Ahmet rüyada mı yoksa gerçek hayatta mı olduğunu tam kestiremediği bir kalabalığın arasında mezarlığa doğru ilerliyordu. Kalabalık bazen “El Fatiha” nidalarıyla duruyor, soluklanıyor, eller yüzlere sürülüyor ve tekrar yürümeye devam ediyorlardı. Mezarlığın lahuti sessizliği cemaatin duaları, aminleri ve fatihalarıyla ara verse de bir müddet sonra tekrar mistik bir sessizliğe bürünüyordu.
Mezarlık sağlı sollu kol kola dizilmiş çam ağaçlarının hazır kıta karşılama ekibi ve kuşların tatlı çığırışlarıyla oluşturduğu küçük bir koroyla gelen misafiri ağırlıyordu. Ahmet kalabalığın arasında sessizce ilerliyordu. Az ileriden kürek sesleri işitiliyordu. Cemaat omuzlarında taşıdıkları tabutu hızlı bir şekilde son uğurlama yerine doğru götürüyorlardı. Sanki bir an önce kurtulmak istiyormuşçasına…
Mezarın başına gelmişlerdi. Nice büyük salonları, odaları beğenmeyen insanoğlu için hazırlanmış bir seksen uzunluğunda, elli santim genişliğinde ihtişamlı bir çukur gözleri alıyordu. Burada yatılır mı diyen nicelerinin üzerinden uzun süren mevsimler geçmişti. İşte yeni bir misafir daha ağırlamak için insanoğlunun gözünü dolduracak büyüklükte bir misafirhane daha hazırlanmıştı.
Ahmet şaşkın gözlerle çukura inen iki kişiye baktı. Birisi düz sarı saçlı, geniş omuzlu bir genç, diğeri ise kumral, mavi gözlü yakışıklı bir delikanlıydı. Bu ikisini çok iyi tanıyordu. Çünkü ikisi de kendisinin öz mü öz oğullarıydı. Ne işleri vardı, ne geziyorlardı çukurun içinde? Seslenmek, “çıkın oradan” demek istedi ama çocuklarının böyle centilmen bir tavır içinde olmaları kendisini duygulandırdı. Birden seslenmekten vazgeçti. Ama gözlerinden süzülen o derin, anlamlı yağmur taneciklerine bir türlü mana veremedi. Bir insan ancak ciğerinden birisi için dökebilirdi bu yaşları. Celal ve Furkan’ın duyarlı yüreklerinden gözlerine yansıyan hüznün melodisi, Ahmet’in gözlerini doldurdu. Hüzün melodisiyle sarsılan gözleri biraz ileride kadınların arasında tanıdık yüzlerle daha da dalgalandı. Eşi Nesrin Hanım ve üç kızı bir köşede kızarmış gözlerle metaneti kaybetmemeye çalışan yürekle dua ediyorlardı. Acaba bu ölen kişi kimdi ki bu kadar yakınıyla birlikte mezarlığa doluşmuşlardı. Aslında kendisi de nasıl buraya geldiğini tam hatırlamıyordu.
Tabut açıldı. Bembeyaz elbisesiyle dünyanın tüm kirlerinden kurtuluşun muştusunu veren boydan takımıyla yenidünya yolcusu mezar metrosuna indirildi. Güneş yavaş yavaş apartmanların ardından evine doğru çekiliyordu.
Nasıl ki her doğan güneşin batışı, her ilkbaharın bir kışı varsa her doğan insanın da ölümü vardı. Ebedi değildi fani insanlar için dünyanın omuzları. Rodeoya katılmış bir kovboy gibi kimisi az, kimisi çok kalıyordu dünya atının sırtında. Ama sonunda hepsi düşüyordu toprağın kara bağrına.
Topraklar kürek kürek atılmaya başlandı. Birkaç kürek atan çekiliyordu kenara. Herkes çorbada tuzu olsun hesabı bir parça toprak serpiyordu beyaz takımlı yolcunun üzerine. Ahmet’te atmak istedi ama o cesareti bulamadı kendinde. Diz çöktü mezarın yanı başına.
İmam telkine başladı. Herkeste ölümün hazin sessizliği hâkimdi. Hazan mevsimindeki ağaçlar gibi solgundu Sümeyye, Fatma ve Mevlüde. Kızlarının bu sararmış hali gözlerinden kaçmadı. Bir şeyler söylüyor ağlıyorlardı, ama bir türlü anlamıyordu. Hele Celal ile Furkan o gencecik çağlarında birden sonbahar rüzgârının sert esintisiyle çarpılmışçasına sararmışlardı.
elkin bitmişti. Topluluk yavaş yavaş dağılıyordu. Eşi Nesrin Hanım siyah bir eşarp bağlamış, kızları ile birlikte kadınların taziyelerini kabul ediyorlardı. Furkan ile Celal’de erkeklerin taziyelerini kabul ediyorlardı. Amcaları Halil çocukları bağrına bastı. Halaları Nurgül ile Nilüfer ise kızların yanındaydı. Ahmet’te onların yanına gitmek için çöktüğü yerden kalktı. Ama biden omuzlarında bir ağırlık hissetti. Geriye döndü. Birden irkildi.
Ahmet dünya hayatında sadece kitapların satırları arasında okuduğu, varlığına inandığı, ama hiç göremediği kanatlı varlıklarla göz göze geldi. Titriyordu. “Bu bu” diyordu “sadece ölüm sonrasında yaşanacak olaylardır”
Gözlerindeki perde kalkmıştı. Görünmeyen varlıklar şimdi sanal dünyanın ürünü olarak değil, gerçeğin ta kendisi olarak karşısında duruyorlardı.
-Dur Ahmet nereye?
-Taziyeye katılacağım. Baksana eşim ve çocuklarım orada. Yanlarına gideceğim.
-Onlar zaten senin taziyendeler. Senin taziyeni kabul ediyorlar.
-Nasıl yani! Şimdi ben ölümüyüm?
-Maalesef artık fani hayatının üzerine topraktan yorgan çekildi. Bundan sonra ebedi yurdun için hazırlanacaksın.
Ahmet “ah!” etmenin fayda vermeyeceği bir dönemeçte olduğunu çok iyi biliyordu. Merak ettiği varlıklara tekrar baktı. Hiçte dünyada hayal edilen gibi değildiler. Kendilerine has apayrı özgün bir yapıları vardı. Kanatları da çok orijinaldi. Hiçte ressamların hayalindekilere benzemiyordu.
Güneşin kızıllığı mezarların üstüne çökmüştü. İşte en çok sevenleri kendisini bir çukurun içine koymuş ve o güne kadar ki eylemleriyle, inanç, duygu ve düşünceleriyle baş başa bırakmışlardı.
Celal ve Furkan annelerinin koluna girmiş, hüzün melodisinin ritimleriyle mezarlıktan ayrılıyorlardı. Kızları ise o güne kadar çok sevdiklerini söyledikleri ama bir türlü sözlerine kulak vermedikleri babalarının ardından matemin hazin tablosunu sergiliyorlardı.
Ölüm, keşkeleri toprağın altında hissizleştiren bir duygu anaforudur.
“Keşke yaşasaydı babam dediklerini yapıp üzmeseydim” “Keşke keşke” uzar gider herkesin kendi yüreğindeki acılarının hüzne dönüştürdüğü kadar. Ama hiçbiri olmazdı. Çünkü sevilen, uğruna fedakârlık edilecek kişi yoktur artık. Bundan sonraki sevgi iddiaları asılsız ve hilekârlıktır.
Kısa bir müddet önce kalabalıktan görünmeyen mezar şimdi üzerinde güneşin son ve ilk ışıklarıyla yalnızlığını yaşıyordu. Sondu çünkü artık dünya yaşamının etli, kanlı, dedikodulu, iftiralı, sevinçli, hüzünlü, hoşgörülü, sevimli, komplo teorili, darbeli, darbesiz, lüks, sade günlerine elveda diyordu. Artık sevdiklerini öpemeyecek, bağrına basamayacak, kızamayacak, öfkelenemeyecekti. Şehvet ifritinin sinsi ayartmaları etkilemeyecek, kafaları çekip sarhoş olamayacak veya bir camide sessizce ibadet edemeyecekti.
İlkti, o güne kadar günlüklere en ince ayrıntısına kadar işlenmiş yaşadığı hayatla yüzleşecekti.
Karanlık çökmüştü. Melekler şimdilik yanından ayrılmışlardı. Ne olacaktı, nelerle karşılaşacaktı? Kendisine itiraf etmekten çekinse de korkuyordu işte korkuyordu!
Ayın ışığı ağaçların arasından süzülerek mezarlığa ayrı bir kutsiyet katıyordu. Çarşının kalabalığına ve gürültüsüne inat, sessizdi mezarlık. Ancak az sonra gecenin sükûneti köpek havlamaları ile bozuldu. Bu sırada bir ballici gençte elinde bir torbayla kendisinin mezarına doğru geliyordu. Genç yaklaştıkça ilçenin en psikopatı olduğunu anlamakta gecikmedi. Çekinmeye başladı.
Daha toy bir ölüydü. Kimden, niçin korkacağını tam kestiremiyordu. Dünyalılığının izleri henüz silinmemişti. İşte tam o sırada bir ses daha yankılandı.
-Korkma!
Ürktü. Sağına soluna baktı kimseyi göremedi. Mezarının taşına sindi. Dünyalılığı tutmuştu. Korkunca sığınacak yer aranırdı. Aynı ses tekrar duyuldu.
-Korkma!
Bu sefer sağına baktığında sesin sahibini karanlık bir görüntü halinde gördü. Ama bu melek değildi.
-Sen kimsin?
Ay ağaçların arsından Ahmet’e
“korkma!” diyen kişinin üzerinde yansıyordu. Ellisinde gösteriyordu. Mütebessim bir yüz ifadesiyle Ahmet’e yaklaştı;
-Korkma çömez korkma! Ben senin yan komşunum. İlk gece komşular hoş geldin der geçmişimizi paylaşırız. Aynı zamanda ortama ısınmasına çalışırız.
-Peki benim korktuğumu nerden anladın?
-Nereden olacak, hala dünyalılığın üzerinde, mezarlığın ürkütücü sessizliğinde köpek havlamaları sonucu hemen taşın yanına çömeldin. Biz dünyada böyle yapardık. Burada onlarda, yaşan hiçbir varlıktan korkmana gerek yok. Ancak…
- Evet ancak!
-Yapman gerekirken yapmadıklarından, yapmaman gerekirken yaptıklarından kork. Duygu, düşünce ve eylem olarak inanç karşıtı olarak yetiştirdiğin, kul hakkına tacizde bulunurken engellemediğin evlatlarından, bir de gasbettiğin kul haklarından kork.
-O niye ki?
-Çünkü çocuklarının yaptıkları her bir kötülükte, iyilikte seni bulur. Onları kötü yetiştirmişsen…
-Peki ben yetiştirmeye çalıştığım halde, onlar isyanı tercih etmişse…
-O zaman rahat olabilirsin. Sana düşen babalık sorumluluğunu yerine getirmektir. Onlar özgür iradeleriyle yaptıkları tercihlerden kendileri yargılanacak.
-Peki burada ne yapıyorsunuz, zaman nasıl geçiyor?
- Ne yapacağız demek istedin galiba? Hala ölümü içselleştiremedin be komşu!
-Ne yaparsın insan bir kere ölüyor. Sürekli tecrübe yapmıyoruz burada değimli yani?
-Bak hele bak latife de yapıyor. Burada dünyada yaptığımız eylemlere göre ebedi mekandaki yerimizi görüp, orada yaşıyormuşçasına zaman geçiriyoruz.
-Yani bir nevi, burası da ahiretin sanal alanı öyle mi?
-Bir nevi diyebiliriz. Zamanla ilgili sorunun cevabını da yaşarken göreceksin. Burada zaman yok. asırlar saniye kadar hızlı geçer.
-Nasıl yani?
-Dünya hayatını daha unutmadın değil mi?
-Hayır unutmadım. Eşim ve çocuklar gözlerimde tütüyor.
-Bırak şimdi bir ay sonra onların seni ne kadar özleyip özlemediğini daha iyi görürsün. Sana şunu diyecektim; uykudaki beş saatle, uyanıkken ki beş saat aynı hızda mı geçiyordu?
-İkisi de beş saat ama uykudaki çok hızlı, sanki hiç uyumamış gibi geliyor.
-İşte uykuda beden geçici ölümü yaşadığı için seni o anlarda bir çeşit ruhsal hayat kuşatıyordu. Ruh bedenden özgürleşince zaman dışı oluyordu. Bundan dolayı da biz eski dünyalılar için aynı saat dilimi olmasına rağmen uykudaki zaman daha hızlı geçiyormuş gibi geliyordu.
-Yani…
-Yanisi biz kıyamet kopuncaya kadar bir nevi bedensiz uzun bir uykudayız.
-Ölüm uzun bir uyku mu?
Söyleyebiliriz ama kabusları da sevinçleri de gerçeğinden farksız gibi bir yaşam döngüsü.
-Peki sen kaç yıllık ölüsün.
-Ben elli yıllık yeni hayatlıyım.
-O zaman sen bebekken öldün. Çünkü ancak ellisinde gösteriyorsun.
-Yok çömez yok. ruh yaşlanmaz. Öldüğümüz gibi kalırız. Ben elli yıldır kabir cennetini yaşıyorum.
-Kabir cenneti mi?
-Evet, hep insanları ölümle ve sonrasıyla korkuturlar. Allah’ın iyi kulları için mezar kıyamete kadar cennet bahçelerinden bir bahçe gibidir. En güzeli de Allah’ın rahmet nefesini hissettiğimiz anlardır.
-Bak ne güzel, ölümü sevmeye başlıyorum. Ama aklım yine de karıştı. Şimdi ben kırk beş yaşındayım. Kıyamete kadar böylemi kalacağım.
-Yavaş yavaş alışacaksın. Diğer arkadaşlarla tanışmadan önce şu taziye evini bir ziyaret edelim mi ne dersin?
-Allah! Derim.
-Dur yine dünyalılığın tuttu. Ver elini.
-Niye?
-Artık beden yok yer çekimi değerini kaybetti. Uçuyoruz.
Ahmet ilk acemiliğini atmanın şaşkınlığıyla havalanmakta zorlandı. Ama komşunun yardımıyla yer çekimine muhalefet etmeyi öğrendi. Birden ağaçlar ve mezarlık ayaklarının altında kaldı. Şimdi kuşbakışı seyrediyordu eski dünyasını.
Ahmet’in akrabaları yakınlarını kaybetmenin acısını yüreklerinde hissediyorlardı. Yalnız ölümlerde bile acının dereceleri vardır. Birinci dereceden yakının yüreğinde volkanlar patlarken, diğerlerinde komşu evinin yangını hissedilir. Söndürmek için yardıma koşulur. Bir kazada bir aile ölür, haberlerde seyredenler “vah yazık olmuş!” derken Azrail’in ziyaret ettiği evin sakinleri feryadü figanla ağıtlar yakar.
[
Ahmet ile yeni dünyalı komşusu taziye evinin yanına gelmişlerdi. Erkeklerin oturduğu taziye evi Okan parkı içindeydi. Taze çay kokusu mis gibi yayılıyordu. Taziyelerin vazgeçilmez içeceğidir. Dostlar ziyaret ediyor, çaylar içiliyordu. Sevenleri, arkadaşları, meslektaşları gruplar halinde gelip yangına bir fatihayla su dökerek taziye sahiplerine yalnız olmadıklarını anlatmaya çalışıyorlardı.
Ahmet yeni gelmiş bir ekibin içinde Kur’an okumaya başlayanı gösterdi;
-İşte bak şu Kur’an okuyan var ya gerçekten değerli bir dost.
-Ahmet, burada bana gösterilen o kadar gariplikler gördüm ki dostluklar menfaate eksenliyse burada düşmanlığa dönüşüyor. Gerçek dostlukların nasıl olduğunu anlayacaksın.
-Gerçek mi diyorsun?
-Evet onları ilerleyen zamanda göreceksin. Son defa bak dünyalılığın ne anlama geldiğini anla.
İki arkadaş biraz daha yaklaştılar. Şimdi konuşulanları işitebiliyorlardı. Kır saçlı, orta boylu, elli elli beş yaşlarında bir adam Celal’le sohbet ediyordu.
-Oğlum insan hangi rüzgarda yere serileceğini bilmiyor. Daha geçen gün baban bizim taziyeye gelmişti. Kur’an okumuş, sohbet etmişti. Allah mekanını cennet etsin. Kalanlara Mevla’m sabır versin.
Celal’in gözlerinde hüzün şarkıları okunuyordu. O akşam ağzına bir lokma bile koymamıştı. Şimdi kime baba diyecekti. Babasının ölümünden kardeşi Furkan daha çok etkilenmişti. Onu yatıştıramamışlardı. Bayılmış, sonunda bir sakinleştirici yapmışlardı.
Ahmet “oğullarım!” diye ileriye atılmak istedi ama birden komşu kendisini frenledi;
-Dur kardeş sen yoksun artık. Onlar kendi ayakları üzerinde durmasını öğrenecekler. Bak gördün mü sensiz de hayat rutin bir şekilde devam ediyor. Dün sen birilerinin taziyesindeydin, bugün başkaları senin taziyende. Hayat döngüsü böyle devam edecektir.
Hiçbir insanın yokluğu dayanılmayacak kadar acı değildir. Bu tahammül insan yüreğine yaratıldığında programlanmıştır. Dayanılmayacak olsaydı, alemlerin efendisinin yokluğunda seven bütün insanlar ölürdü. Merak etme sen de kısa bir zaman sonra hayatın yoğun uğraşları arasında sessiz sedasız çıkacaksın ailenin yüreğindeki solan volkanınla.
-Unutulmak acı, ama hayatın en yalın gerçeği galiba anlamakta zorlandığımız. Son olarak kadınlar tarafına da bakalım da sonra ebedi yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edelim.
Ahmet’in gözleri o kadar kalabalığın içinde iki tane delikanlının üzerinde yoğunlaştı. Sanki onları yalnız bırakmanın suçluluğunu hissediyormuşçasına sonbahar rüzgarına çarpılmış yaprak gibiydi. Yere düşmemek için komşusuna tutundu. El sallayarak dökemediği gözyaşlarıyla oradan uzaklaştılar.
Etrafı erik, hurma, portakal ve ayva ağaçlarıyla donatılmış bir evin üzerindeydiler. Evin manzarası oldukça güzeldi. Ayın gülen yüzü ağaçların arasından eve doğru yansıyordu. Taziye evinin sessizliğini pencereden yankılanan bir kızın haykırışları bozuyordu.
-Baba babaaa niye bizi yalnız bıraktın. Ah babam ahhh!
Kadınların duygusallığı taziye yerine de yansımıştı.eşi nesrin sinir krizleri geçirmiş, zor sakinleştirmişlerdi. Feryatlar göğü inletiyor, gecenin sessizliğini paramparça ediyordu. Bu sırada kadınlardan biri Kur’an okumaya başladı. Kabaran dalgalar dinginleşti, yanan volkan lav püskürtmekten vazgeçti.
En güzel ilacıydı Kur’an hüzünlü yüreklerin.
Son ayeti okuyordu; “İnna lillahi ve inna ilayhi raciun” “Muhakkak ki biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.” İlahi nağme mukadder sonun tüm mevcudat için kaçınılmaz olduğunu kalbi vahye açıklara net bir şekilde haykırıyordu. Ama kalpleri kötürümleşmiş insanlar bir türlü bunu anlamayacaktı.
İşte kızları da ağlamaktan gözleri kızarmış, sesleri kısılmış bir şekilde yavru serçe gibi titriyorlardı. Mevlüde zor da olsa Kur’an okumaya çalışıyordu. Çünkü babalarının kendilerine en önemli tavsiyesi namaz ve Kur’an-dı.
Ahmet kendisi için okunan fatihaları, yapılan duaları işitince bir garip oldu. Her okunan sela bir gün kendinin olacakmış gibi düşünme gerekiyormuş hayatı. Ölmeden önce kendine yatırım yapmak gerekiyormuş meğer. İşte bir zamanlar kendisi başkası için okurken şimdi kendisi için okuyorlardı fatihaları. Okuduğu ve yaşadığı Kur’an ile kıldığı namazlar belki kendisine rehberlik edecekti. Düşüncelere dalmış gitmişti.
-Hey çömez yeter artık neredeyse tekrar dünyalı olacaksın. Hadi bakalım ebedi yolculuğumuza başlayacağımız yere dönelim. Birazdan seni melekler sorgulayacak. Bakalım dünyada hazırlandığın imtihanlara benziyor mu benzemiyor mu göreceksin.
-Ne melekler mi! Sorgu mu, imtihan mı?
-Evet telafisi mümkün olmayan bir imtihan.
-Eyvah!
-Dur eyvah deme de aceleci olma. Melekleri gör, soruları yüreğinde oluşturduğun ve günlüklerinle kaydettiğin cevaplarla yanıtlamaya çalış o zaman görürsün eyvah mı yoksa elhamdülillah mı? Asıl serüven bundan sonra başlayacak dikkat et. Buraya kadarkiler hazırlıktı.
Yıldızlar ve ay ışıldayarak gökyüzünün ilk tabakasının kandilleri olarak dünyalılara tebessüm ediyordu. İşte mezarlığa tekrar gelmişlerdi. İç ürperticiydi. Tekrar o ürkütücü korkuyu yüreğinde hissetti Ahmet. Komşusu da imtihanın iyi veya kötü geçmesine göre kendisiyle tekrar karşılaşacağını söyleyip ebedi yurdunun gözlem binasına çekildi.
İşte mezarının üstündeydi. Yalnızdı. Bütün komşular uzun bir uyku modundaydı. Kendisi ise bembeyaz elbisesiyle, karanlığın içinde bir mum gibi ışıldıyordu. İşte tam bu sırada; “Ahmet! Ahmeeeet!”diye bir ses yankılandı. Etrafa baktı kimseyi göremedi. Yavru bir güvercin gibi titriyordu. Bu atmosfere dayanacak ve titremeyecek kaç yürekli pehlivan vardır acaba? İşte ses tekrar yankılanıyordu; “Ahmet, Ahmeeet” ama etraf ıssızdı. Birden gökyüzünden iki ışığın kendisine doğru kaydığını gördü. Mezarın üstüne düştü.İki ışık yanı başına gelmişti.
Ahmet’in ruhu mezarın ütündeydi. Cesedi toprağın altında çürümeye mahkûm olmasına inat, ruhu yeni hayata filizlenmeye başlayan tohum gibi taptazeydi. Ayın ışıkları tam Ahmet’in üzerine yansımaktaydı. Gözlerini araladı. Puslu bakışlarının arasında hayal meyal iki melek görünüyordu.
Ne kadar zaman geçti bilinmez. Çünkü ruh için zaman mefhumu yoktu. Etraf sükûnetini muhafaza ediyordu. Mezarlığın ürpertici sessizliğinde yeni hayatın ilk kapısı aralanmak üzereydi. Ahmet’in ruhu tam olarak kendisine gelmişti. Şimdi melekleri tam olarak seçebiliyordu. Meraklı bakışlarıyla melekleri süzdü. Melekler mütebessimdiler ve güven veriyorlardı. Gecenin karanlığında apaydınlıktı görüntüleri. Ağaçların rüzgârdaki hışırtıları duyuluyordu. Ahmet’te rüzgârda sallanan bir yaprak gibi titriyordu.
Melekler YHS (Yeni Hayat Sınav) sorularının ilkini o lahuti sesleriyle sordular;
-Men Rabbuke?
Ses mezarlığın semasında yankılandı. Ahmet’e göre yer, gök sustu, yalnız bu sese kulak verdi. Kendisi ise ürktü. Sanki yeni dünyanın seması başına yıkılmıştı. Başını ellerinin arasına aldı, meleklerin ne dediğini anlamaya çalıştı.
-Ne ne dediniz anlamadım?
-Men Rabbüke, (Rabbin kim)?
-Rab mi o da ne?
-Nasıl Rabbinin kim olduğunu bilmiyor musun?
-Heyecanlandım. İmtihanın stresinden olsa gerek tam olarak hatırlayamadım.
Bu sırada Ahmet tir tir titriyordu. Ruhunda fırtınalar kopuyordu. Ne zor bir soruydu bu böyle.
-Gereksinimlerini karşılayan, seni yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden kim? Diye soru yeni bir açılımla tekrar yankılandı.
Dünyadayken ihtiyaçlarını karşılayan, kendisini sürekli yönlendiren bir gücün silueti gözlerinin önünden geçti. Hafiften gülümsedi. Cevabı bulmanın huzuru yüzüne yansımıştı.
-Tamam buldum cevabı! Şimdi hatırladım. Benim Rabbim evet evet benim Rabbim “Para”dır. Ben ihtiyaçlarımı onunla karşılar, onu nerede kazanacaksam oraya yönelirdim. Herkes onun için harıl harıl çalışıyordu. Aslında birçok kişinin rabbi paraydı. İşte benim de rabbim “Para”dır.
Melekler başlarını salladılar. Mütebessimdiler. Karşılarındakini korkutmaktan çok, onun yüreğine serin bir rüzgâr estirerek doğruya yelken açmasını sağlıyorlardı. Ahmet yanıldığını anlayınca yüzü sapsarı kesildi. Ruhunda hissettiği kaybetme korkusunun dayanılmaz acısı yüzüne yansımıştı.
“Kim di kim di benim Rabbim?” Kendi kendine konuşuyordu. Gökyüzüne baktı. Gece buradan da farklı değildi. Yıldızlar ışıl ışıldı. Ay gülümsüyordu. Ama Ahmet bunları görebilecek ve ruhunu dinginleştirecek bir halde değildi. İşte tam bu sırada ay gibi parlak yüzüyle sevdiği kadın çıktı karşısına. Gülümsüyordu. İlkbaharda çiçekten çiçeğe konan kelebek kadar hafifleşti ruhu. Şimdi ağaçların üstünde uçuyordu. Kendinden geçmişti. İşte Rabbini bulmuştu. Hani kankası değil miydi? Ölümüne sevmemişler miydi birbirlerini. Böylesine büyük bir aşkın sahibi değil de kim olabilirdi Rab? Sevinçle haykırdı;
-Rabbim sevdiğim kadın, sevdiğim kadın Rabbim!
eyecan doruktaydı. YHS’nin ilk sorusunu geçme umdu yüzünü tekrar ilkbaharın tatlılığına bırakmıştı. Merak, heyecan ve stresle meleklerin yüzüne bakıyordu. Onlar yine mütebessimdi. Güven veriyorlardı. Ama Ahmet beklediği güzel karşılığı alamadı. Yine o apaydınlık yüzlerinde “hayır”ın kahredici rüzgârlarını hissetti yüreğinde.
Umudu tükeniyordu. Gecenin karanlığı ruhunu kuşatıyordu. Hani ölümüne sevmiş ve onun için ne fedakârlıklarda bulunmuştu. Ailesini, yakınların, hepsini terk edecek derecede yüreğinde taht kurdurmuş, kalbinin sultanı yapmıştı. Nasıl olur, nasıl olur! Güvendiğim, yıllarca peşlerinden koştuğum kazanmak için hayatımı kahrettiğim şeyler şimdi benden uzaklaşıyor, bana yardımcı olmuyor. Ahmet’in ruhu pişmanlık vadilerinde düşe kalka dolaşıyordu. Başını elleri arasına almış gözyaşlarını akıtıyordu.
Gözyaşlarının damlalarında bir bir çocuklarının yüzü geçiyordu nemli gözlerinden. Son bir çırpınışla kendine geldi. Rabbini kaybetmemek için gözyaşlarını silmedi. Çünkü Rabbi gözyaşlarında kendisine rahmet nişanını göstermişti. Puslu gecenin pişmanlık kokan şerrinden kurtulacaktı. Yeniden bir kuş gibi özgür bir ruhla havalarda uçacaktı.
Gözlerinden akan yaşları avuçlarına aldı. Dudaklarına götürdü. Sevgiyle öptü. Sonra karşısında duran meleklere kendinden gayet emin bir ifadeyle seslendi;
-Evet evet benim Rabbim çocuklarımdır! Gecemi gündüzüme kattım, onlar için ölümlerden döndüm, kendimi onların varlığına feda ettim. Olsa olsa çocuklarımdır Rabbim! Soğuk gecelerin sisli sabahlarında, kavurucu sıcakların uzun günlerinde onlar için tatlı yatağımı terk ettim. İşte onlardır benim Rabbim!
Meleklerin yüzündeki tebessüm kaybolmamıştı. Ama Ahmet, verdiği iki yanlış cevabın sonunda gördüğü tebessümden bu cevabının da isabetli olmadığını anlamıştı.
“Hayır hayıııııııııııııııır olamaaaaaaaaaz! Kim kim benim Rabbim o zaman söyleyin söyleyin!” diye haykırmaya başlamıştı. Gece gözlerinde yeniden puslanmıştı. Artık etrafını seçemez olmuştu. Ruhu sıcakta eriyen kardan adam gibi şekil değiştiriyordu. Yüzünün aydınlığında garip çizgiler oluşmaya başlıyordu.
YHS’deki ilk soru çok çetin geçiyordu. Melekler her cevabında tatlı bir tebessümle başlarını sallıyorlardı. Nemli toprak ayaklarının altından kayıyordu. Belki de kendisi öyle hissediyordu. Sorunun girdabına kapılan ruhu havalarda uçuyordu.
Meleklerin sesi, puslu gecenin sükûnetinde yeniden yankılandı mezarlığın semasında;
-Rabbin kim?
İmamın telkinini hatırlamaya çalışıyordu. Kopya çekecekti. Ama öylesine büyük bir duygu anaforunun içindeydi ki, hiçbir şey hatırlayacak gibi değildi. Ancak bu sefer de gözünün önüne basamaklarını tırmanırken birçok kişiyi uğruna tepelediği kariyeri geldi. Oturduğu koltuktan aldığı hazzı ve insanların karşısında elpençe divan duruşunu hatırladı. “Rab karşısındakileri eğilten, saygı duyurtan ve varlığıyla mutlu kılan değil miydi? Tamam, tamam işte oldu! Şükür buldun seni Rabbim” diye kendi kendine sesli bir şekilde düşünmeye başladı. Bu düşüncesini yüksek sesle meleklere karşı da söyledi;
-Rabbim kariyerimdir. Uğruna yıllarımı verdiğim, çeşitli insanları tepelediğim, karşımda insanları saygıyla hizaya geçiren kariyerimdir benim Rabbim, dedi.
Cevabı verdikten sonra meleklerin yüz ifadesini okumaya çalıştı. “Hayııııııııııııııııııır! ”
Yine yanlıştı cevabı ve hüsran bir poyraz gibi vurmuştu Ahmet’in yüzünü. “Olamaz, olamaz uğurlarına bu kadar emek verdiklerim burada hep hayal oldu. Ben ne yapacağım şimdi!”
Mezarının nemini hissetmediği toprağına oturdu. Başını bin bir pişmanlık kokan bir duygu atmosferinde iki eli arasına aldı. Ağlıyordu.
Melekler ellerinden tutup havalandırdılar. Şimdi Ahmet meleklerin kanadında havada uçuyordu.
-Nereye, nereye götürüyorsunuz bırakın bırakın beni!
Ama melekler, aldıkları emre muhalefet etmeyen varlıklar bu pişmanlık kokan nefesin haykırışlarını duymuyorlardı. Ahmet’i havalandırmış götürüyorlardı.
Ahmet eski dünyasını kuş bakışı seyrediyordu. Pişmanlık içini kemiren bir kurda dönüşmüştü. Keşkeler ruhunun arenasında cirit atıyordu. Meleklerin kanatlarında birinci gökte yükseliyordu. Yıldızlar, ay hepsi gerilerde kalıyordu. Daha önce uçakla yaptığı seyahatleri hatırlamıştı. Ama hiçbir zaman böyle bir yüksekliğe çıkmamıştı.
Artık Ahmet’in sesi soluğu çıkmıyordu. Bağıracak takati kalmamıştı. Belki de konuşacak, söz söyleyecek yüz bulamıyordu. İşte bu duygularla meleklerin kanadında birinci kat göğün sınırına varmışlardı. Melekler ikinci kat göğün bekçilerine seslendiler;
-Hey açın kapıyı biz geldik.
-Siz kimsiniz?
-Biz Ahmet TAVİL’in sorgu melekleriyiz.
-Tamam açıyoruz.
Kapı yavaşça açılmaya başladı. Ama görülmeye değer bir manzaraydı. Gök ikiye ayrılıyordu. Alt kattaki yıldızlar yerlerinde durmalarına rağmen yeni katın sınırı sürmeli kapı gibi açılıyordu. Ahmet şaşkın gözlerle olayı seyrediyordu.
-Nasıl YHS’nin ilk sorusunu cevaplandırabildi mi? Soruyu kapıda biraz asık suratla duran melek sormuştu. Bu melekler sorgu melekleri kadar mütebessim değildiler. Ahmet onlara bakınca ürktü. Şimdi biraz daha korkuyordu. Soruyu cevaplayamadığını öğrenince acaba ne yapacaklar diye sessiz bir korkuya büründü.
-Hayır cevap müspet değil. Dünyada eliyle yaptığı putları rableştirdi.
-O halde sonu hiçte hayır olmayacak desene! Yolunuzdan kalmayın. Daha sizi bekleyen işleriniz var. Bunu söylerken hafiften tebessüm ederek Ahmet’e baktı.
Melekler ikinci kat göğün kapısından geçtiler. Etrafta melekler gruplar halinde uçuyorlardı. Öyle büyük bir dünyaya adım atmışlardı ki, Ahmet yeni dünyanın ikinci katının büyüklüğünden, neredeyse olmayan dilini yutacak derecede şaşırdı.
Etrafı seyre koyuldu. Merakı korkusuna galip gelmişti. Saraylar, köşkler ışıl ışıl parıldayan yıldızlar, gruplar halinde melekler yeni dünyayı epey hareketli kılıyordu. Her bir sarayın büyüklüğü ise Ahmet’in tahminine göre (kuşbakışı seyrinden gözlemlediği kadar) orta ölçekli bir ilçe büyüklüğündeydi. Kimi saraylar yukarılara doğru çıktıkça daha da büyüyor ve manzarası güzelleşiyordu.
Ahmet merak ve heyecanla karışık bir duygu atmosferinde meleklere;
-Bu köşk ve saraylar kimlere ait, kimler yaşıyor buralarda?
Melekler Ahmet’e karşı hala mütebessim bakışlarını kaybetmemişlerdi. Onun sorusunu cevapsız bırakmadılar;
-Bu gördüğün saraylar cennetin en alt tabakasına girmeye hak kazananlar için yapılmıştır. Yukarıya doğru çıktıkça makamlarda değer kazanıyor. Şu gördüğün en alttaki ile şu yukarıdakinin değeri bile farklıdır. Ama hepsi cennette Allah’ın rahmetindedirler. Onlar için en güzeli ise Allah’ın rahmetini gözlerinde hissettikleri gündür.
-Allah’ın rahmetini nasıl hissediyorlar?
-Onu da ancak cenneti hak edenler yaşayabilir.
Ahmet kendinden geçmiş bir şekilde kendini cennette hayal ediyordu. Birden dalıp gitti. Ama meleklerin kanatlarında yükseldiğini hissettiğinde hayalinden uzaklaşmak zorunda kaldı.
-Hadi gidiyoruz!
-Nereye nereye!
-Layık olduğun yere gidiyoruz. Sabredersen öğrenirsin.
Bu sırada Ahmet sarayların yanından geçerken yaldızlı levhalarda yazılı isimler gördü. Işıl ışıl parlıyordu. Kimisi gümüş, kimisi, bronz, kimsi altınla kaplıydı. Ama hepsi bir gecenin karanlığında denize yansıyan yakamoz gibi ışıldıyordu. Sevinci, mutluluğu hatırlatıyordu. Ahmet merak ve korku dolu bir yürekle meleklere seslendi;
-Şeyyy…Şu köşklerin üstünde parıldayan isimler neyin nesi?
-Ha onlar mı! Onlar cennet sakinlerinin isimleri.
Ahmet gördüğü harika manzara ve daha en alt basamaktaki ödül karşısında hayranlığını gizleyemedi.
- Vay be! Ne harika şeyler!
Ahmet böylesine büyük güzelliklerden kendisinin mahrum olmasından dolayı büyük bir hüzün duydu. Bu pişmanlık ruh haliyle meleklerin kanatlarında yükselirken birden heyecanlandı. Çünkü parıldayan köşk ışıklarında tanıdık bir isme rastladı. Dikkatlice baktığında yanılmadığını anladı.hemen meleklere dönerek;
-Şey bir dakika şuraya bakabilir miyim? Sanki tanıdık bir isme rastladım.
Melekler gayet sakin bir ifadeyle;
-Tabi ki tanıdık birine rastlayacaksın. Çünkü burası dünyanın devamı. Burada bulunanlar hep dünyadan gelenler.
-Yok öyle değil, bu benim akrabam, anneannem. Şu Pembe YEŞİL yazan köşk var ya işte orası. Biraz bakabilir miyim?
Melekler Ahmet’in isteğine anlamlı bir karşılık verdiler. Köşkün biraz yakınına doğru ilerlediler. Ahmet bu sırada sarayın terasında uzun saçlarını rüzgara vermiş olan bir genç kızı gördü. Bu kız hiçte ninesine benzemiyordu.
-Bu isim anneannemin ama, kendisine benzemiyor. O öldüğü zaman yaşlı güzeli bir kadındı. Şimdi ise orada gencecik bir kız duruyor. Bu nasıl olur?
Melekler Ahmet’in şaşkınlığına tebessümle karşılık verdiler. Sonra gayet net şekilde açıklamasını yaptılar;
-İnsanlar cenneti hak ettikleri zaman dünyanın tüm zorlukları ve beden fonksiyonunu bitiren özellikleri kaybolacaktır. Geriye sürekli olara gençlik iksirini kullanan bir beden ve ruh kalacaktır. Bunun yanı sıra kadınlar ne yaşlı olursa olsun, ne kadar evli olursa olsun cennette bakire olarak yineden dizayn edileceklerdir. İşte senin anneannen de cennetlik kadınlardan. Aşağı derecede olmasına rağmen cenneti hak ettiği için geçliği ve bekareti daim olanlardan olacaktır. İşte cennetliklere vaad edilen güzelliklerden bir enstantanede budur. Seyre doyum olmaz. Ancak cenneti hak etmek gerek.
Bu sözlerden sonra Ahmet meleklerin kanatlarında yükselmeye devam ediyordu. Nihayet uzaktan büyük yanardağın volkan patlatmasını anımsatan bir kızıllık görülmeye ve uğultu duyulmaya başladı. Ahmet bu görüntü karşısında ürktü. İçinin yandığını hissetti. Volkanın lavları, korkunç bir ejderhanın ağzından fışkıran ateş topları gibiydi. Bu dehşet denizinin üzerine ise ince ve uzun bir köprü kurulmuştu. Kimileri sürünerek, kimileri, koşarak, kimileri uçarak geçiyordu. Kimileri ise şimşek hızıyla yol alıyorlardı. Çok işlek bir köprüydü. Bunun ne olduğunu merak etti.
-Şu şu uzakta görünen şey nedir?
-O mu? Kızıl alevlerin yayıldığı yer cehennem. Onun üzerinde kurulu olan ise sırat köprüsü. Herkes dünyadaki iyiliği oranında hız alarak geçiyor köprüyü. Ama ilk soruda takılanlar ise köprüye tutunma şansını da kaybediyor. Balıklama ateş denizinin içine dalıyor.
Ahmet’in tüm zerresi titriyordu. İlk soruda takılmanın depresyonu şimdi daha fazla kuşatmıştı. Ayakları birbirine çarpıyor, ruhu yeniden ölecekmiş gibi daralıyordu. Bu sırada tam o dehşet denizinin üstüne gelmişlerdi. Ahmet’in yüzünü akşam kızıllığı değilse de, alev kızıllığı sarmıştı. Birden kendisini yere doğru pike yaparken buldu. Melekler, kanatlarında taşıdıkları Ahmet’i bırakmışlardı. Çırpınmaya başladı. Duyulmayan haykırışları yüreğini yırtıyordu. Ama tek başınaydı. Hiç kimse, hiçbir şey yoktu yanı başında. Ne tanrısal niteliğe büründürülen para, servet,altın, mücevher ne, güzellikleriyle akılları darmadağın eden kadınlar, ne sevgileriyle yürekleri yakan çocuklar, ne de kişisel hırsla putlaştırılan kariyer, mevki, makam ve koltuklar hiçbiri yoktu. Şimdi ateş dehlizine doğru iniyordu. Ateşin gazabı yüzünü yalıyordu. Rüzgar tüm şiddetiyle ateş esiyordu. Ahmet ise panik içinde yukarıya doğru çıkmaya çalışıyordu. Ama bütün çabaları nafileydi. İşte ruhu tam sırat köprüsünün üstündeydi. Ateşin onu yutmasına ramak kalmıştı
Ahmet için kâbus saati başlamıştı. Cehennem sanki kollarını açmış kendisini sarmak istiyormuşçasına hararetliydi. Bu sırada kulaklarına eşi Nesrin’in sesinin geldiğini sandı:
-Ahmet, Ahmeeet
Sağa sola baktı kimseyi göremedi. Ama belli belirsiz ses kulaklarında çınlamaktaydı. “Ahmet, Ahmeeet” ancak Ahmet’in şimdi bunu düşünecek ve sesin nereden geldiğini bulmaya çalışacak zamanı da hali de yoktu. Düşüşü hızlanmış neredeyse cehennemin kolları kendisini yutacaktı. İşte tam bu sırada ta kalbinin derinlerinden “aman ya Rabbi aman ya Rabbi” diye bir nefes alış verişi duyuldu. Bu sözün üzerine alnından bir ışık sırat köprüsünün altına doğru kaydı. Bembeyaz, yumuşacık bir ele dönüştü. Ahmet’te cehennemin sıcak nefesi yerine kendisini yumuşacık serin bir elin içinde buldu. Nefes alış verişi değişti. Yüzü pembeleşti. Gözlerinde ateşin kızıllığı parıldarken, gözlerinde kurtuluşun, umudun sevinci okunuyordu. El kendisini yakalayıp yavaşça yukarılara doğru çıkardı.
Ahmet kendisini kurtaran elin sahibini görmek için korku dolu gözlerini yavaşça açıp umutla doldurmaya çalıştı. Şimdi umudu kuşanmış bir duyguyla gözleri açıktı. Yüzünde hüznün yerini sevinç almış bir halde “el”in sahibine baktı. Nur yüzlü, aksakallı tatlı mı tatlı bir ihtiyarcıktı. Yüzü aydınlıktı. Melekler gibi güven veriyordu. Şaşkınlık Ahmet’in yüzünde diz boyuydu. Ama öylesine hoş bir şaşkınlıktı ki sevinçten ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Sonunda müşfik elin naif okşayışlarıyla kendine geldi. Biraz daha iyi olmuştu. Toparlanmıştı.
Bu resim yeniden boyutlandırılmıştır,orijinal boyutlarında görüntülemek için tıklayın.Orijinal resim boyutu: 1600x1131
-Sen kimsin, neden beni kurtardın?
-Ben senin namazınım. Kılmaya çalıştığın ve ayakta tutmaya gayret ettiğin namazın.
Ahmet bu sefer sanki biraz kızmış gibi bir tarzda sitem eder şekilde namaza seslendi;
-Peki bu zamana kadar niye geciktin. Bana bu sıkıntıları niye yaşattın. Neredeyse sırat köprüsünden düşüyordum. Alevler yüzümü yalamaya başlamıştı.
Namaz hafiften tebessüm ederek Ahmet’i boydan boya süzdü. Sonra da;
-Biraz önce ateşin rüzgarlarında kendinden geçmiştin şimdi ne oldu saldırıya geçecek kadar güçlü oldun galiba.
-Ama haksız mıyım? Sen benim namazımsın. Ateşten kurtaracaktın. Sıkıntıya sokmayacaktın hani ahirette!
-Doğru söylüyorsun seni sıkıntıya sokmayacaktım ama sen de beni dinç tutacaktın, ikame edecektin. Değil mi? Peki sen ne yapmıştın hatırla bakalım. Vaktin sonuna bırakırdın, işin varsa alel usul geçiştirirdin. Yani anlayacağın sen beni hep vaktin sonlarına bırakırdın işte ben de sana son anda yetiştim.
-Ya öyle mi! Peki seni hiç kılmamış olsaydım o zaman ne olacaktı?
-Onu da o zaman görürdün. Seni tutmasaydım ne olacaktın bir düşün, düşün de öyle ne olacağına karar ver.
-İnan ölüm bundan daha kolaydı. O an sanki gerçekten ölecekmişim gibi hissettim. Belki de ölümsüzlük çizgisinde sonsuz alev rüzgarı ürpertti şimdi ne olacak?
-Şimdi meleklerin sorularına cevap vereceksin. Onların soruları cevaplanmadan kurtuluş yok. Bir şekilde cevap verilecek. Yoksa…. Sonrasını düşünmek bile istemiyorum.
-Peki nasıl cevap vereceğim, bir türlü cevabı doğru söyleyemedim.
-Şimdi ben senin elerinden tutup, yüreğini teskin edince ruhunda bir hafiflik ve dinginlik hissedeceksin. O sükunla cevapları verebileceğini düşünüyorum.
Bu sırada melekler konuşmaya şahit olmuşlardı. Onların yanına doğru kanat çırparak gittiler. Ahmet’e dönerek;
-Ee Ahmet namazın şimdilik şefaatçin oldu. Seni sırat köprüsünden kurtardı. Ancak “Rabbin kim?” sorusu cevaplandırılmadan bundan kurtuluş yok.
Ahmet, meleklerin bu sözleri üzerine verdiği cevapları bir gözden geçirdi. Servet, para, kadın, çocuklar, mevki, makam hiçbirisi baki değildi. Hiçbirisi kendisiyle birlikte gelmemişti. Şimdi ise namazı yanı başındaydı. Aklı yavaş yavaş toparlanıyordu. Rabbini hatırlamaya başlıyordu. Kendisinin gerçek Rabbinin kim olduğunu namaz ipucuyla hatırlıyordu. Meleklerin kendisine güven veren bakışlarından cesaret alarak soruyu sormalarını istedi. Melekler;
-Men Rabbüke (Rabbin kim)?
Ahmet namaza baktı. Gülümsüyordu. Elleri kulaklarına doğru gidiyordu. Sonra göbeği hizasında bağlanıyordu. Eğiliyor, kalkıyor, tekrar yere kapanıyordu. Hatırlamıştı, hatırlamıştı Rabbini. Her namaza başlarken adını andığı, rükûsunda, secdesinde yücelttiği eşsiz sevgiliydi. “Allah” sözlerin en anlamlısı, sevdaların en yücesiydi. Huzurun, umudun, sevginin, barışın kaynağıydı. İşte hatırladı. Yüzü ayın on dördünden daha parlaktı. Sonbahar bitmişti. İlkbahardaki kuşların o güzelim şen şakrak cıvıltıları ruhunda çınlıyordu. Kelebekler gibi uçmaya başlamıştı. Dillerde yankılanan Allah sevdaların en anlamlısı ve sınırsızıydı. Ahmet, içten gelen bir sevda sarhoşluğuyla haykırdı;
-Allah, Allah’tır benim Rabbim, ve İlah’ım. Kendisine yöneldiğim, secdelere kapandığım, rükûlarla andığım eşsiz yüceler yücesidir O. Allah’tır benim Rabbim, Allah!
Melekler Ahmet’in sevinçle verdiği cevap karşısında kanat çırptılar, tekbir getirdiler. “Allah’u Ekber,
Allah’u Ekber…”
Ahmet, cevabında isabet ettiğini, meleklerin sevinç tekbirlerinden anlamıştı. Mutluluk yüzünde bir bahar meltemi gibi esiyordu. YHS’nin ilk sorusunu nihayet geçmişti. Meleklerin kendisine sürekli olarak neden tebessüm ettiğini ve güven verici bakışlarını eksiltmediklerini şimdi daha iyi anlıyordu. Kendisinin bu sorunun cevabını bir şekilde vereceğini biliyorlardı ve bundan dolayı da mütebessim bakışlarını hiç bırakmamışlardı.
Namaz yanında büyük bir müjdeci olarak duruyordu. Kurtarıcısıydı. Ellerinden tutup çekivermişti ateşin yalayan rüzgarlarından sırat köprüsünün hemen altından. Ama o korkuyu ve heyecanı hissetmişti. Melekler kanatlarını çırparak havalandılar. Etrafında birkaç tur dönüp yanı başına indiler.
-Evet Ahmet artık ikinci soruya geçebiliriz.
-İkinci soru mu nasıl yani?
-Daha üçüncü ve dördüncü sorularda sırada beklemektedir. Yavaş yavaş bu aşamayı geçtikten sonra imtihanın sonucuna göre kısa bir yolculuk yapacağız.
-Ne yolculuğu, nasıl bir yolculuk?
-İmtihan iyi geçerse öğrenirsin. Şimdi dikkatle dinle ikinci soru geliyor. Peygamberin kimdir?
-Peygamber mi o da ne?
-Sana yol gösteren, hayatta rehberlik eden kimdir?
-Şey eee yani bir dakika düşüneyim de…
Bu sırada namaz yanında oturmuş salâvat getirmektedir. “Allah’ümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala âli seyyidina Muhammed” bunu birkaç defa tekrar eder. Ahmet hafiften kulak kabartır. Namazı kendisine bu konuda da yardımcı olmuştu. Tahiyyatta oturup okuduğu dua aklına gelmişti. Onunla birlikte bir gül kokusu hissetti ta yüreğinin derinliklerinde. Birden efendisi Hz Muhammed göründü. Elinde Kur’an kendisine tebessüm ediyordu. Bu Ahmet için en büyük mutluluktu. Hep hayal ettiği ve görmeyi çok arzu ettiği efendisi Hz Muhammed (as) şimdi karşısındaydı. İşte benim senin peygamberin derecesine nakışlarıyla umut veriyor, Ahmet’i cesaretlendiriyordu. Ahmet, namazın fısıldayan nefesiyle bu suruyu da çözmüştü;
-Efendim Hz Muhammed aleyhisselamdır.
O benim nebim ve peygamberimdir.
Melekler isabet ettiği cevapta olduğu gibi bunda da tekbir Ahmet’i getirip kutladılar. Ardından üçüncü soru geldi:
-Kitabın ne? Sana yol gösteren rehber ve kılavuzluk eden kitabın nedir söyle! Dediler.
Ahmet artık ortama alışmış ve namazın o cennet müjdecisi nefesinden ruhuna akan sese kulak vermişti.
“Elif Lam Mim zelikel kitabu la raybe fiih. Huden lil muttakiin”
Kutsal nağmeler terennüm ediyordu namazın nefesinde. Ahmet namazda okuduğu ayetleri hatırladı. Kendisi için ebedi kılavuzun tek olduğunu hatırladı. Sevinç boğazında düğümlenmişti. Konuşmakta zorlanıyordu. İlk aşamayı geçmeye çok az bir zaman kalmıştı. Ruhunun tüm zerreleri sevinçten büyük bir mutluluk duyuyordu. Hele o güzel insanın elindeki kitaptan bir ayet okuması Ahmet’i kendinden geçirdi. Ruhu dayanamadı bu büyük mutluluğa.
Kendisine göre kısa bir süre sonra ayıldı. Gözleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Nefesi güçlenmiş, sesi gürleşmişti;
-Kitabım Sonsuz Nur ve eşsiz rehber Kur’an- Kerim’dir.
O dünyadan getirdiğim nurum ve yol aydınlatıcımdır. Işığımdır. Her namazımda onunla hayat bulur ve her sabah ondan bir bölüm okuyarak güne bir kuş kadar özgür başlardım.
Melekler yine tekbir getirip sevincini paylaştılar. Son soru gelmişti ansızın:
-Kıblen neresi söyle!
Artık Ahmet için bu soru daha da kolaylaşmış bir örgüye dönmüştü. Tüm ihtişamıyla Kabe siyah örtüsünün içinde tam karşısında duruyordu. Namazı ise onun karşısında kıyam, rüku, secde, tahiyyat derken namazı ikame etmeye başladı. Hz İbrahim ve Hz İsmail canlandı gözlerinde. Onların Kâbe’nin duvarlarını ilk defa nasıl yükselttiklerine şahit oluyordu. Derken Hz Muhammed (as) yıkılan duvarları onarılmış Kâbe’nin yanına Hacerül Esvet’i koyuşu canlandı. Onun Muhammedül Emin olarak vasıflandırılışını hatırladı. Hepsi kısa bir sürede zihninden bir film şeridi gibi geçti. Sevinci bir şelale gibi dökülüyor ve çağlayan oluyordu.
-Kıblem Beytullah’tır. Kâbe’dir. Bütün Müslümanların her namazda yönelip Allah’ı andıkları yerdir.
Melekler sevinçlerini yinelediler. Havada uçup kant çırptılar. Ahmet’i alıp ikinci katın yükseklerine çıkardılar. Gök açıldı, yıldızlar yol verdi. Cennetin o muhteşem güzelliği gözlerde ışıldadı. Üçüncü kata çıkmaya az kalmıştı. Ama melekler bu güzel cevaplar karşısında Ahmet’e bir sürpriz hazırlamışlardı. Kanatlarına aldıkları Ahmet’e;
-Hazırlan gidiyoruz!
-Nereye?
Gidince görürsün!
Melekler Ahmet’i bıraktılar. Ahmet şimdi özgürdü. Meleklerin kanatlarında değildi. Onların yanında uçuyordu. Ama hala nereye gittiklerini bilmiyordu.
Ahmet melekleri takip ediyordu. Başka bir âlemdeydi. Dünyadan çoook farklıydı. Şimdi ikinci kat gökte geziyorlardı. Öylesine büyük bir bölümdü ki gözler almıyordu. Dünyadaki uçsuz bucaksız uzayın belki de iki katıydı. Her bir saray küçük ölçekli bir ilçe kadar olduğunu düşünürsek sayısız köşklerle büyülüğünü az da olsa kavrayabiliriz. Dönüşte tanıdık birçok isme rastladı. Artık burası kendisi için yabancı değildi. Nasıl orada yakınları varsa burada da birçok akrabası ve arkadaşı vardı. Çünkü meleklerin dediği gibi burası dünyanın devamıydı. Tabi ki tanıdık simalar olacaktı. Nihayetinde buraya gelenler başka âlemden gelmiyordu ve gelenler de hep birbirinin tanıdığıydı. Kimisinin annesi, babası, kardeşi, büyük babası ve anneannesiydi. Amca, hala, dayı, teyze, kuzen, komşu değimliydiler dünyadayken tabi ki tanıdıkları olacaktı. Kendisi dünyadayken bir günde kaç sala işitiyordu. Aynı dönemin insanları değil miydi? İşte bir gün de kendisinin salası okunmuştu da şaşırmıştı acaba kendisinin ismiyle ayanı olan kim diye. Ama şimdi öğrendi ki salası okunan kendisiymiş.
YHS’nin ilk sorularını cevaplandırmanın verdiği huzurla yüzü bir ondördü gibi parıldıyordu. İşte yine Pambe ninesinin köşkünün yakınındaydı. Onu görünce meleklerden müsaade aldı. Ninesini ziyaret etti. Anneannesi kendisinden genç, dinç ve güzeldi.
-Hey pembe nine hey beni duyuyor musun?
Pembe nine sarayında yanında ırmak akan büyük bir ağacın altında dinleniyordu. Kendisine seslenen birini duyunca kulak kabarttı. Sesin geldiği yöne baktı. Kendisine sesleneni tanımıştı. Heyecan ve sevinç dolu bir ruhla karşılık verdi;
-Ahmet hey Ahmeeet torunum hoş geldin.
-Nine hoş bulduk bulmasına ama az kaldı soruları hem de en iyi bildiğimi sandığım soruları cevaplandıramıyordum. Zor kurtuldum.
-Torun dur bakalım hele kurtulduğunu sandığın şey daha YHS’nin ilk aşaması. Daha bundan sonra öyle sorularla karşılaşacaksın ki kendinin bile unuttuğu davranışların hesabını nasıl vereceksin onları düşün. Ama umutsuzluğa düşme kalbinde gerçekten Allah’a iman varsa o iman sana yol gösterecekti.
-Sağol nine ilk aşamada namazım elimden tutmuştu inşallah bundan sonrakilerde de imanım bana yol gösterir.
Bu sırada melekler Ahmet’i çağırıyordu.
-Nine şimdilik bana müsaade seni ziyarete gelirin inşallah.
-Beklerim torun ben de iadeyi ziyarette bulunurum. Hele yerine bir yerleş de ondan sonra daha rahat görüşürüz. Ben burada birçok tanıdıkla hasbıhal ediyorum.
-Hadi Allah’a ısmarladık.
-Görüşmek üzere torun görüşmek üzere…
Ahmet meleklerin yanına varmıştı. Burada göklerde yıldızların yerine saraylar ve köşkler ışıl ışıl parlıyordu. Ninesinin köşküne öylesine bir göz atmıştı. Dört tane büyük nehir gözüne çarpmıştı. Bal, süt, şerbet ve su nehirleri büyük bir coşkuyla akıyor, melekler etrafında pervane oluyorlardı.
İşte meleklerle birinci katın sınırına gelmişlerdi. Kapıda bekleyen meleklerden müsaade alarak birinci kat göğe yani eski dünyasının eşiğine gelmişlerdi. Şaşırdı. Niçin geldiklerini merak etti. Acaba kendisini tekrar mezarına mı koyacaklardı, yoksa tekrar dünya hayatına mı dönecekti? Bu sorular Ahmet aklını karıştırmıştı. Merak, heyecan bir arada meleklerin yanında ikinci kat göğün açılan kapısından çıkmaya hazırlanıyorlardı ki birden çok güzel kokulu kelebekler etraflarını kuşatmaya ve Ahmet’in ruhuna güç vermeye başladılar. Ahmet kelebeklerin o muhteşem nefeslerini hissettikçe yüreği genişliyor, daha da güçleniyordu. Binlerce rengârenk kelebek etraflarını sarmıştı. Şimdi dünyanın baharı gibi ahiret baharını da yaşıyordu.
Soran gözlerle meleklere baktı. Meleklerin tebessümü de en az kelebeklerin ki kadar renkli ve neşeliydi.
-Bu kelebekler sana okunan Kur’an-ın şekil almış hali. Aynı renkteki kelebekler ruhuna okunan aynı Kur’an sureleridir.
Ahmet meleklerin bu cevabı üzerine kelebeklere ayrı bir gözle baktığında dediklerini anladı. İrili ufaklı rengarenk kelebek etrafını kuşatmıştı. Kimisinin üzerinde Yasin, kimsinin üzerinde Fatiha, mülk, Nebe, Felak, İhlas, Nas yazıyordu. Ama en çokta dikkatini büyükçe kelebekler çekmişti. Onlara da dikkatlice bakınca Hatim yazdığını fark etti.
Allah’a hemen oracıkta yeniden şükretti. “Allah’ım sana sonsuz şükürler olsun ki, arkamdan Kur’an okuyacak evlat yetiştirmeme ve Kur’an okuyan dostlar edinmeme imkân verdin. Sana ne kadar hamd etsem azdır Allah’ım!”
Ahmet meleklerin verdiği güçle biraz daha kendine gelmişti. Meleklerin eşliğinde eski dünyasının kapısından tekrar girdi. Yıldızlar yine ışıldıyordu. Galaksiler akıp gidiyordu. İşte dünyasına yaklaştıkça ay da ayrı bir güzellikte parlıyordu.
Ahmet anlayamayacağı şekilde hızlı gittiklerini fark etmeye başlamıştı. Neredeyse ışık hızıyla yol alıyorlardı. Dünya atmosferine girdiler. Yaşadığı ülkenin güzelliği apayrıydı. Dünyanın cennet köşelerinden biriydi. Ah bir de orayı terör belasıyla kana bulamasaydılar ne kadar güzel olacak ve yaşaması ne kadar iyi olacaktı. Tekrar dünya hayatı canlandı gözlerinde. “İnsanların trafik canavarı kesilmesi, ucuz hesaplar uğruna masum binlerce insanın katledilmesi, bombalar, uyuşturucular, kadın, çocuk, beden tacirleri of Allah’ım of” diyerek dünya hayatının çekilmezlerine ve dünyayı çekilmez hale getirenlere sitem etti.
Ahmet bunları düşünürken birden tanıdık bir evin üstünde uçtuklarını fark etti. Burası evet evet burası kendi eviydi. İşte orada oturanlarda kendi akrabalarıydı. İşte Celal’in Kur’an okuyuşu o kadar güzel geliyordu ki kulağına mest olmuştu. Oğlu Kur’an okurken bir kelebek yükseliyor ve ruhuna nefes oluyordu. Sonra dualar okundu hatim indirildi. Büyükçe göz kamaştıran bir kelebek Ahmet’in ruhuna güç üfledi. Ahmet kendinden geçmişti. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Soran gözlerini meleklere yöneltti.
-Senin kırkını çıkarıyorlar.
-Nasıl ben öleli kırk gün oldu mu? O kadar zaman geçti mi?
-Evet geçti.
-Ama daha benim ilk gecem değil miydi?
-Evet bundan sonra da hep ilk gecen olarak kalacak. Çünkü ruh için zaman mefhumu yoktur. Nasıl ki uyku da zamanın nasıl geçtiğini bilmiyorsan, ölüm halinde de öyle, kıyamet kopuncaya kadar zamanın nasıl geçtiğini bilmeyeceksin.
Ahmet şaşırmıştı. Öylesine hızlı işliyordu ki zaman, nasıl geçtiğini hissetmiyordu bile. Daha ilk gecesi olarak sandığı imtihan gününün üzerinden tam kırk gün geçmişte haberi bile olmamıştı. İşte kırkı da bitmişti. Çocuklar kendisinin yokluğuna alışmış görünüyorlardı. O ilk günün acısı yoktu gözlerinde. O sırada gözü eşi Nesrin’i aradı. Hah işte o da içeri de oturuyordu. Yine başında siyah bir eşarp vardı. Ama onun da yüzünde ilk günkü kadar acı okunmuyordu. Melekler Ahmet’in bu yüz ifadelerini okumasını anlamışlardı.
-Bak Ahmet! Şayet insanlar o ilk günkü acıyı hep yaşayacak olsalardı dayanamaz üçüncü gün acının etkisinde çatlar ölürlerdi. Allah insanlara ölümü verdiği gibi onu unutma gücünü de vermiştir. Nasıl ki sen de kaybettiğin birçok yakının acısını bir müddet sonra unuttuysan, onlar da senin acını unutacaklar. Çünkü hayat devam ediyor ve insanlar yaşamda ayakta durmak zorundalar. Sana yapacakları en güzel şey, ruhuna Kur’an okumaları ve senin adına hayır ve hasenatta bulunmalarıdır. Bak kelebekler nasıl kanatlanıp ruhuna güç veriyorlar. İşte bunun gibi hayırlarda ayrı bir güç kaynağı olarak ruhuna etki yapacaklardır. Tabi bununla birlikte yazdığın güzel kitaplardan da insanlar istifade ettikçe onlar da sana güç kaynağı olacaktır.
Ahmet büyük bir mutluluk duymuştu. Çocuklarını Mevlüde’yi, Fatma’yı, Sümeyye’yi, Celal ve Furkan’ı görmenin mutluluğunu hissetti. Hele onların kendisi için Kur’an okuyacaklarını düşünmesi kendisine ayrı bir huzur verdi.
Yapılan duadan sonra çaylar içildi, sohbetler edildi ve insanlar evlerine dağılmaya başladı. Bu demekti ki Ahmet’in de Yeni Hayat yolculuğu tekrar başlayacaktı. Melekler Ahmet’e baktılar.
-Haydi gidiyoruz. Buradaki işimiz bitti. Seni Yeni Dünya’nın acayiplikleri bekliyor. Bakalım Yeni Dünya’nın gariplikleri karşısında ne hissedeceksin.
-Nasıl yani?
-Gittiğimiz zaman görür ve anlarsın. Bakalım dünya hayatındaki insanların yaptıklarının karşılığında insanlar Yeni Dünya’larında neler yaşayacaklar?
Ahmet meleklerin eşliğinde birden kendini ikinci katın kapısında buldu. Çok hızlı hareket ediyorlardı. Kapıdaki melek bu sefer biraz tebessümle karşıladı.
-Yeni Dünya’nın garipliklerine hoş geldin Ahmet!