme teklifi yapılmasını söylediği nakledilmektedir. Bu rivayet, Hz. Ömer (r.a)'in mürtedin üç gün süre verildikten ve tevbe teklif edildikten sonra öldürüleceği görüşünde olduğunu anlatmaktadır. Aksi takdirde, buradaki "üç gün" kaydının hiçbir anlamı olmayacaktır!
Araştırabildiğim kadarıyla Hz. Ömer (r.a)'den gelen ve "mürtedin öldürülmeyeceği" görüşüne delil teşkil eder gibi görünen tek nakil budur. Ancak dipnotta zikrettiğim kaynakların tamamında Hz. Ömer (r.a)'in, benzer bir vakada irtitad edip de hemen öldürülen bir kişinin haberini aldığında olayı tasvip etmediği, hapsedilip üç gün süreyle kendisine tevbe teklif edilmesini daha uygun gördüğü de nakledilmektedir.
Keza bir diğer rivayette Kûfe'de görevli bulunan Abdullah b. Mes'ûd (r.a), birtakım kimselerin irtidat etmesi üzerine durumu Medine'ye Hz. Ömer (r.a)'e iletmiş, o da verdiği cevapta, söz konusu kişileri tevbeye ve Hak Din'e davet etmesini, kabul etmezlerse öldürmesini bildirmiştir.[6]
Dolayısıyla Hz. Ömer 'r.a)'in mürtedin öldürülmeyip, ömrünün sonuna kadar tevbeye davet edileceği görüşünde olduğunu kesin bir şekilde söylemek hayli zor görünmektedir. Böyle düşünmektense, –İ'lâu's-Sünen müellifinin de belirttiği gibi– Hz. Ömer (r.a)'dan gelen mutlak rivayeti mukayyede hamlederek, "Ben olsam onlara İslam'a girmelerini teklif eder, kabul etmezlerse hapse atardım" sözünü, "belli bir süre hapsederdim" şeklinde anlamak daha makul görünmektedir.
Mürtedin öldürülmeyeceği görüşünün İbn Hazm tarafından İbrahim en-Neha'î ve Süfyân es-Sevrî'den de nakledildiğini yukarıda görmüştük. Abdürrezzâk da bu görüşü onlara nisbet etmektedir.[7]
Ancak burada da problem yok değil. İcma konusundaki eseri kadar ulemanın ihtilafları konusundaki eseri de şayan-ı itibar olan İbnu'l-Münzir'in, mezkûr iki imamın adını, "mürted tevbeye davet edilir; ederse ne ala, etmezse öldürülür" diyenler arasında zikrettiğini görüyoruz.[8] Yine İbnu'l-Münzir'in, dipnotta belirttiğim yerde Hz. Ömer (r.a)'ı da bu görüşü benimseyenler arsında zikrettiğini kaydedelim.
Ancak şunu da belirtelim ki İbnu'l-Münzir, bahsin devamında Hz. Ömer (r.a)'den gelen rivayetlerin ihtilaflı olduğunu, keza İbrahim en-Neha'î ve Süfyan es-Sevrî'nin de mürtedin öldürülmeyip, sürekli olarak tevbeye çağırılacağı görüşünde olduklarını söyler.
Bu durumda onlardan da –tıpkı Hz. Ömer (r.a)'dan olduğu gibi– bu konuda farklı rivayetler geldiğini söyleme zarureti ortaya çıkıyor.
İrtidat meselesini rivayetler temelinde işleyen kaynakların hemen tamamında, mürtedin katli meselesi hakkında icma bulunduğunun, ihtilafın ise mürtede tevbe teklif edilip edilmeyeceği ve süre verilip verilmeyeceği meselesinde vuku bulduğunun altı çizilmektedir. Bu noktayı dikkate aldığımızda, bu mesele üzerinde icma bulunduğunu belirten ulemanın, onların diğer ulemanın kavliyle örtüşen görüşlerini tercihe şayan bulduğu neticesine ulaşıyoruz.
Yukarıda, mürtedin katli hakkında icma bulunduğu tesbitini tartışmalı kılabileceği düşünülen meseleyi ele almıştık. Ve görmüştük ki, bu meselede cumhurun üzerinde birleştiği hükme aykırı kanaatte olduğu nakledilen Hz. Ömer (r.a), İbrahim en-Neha'î ve Süfyan es-Sevrî'den, cumhurdan farklı düşünmedikleri de nakledilmiştir. Dolayısıyla bu meselede icma bulunmadığını söylemek o kadar kolay görünmemektedir.
Bu hafta da meselenin Kur'an'a uygunluk-aykırılık boyutunu görelim.
İddia, mürtedin katli hükmünün pek çok Kur'an ayetine aykırılık teşkil ettiği yönünde. Bu iddiaya delil getirilen ayetlerden bazıları şunlar:
- "Din'de zorlama yoktur. İman ile küfür apaçık ortaya çıkmıştır…"[9]
- "De ki: "Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr…"[10]
- "De ki: "Ey kâfirler! Ben sizin kulluk etmekte olduğunuza kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. Ben elbette sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Ve sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benimki bana."[11]
Bunlar ve benzeri ayetler, Kur'an'ın, din seçimini kişilerin özgür tercihine bıraktığını, dolayısıyla bu alana hiçbir güç tarafından karışılmayacağını anlatmaktadır. Kur'an'da irtidat için herhangi bir ceza belirlenmemiştir. İrtidat meselesine değinilen ayetlerde bile somut herhangi bir müeyyideden söz edilmemiştir.
Söz gelimi Kur'an'da şöyle buyurulur: "Hakikat şu ki, iman edip de sonra küfre sapanlar, sonra yine iman ederek (arkasından tekrar) küfre dönenler ve sonra da küfürlerinde ileri gidenler var ya; Allah onları bağışlamayacak ve doğru yola eriştirmeyecektir."[12]
Yine şöyle buyurulur: "Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliktir. Orada devamlı kalıcıdırlar."[13]
Netice olarak Kur'an, irtidat meselesine değindiği halde bu suçun herhangi bir müeyyidesinden söz etmemişken ve dahi kimin neye inanacağı meselesine hiçbir şekilde müdahalede bulunmamışken, irtidat fiilinin bir "suç" olduğunu ve dünyevî bir cezasının –hem de cezaların en ağırı– bulunduğunu söylemek Kur'an'a aykırılık arz eder.
Evet, iddia kısaca bu.
Bu iddia karşısında söylenmesi gereken birkaç husus var:
1. Zikredilen ayetler ve benzerleri, iman edip etmeme tercihinin insana bırakıldığını ve "Müslüman olmama"nın resen herhangi bir müeyyidesinin bulunmadığını anlatır. Müslümanken irtidat etmek ise ayrı bir olaydır ve bu ayetlerde bununla ilgili bir hüküm yer almamaktadır.
2. Kur'an, irtidat meselesine değinmiş, ancak ona herhangi bir müeyyide getirmemiştir. Bu doğrudur. Ancak bir başka doğru daha söz konusu: Özellikle son sırada zikredilen ayette (2/el-Bakara, 217) dikkat edilmesi gereken bir incelik var: İrtidat eden kimsenin amellerinin "dünyada ve ahirette" boşa gideceği beyan buyurulmuş. Amelin ahirette boşa gitmesi anlaşılabilir bir şey. Bu dünyada iman üzereyken yapılan amellere mukabil olarak –bilahare vuku bulan irtidat sebebiyle– ahirette sevap ve güzel karşılık verilmemesi durumudur bu.
Peki, acaba amelin "dünyada" boşa gitmesi ne demektir?
Bu sorunun cevabı ancak şöyle verilebilir: Kişinin, irtidat ettikten sonra –tevbeye davet edilmek ve diğer hususlar yerine getirildikten sonra– öldürülmesi, nikâhının düşmesi (evlilik bağının kendiliğinden çözülmesi), müslüman mirasçısına varis olamaması, mü'minlerle arasındaki dostluk, kardeşlik bağlarının sona ermesi…[14]
Şu halde Kur'an'ın, irtidat meselesine değindiği halde "işareten" dahi olsa bu suçun müeyyidesine yer vermediğini ileri sürmek doğru değildir.
3. Kur'an'ın, pek çok meseleyi icmalen zikredip, tafsilini Sünnet'e havale ettiği ehlinin malumudur. Dolayısıyla irtidat suçunun müeyyidesinin ne olduğu sorusunun cevabının Sünnet'te yer almasından garipsenecek bir durum yoktur.
Burada şöyle bir itiraz ile karşılaşabiliriz: Kur'an, ölüm cezasından daha hafif cezaları zikrettiği halde, (evli zaninin ve mürtedin öldürülmesi meselesinde olduğu gibi) ölüm cezasından hiç bahsetmemesi dikkat çekicidir. Bu durum, bu cezaların Kur'an'ın onaylamadığı cezalar olduğunu gösterir.
Bu itiraz ilk bakışta makul gibi görünse de, meseleye biraz yakından bakıldığında son derece tartışmalı olduğu hemen anlaşılacaktır. Zira bu yaklaşım şöyle bir mantık üzerine oturmaktadır: "Kur'an önemli hususları tasrih eder, Sünnet'e havale ettikleri ise daha az önemli hususlar olmalıdır."
Oysa Kur'an'ın namaz gibi en temel bir ibadeti sadece icmalen zikretmekle yetinip detayları Sünnet'e havale ettiği, buna mukabil, namaza bir hazırlık mesabesinde olan abdesti hemen hemen bütün detaylarıyla zikrettiği malumdur. Aynı durum, zekât, hacc, oruç gibi temel ibadetlerin tamamı için geçerlidir.
Dolayısıyla bizim, Kur'an'da neyin yer alacağını ve neyin yer almayacağını tayin gibi bir konuma sahip bulunduğumuz anlamına gelebilecek bu tarz akıl yürütmelerden uzak durmak gerekir.
Mürtedin katli hükmünün "fikir ve inanç özgürlüğü" bağlamında arz ettiği duruma değinerek bu bahsi nihayetlendirmiş olalım.
İslam insanlara zorla din empoze edilmesini onaylamaz; kimsenin zorla müslümanlaştırılmasına rıza göstermez. Bu doğrudur; ancak bununla, müslüman bir kimsenin İslam'ı terk ederek bir başka dine veya dinsizliğe geçmesi birbirine karıştırılmamalıdır. "Arada ne fark vardır?" diye sorulacak olursa şöyle deriz:
Bu soruda müslümanın İslam'a bakışı ile ilgili temel bir problem bulunmaktadır. Bu problemin üzerine gitmeden mürtedin katli meselesindeki soru işaretlerini ortadan kaldırmak mümkün değildir. Hiçbir müslüman, İslam dışındaki bir dinin veya dinsizliğin müslümanlar arasında yayılmasına rıza göstermez. Bu, sadece mürtedin katli hükmünü kabul edenler tarafından değil, bu hükmü izahta zorlananlar veya reddedenler tarafından da böyle kabul edilir. Peki bunun sebebi nedir?
Şüphesiz ki bu sorunun tek bir cevabı vardır: İslam diğer dinlerle eşitlenemez; zira İslam hak, diğerleri batıldır! Bu sebeple hiç birimiz, bir yakınımızın veya bir başka müslümanın bu ezelî ve ebedî hakikati terk ederek, onunla kıyaslanması mümkün olmayan batıl din veya inanç sistemlerinden birine geçmesine rıza göstermeyiz. Bir müslümanın böyle bir şeyi kabul edip içine sindirmesi mümkün değildir! Bu sadece sosyo-kültürel bir problem değildir. Meselenin çok daha derinlere uzanan boyutları vardır.
Şayet mesele salt "din ve inanç özgürlüğü" ise, İslam'ı terk eden kimse, özgürlüğünü kullanmış ve basit bir seçim yapmıştır; böyleyken onun bu tercihini niçin tepkiyle karşılarız?
Şunu söylemek mümkün: Müslümanın, böyle bir tercihi onaylamaması, en temelde fıtrata aykırılığı sebebiyledir. Küfre karşı gösterilen fıtrî tepki, bir müslümanın dinini terk ederek kâfir olması durumunda elbette daha görünür olmaktadır.
İslam ile "diğerleri" arasında fazla bir fark olmadığı anlamına gelen "fikir ve inanç özgürlüğü" temelli itiraz bu bakımdan tartışmaya değerdir. "başka din ve inanç sistemlerinde dinini terk eden öldürülmez" veya "çağdaş dünyada bir kimsenin din değiştirdiği için ölüm cezasına çarptırılması anlaşılabilir değildir" tarzındaki yaklaşımlar, en temelde İslam ile "diğerleri"ni eşitlediği için sakattır. Birisi çıkıp da, "O zaman kâfirler niçin cehennem azabına çarptırılacak?" diye soracak olsa, bunun, ahirette cereyan edecek bir vakıa olarak dünya hayatını ilgilendirmediğini söyleyerek işin içinden sıyrılmak mümkün müdür?
Mürtedin katli hükmünü, irtidadın sağlıklı ve istikrarlı bir toplumsal hayat için tehdit oluşturacağı, dine karşı lakaytlığa kapı açacağı, dine bağlılık hissinde çözülmelere yol açacağı… gibi sebeplere bağlamak meselenin sadece bir boyutunu açıklar. Evet, İslam, müslümanlığı kabul etmeyi kişinin özgür iradesine bağlar; müslüman olması için onu hiçbir şekilde zorlamaz. Hatta müslüman olduktan sonra bu dini terk etmenin cezasını da peşinen bildirir ki bu dine giriş basiret, bilinç ve delil ile olsun.
Bunlar son derece önemli hususlardır. Ancak bütün bu izah tarzları, söz gelimi, hayatı kendi halinde yaşayan, İslam için bireysel ve toplumsal boyutta herhangi bir şekilde tehdit oluşturması söz konusu olmayan bir mürted için şüphesiz geçerli değildir. Şu halde irtidad hükmünü bunlarla izah etmek, hükmü "illeti"yle değil, "hikmeti"yle izah etmek olacaktır. Bir diğer deyişle elbette bu ve benzeri izah tarzları değerlidir, açıklayıcıdır; ancak "illet" yerine kaim değildir.
O halde mürtedin katli hükmünün izahı nasıl yapılmalıdır?
Elbette benim yazacaklarım da meselenin "illeti"ni açıklamak olarak, yani "kesin sebebi" ortaya koymak olarak anlaşılamaz. Bu sebeple, "Allahu a'lem" kaydıyla söyleyelim; bu hüküm, irtidad eden kimsenin, "en yüce değer"i, "mutlak hakikat"i tanıdıktan sonra ona arkasını dönmesi, ondan daha üstün bir değer bulunduğuna, hatta onun "hakikat diye bağlanacak kadar değerli olmadığına" inanması demektir. İslam varlığın biricik hakikati, inanç ve amel olarak fıtratın onayladığı tek sistemdir. Bir kimsenin bu hakikate vakıf ve vasıl olduktan sonra ona tavır alması elbette cürümlerin en büyüğü olarak görülmelidir.
Burada temel belirleyici, bizim neyi esas aldığımız, neyi önemsediğimizdir. Ya İslam'ı hayatın ve varlığın temeli, varoluşun biricik gayesi olarak kabul edecek ve her şeyi bu temelde değerlendireceğiz, ya da "inanç ve fikir özgürlüğü"nü bu konumda göreceğiz. Hangisini esas aldığımıza göre diğeri anlam ve değer kaybına uğrayacaktır.
Bu zaviyeden bakıldığında irtitad eden kimse, irtidad eylemini başkalarına yaymasa, bu anlamda toplum ve birey için bir tehdit oluşturmasa bile, kendi içinde yaşadığı, bir alçalmadır, seviye ve değer kaybıdır.
"Kimin nazarında" mı?
Elbette "varlığın sahibi" nazarında!!
Ebubekir Sifil
Dipnotlar:
[1] İbnu’l-Münzir, Kitâbu’l-İcmâ’, 119 vd.
[2] İbn Hazm, Merâtibu’l-İcmâ’, 210.
[3] İmam es-Serahsî, el-Mebsût, X, 108-9; el-Kâsânî, Bedâyi’u’s-Sanayi’, VII, 135.
[4] Abdürrezzâk, el-Musannef, X, 166; et-Tahâvî, Şerhu Ma'âni'l-Âsâr, III, 210-1; İbn Abdilberr, et-Temhîd, V, 306 vd.; el-Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, VIII, 207.
[5] İbn Hazm, el-Muhallâ, XI, 191.
[6] Abdürrezzâk, X, 168-9.
[7] Bkz. Abdürrezzâk, X, 166.
[8] İbnu'l-Münzir, el-İşrâf alâ Mezâhibi'l-Ulemâ, VIII, 53.
[9] 2/el-Bakara, 256.
[10] 18/el-Kehf, 29.
[11] 109/el-Kâfirûn, 1-6.
[12] 4/en-Nisâ, 137.
[13] 2/el-Bakara, 217.
[14] Bkz. Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, VI, 33.