KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 RAMAZAN SOSYOLOJİSİ ve PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6723
Rep Gücü : 10015167
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

RAMAZAN SOSYOLOJİSİ ve PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME Empty
MesajKonu: RAMAZAN SOSYOLOJİSİ ve PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME   RAMAZAN SOSYOLOJİSİ ve PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME Icon_minitimePtsi Ağus. 30, 2010 12:57 pm

Ramazan'ın insan psikolojisine faydası



Prof. Dr. Saygılı AA muhabirine yaptığı açıklamada, orucun insan iradesini güçlendirdiğini, ayrıca insanın aç kaldığı zaman yardıma muhtaç olanlarla empati kurmasının kolaylaştığını belirtti.

Ramazanda insanların ortak ibadet etmelerinin toplum dayanışması ve yardımlaşmaları için önemli olduğunu ifade eden Saygılı, insanın yalnızlık hissine karşı özgüven artması yaşadığını kaydetti.

Saygılı, ramazan ayında beraber tutulan oruçların, iftarların ve sahura kalkmanın aile birliğini güçlendirdiğini belirterek, insanların 'ben merkezci' olmaktan uzaklaştığını anlattı.

Oruç tutanlarda, bedenin yanı sıra ruhun da dinlenmeye çekildiğini ifade eden Saygılı, ''Ramazan ayı, vücudun kendini yenilemesi, toksinlerden arınması ve sigara, alkol gibi alışkanlıkların terk edilmesi için önemli bir fırsattır'' dedi.

Ramazan ayının, insanlara psikolojik açıdan çok büyük faydası olduğunu anlatan Sefa Saygılı, bu dönemde kazaların, intiharların, yaralamaların azaldığını kaydetti.

Saygılı, Ramazan ayında insanların daha sakin ve ibadetle meşgul oldukları için düşmanlık, saldırganlık gibi davranışlarda azalma olduğunu bildirdi.

İnsanın, ramazanda insanın fedakar, alçakgönüllü ve mütevazi olduğunu söyleyen Saygılı, ''Ramazan, insan psikolojisi için faydalıdır. Açlık, insana boyun eğdirir. Verilen nimetlerin daha çok farkına vardırır. Bu da insanı egoistlikten, megolamanlıktan uzak tutar. İnsanın kişiliğindeki bir takım aşırıklar törpülenir'' diye konuştu.

Ramazan ayında, çocuklara oruç tutturulmasına da değinen Saygılı, çocukları oruca alıştırmanın faydalı olduğunu, fakat öğlen bir öğün yemekle oruçlarının kolaylaştırılması gerektiğini kaydetti.

Prof. Dr. Sefa Saygılı, Ramazan ayında oluşan kardeşlik, sevgi, barış ve dayanışma ortamının, ramazan sonrasında da devam ettirilmesini temenni ettiğini söyledi.


***************************************


RAMAZAN SOSYOLOJİSİ ve PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME -1-2
Doç. Dr. Ali Murad Daryal

Allahu Teâlâ'nın orucu herkesin her ayın muayyen günlerinde veya ayrı ayrı dağınık olarak istedikleri günlerde istedikleri sayılarla, meselâ ayda üçer gün ki senede otuzaltı gün eder veya daha başka türlü yâhut kış aylarında kısa günlerde daha çok veya tamamen, yine bunun tersi olarak yaz aylarında daha çok yâhut tamamen veya senede belirli bir zamanda onbeş, yirmi yâhut daha başka sayılarla tutmamızı değil de bütün bir ömür boyunca olmak üzere senede bir ay, Ramazan ayında, otuz gün devamlı tutmamızı emretmesi Allah Teâlâ'nın aç ve susuzluğumuzdan müstağni olduğu gerçeği ile mütalâa edilecek olursa birçok sebep ve hikmetlere mebni ve yine bizler için birçok faydaları hâvi olduğu mantıkî sonucunu ortaya çıkarır. Öyleyse dâima emirlerindeki hikmetlerin bizler tarafından araştırılıp bulunmasını isteyen Allahu Teâlâ'nın orucu devamlı olarak senede bir ay emretmesindeki sebep ve hikmetleri araştırıp bulmağa çalışalım.

ORUÇLU İNSAN
Oruçlu insan aç olan insandır. Aç insan dış âleme yönelip onu kendine konu (obje) yapan kimse değil, bilâkis açlığı sebebiyle dış âlem yerine kendine yönelerek kendini, kendine konu (obje) yapan insandır.

Nasıl ki, dâima etrafına bakıp kendine bakmak aklına gelmeyen bir insan, halinden ötürü elbisesindeki sökük, yırtık, leke, toz-toprak veya herhangi bir uygunsuzluğu, bir münâsebetsizliği göremezse ve ancak herhangi bir sebeple gözlerini kendi üzerine çevirdiği an eksikliklerini, çeşitleri ve bütünü ile görerek onları telâfi etme cihetine gidebilirse, kendi kendinin konusu (obje) durumunda olan insan da ancak o zaman kendinde bulunan ve daha önceleri gözünden kaçmış olan birçok eksiklikler ve kusurları müşâhede etmeye başlayıp, onları kontrol altına alarak tahdit etmek sûretiyle azaltabilme imkânına sâhip olur.

Maddi bakımdan yemeden içmeden kesilmek sûretiyle kendimize yönelerek kendimizi kendimize konu (obje) yapma hali ve bunun sonucu olarak bütün hareketlerimizi dikkatle tahlil ederek kontrol altına alma gayreti İslâmiyet'in, "Oruçlu insanın sadece yemekten içmekten kesilmekle yetinmeyerek bütün âzâlarına da oruç tutturması yâni bütün âzâlarına ağız, göz, kulak, el... vs.'ye sâhip olarak onları akla gelebilecek her türlü kötülüklerden, lüzumsuz iş ve hareketlerden koruması gerektiği..." şeklindeki emri ile daha kuvvet kazanıp istikametini bularak daha fazla ciddiyet kesbedecektir. Başka bir ifade ile insan açlığı sebebiyle kendi kendine yönelme bakımından MADDETEN; buna karşılık bütün fena alışkanlıklarından vazgeçebilmek için yukarıda sayılan oruç tutanların yapması gereken esasları devamlı olarak kendi kendine telkin etmek sûretiyle de MÂNEN kendi eğitimine yönelmektedir. Bu da madde ile mânâ (ruh)’dan müteşekkil insanın eğitiminde de yine bu iki cephesiyle ele alınması yâni madde eğitimi ile mânâ eğitimin beraber yürütülmesi lüzumunun bir ifadesidir.

Başka bir ifade ile ibâdetlerin ilk gâyesi; müslümanların sağlam bir ruh, sağlam bir şahsiyet yapısına mâlik olmalarını gerçekleştirmektir. Fakat oruç tamamen maddî bir ibâdettir ve bedenle alâkalıdır. Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Ruh eğitimine bedenden yâni maddî eğitimden geçme zarûreti, beden ile ruh arasında çok sıkı münâsebetlerin, çok sıkı bağların mevcut olduğunu göstermektedir. Bu da, maddî eğitim ile mânâ (ruh) eğitiminin bir ömür boyunca beraber yürütülmesi icâbettiğinin, bu iki eğitimin birinden vazgeçmenin mümkün olamayacağının bir ifadesidir. Bu madde-mânâ eğitimi beraberliği yâni madde-mânâ eğitimi ayrılmazlığı Milli Eğitimimizde de bizlere yol gösterebilirdi. Şöyle ki: Maddî eğitim müsbet bilgiler vermek, mânevi eğitim ise millî-dîni eğitim şeklinde ele alınıp beraber yürütülebilirdi. Böylece eğitim bütün meselelerimizin temelinde yatan aksaklık düzeltilmiş olurdu.

Oruçlu insan aç olan insandır. Aç olan insan açlığı sebebiyle niçin, neden aç olduğunu dâimâ aklında tutan yâni devamlı olarak bir ibâdet halinde bulunduğunu hatırından çıkarmayan ve bunun sonucu olarak da biraz yukarıda zikredilen orucu tamamlayıcı ibâdetlerin de (eğitimin de) kendisinden istenildiğini unutmayarak aklından çıkarmayan ve böylece devamlı olarak kendi üzerine eğilen, kendini yetiştirmeye çalışan insandır.

NAMAZ-ORUÇ MÜNÂSEBETLERİ
Namazda esas olan husus, kendi fâni, noksan varlığını Allahu Teâlâ'nın Yüce Varlığı karşısında reddediş, inkâr ediş, yok kabûl ediştir. Başka bir ifade ile, namaza var-olan ve tek-olan Allahu Teâlâ'yı kabûl etmek ve O'na yönelmekle başlanır. Ve O Yüce-Varlığın karşısında kulun kendisini noksan, âciz, fâni, zavallı görmesiyle devam eder. Secde bu Yüce-Varlık karşısındaki kulun aczinin şeklen en güzel, en manidar bir ifadesidir.

Namazda bu kendi varlığını yok kabûl ediş o kadar bârizdir ki Allah karşısında kula kendi varlığını hatırlatacak her şey yasaktır. İdrar sıkıştırmış iken veya sofrada yemek varken ve zaman müsâit iken aç olarak namaz kılmak ve benzeri haller gibi.

Buna mukabil oruç da, oruç tutanın devamlı açlığı sebebiyle mütemadiyen kendini yâni kendi varlığını hatırlayış ve kendi varlığını gerçek bir realite olarak kabûl ediş vardır. Tabiî bununla beraber oruçta, birkaç saatlik bir açlığın kendisinde meydana getirdiği halleri müşâhede ederek kendi âcizliğini, noksanlığını idrâk ediş, yâni kendi var olmakla beraber eksik, noksan, âciz kabûl ediş vardır.

Bu şekilde kendini varolmakla beraber eksik, noksan, âciz kabûl ediş kendi varlığının kendinden gelmediği fikrini doğurur. Kendi varlığının kendinden gelmediği fikri, insanın, değil kendisi gibi bir varlığı, en ufak bir canlıyı bile yaratamadığı gerçeği ile birleşince yarattığı her şeyden sonsuz derecede büyük olan bir Yaratıcı'nın varlığı sonucunu çıkarır.

Özetlemek icâbederse: Oruçta evvelâ kendini kabûl ediş ve kendi varlığında Allahu Teâlâ'nın varlığına geçiş vardır. Kısacası oruçta kulun kendi varlığını kabûl etmesi, Allah'ın varlığına geçiş için bir vasıta, bir sıçrama zemîni temin edebilmek içindir.

Oruçlu insan aç olduğu ve önünde her tür ve her çeşit yiyecek, içecek bulunduğu ve bunları ondan yasaklayan hiçbir maddî gücün de bulunmadığı halde hattâ açlık îcâbı fizyolojik olarak o yemeklere mîdesinde büyük bir temâyül duymasına rağmen, belirli bir vakte kadar orucunu devam ettirmesinin oruçlu üzerinde birçok müsbet tesirler icra edeceği muhakkaktır.

Şöyle ki: İnsan dâima kendi menfaatlerine düşkündür. Tabiî bu menfaatlerin başında varolmak gelir. Zîrâ bir kimseye öldürülmesi kaydı ile şu kadar milyonla beraber birçok göz kamaştırıcı mevkiler va'dedilse bunu ne o, ne de başkası kabûl eder. Çünkü bu va'dedilen menfaatlerden istifade edebilmek için varolmak şarttır. Başka bir ifade ile, varolmak diğer menfaatlerin gerçekleşmesi için temel menfaat, ana menfaat durumundadır. Tabiî menfaatler üstesinde birinci sırayı almış olan varolma için de onun şartlarını, bir şeyler yemek, su içmek... vs. yerine getirmek gerekmektedir.

Özetlemek icâbederse; insan kendi varlığını sürdürebilmek için kendi varlığı ile yakından ilgili olan kendi boğazına birinci derecede düşkündür. Başka bir ifade ile, kat'iyyetle aç ve susuz kalmaktan hoşlanmaz, bilâkis aç ve susuz kalmaktan hayâtı boyunca korkar.

Öyle ise oruçlu insan oruç tutmak sûretiyle kendisi için menfaatler listesinde birinci sırayı alan en büyük menfaat, temel menfaat durumunda olan kendi öz varlığı ile yakından alâkalı olup onun temelini teşkil eden kendi boğazından, yemek yemek, su içmek... vs.'den Allah rızâsı için fedakârlık yapmaktadır. Başka bir ifade ile, oruçlu insan oruç tutmakla kendi varlığının te'mînatı demek olan her tür ve her çeşit yeme ve içmeye iltifat etmeyerek Hak rızâsı için onları yâni en büyük menfaatini terketmektedir.

Tabiî hiçbir maddî karşılık, para, rütbe... vs. olmaksızın ve kendi varlığını devam ettirecek olan gıda alma gibi en büyük menfaatini sırf Allah rızâsı için terkeden insanın kendisi için onun kadar ehemmiyetli olmayan ikinci derecedeki diğer şahsî menfaatlerini de yine aynı gâye, Hak rızası için birinci hale nisbeten daha kolaylıkla terkedip feda edeceği âşikârdır. Böylece bütün menfaatlerini hiçbir maddî karşılık gözetmeksizin sırf Allah rızası için birbirine feda eden insanlardan müteşekkil toplumun gücünü düşünecek olursak orucun toplumdaki yerini daha iyi kavramış oluruz. Ve yine oruç, oruç tutanın kendisi için helâl olan ve gözü önünde duran her türlü yemek, meyve... vs.'yi aç olduğu halde ister kalabalıkta ister tenhada elini uzatıp alıp yememesini sağlamak sûretiyle müslümanların iç güdüleri (sevk-i tabiî) ile yaşayan varlıklar olmaktan kurtulmasını temin eder. Başka bir ifade ile, bir yanda yemek arzusu ile el uzatma isteği, diğer tarafta buna müsâade etmeyen İRADE ve neticede iyi kötü her şeyi isteme gücünün irade karşısında mağlûbiyeti. Tabiî her ne şekilde olursa olsun iradenin bu galibiyetine yol açacaktır. Böylece oruçtan canının çektiğini yememe, canının istediğini yapmama alışkanlığı doğacaktır. Bu da çok mühimdir. Zîrâ aklına geleni düşünmeden hemen yapmak, canının her istediğini doğru yanlış diye ayırdetmeden hemen yerine getirmeye çalışmak toplumda yapılan bütün suçların esasıdır, temelidir. Kısacası oruç, içgüdülere karşı çıkma alışkanlığı verir ki insanı diğer canlılardan ayıran, insanı insan yapan taraf budur. Yâni oruç, sıkıntı ve ızdıraplar karşısında eğilmeyen, kendine hâkim olan, va'dedilen birtakım menfaatler karşısında hak ve gerçek bildiği prensiplerden hiçbir fedâkârlık yapmayan ideal insan tipini vücûda getirir.

Namaz ile orucun başka bir farkı da; namaz, müslümanları câmie toplar, toplu halde onları eğitir. Yani maddeten vücutlarının bir arada bulunmasında ve beraberce yaptıkları hareketlerinde birlik vardır. Oruç ise, bu hâlin tamamen zıddından hareket eder. Yani oruca başlamak için oruç tutacakların maddî varlıkları ile vücutları bir arada bulunmaları diye bir şey yoktur. Yani oruç tutanlar arasında şeklen birlik yoktur. İşçi fabrikasında, memur masasında, çiftçi çifti çubuğu başında, çocuk dersi başındadır. Netice olarak oruç, bir sene müddetle namazın toplu olarak eğitip yetiştirdiği kimselerde her türlü maddî baskıdan, toplum baskısından uzak kişileri güçleri başında ayrı ayrı ibâdet edebilme gücünün kuvvetlenmesine sebep olur. Herkesten ayrı tek başına oruç tutabilmek şu demektir: Dünyada inanan ve ibadet eden hiç kimse kalmasa da sen tek başına hiçbir maddî destek ve yardım görmeden müslüman yaşayabilirsin. Nitekim bu ibâdetlerin sayesinde cemiyet içinde cemiyete rağmen tek başına müslüman yaşayabilen çok insanlar gelip geçmiştir. Yâni oruç, inandığı dâva uğruna tek başına bütün bir topluma karşı durma gücü sağlar. Yalnız burada fazlasıyla dikkat edilmesi îcâbeden husus şudur; oruçlu kimseler arasında mevzubahis ayrılık onların çeşitli iş sahalarındaki ayrılıklarıdır ki, bu da zaten şeklî ve zâhirî bir ayrılıktır. Esasda gene birdirler, beraberdirler. Zîrâ oruçlarındaki tabi' oldukları kanun ve nizamlar istisnasız aynıdır. Çalışmalarının haricinde aynı müeyyidelere tabi'dirler, aynı şekilde hareket etmeye mecburdular.

İslâm'ın beş esasından biri olan orucun zâhirden ziyâde esasda, batından, temelde birlik beraberlik istemesi ve yapılan her tür ve her çeşit faâliyetlerin bu büyük ibâdete hiçbir şekilde gölge düşürmek şöyle kalsın bilâkis onu daha kıymetlendirmesi, ibâdeti cami içinden cami dışına çıkarmak gâyesiyledir. Böylece oruç, İslâmiyet'in sadece câmi içinde yaşanan bir hayat olmadığını, her yerde yaşanmasının gerektiğini işâret etmektedir. Yapılan her müsbet işin, her müsbet faaliyetin bu ibâdete değer kazandırması da üzerinde ciddiyyetle durulması lâzım gelen bir husustur. Şöyle ki: Oruçlu iken yapılan işler, faâliyetler ibâdet mahiyetinde olmamış olsa idi aslen ibâdet olan orucun sevabını hiçbir şekilde arttıramazdı.

Nitekim yapılan, ister büyük ister küçük günah olsun, orucun sevabını azalttığı gibi kabûl olunmasına da engel olmaktadır. Çalışmanın teşvik edilmesine karşılık yemek içmek gibi meşrû işlerin bile yasaklanması çalışmanın kutsallığının açık seçik delilidir.

Oruç tutan insan diğer yakınlarının da kendisi gibi hareket etmesini, kendisi gibi yaşamasını yâni kendine benzemesini ister. Başka bir ifade ile, oruç tutan insan kendisi gibi davranmayan, kendisi gibi yaşamayan bir kimseyi kendinden kabûl etmeyerek reddeder. Ona karşı pasif bir mukavemet gösterir. Bu ise halkın, farkında olmaksızın toplumda uyulması gereken esaslara uymayanların denetimini, kontrolünü bizzat kendisinin kendi üzerine almış olması demektir. Yâni bu hal, halkın toplumda örf, âdet, töre, kanun ve nizamların korunmasını sadece polis, jandarma... vs.'ye terketmesi yerine bizzat bunları koruyup yaşatmayı seve seve kendi üzerine almasıdır. Bu da toplum için çok daha faydalıdır. Çünkü halkın fert üzerindeki baskısı, kontrolü, murakabesi, polis, jandarma... vs.'nin yapacağı takibattan ve baskısından çok daha kuvvetlidir, çok daha müessirdir.

Oruç, ömrünü en nefis yemeklerle geçiren ve ömür boyu hiçbir şekilde aç susuz kalması mevzubahis olmayan zengini, senenin o sıcak, o uzun günlerinde aç susuz bırakarak açlığın, susuzluğun ne demek olduğunu sözlerle, misâllerle değil, bilâkis onlara bu hali yaşatmak sûretiyle açlığın susuzluğun insan vücûdundaki ve insan rûhundaki tezahürlerini bizzat yaşamalarını temin eder. Zenginin her sene bir ay fakir hayâtı yaşayıp aç susuz ömrünü geçirmesi fakirin halini daha yakından idrâk etmesine sebep olacaktır. Bu da zenginin fakirlere karşı tutumunun değişmesine, içinde fakire karşı bir acıma hissinin doğmasına, bir ömür boyu çektikleri bu ızdırablarında onlara yardımcı olma arzu ve hevesinin kuvvetlenmesine ve böylece birtakım hayır müesseselerinin kurulmasına ve bu müesseselerin yaşaması için de büyük bir vakıf faâliyetinin doğmasına sebep olacaktır. Tabiî bu faâliyetler de fakirin, zenginin malına göz dikip zengini düşman saymasını önleyecektir. Çünkü zengin, karşısında değil kendi safındadır. Bütün imkânı ile ona hizmet etmek, yardımcı olmak için çırpınmaktadır. Birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler de bu hayır faâliyetlerine hız kazandırıp istikamet verecektir. Kısacası bir yandan oruç, müslümanları aç susuz bırakarak bizzat bu hali yaşamalarını, bu ızdırabı duymalarının, bu çileyi çekmelerinin temin ederken, bir yandan da fakir fukaraya yardım husûsundaki İslâmî emir ve teşvikler birbirini desteklemek sûretiyle müslümanların ellerindeki bütün imkânlarıyla birbirlerine ve bilhassa fakirlere yardımcı olmalarını, her çeşit hayra birbirleriyle yarış edercesine koşmalarını sağlayacaktır. Yani emirler, teşvikler ve yaşanılan hayat şekli birbirini tamamlıyor, birbirini takviye ediyor demektir.

Ve yine oruç, hiçbir şâhidin bulunmadığı ve dolayısıyla hiçbir şekilde mahkûmiyetin bahis konusu olmayacağı her türlü ve her çeşit harekete en müsait tenha ve kimsesiz yerlerde oruçlu insanın vicdaniyle başbaşa kalarak "kendi kendini devamlı olarak kontrol altında tutma, kendi kendine hesab verme "alışkanlığının doğmasına ve bunun sonucu olarak da insanda usûlsüz bir iş yapıldığı zaman bundan doğacak maddî mânevî mes'ûliyetlerin hesabının er-geç sorulacağı fikrinin doğup kuvvetlenmesine sebep olacaktır. Başka bir ifade ile; hiç kimsenin hakkı olmayan sırf kendi alnının teri ile kazandığı ekmeğini aç olduğu halde kimsenin göremeyeceği, dolayısıyla ayıplayıp kınamayacağı ve böylece hiçbir maddî sorumluğun da doğmayacağı bir yerde sırf Allah korkusundan elini kendi hakkı olan yemeğe uzatmayan ve bunu düşünürken dahi içi titreyen bir kimsenin, değil âleni olarak tenhada da başkasının hakkına, malına mülküne el uzatamayacağı, bunu aklına bile getiremeyeceği kat'iyyetle muhakkaktır. Kısacası, Allah korkusundan ötürü kendi malına el uzatıp onu alamayan bir kimsenin başkasının malına el uzatıp onu alması hiçbir mantığın kabûl etmeyeceği bir olaydır.

ORUÇ VE GENÇLER
Ve yine oruç tutarak bu eğitimi gören genç çocukların rûhunda ve zihninde de orucun birçok müsbet tesirleri husûle gelecektir. Şöyle ki: Oruç tutan bir çocuk veya genç, evde hiç kimse yokken yâni ne anne baba korkusu, ne öğretmen baskısı, ne de arkadaşlarının ayıplama endişesi kısacası hiçbir maddî baskı veya korku mevzubahis değilken, kendi babasının aldığı, kendi annesinin emeğiyle pişmiş türlü türlü yemekler, çeşit çeşit meyveler, buz gibi sular önünde dururken ve bunlarla arasında hiçbir maddî engel yokken, hiç kimsenin bulunmadığı kapısı kapalı kendi evinde, bunlara sırf Allah'ın emirlerine itaat ve O'nun yasaklarından sakınmak için el uzatamayan, bunu düşünmekten bile içi titreyen bir çocuğun başkalarının malına mülküne hiç kimse olmasa bile el uzatması, onu alması ne derece mümkündür? Komşunun bahçesindeki meyve ağaçlarına el uzatıp meyvelerini alması ve önüne çıkan engelleri bertaraf etmek için dalları kırıp duvarları yıkması diye bir şey düşünülebilir mi?

Böylece oruç, çocuğa hiç kimse yokken kendini gören ve bütün hareketlerini takib eden, fakat kendisinin göremediği, kendisi tarafından görülmeyen bir varlığın mevcut olduğunu, bunun için bütün hareketlerinde tedbirli, temkinli olması gerektiğini, aksi takdirde yaptığı hareketlerden mes'ul olacağının telkin eder. Bu da çocukta, kendi kendini kontrol altında tutma, yaptığı daha doğrusu yapacağı işlerde kendi kendini hesaba çekme alışkanlığını doğuracaktır. Böylece çocukta her türlü maddî baskıdan uzak sağlam bir şahsiyetin gelişmesi mümkün olacaktır. Yâni hareket ve faaliyetlerinde zâhiren görünüşte serbest fakat aslında birtakım mânevî müeyyidelere bağlı, onlara göre hareket eden insanlar olarak yetişeceklerdir. Yukarıda da zikredildiği gibi aynı hususlar büyükler için de mevzubahistir.

Başka bir ifade ile oruç, ister çocuk ister büyük olsun, yapacakları hareketleri yaptıktan sonra cezalandırmak yerine cezayı mûcip hareketleri yapacak olanların bu hareketlerine tevessül etmeden önce hareketlerini kontrol altına almalarını, devamlı olarak kendi kendilerini murakabe altında tutmalarını, yâni suç işlememe eğitimi, suç işlememe alışkanlığı kazanmalarını sağlar.

Ve yine bu çocukların her türlü yemek, meyve ve soğuk suların karşısında hiçbir maddî karşılık olmaksızın ve ummaksızın aç-susuz kalmaları onlara, gözle görünen, elle tutulan madde âlemi yâni maddî değerlerin, para, rütbe.. vs.'nin üstünde birtakım manevî değerlerin varolduğunu kabûl ettirir. Böyle yetişen gençlerin kafalarında madde-üstü birtakım mânevi değerler belirginleşir. Çünkü ne kendi ne de kendi gibi başkaları, ne para ne de başka maddî menfaatler için aç kalmaktadırlar. Öyle ise paranın bile yaptıramayacağını yaptıran bu mânevî güç, paradan ve onun gibi her şeyden yüksek hem çok yüksektir. Böylece gençler paraya, şehvete tapmaz, değer vermez olurlar. Yâni para.. vs. için yaşamazlar. Bu, "paraya tapmaz," "şehvete tapmaz" ifadelerinden; para kazanmaz, zengin olmaz, evlenip barklanmaz mânâsını çıkarmamak gerekir. Oniar daha büyük gayeler; vatan, millet, mukaddesat için yaşayan insanlar olurlar. Para... vs.'yi gaye değil vasıta kabûl ederler. Nitekim iftar etmeden ve sâhurlarını yemeden oruç tutamadıklarının yâni ibâdet edemediklerinin farkındadırlar. Oruç tutabilmek için yâni mânâ için maddenin vasıta olmakla beraber lüzûmuna inanmışlardır. Tabiî aynı hususlar büyükler için de bahis mevzudur. Onlar da küçük yaşlarında başlayan madde-mânâ karşılaştırması sonucu mânânın maddeye üstünlüğü fikrini benimseyip kabûl etmişlerdir. Böylece bu kabûl ediş ellerindeki maddenin mânâya yâni her türlü hayır faâliyetlerine feda edilmesini temin edecektir. Artık maddenin esaretinden kurtulmuş olacaklardır. Böylece büyük gayeler için yaşayan insanlar olarak topluma hizmet edeceklerdir.

Ve yine bu çocukların ve gençlerin oruç tutmaları yâni büyüklerin yaptığı işi yapmış olmaları onları büyüklerin safına geçirecek ve diğer konularda da büyüklere benzeme arzusu ile hareketlerinde daha olgun, daha ağırbaşlı olmalarına sebep olacaktır. Böylece memleketin geleceği demek olan gençler, küçükten itibaren yaptıklarından mes'ul olma, sorumluluk hissiyle büyürler. Başka bir deyişle, yaptıkları her harekette, ondan doğacak sonuçları düşünen, karşılaştığı müşkül meselelerde mensup olduğu milletin değer ölçülerine göre şahsen, kendi kendine karar verebilen insanlar olarak toplumdaki vazifelerine hazırlanırlar.

İbâdetler ekseriyetle zaman ve mekân buudları ile gerçekleşir. Namaz ve diğer birçok ibâdetler ile oruç arasında bu bakımdan da mühim bir fark vardır. Şöyle ki: Namazda ZAMAN birinci plânda, MEKAN ise ikinci plandadır. Yani namazda mekan lazımdır, fakat ikinci derecede ehemmiyetlidir. Zirâ zaman girdikten sonra nerede olsa namaz kılınabilir. Oruçta ise durum daha başka türlüdür. Oruçta mekân tamamen yerini zamana terketmiştir. Böylece mekân mefhumu tamamen ortadan kalkmıştır. Bu yüzden orucun tutulmasıyla tutulmaması başkaları tarafından takib edilemez, bilinemez. Orucun tutulmasıyla tutulmamasının başkaları tarafından takib edilememesi ve tabiî bilinememesi, üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. Bir insanın kimsenin görmediği yerde karnını doyurduktan sonra toplum arasına karışması halinde bunu kimsenin anlayamaması ve insanların bu hali anlama imkânından tamamen mahrum olmaları oruç tutan üzerinde hiçbir maddî baskı, polis, jandarma, bekçi... vs. olmaksızın başka bir ifade ile, hiçbir maddî murakabeye ihtiyaç göstermeksizin gizli ve âşikar olarak kanun ve nizamlara, emir ve yasaklara her ne pahasına olursa olsun itaat ve bunun için de kendini dâima kontrol, murakabe altında tutma, yapacağı işlerde kendi kendine hesap verme, yapacağı işlerin sonucunu kendi kendine sorma alışkanlığının doğup kuvvetlenmesine, hem çok kuvvetlenmesine sebep olacaktır.

Orucun başkaları tarafından takib edilememesi, oruç tutan herkesin başkaları tarafından mecbur edilmeksizin, itilip kakılmaksızın kendi vazifesini müdrik yâni kendinden istenilenlerin farkında olarak onu kusursuz, eksiksiz yapma ve bununla da kendini başkalarından üstün görmeme olgunluğuna erişmelerini temin edecektir.


_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

RAMAZAN SOSYOLOJİSİ ve PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
RAMAZAN SOSYOLOJİSİ ve PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Ramazan Ve Günümüz Mesleleri Üzerine Söyleşi..Hayreddin Karaman ile
» Tenkit Psikolojisi.... Gıybet V e Tenkid Farkı
» Bilinçaltı ve Kalb Hayatı-İNSAN PSİKOLOJİSİ
» Ramazan Hikayeleri
» Ramazan Fıkraları

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: Din Kültürü Dersi-Eğitim Öğretim :: Din Kültürü Ahlak Bilgisi Dersi-
Buraya geçin: