| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Allahın EHAD ismi ve tecellileri | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
parisa Özel Üye
Mesaj Sayısı : 420 Rep Gücü : 849 Rep Puanı : 7 Kayıt tarihi : 21/09/09
| Konu: Allahın EHAD ismi ve tecellileri Ptsi Ocak 31, 2011 7:19 am | |
| 1-Kainat Kitabında Esma Hüsna Tecellileri Tefekkür <blockquote class="postcontent restore "> 1-Kainat Kitabında Esma Hüsna Tecellileri Tefekkür Ediyoruz..1-EHAD C.C
Allah bizi kendisine kulluk etmek ve kendisini tanıttırmak için yarattı. Bunun için kendisini bize tanıttıracak muallim ve muarrifleri de yarattı. Bu muallim ve muarriflerin en camii ve küllisi üç tanedir. 1- Kainat kitabı2- Hz. Muhammed ( a.s.m )3- Kur’an-ı KerimBu saydığımız tanıtıcıların her birisi Allah’ı bize ( okuyabilenlere ) tanıttırmakta ve tarif etmektedir. Bu külli kaideden hareketle diyebiliriz ki, madem Allah kainat ile bize tüm esma ve sıfatlarını tanıttıracak, elbette onda her türlü kemal ve cemalini içeren esma ve sıfatlarını tecelli ettirecektir. Dolayısıyla “kainatta her türlü esma ve sıfat-ı ilahi tecelli etmiştir” diyebiliriz. Kainattan maksat, sadece gördüğümüz bu maddi alemi anlamamak gerektir. Kainat bütün halk yani yaratılmış alem demektir. Böylece alem-i misal, Levh-i mahfuz, cennet ve cehennem, ve tüm mahlukatın tamamını kainat olarak anlamak yerinde bir tarif olacaktır. Selam ve dua ile...Sorularla İslamiyet Editörü EL-VÂHİD (EL-EHAD) Ehad ismi, Esmâ'ül Hüsna' hadisinde geçmemekle birlikte, Vahid İsmiyle farkını belirtmek maksadıyla burada açıklanmasında fayda görülmüştür] Vahid: "Kemâl sıfatları bütün eşyayı kuşatan, eşi ve benzeri olmayan, bölünmez ve parçalanmaz tek zât." "Sıfatlarında şeriki olmayan." Ehad: "Bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan yegâne zât" "Zâtında şeriki olmayan." “Sizin ilâhınız tek bîr ilâhtır; O'ndan başka ilâh yoktur." [Bakara: 2/16.] Vahid ve Ehad isimlerinin her ikisi de ALLAH'ın birliğini ifade ederler. Hatibi bu iki isim arasındaki ince farkı şöyle ortaya koyar: "Ehadiyet zâtın birliğidir, Vahidiyet ise sıfatta ortaklığı red içindir." Nur Külliyatında da Vahidiyet ve Ehadiyet için şu izah getirilir: "Vahidiyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise herşeyde Hâlık-ı Külli Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir." ALLAH, Vahid'dir, birdir. Sıfatları bütün mahlukati kuşatmıştır. Nihayetsiz kudret, sonsuz ilim, mutlak irade... ancak O Vahid'e mahsustur. ALLAH, Ehad'dir, birdir. Mahlukatın zâtlarındaki bütün noksanlıklardan, sıfatlarındaki bütün eksikliklerden, fiillerindeki bütün acizliklerden münezzeh olan ve onların hiçbirine benzemeyen yegâne bir, tek bir, benzersiz, eşsiz bir ancak O'dur. ALLAH, Vahid'dir. O'nun kemâl sıfatları bütün eşyayı kaplamış, kuşatmıştır. Bütün âlemlerde faaliyet gösteren tek kudret O'nun, her şeyde tecelli eden tek ilim O'nun. Semadaki bütün yıldızlar da, dünyadaki bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler de O'nun. Denizler, nehirler, ovalar O'nun. Cinler, ruhaniler, melekler O'nun... Ve ALLAH Ehad'dir, zâtı birdir. Her mahlukuna müstakil bir zât ve ona mahsus sıfatlar takmış ve o mahlukunun her ihtiyacını bizzat görmekte ve onda birçok esmasını tecelli ettirmektedir. ALLAH'ın birliğine iman eden bir insanın bu imanını amel âlemine nasıl dökeceği, nasıl bir ruh haleti taşıması gerektiği Nur Külliyatından Mektubat adlı eserde şöylece nazara verilir: "ALLAH birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünki Sultan-ı Kâinat birdir, herşey'in anahtarı O'nun yanında, herşey'in dizgini O'nun elindedir; herşey O'nun emriyle halledilir." Ehad: “Bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan yegâne zât” “Zâtında şeriki olmayan.” Üstadımız; EHAD ismini ekleyerek mebde ve müntahayı birleştirmiştir.Ehadiyet, Cenab-ı Hakk’ın her bir şeydeki birlik tecellisidir. Mahir bir sanatkârın yaptığı her bir eser, o sanatkârı gösterir. Eğer o sanatkâr herbir eserine kendine has taklid kabul etmez mühürler vurmuşsa,o eserler “Beni ancak falan sanatkâr yapabilir” diye ilan ederler.
Yaratılmış her bir eserdeki hususi mühür, o yüce yaratıcının tek olduğunu bildirir.
Bu noktadan baktığımızda ehadiyet,
“herbir şeyde Halık-ı külli şeyin ekser isimlerinin tecelli etmesidir.
” Yani, küçük bir canlı bile, her şeyi yaratan Allah’ı ekser isimleriyle bildirir, tanıttırır.
Canlılar içerisinde insan, Ehadiyetin özel mazharıdır.
Çünkü her insan, kâinatın küçük bir misalidir
“Âlem büyük bir insan, insan küçük bir âlemdir
”İnsanlar içerisinde de Hz. Muhammed (asm) Ehadiyetin en has muhatabıdır. Zira hadis-i kudsinin ifadesiyle, bütün kâinat onun hürmetine yaratılmıştır.
Hz Ali efendimizin kendi tefekkür aleminden bakmıştır Üstadım zerrelerden yıldızlara kadar bütün kainatı hallac pamukları gibi taramıştır.
Tevsi ; genişleme manasıdır Üstadım iki derece tevsi ederek daha ilerisini göstermiştir. 15, şuanın 3 kısmının 2. işaretin
Tecelli-i Ehadiyet:
Yüce Allah cisim ve cismanî olmadığı için zaman ve mekân onu kayıt altına alamaz.
Kevn ve mekân onun şuhuduna ve huzuruna müdahale edemez. Sebepler ve vasıtalar ona engel olamaz.
Teveccühüne ve her şeyi bir anda görmesine, bütün ihtiyaçları bir anda işitmesine ve her yerde ilim, irade ve kudreti ile bir anda bulunmasına hiçbir şey engel olamaz.
Bunun için bir işi diğer bir işine mani olamaz.
Her işi bir iş gibi kolay yapar. Bir çekirdekte bir ağacı ve neslini yerleştirdiği gibi, bir insan hücresinde de bütün insanlık neslini yerleştirir ve zamanı gelince ortaya çıkarır. Bütün kâinatı bir tek varlık gibi kolayca idare eder. Nasıl ki nuraniyet sırrı ile güneş bir zerreye verdiği tecelliyi aynı anda bütün varlıklara verir ve bir işi diğerine mani olmadığı gibi, bir zerreye verdiği ışık ile bütün zerrelere verdiği ışık arasında hiçbir zorlama ve farklılık olmaz. Biri ile tümü arasında fark yoktur. Yüce Allah da nur ve nurani olan bütün esma ve sıfatı ile her yerde hazır ve her şeye nazır olarak bütün esması ile her yerde tecelli eder ve bütün eşyayı bir tel şey gibi idare eder Aynı anda her yerde birden bütün işleri bizzat kendisi yapar, bir iş diğerine mani olmaz. Her şeyi külfetsiz kolayca bir anda yapabilir. Ehadiyet itibariyle her bir mevcut, her bir eser bütün eserleri ve varlıkları müessir-i hakiki olan Allah’a verir. Her bir fiil-i icâdi, yani yaratılan şey bütün ef’âli ve eşyayı failine ve yaratanına mal eder. Bir sineğe hayat veren bütün sineklere ve sinekle alakalı olan her şeye ve yeryüzüne hayat veren zat olabilir. Çünkü hepsi anı kanuna bağlıdır. Kanunu kim koymuş ise o kanuna tabi olan tüm varlıkları yaratan ve kanuna tabi kılan da o olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir, ef’âl onun ile bağlıdır. **************************************
Kış aylarında güneş ışınları olmadığı için, bulutların bulundukları yüksekliklerde hava sıcaklığı çok düşük olunca, yükselen su buharı, sublime denilen şekilde sıvı hale geçmeden, bu aşamayı atlayarak doğrudan buz kristali haline dönüşür. 0.1 milimetre çapındaki buz kristalleri birbirlerine yapışarak kar tanelerini oluştururlar. Eğer bulut ile yer arasındaki hava sıcaksa bu kar taneleri yere düşene kadar yağmur tanesi haline dönüşebilirler, ama soğuksa yere kadar kar tanesi olarak inmeyi başarabilirler. Hafiflikleri nedeniyle yere o kadar yavaş inerler ki 3 bin metreden inmeleri 2 saat alabilir. Bazen bulutun altındaki sıcaklık öyledir ki, bir kısmı kar, bir kısmı yağmur damlası halinde düşerler, biz buna "sulu sepken" diyoruz. Yani yağmur veya kar yağmasını belirleyen ana unsur, bulut ile yer arasındaki hava sıcaklığıdır.
Genel kanının aksine kar yağması havayı ısıtmaz, aksine ısınan hava karın yağmasına sebep olur. Çok soğuk havanın içine su alma kapasitesi daha azdır. İçine alamadığı su ya "don" şeklinde yeryüzünde kalır ya da "kırağı" oluşur. Bu şartlarda kar kesinlikle oluşamaz. Hava 3 derece gibi biraz ısınınca, su buharı yeryüzünden yükselebilir, çok yüksekliklerdeki soğuk hava tabakalarına ulaşabilir ve kar yağışı meydana gelebilir. Biz de sanki k ar yağdığı için hava ısınmış gibi algılarız.
Kar tanesinin oluşumu hakikaten bir mucizedir. Gerçi bazı kayak merkezlerinde, kar yağışı yetersiz olduğu zamanlarda suni kar üretiliyor ama bu görüldüğü kadar kolay değil. Doğal kar tanelerinin ortasında çekirdek olarak toz parçacılarının olduğunu biliyoruz. Eğer bunlar olmazsa saf su -40 derecede bile kristalleşemiyor. İlk olarak 1975'de Berkeley, California Üniversitesinden Prof. Steve Lindow "snomax" denilen bir proteini toz parçacıları yerine kullanarak suni kar üretmeyi başardı. Bu madde sayesinde daha hafif ve kuru kar tanelerinin üretilmesi sağlandı ve Norveç'te yapılan 1994 kış olimpiyatlarında çok yaygın olarak kullanıldı. Kar kristalleri altıgen bir şekil içindedirler. Her bir koldan 3 ve 12'li kollar çıkar. Bu dizilişin sebebinin oksijen atomlarının diziliş şekli olduğu sanılıyor.
Sebebpler dairesinde acıklanan bu...
Her kar tanesi..Evvekden Ahire kadar yağan ve yağacak olan KAR TENELERİ....... EHAD DİYE ALLAH'IN BİRLİĞİNİ VE KUDRETİNİ GÖSTERİRİR.... GÖREN BAKAN GÖZLERE EHAD EHAD EHAD DER...
Çok yukarlardan tane tane düşer,o rüzgarlara rağmen birleşmez.
Meleklerin dansıdır,her bir kar tanesini yaratılan bir melek indirir.
Kar taneleri. Allah’ın başka bir mucizesi. Bir bilim adamı kar tanelerini mikroskopla inceliyor ve hayretler içinde kalıyor. Sonuç: Hiçbir kar tanesi diğerine benzemiyor. Her kar tanesi birbirinden farklı. Birinciyi inceliyor, beşinciyi inceliyor, onuncuyu, yüzüncüyü, binlercesi….Ve şunu görüyor: Her kar tanesi hassas bir şekilde ince ince işlenmiş, en ince detayına kadar düşünülmüş bir mükemmellikte. Bir ressam bile bunu yapamaz, diyor. Ve itiraf: Sanki bir sanatçı bana sanatını gösteriyor. Evet. En büyük, kusursuz sanatçı Allah’ın Sani(sanatlı yaratan),Ehad,Bedi c.c ismi tecelli ediyor.
Elimizde bir imkanımız olsa ve bütün yağan kar tanelerini bir araya getirip inceleyebilsek, hepsinin birbirlerinden tamamen farklı olduklarını görürüz.
Bunun nedeni, kar tanelerini meydana getiren su moleküllerinin moleküler özelliği ve kar kristallerinin buna bağlı olarak farklı geometrik yapılarda oluşmalarıdır.
Asıl dikkat çekici olan ise; meydana gelen bu çeşit çeşit kar tanelerinin mükemmel ve kusursuz bir simetriye sahip oluşlarıdır.
Birbirleriyle gevşek bir şekilde bağlanarak kar tanesini meydana getiren kristaller, birbirlerinden o kadar farklı şekillerde oluşurlar ki, hiçbir kar tanesi bir diğerine benzemez
. Kar kristallerindeki muhteşem yapının fark edilmesi, bilim dünyasını şaşırtmış ve bilim adamlarında büyük bir hayranlık meydana getirmiştir. Öyle ki, kar kristalleri üzerinde ilk araştırmaları yapan Amerikalı Wilson Bentley, gördüğü muhteşem sanat karşısında çok etkilenmiş ve elli yıl boyunca sürekli kar kristali resmi çekerek bu kar tanelerini incelemiştir. Bentley keşfettiği kristal aleminin eşsizliğini ise şöyle dile getirmiştir:
“Mikroskobun altında kar tanelerinin mucizevi güzellikte olduğunu keşfettim. Bu güzelliğin başkaları tarafından görülmemesi ve gerekli önemin gösterilmemesi büyük bir kayıp. Her kristal bir tasarım harikası ve hiçbir dizayn bir daha tekrarlanmıyor....”
Kar kristallerinde görülen farklılıklar bitip tükenmediği için günümüzde halen bu konuda araştırmalar devam etmektedir.
Çoğu Zaman Farkına Varılmayan Sanat Eserleri Gökyüzünden düşen kar tanelerinin her birinin birbirinden farklı olduğu çoğu insanın bilmediği bir konudur. Bilinse bile bu gerçeğin muhteşemliği üzerinde fazla düşünülmemiş olabilir. Oysa kar kristallerinin hepsinin altı köşeli olup yapılarının birbirinden farklı olması çok büyük bir mucizedir. Böyle bir çeşitliliği hiçbir sanatçı, mimar ya da bilim adamı gerçekleştiremez. Üstelik, Yüce Allah bu sanatı 0.1 milimetre olan bir mekanın içerisine yerleştirmiştir. Amerikalı Fizik Profesörü Kenneth Libbrecht kar kristallerinin bu muhteşem yapısı üzerinde araştırma yapan bir başka bilim adamıdır.
Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nde çalışmalarını yürüten Libbrecht kar tanelerinin gerçek fotoğraflarını çekerek, Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuz güzelliği gözler önüne sermiştir.
Profesör Libbrecht, şimdiye kadar yapılan çalışmalar içinde kar tanecikleri arasında aynı büyüklükte, aynı şekilde ve aynı sayıda su molekülü ihtiva eden iki kristalin bile bulunmadığını ifade etmiştir.
Libbrecht teknolojik cihazların yardımıyla görüntülediği kar kristallerinin açıları, motifleri ve renkleri arasında bile farklılıklar olduğunu ispatlamıştır.
Kar Kristalleri Nasıl Oluşuyor?
Bir kar tanesi küçük bir toz tanesi etrafında oluşmaya başlar. Oluşan bu kristal gitgide büyür ve köşelerinden itibaren küçük kollar oluşmaya başlar.
Hava soğudukça bu kolların büyümesi biraz daha hızlanır.
Hava değişimlerine maruz kaldıkça, oluşan bu yapı üzerinde kılcal uzantılar gelişir.
Kar çevreye savruldukça ve değişik koşullara maruz kaldıkça bu yapılanma devam eder ve her koşula uygun farklı bir özellik kazanmaya başlar.
Tek bir kar tanesindeki her kol aynı gelişmeyi yaşadığından bütün kollar birbirine benzer ve son derece kompleks bir yapı meydana gelir.
Meydana gelen altıgenle bağlantılı olarak altının katlarına bağlı bir simetri oluşur ve kristal üç boyutlu yapısını kazanmış olur.
Evreni en ince ayrıntısına kadar Allah yaratmış ve Kendi sıfatlarıyla şekillendirmiştir.
Var olan her şey O'ndandır. Tüm güzellikler, incelikler O'nun aklının tecellileridir. İnsana düşen, Allah'ın yarattıklarındaki eşsiz sanatı görmek ve bunların üzerinde düşünmektir.
Allah Örneksiz Olarak Yaratandır
Her bir kar tanesi Allah'ın izni ile yeryüzüne düşer.
Karın oluşabilmesi için gerekli tüm etkenleri yaratan Allah'tır.
Isı değişimi, hava akımları, kristalleşme Allah'ın dilemesiyle gerçekleşir.
Allah her bir su damlasını soğuk hava ile karşılaştırır ve çok ince buz parçalarına dönüştürür.
Her şeyi en güzel şekilde yaratan Allah, trilyonlarca kar tanesini ihtişamlı bir sanatla yeryüzüne gönderir. Her şeyin Allah'ın dilemesiyle var olduğu bir ayette şöyle bildirilmektedir: “Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi, 117)
Burada Allah'ın sonsuz yaratma gücünün daha iyi anlaşılabilmesi için karla kaplı olan bir manzarayı gözünüzün önüne getirin.
Ağaçların, yolların, arabaların ve evlerin çatılarının karlar altında olduğu bir sokağı düşünün
. Şimdi burada var olan kar taneciklerini saymaya kalktığınızı farz edin. Böyle bir sayma işlemini başarmak imkansızdır. Çünkü bir metre küp karda bile 350 milyon tane kar taneciği bulunduğu tahmin edilmektedir.
Şimdi bu 350 milyon tane kar taneciğinin her birinin farklı altıgen motifleri olduğunu düşünün.
Daha sonra karşınızda duran karla kaplı manzaraya bakın ve kaç tane farklı kar kristali motifi ile karşı karşıya olduğunuzu düşünün.
350 milyon tane birbirlerinden açıları, renkleri ve motifleriyle farklı deseni bile insanın zihninde canlandırması mümkün değildir. Dünyada hiçbir ressamın veya hiçbir tasarımcının birbirinden farklı 350 milyon resmi veya desen çalışması yoktur.
Allah ise sadece bir metreküp karda 350 milyon ayrı desen yaratmaya kadir olandır. Kuran'da Rabbimiz'in yaratma ilmi şöyle haber verilmektedir:
“Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nahl Suresi, 17-18)
*************************************************************
Üstad ; bu asırdaki insanlar maddeci olduklarından, onları, o şirkin bataklığından, o bölücülüğün sonsuz tahribatından kurtarmak için tevhid gibi bir iksirden başka çare görmemiş.
Zaten Risale-i Nur'a göre en büyük İsm-i Azam tevhiddir, Ehad'dır.
Bir insan, bir Esma-i İlahiyenin Ehad isminin tecellisinden başka bir şey değildir der üstad.
"Madem O vardır ben yok olsam da olur"
Zaten bu fedakarlık ölçüsüdür, mü'minleri buraya getiriyor.
Bütün maddeciliği, nokta tecellileri aştırıyor..seni sonsuzluğa götürüyor..bu bir miraç..ve diyor ki ; sen olmasanda madem Allah var, senin varlığının yerine geçer.
Madem O var herşey var..Buraya geldikten sonra bir mü'min miracını tamamlamış olur, keramet sahibi olmasa da veli olmuş olur, şeriatin sonsuz güzelliklerini tadabilir, yaşayabilir.
Çünkü tevhiddir ve basit bir iş değildir.
Adam materyalisttir, slogan gibi "la ilahe illallah" çekse, bir yığın korktuğu düşmanı varsa, kalbinde zerre kadar tevhidin ruhi rahatlığı yoksa ne anlamı var o zaman söylenilenin. 24. sözün konusu İsm-i Azamdır. Yani diyor ki : 1.si : Bütün Esmayı beraber görmen lazım. 2.si : Gölgede ve dar alanda kalma, her ismin en geniş mertebesini görmeli ve yaşamalısın. gölgesinden ziyade hakikatini görmelisin. 3.sü : Esma-ül Hüsnaya en büyük mazhariyet Efendimiz (s.a.v) de elde edilmiş. Hem bütün olarak hem gölgesiz hem de geniş dairede. Mesela bazı ehl-i tarik şeyhini Allah yerinde görüp orda tıkanır kalır, bazıları bir çiçeği görür orda baharı görmez veya baharı görür ebediyeti görmez. Dar alanda kalır. Bundan kurtulmak için Hz.Muhammed (s.a.v) in peşinde gidilmesi lazım. Sanki Efendimiz(s.a.v) in bazı sözleri dar düşünceyi ifade ediyor gibi bir soru akla gelirse ; bunun için üstad : der. Efendimiz (s.a.v) in peşinden gidilirse bir bütünlükten sen Esma-ül Hüsna'ya mazhar olursun, bir gölgeden kurtulmak ve hakikate ulaşmak konusunda sonsuz tecelligah olursun. O'ndan (s.a.v) alacağın sonsuz sevap ve feyzle de İsm-i Azam'a mazhar olursun. 4.sü : Bütün kainattaki İsm-i Azam'ların tecellisini anlatır. Müthiş bir sistem var ve kainatın nasıl bir ordugah gibi kullanıldığını anlatır. Çiçeği, böceği, gecesi, gündüzü, musibeti, rahmeti, şefkati..vs...tüm sistem yerine oturuyor. 5.si : Herkesin gericilik dediği şeriat-i Muhammediyye içinde sonsuzluğa açılan İsm-i Azam mazhariyetlerini anlatır. Başta sevgi, sonra ibadet, virdler... Özetle Risale-i Nur bir bütündür. 32.söz tevhidi anlatır. İmanın mucizeliği olarak 23.söz insanı anlatır fakat İsm-i Azam'ın gerçek şerhi 24. sözdedir.
SIRR-I EHADİYET:
1-Zerrenin sükûnunda ve hareketindeki tevhid tecellilerine,
2-İnsanın yüzünden arz simasına, oradan da kâinat simasındaki Ehadiyet tecellilerine,
3-İsm-i Âzamdan, hayatın bir nokta-i mihrakiyesi olmasına,
4-Ukde-i hayatiye denilen çekirdeğin ağaç üzerinde tasarruf ve işleyişinden,
5-Ruhun beden üzerindeki hâkimiyetine,
6-Musibetler ve belâlar içindeki insanın imdadına yetişilmesinden, ubudiyetle gaibane ve hazırane muhatabiyet makamlarına,
7-Görmek ve görünmek sırlarına,
8-Akrabiyet sırrının inkişafından, Miraç ile çıkılan yolculukta, Kelamullah’a ve Rüyetullah’a mazhariyet hakikatlerine,
9- Ehadiyet dairesinin kesret dairesinin müntehası olmasından, bütün Esma-i Hüsnayı içine almasına,
10-Güneşin arz ve âlemine tecelli ve intişarıyla, ehadiyet ve vahidiyet hakikatlerine modellik etmesinden, zamandan ve mekândan münezzeh olan Cenab-ı Hakkın bütün kâinata olan hâkimiyet ve tecellilerine varıncaya kadar bütün hakikatli sırlarlar,
11- İki dünyamızı nurlandıran derin manâlar Sırr-ı Ehadiyetle formüle edilerek şerh ve izah edilmiştir. (12)
Ehadiyet tecellisi ve sırrı bütün kâinatta tecelli etmekle beraber, insanda bu tecelli ve tezahür en azam mertebededir. Çünkü bu kâinatın en önemli yaratılış maksadı da insandır.
Tezahür-ü Rubibiyete karşı insanın vazife-i asliyesi, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir.(Şualar-966, 970, 898) Madem merkezde insan var, hilâfet-i Kübra vazifesi ona verilmiş, o zaman bu Kâinat Halikı’nın mevcudat içinde en çok nazar-ı dikkatini çe
ken insanla daha farklı ve daha yoğun ve de daha özel bir muamelatı ve tecelliyatı olmalıdır ve de vardır.
Kâinata denk bir tezahür ve tecellilere, nokta-i mihrakiye olan insanda, kulluk ve ubudiyet âyinesinde ne kadar bu isim ve sıfatlara mazhariyet kesbederse, kurbiyete belki de akrebiyetin inkişafına nail olabilirse daha bu dünyada iken bile, miraç merdiveniyle O’na ulaşıp sırr-ı Ehadiyet ile Kelâmına ve Rüyetine mazhar olabilir ve olmuşlardır da.
Risale-i Nur’da, özellikle Sözler, Mektubat, Lemalar ve Mesnevi-i Nuriye gibi eserlerde bu hakikatlere yer verilmiştir.
Meselâ, celal ve haşmet noktasında vahidiyet göründüğü gibi (afakî tecelli) cemal ve rahmet noktasında dahi, o derece sanat-ı camia içinde, hadsiz enva-i nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek, cihazat ve aletler(insanda) vardır ki, bütün kâinata tecelli eden bütün esmanın cilvesine mazhardır. Adeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde, bütün esma-i hüsnayı birden mahiyetinin âyinesinde gösterir ve onunla Ehadiyet-i ilâhiyeyi ilân eder.(Mektubat-455, Mesnevi-1325-1353)
Cenab-ı Hak bu âlemin nizam ve intizamı noktasında Hakîm ve Alîm isimleri muktezasınca “İsim ve sıfatlarının iki nevi tecelliyatı var. Biri vahidiyet ve vesait perdesi altında ve bir Kanun-i umumi suretinde tasarrufatıdır. İkincisi, Ehadiyet sırrıyla perdesiz doğrudan doğruya hususi bir teveccühle tasarrufatıdır.
Ehadiyet sırrıyla doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ve vesait ve esbabın mezahiriyle görünen, asar-ı ihsanından icad ve kibriyasından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir.(Sözler-282)
İşte bu sırr-ı Ehadiyet diğer varlıklar içinde çok önemli olmakla beraber, halife-i arz ve emanet-i Kübra ile tavzif edilen insan için çok daha önemlidir.
Meselâ, celal ve kahhar isimlerinin tecellisi olan belâ ve musibetler gibi, umumi âdetullah kanunlarının icraat ve işleyişine sırr-ı Ehadiyet o musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelerine giriftar olan eşhasın istiğaselerine yetişir. Onların imdadına koşar. İşte buradaki feryatlara cevap verme ve imdada koşma, Vahidiyet tecellisi değil, perdesiz vasıtasız, doğrudan doğruya hususi bir teveccühü olan sırrı-ı Ehadiyet tecellisidir.(Şualar;860)
Üstad hazretleri 33. sözde Cenab-ı Hakkın Sırr-ı Ehadiyetle bütün sesleri, duaları, feryatları işitip cevap vermesini şöyle izah ediyor. “İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki bütün âzasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Vücud-u harici giydirilmiş olan ruh onların idaresinde (sırr-ı Ehadiyetle) manevi seslerini hissetmesinde, birbirine mani olmaz. İsterse bedenin her cüzüyle bilebilir, idare edebilir. (Aynen öyle de) Elbette âlem-i ekber olan kâinatta, O Zat-ı Vacib-ül Vücud’un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına, hadsiz fiiller, hadsiz sadalar, hadsiz dualar, hadsiz işler hiçbir cihette O’na ağır gelmez. Birbirine mani olmaz, O Halik-i Zülcelali meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir… Ve hakeza.” (Sözler,316)
Nasıl ki âdetullah namı altında külli kanunların icraatı ve işleyişi hengâmında belâ ve musibetlere müptela olanların imdadına sırr-ı Ehadiyet yetişdiği gibi, bazen de bütün kâinata tecelli eden enva-i Cemalini ve tecelli-i muhabbetini, bir âyinede, bir sahifede, bir noktada sırr-ı Ehadiyet ile görmek ve göstermek istiyor. ( Sözler-260)
O zaman da levleke levlak sırrına mazhar, habibi edibini “O abdi mahsusunu Burak’a bindirip kat-ı meratib ettirerek… Daireden daireye, Rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip...” (sf-255) “Şecere-i hilkatın bir meyve-i münevveri derecesinde olan, O zat-ı kutsinin kalbini, o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir fıtratta halkedip, ta Kab-ı Kavseyne cıkarmış.” Sf-260 Ehadiyeti ile Rüyetine mazhar kılarak, Kelamıyla taltif edip fermanıyla tavzif etmiştir.” Sırr-ı Ehadiyetini Cemal ve Vedud âyinelerinde görüp göstermiştir… 31.Söz. sf-255
Efendimizin (ASM) Risalete inkılâp etmiş Velâyet-i Ahmediye ile açmış olduğu bu yoldaki kapıyı dönüşünde açık bırakmış, ta ki ümmetinden kurbiyeti kesbedenler veya akrebiyetin inkişafına mazhar olanlara ve ona ittiba etmek isteyenlere bir davetiye olsun, kapıyı kapalı görüp de yeise düşmesinler diye…
Efendimizin(ASM) en büyük mucizelerinden olan mirac yolculuğu ile elde edilen yakınlık kurbiyetten ziyade, akrebiyet-i İlâhinin inkişafıdır... Çünkü Risalette zıl olmadığından dolayı, buradaki mazhariyet, perdesiz, doğrudan doğruya sırr-ı Ehadiyetin inkişafı olan, Zât-ı Ahmediyenin, risalete inkılâp etmiş olan, şahsiye-i manevisine veya Hakikat-ı Muhammediyeye olan teveccüh ve tecellisidir.
******************************************
İnsanın yapısındaki farklılıklardaki Ehadiyet mührü
AKIL, kalp, vicdan, korku, sevgi, iman gibi binlerce manevî hazine ile donatılmış insanoğlu, dünyayı paylaştığı diğer canlılar içerisinde maddî olarak dahi en mükemmel şekilde yaratılmıştır.
İnsanın apayrı bir nev olması, bazı temel özelliklerin, her ferdinde aynı olmasıyla mümkündür.
Normalde, her insanda iki el, iki ayak, iki kulak, iki göz, tek burun, bir ağız vardır. Yapı itibariyle de bütün insanların organları aynıdır.
Herkesin akciğeri, böbreği, kalbi, insan vücudunun hiç değişmeyen bir bölgesindedir. Bu birlik ve beraberlik ve birbirine benzemeklik, insanın yaratıcısının tek bir Allah olduğunun nihayetsiz delillerinden biridir.
Tıp ilmi insanın bu özelliğinden dolayı ortaya çıkmış ve gelişmiştir.
Eğer insan vücudunun yapısında bu birlik mührü olmasaydı, her insan için ayrı bir tıp ilmi gerekecekti.
Meselâ cerrahların insan organlarını elleriyle koymuş gibi bulmaları, mümkün olmayacaktı.
İnsanların müşterek özellikleri çok.
Peki her bir insanın sadece kendisine mahsus olan, alâmet-i farika diyebileceğimiz ayırtedici özellikleri yok mu?
Cenâb-ı Hak bütün insanları müşterek özelliklerle yarattığı gibi, her bir insanı da sadece kendisine mahsus olan ayrı ayrı özelliklerle de donatmıştır.
Meselâ her bir insanın yüzünün şekli sadece kendisine mahsustur ve kimseye benzemez.
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Ayrıca her bir insanın parmak izleri ve sesleri de ayrı ayrıdır, kimseye tam tamına benzemez. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Bütün bunlar Yaratanın istediği gibi tasarruf ettiğine, ilminin ve kudretinin nihayetsiz olduğuna delildir.
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
İNSANLARIN simalarının ayrı ayrı olduğunu belirtmiştik.
Bütün dünyayı dolaşsak yüzleri tamamen tıpatıp birbirine benzeyen iki kişiyi bulamayız. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Aynı yumurta ikizlerinde bile birtakım farklı özellikler mevcuttur. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Rum Sûresi'nin 22. âyeti bu hakikata işaret etmektedir.
Meâlen Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor; "O'nun âyetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin başka başka olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır."
Bir an insanların, ikiz veya üçüzlerde olduğu gibi birbirine benzediğini düşünelim. Ne olurdu? İnsanlarda hukukun muhafazası neredeyse imkânsız olurdu. Suçlular, insanlann arasına karışır kimin suçlu olduğu asla bulunamazdı.
Dairelerde memur, amir kavramı kalmazdı.
Aile mahremiyeti tehlikeye girerdi.
Sınıfında ikiz talebeleri olan öğretmenler, ne büyük problemlerin oluşacağını daha iyi tahmin edebilirler.
Rabbimizin, her insana farklı bir yüz şekli vermesi tâ Âdem (a.s.) zamanından kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insan fertlerinin yüz şekillerinin ilm-i ezelîsinde mahfuz olduğunu gösterir. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Zira, yaratılan bütün simaları bir anda bir arada ve tek tek bilemeyen, hepsinin dışında bambaşka bir yüz yaratamaz.
Bir anatomi uzmanının ifadesine göre, parmak izleri tıpatıp birbirine benzeyen iki insanın olması için, ihtimal hesaplarına göre 4 trilyon yıl geçmesi gerekmektedir. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Bu ise insanoğlunun ilk yaratıldığı andan bugüne geçen süre ile kıyas bile edilemeyecek kadar büyük bir zaman sürecidir.
Kur'ân mucizevî âyetlerinden biriyle bu sırrı bin dört yüz seneden beri gözler önüne seriyor:
"İnsan kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Aksine biz onun parmak uçlarını bile iade etmeye kadiriz." (Kıyamet Sûresi, 3-4)
Her bir insanın şahsına mahsus özellikleri bu kadarla da kalmamaktadır.
Meselâ adlî vak'alarda, suçludan geriye kalmış bir tek saç telini, değişik fizikî ve kimyevî analizlerden geçirip özel mikroskoplarda inceleyerek kime ait olduğunu bulmak mümkündür. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
HER BİR İNSANIN dokularının moleküler yapısının tamamen insanın kendisine mahsus oluşu, hayretimizi daha da artırıyor.
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Herkes, bazı özelliklerini annesinden ve bazı özelliklerini de babasından alarak yaratılmıştır.
Bu bakımdan insanların moleküler yapısı, yani proteinlerinin yapısı, annesinden ve babasından gelen maddelerin yepyeni bir kompozisyonu neticesi olarak, tamamen kendisine mahsus bir şekil alır. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Kimya ile biraz alâkası olan bilir ki, canlıların temel maddelerinden birisi olan proteinler, tamamı 20 adet olan ve amino-asit adı verilen maddelerin değişik şekillerde birbirleri ile bağlanmalarından meydana gelir.
Aminoasitlerin çok farklı imkânlarda tertiplenişinden dolayı, insanlarda protein yapısı sadece insan nev'ine mahsus değil, her bir şahsa, şahsın herbir organına, hatta insanın her bir hücresine mahsus olarak yaratılmıştır. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Yani her bir insan proteinlerinin tertibi bakımından kesinlikle eşsizdir.
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR. HER BİR İNSAN, ayrı siması, BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR. kendine mahsus ses tonu, BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR. parmak izi, bir tek saç teline, BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR. hatta hücrelerine, BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR. moleküllerine vanncaya kadar şahsına münhasırdır, BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR. yani emsalsizdir, hiç kimseye benzemeyecek özelliklerle yaratılmıştır. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Bunların yanında huy, karakter, zekâ vs. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
gibi manevî yönden de benzersiz olarak yaratılmıştır. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Kısaca, her bir insan apayrı bir kitap gibidir, eşi olmayan yepyeni bir eserdir. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Böylesine benzersiz yaratılacak kadar önem verilen insanlar, ahirette de tek tek diriltilecekler, ayrı ayrı hesaba çekilecekler, dünyadaki davranışlarına göre de ya mükâfat görecekler veya cezaya lâyık olacaklardır.
Çünkü, bütün bu sanatlar, harikulâde işler, durmaksızın yenilenip tazelenmeler, en mükemmel şekilde var edilip, hayatların devam ettirilmesi, bunca eşsizlik ve benzersizlik, bunca kıymetli hazine bir daha dirilmemek üzere öldürülüp, zayi edilecek değildir.
Bütün bu işleyişin, dünyaya gelip gitmelerin ciddi bir gayesi ve kaçınılmaz bir neticesi vardır ve insanı beklemektedir.
zafer-Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı
*****************************************
1.Parmak izi, parmakların son eklemi ve uç kısmındaki kıvrımların meydana getirdiği bir izdir İnsan vücudunun dış derisinde bulunan her kıvrımda ter gözenekleri vardır Bunların her biri iç deriye kadar uzanır Her gözenek orada çiviye benzeyen ve Papila denen iki sıralı çıkıntılarla iç deriye sanki çivi atmış gibidir Bu sebeple dış deri hasara uğrasa, hatta tamamiyle dökülse bile, bu Papilalar yine de parmak izinin tespiti için yeterlidirler Yine, yeni çıkan derilerdeki izler de eskisinin aynısı olurlar Fakat iç deride bulunan papilalar tamamiyle kaybolursa o zaman parmak izini tespit etmek mümkün olmaz; zira bu durumda parmak içi kıvrımları tamamen kaybolmaktadır
2.Tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere, her insanın parmak izi kendine özeldir Başka bir deyişle, insanların parmak uçlarında kimlikleri şifrelenmiştir Bu şifreleme sistemini, günümüzde kullanılmakta olan barkod sistemine benzetmek de mümkündür BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
3.Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve parmak izi bilimi ise insanlar tarafından yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır Parmak izinin bu özelliği ancak 19 yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiştir Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
4.Parmak izindeki şekiller ve detaylar, tamamen kişiye özeldir Şu an dünya üzerinde yaşayan ve tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır Dahası, aynı DNA dizilimine sahip tek yumurta ikizleri dahi farklı parmak izine sahiptirler BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
5.Parmak izi sisteminin bulunuşu çok eski tarihlere dayanır Eski literatürde parmak izi konusunda bazı kayıtlar varsa da bu kayıtlarda parmak izinin kullanılması konusunda herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır İlk olarak Nehemiah Grew (1684), Marcello Malpighi (1686) ve j E Purkinie (1823) gibi anatomistler insanların parmaklarındaki kıvrımların bazı özelliklere sahip olduğuna dikkat çekmişlerdir BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
6.Bugün kullanılan ve Henry Sistemi olarak bilinen parmak izi sistemine göre parmak izinde, beş genel biçim kabul edilir: sol halka, sağ halka, yay, çadırımsı yay ve dairesel Bu tipler genel olarak A,T,R,U,W harfleriyle ifade edilirler
7.Benzer bir parmak izi usulünü de Vucetich geliştirmiştir Vucetich; dört temel parmak izi kabul etmiştir: Yay, iç ilmik (sola yatık ilmik), dış ilmik (sağa yatık ilmik) ve demet Henry Faulds ve Vucetich dışında da bazı yazarlar parmak izi konusunda çalışmışlarsa da bunlar bir-iki ülke tarafından kabul edilmiştir Henry Faulds ve Vucetich sistemi ise dünyanın birçok ülkesi tarafından kabul edilmiştir
8.Parmak izi ile kimlik saptama sistemi (AFS) teknolojisi, son 25 yıldır çeşitli polis teşkilatlarında geçerliliği ispatlanmış, yasal olarak onaylanmış bir yöntem olarak kullanılmaktadır Günümüzde geniş kapsamlı kimlik tespiti çalışmalarında parmak izi kadar isabetli sonuç veren bir teknoloji bulunmamaktadır Parmak iziyle kimlik tespiti 100 yıldan fazladır hukuki süreçlerde kullanılmaktadır ve uluslararası geçerliliğe sahiptir
9.A A Moenssens, Fingerprint Techniques (Parmak İzi Teknikleri) adlı kitabında parmak izinin her insana özel oluşunu şu şekilde değerlendirmiştir: "Şimdiye dek farklı parmaklardaki iki parmak izinden hiçbirinin birbiriyle aynı olduğuna rastlanmamıştır 10.Kuran'da parmak izlerinin ancak çağımızda fark edilen özelliğine ve önemine dikkat çekilmektedir Bir ayette, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle parmak uçlarına dikkat çekilir:
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
İnsan seslerinin farklı olmasının nedeni?
İnsanların konuşmasını, ağızlarından seslerin çıkmasını etkileyen o kadar çok faktör vardır ki, iki insanının seslerinin aynı olması neredeyse imkânsızdır İnsan sesinin oluşmasındaki en etkili varlık, şüphesiz ses telleridir Ses tellerinin uzunluğu, sesimizin kalınlığını, inceliğini belirler Ses telleri ne kadar uzunsa, ses de o kadar ince çıkar Ses tellerinin dışında seslerin çıkmasını sağlayan diğer organlarımız; dudaklarımız, dişlerimiz ve dilimizdir Eğer Allah, sadece ses tellerimizi yaratıp yukarıda saydığımız organlarımızı yaratmasaydı, ağzımızdan sadece anlaşılmaz bir ses yığını çıkardı Bütün bunların yanında, kişinin karakteri, içinde bulunduğu havanın akışı ve hızı, ağız ve dudak yapısı da konuşmada etkili faktörlerdir
HİÇ BİR SES DİĞER İNSAN SESİNE BENZEMEZ.ORGANLAR AYNI AMA SESLER FARKLIDIR. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
İnsanların Kan Grublarının ve Renklerinin Farklı Olmasının Sebebi Sual: Bir yazar, (Kur'anda bütün insanların Âdem ile Havva'dan yaratıldığı şeklinde bir söylem yoktur.
Allah, ilk hücreyi yaratıp bütün canlıları bu hücreden yaratmıştır.
Değişik kıtalarda insanların evrimleşerek yaratılış aşamalarına gelindiğinde Allah, kudreti ile çeşitli insanlar yaratmış olabilir.
Bir tek ana babadan gelindi denirse, kan gruplarının ve deri renklerinin farklılığı izah edilemez.
Hiç iki kişiden dört kan grubu meydana çıkar mı?
İki insandan siyah, beyaz, sarı renkli çocuklar olur mu?
Âyetlerde, insanın aşamalardan geçip evrimleşerek yaratıldığı bildirilmektedir) diyerek hem insanoğlunun Hazret-i Âdem’den geldiğini inkâr etmekte, hem de evrimden söz etmektedir. Bu iddiaya nasıl bir cevap verilebilir?
CEVAP Bu kimselere göre, sanki Peygamber efendimiz hiç dünyaya gelmedi, hiçbir âyeti açıklamadı.
Kasten Resulullahın açıklamalarına hiç yer verilmemektedir.
Sanki bu dinin sahibi, peygamberi yok.
Her kafadan bir sesin çıkması normal mi?
Ne diye Resulullahın açıklaması ve vârisleri olan müfessir âlimlerin nakli alınmaz ki?
Şimdi Kur’an-ı kerime bakalım:
(Sizi bir tek candan yaratan, ondan da eşini var eden, ikisinden de birçok erkek ve kadın yaratan Rabbinizden korkun.) [Nisa 1]
(Sizi bir tek candan [Âdem’den], ondan da eşini [Havva’yı] yaratan Allah’tır.) [Araf 189]
(Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık.) [Hucurat 13]
(Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ve İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.) [Âl-i İmran 33]
(Ey Âdemoğulları, şeytan, ana-babanızı, Cennetten çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın.) [Araf 27] [İlk ana babamızın Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva olduğunu kâfirler dahil herkes bilir.] (Rabbin, Âdemoğullarının neslinden soyu
nu çıkardı.) [Araf 172]
(Allah indinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu [Âdem’i] topraktan yarattı. Sonra ona ol dedi ve oluverdi.) [Âl-i İmran 59]
Allahü teâlâ, insanlara hitap ederken buyuruyor ki: (Ya benî Âdem’e = Ey Âdemoğulları) [Araf 26, 27, 31, 35, 172] (Bu âyetler de herkesin Hazret-i Âdem’in neslinden geldiğini göstermektedir.) (Velekad keremnâ benî Âdem’e = Âdemoğullarını şerefli kıldık) [İsra 70]
Bu âyet de, insanların Hazret-i Âdem’den geldiğini göstermektedir.
İlk insan çamurdan, nesli, nutfeden yaratıldı; nutfe, çeşitli devrelerden sonra et, kemik ve insan haline geldi. (Müminun 12-14, Secde 7-9, Hac 5, Mümin 67) Yazar, bu devrelere, evrim aşaması diyor.
Şimdi de kan gruplarına gelelim: Yazar biyoloji bilmeyebilir.
Ama bilen birisine soramaz mıydı?
Sordu da kasten mi yanlış yazıyor? Biyologlar diyor ki:
Çocuğun kan grubu ana-babasına benzemeyebilir:
Çocuğun kan grubu, baba veya anasınınkine benzer.
Bazen her ikisine de benzer veya her ikisine de benzemez.
Eğer çocuğun kan grubu, ana-babasının kan grubundan başka türlü olmasaydı, yeryüzünde yalnız iki çeşit kan grubu bulunurdu.
Çünkü bütün insanlar, bir erkekle bir kadından meydana gelmişlerdir.
Âdem aleyhisselamın kan grubu (A), Hazret-i Havva validemizin kan grubu (B)
veya tersi ise; (A) grubunda, (B) grubunda ve (AB) grubunda çocukları olacağı gibi, 0 (Sıfır) grubunda da çocukları olabilir. Çünkü A ve B kan grupları ya saf (homozigot-AA veya BB) veya melez (heterozigot -A0 veya B0) olur.
Saf A ve saf B kan gruplu anne babanın çocukları her zaman saf A ve saf B şeklinde olur.
Hazret-i Âdem aleyhisselam ve Hazret-i Havva validemizin kan grupları saf A ve saf B olsaydı bütün insanların kan grupları yalnız A , B veya AB şeklinde olurdu.
Fakat kan grupları melez (AO ve B0) olduğu takdirde şimdiki gibi her çeşit (A,B,AB,0) kan gruplu insanlar olurdu.
Çünkü heterozigot (melez) A ve B kan gruplarının genotip yapısının yarısı 0 (Sıfır) geni taşır.
Yani A’nın genetik yapısı A0 ve B’nin ki B0 şeklindedir. Rh faktörüne göre de (Rh+) ve (Rh-) olmak üzere iki tip kan grubu mevcuttur. (Rh+) de saf (RhRh) veya melez (Rhrh) şeklindedir. (Rh-) ise daima saf (rhrh) halde bulunur.
Melez (Rh+) anne babanın çocukları hem (Rh+) hem de (Rh-) doğabilir.
O halde melez (Rh+) ve melez (A) ve melez (B) kan gruplu anne babadan; (Rh+), (Rh-), (A), (B), (AB), (0) kan gruplu çocuklar doğabilir.
Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva validemizin kan grupları (Rh+), (A), (B) olduğu takdirde de günümüzdeki gibi her çeşit kan grubu ortaya çıkabilir. Yani birinin (Rh+), diğerinin (Rh-) olmasına lüzum yoktur.
Önceki yıllarda ÖSS Biyoloji sorularından birinde hangi anne-babanın kan grubundan her çeşit kan grubu çocukları doğabilir şeklinde bir soru çıkmıştı. Bugün adli tıpta da, babalık tespitinde de kan grupları önemli rol oynamaktadır.
Hamilelik, lohusalık, narkoz, radyoterapi ve arsenikli ilaçlar bazen kan grubunu değiştirir.
Bir insanın kan grubu değişince anasının da, babasının da kan grubuna benzemeyebilir. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
Bu bakımdan da aynı anne-babadan meydana gelen çocukların kan grupları iki çeşit değildir.
Kan grupları sistemler şeklinde incelenmektedir.
Mesela, AB0, Rh sistemi gibi başka kan grubu sistemleri de bilinmektedir
. Daha başka bilinmeyenlerin de bulunduğu söylenmektedir.
Her kan grubu sistemi, diğer sistemlerden müstakil olarak çalışmaktadır.
Tıbbi tatbikatta, yani hastalık ve tedaviyi ilgilendiren kan grubu uyuşmazlıklarında herkesin bildiği yukarıdaki AB0 ve Rh sistemleri önemlidir. Dört çeşit kan grubu
AB0 sisteminde dört çeşit kan grubu vardır:
1- Sıfır (0) grubunda, kişiler 0 ve 0 genlerini (00) taşır ve homozigottur. (İki geni aynı). 2- A grubundakinin genleri, A ve 0’dır (A0) (Heterozigot = iki geni farklı = melez), veya A ve A’dır (AA) (Homozigot = saf). 3- B grubundakiler, ya B ve B’dir (BB) (Homozigot) veya B ve 0’dır (B0) (Heterozigot). 4- AB grubundakinin genleri ise, A ve B’dir (AB) (Heterozigot). Mesela, A grubundaki heterozigot (A0) bir erkeğin toplam sperm sayısının yarısı A, yarısı da 0 genini taşır. Mesela 500 adet sperminin 250 adeti (A), diğer 250 adeti ise (0) genini taşır. B grubundaki heterozigot (B0) bir dişinin toplam yumurta sayısının yarısı B, yarısı da 0 genini taşır. Bu vasfa hâiz kimseler, evlendiklerinde, ABO sisteminin dört grubunda da, yani A, B, AB, 0 gruplarında da çocukları olabilir. Bunu açıklayalım: 1- Birinin A genini taşıyan yumurta veya sperm, diğerinin 0 genini taşıyan üreme elemanı ile bir embriyon yaparsa bundan A grubunda (A0) çocuk olur. 2- B geni 0 ile birleşince B grubunda (B0), 3- A geni B geni ile birleşince AB grubunda, 4- 0 geni 0 geni ile birleşince 0 grubunda (00) çocuk veya çocuklar olur. Rh sisteminde de Rh (+) olan bir kimse, heterozigot ise, yani genlerinden biri (+), diğeri (-) ise, kan grubu Rh (-) olan biri ile evlenince, çocukların kan grubu Rh (+) da olabilir, Rh (-) de olabilir. Heterozigot Rh (+) iki birey evlendiklerinde de hem Rh (+) hem de Rh (-) çocukları olabilir. Yukarıdaki sistemde genlerin A, B ve (+) genleri, 0 ve (-) genlere karşı baskın (dominant) olup, onların özelliklerini örter (yani gizler). Diğer kan grubu sistemlerinde de durum böyledir.
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR.
***************************************
YÜZÜMÜZDEKİ KAŞLAR AYNIMI??????HAYIR. FARKLIDIR ?BU EHADİYAT TECELİSİDİR. Mesela herkese iki göz, iki kulak bir burun ve yüz verilmesi vahidiyetin tecellisidir. Bir annenin doğumu ile dünyaya geliyoruz ve herkeste de bu organlar vardır. Ancak herkese özel ve farklı bir simanın verilmesi ise ehadiyetin tecellisidir, perdesizdir ve kişiye özeldir. Yani özel bir durumdur. İkinci Vecih: Hayatımdaki cüz'î ilim ve irade ve sem' (duyma) ve basar (görme) gibi manalarıyla, Hâlıkımın küllî (kapsamlı) ve ihatalı (kuşatıcı) sıfatlarına ve şuunatına (işlerine, fiillerine) âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki; bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta (ölçekte) Hâlıkımın muhit (sınırsız) ilmini, iradesini, sem' ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını (sıfatlarını) ve muhabbet ve gazab ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.4 ŞUA İKİNCİ MERTEBE bURUN DELİKLERİNE.GÖZ BİÇİMİNE VE ÇİZGİLERE BİR BAKIN AYNIMI?DUDAKLARINIZIZN İKİ TARAFI BİLE FARKLI..BU EHADİYAT TECELİSİDİR. Üçüncü Vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu'cizane eserler, nakışlar, san'atlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan zât, ne kadar fevkalâde sehavetli (cömert), merhametli, san'atkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı, -tabirde hata olmasın- meharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve ta'zim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymetdar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata müsahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn ile anladım. HER İKİ KULAĞINIZ BİRBİRİNİN AYNI DEĞİLDİR.BU EHADİYAT TECELİSİDİR. insanın gözbebeğindeki sistemle Güneş sistemindeki aynı. Yaratıcı, bütün varlık sahasına aynı kanunla hükmediyor. Zaten atom altı âlem de bunun delili. Makro âlemden mikro âleme indikçe, zerreler boyutunda sanki makro âlemle tekrar karşılaşıyorsunuz.Uzaydaki yıldız kümelerini müşahede ediyorsunuz adeta. İnternette dolaşan bir slayt gösterisi, bu gerçeği çok etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor.Eğer izlemediyseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Bediüzzaman, Kur’ân’daki bir âyete işâreten “Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar” derken de, kâinattaki bu tevafuka, yani her şeyde aynı kanunun hükmediyor oluşuna dikkat çeker. İşte bu, Allah’ın vahidiyet tecellîsidir ki, birliğinin delilidir. Öte yandan, Yaratıcı, her insanın gözbebeğinde bulunan iris tabakasını farklı yaratmıştır. BU EHADİYAT TECELİSİDİR. Bu ise ehadiyet tecellîsidir ki, yine Onun birliğini ve aynı zamanda irade sahibi oluşunu gösterir. Çünkü, tek bir iris tabakasını farklı yaratmak; ancak bütün iris tabakalarını bilen ve yaratan Zât’ın işi olabilir.İşte şu kâinat sergisinde teşhir edilmiş, vahidiyet tecellîsi olan bütün benzerlikler de; ehadiyet tecellîsi olan bütün farklılıklar/benzersizlikler de, her şeyin tek bir Zâtın elinden çıktığını gösteren birer tevhid mührüdür.İşin ilginç ve tefekküre değer bir diğer yanı ise; meselâ iris tabakasının, parmak izlerinin, parmak damar şemasının, beyindeki elektrik aktivitelerinin, birer ehadiyet tecellîsi olarak, her insanda farklı olmasının, pekçok sahada güvenliği kolayca sağlamaya vesile olmasıdır.Bu anlamda habere konu olan, suçluyu gözbebeğinden teşhis eden program da, ehadiyet tecellîsiyle gelen bir İlâhî nimet olarak görülmelidir. Buna benzer başka pekçok güvenlik sistemi, hep onun ehadiyet tecellisinin üzerimizdeki nimetleridir. Şüphesiz, daha nice ehadiyet tecellîleri ortaya çıktıkça, insanoğlu güvenlik sistemlerinde yeni gelişmeler kaydedebilecektir.Aslında, bu İlâhî tecellînin güvenlik sahasında insanlığa getireceği kolaylıklara, yıllar önce Bediüzzaman şu sözleriyle işaret etmişti: “..hukuk-u insaniyenin (insan hukukunun) muhafazası için sair envâın (canlı türlerinin) fevkinde olarak o simalarda birbirine iltibas (karışıklık) olmamak ve birbirinden tefriki (ayrılması) için, hikmetli pek çok alâmet-i farika (ayırtedici işaretler) ile iftirakları, o Sâni-i Vâhidin iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet (ehadiyet mührü) oluyor ki, bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halk etmeyen bir zat, bir sebep, o sikkeyi koyamaz.” (Lem’alar, 30. Lem’a, 4. Nükte, 1. İşaret) Evet, simalara ve o simalardaki gözlere, parmaklara ve o parmaklardaki damarlara, beyinlere ve o beyinlerdeki elektromanyetik dalgalara ayırtedici işaretler koyarak benzersizlik mührünü vuran, böylelikle insanoğlunun hukukunu muhafazaya eden Vahid-i Ehad’e, üzerimizdeki bu nimetinden dolayı ne kadar şükretsek azdır, öyle değil mi? Ellerinizin uzunluğu ve biçimi dikkatle inceleyin birbirinden farklılıkları göreceksiniz. Bu Ehadiyat mührüdür. iKİ AYAĞINIZI İNCELEYİN BİRBİRİNDEN FARKLIDIR. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR. </blockquote> | |
| | | parisa Özel Üye
Mesaj Sayısı : 420 Rep Gücü : 849 Rep Puanı : 7 Kayıt tarihi : 21/09/09
| Konu: Geri: Allahın EHAD ismi ve tecellileri Ptsi Ocak 31, 2011 7:21 am | |
| ORGANLARIMIZDAKİ EHADİYAT MÜHRÜ Vücudun bağışıklık sistemi mikropları ve öbür yabancı maddeleri tanıyarak yok eder (bak. BAĞiŞIKLIK).
Bu nedenle, hastanın kendi bacağından alınarak yüzüne aşılanan bir deri parçası pek sorun çıkarmaz.
Çünkü nakledilen deri sonuçta kişinin kendi dokusudur ve yeni yerinde öbür dokularla uyuşabilir.
Ama bağışıklık sistemi bir başkasından alınan doku ve organları "yabancı" olarak kabul edeceğinden gerekli önlemler alınmazsa vücuttan atmaya çalışır.
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR. VE KORUMASIDIR.
Buna doku uyuşmazlığı denir.
Bunu önlemek için önce alıcı ile vericinin dokularının uygun olduğundan emin olmak gerekir.
Yapılacak iş özel bağışıklık testleriyle her iki tarafın doku tipleri'm saptamaktır.
Örneğin A, B, O, AB Rh pozitif ve negatif kan grupları bu testlerle belirlenmiş birer doku tipidir.
Kalp nakli gibi durumlarda ise nakledilecek organın büyüklüğünün ve biçiminin uygun olması da çok önemlidir.
Hastaların değiştirilmesi gereken organlarına, örneğin böbreklerine ilişkin bütün bilgiler genellikle merkezi bir bilgisayarda saklanır ve böbrek nakli yapılacak hastalara uygun verici bulmak için bu bilgilerden yararlanılır. Yakın akrabaların doku tipleri genellikle birbirine çok yakındır. Bu nedenle, örneğin kemik iliği naklinde en uygun vericiler hastanın yakın akrabalarıdır. Tek yumurta ikizleri arasındaki böbrek nakli ameliyatları çok başarılı olur; çünkü ikizlerin doku tipleri aynıdır ve nakledilen dokunun ya da organın alıcı tarafından reddedilmesi söz konusu değildir. Kronik, yani yıllardır süregelen bir hastalıkta organ nakline karar verilmişse uygun bir verici bulununcaya kadar beklenebilir. Ama kaza geçirdiği için bir organını değiştirmek gereken ağır yaralı bir hastada, eğer uygun bir verici varsa ya da organ bankasında alıcının doku tipiyle uyuşan bir organ bulunuyorsa, çok hızlı davranmak hasta için yaşamsal önem taşır. Nakledilecek organ özel bir buz kutusu içinde taşınırsa ameliyatın yapılacağı yere bozulmadan ulaşabilir. Günümüzde organ nakli ameliyatlarının öbür ameliyatlardan pek farkı yoktur (bak. Cerrahî). Kalp naklinde alıcı bir kalp akciğer makinesine, böbrek naklinde ise yapay böbrek denen diyaliz makinesine bağlanır. Organ naklinden sonra vücudun yeni organı reddetmemesi için alıcıya "bağışıklık sistemini bastıran" ilaçlar verilir. Bu ilaçlar alıcının bağışıklık sisteminin çalışmasını ve yeni organa tepki göstermesini engeller. Ama bağışıklık sistemi engellendiği için vücudun mikroplara karşı koyma gücü de çok azalmıştır. Organ nakli ameliyatlarında doku uyuşmazlığından sonra en büyük güçlük alıcının başka bir ağır hastalığa yakalanmadan bu dönemi atlatmasıdır. Vücut organı benimseyip tepki vermemeye başladığında bu ilaçlar azaltılır. Nakledilebilen Organlar Kornea nakli çok sık yapılan ve ret olaylarına pek ender rastlanan bir ameliyattır. Çünkü gözün bu katmanında kan damarları olmadığından bağışıklık sisteminin hücreleri bu dokuya ulaşamaz; büyük hastanelerin çoğunda gözün kornea katmanının dondurularak saklandığı "göz bankaları" bulunur. Vericiden alınan kemik iliğinin hastaya bir şırıngayla aktarıldığı kemik iliği nakilleri de oldukça sık uygulanır. Böbrek, pankreas, kalp gibi temel organların nakledilmesi bu kadar yaygın değildir. Başarılı bir ameliyattan sonra alıcılar yeni kalpleriyle 15 yıl, yeni böbrekleriyle 20 yıl yaşayabilirler. Bugün bir hastaya aynı anda kalpakciğer, hatta kalp akciğerkaraciğer nakli yapılabilmektedir. Plastik ya da metal kalp kapakçıkları gibi yapay organların (protezlerin) ameliyatla yerine yerleştirilmesi organ nakli sayılmaz. HER ORGANIN DOKUSUN ÖZEL OLUŞU....
BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR
*************************
<blockquote class="postcontent restore "> bitkiler ve hayvanlarda Ehadiyat MÜHRÜ... "Allah, her bir ağaca meyveleri adedince hikmetler, çiçekleri adedince vazifeler takmıştır."İÇlerinde (her türden) meyve, eşsiz-hurma ve eşsiz-nar vardır (Rahman Suresi, 68)Onda meyveler ve salkımlı hurmalıklar var (Rahman Suresi, 11Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da (Kaf Suresi, 10Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bazısını bazısına üstün kılıyoruz Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten ayetler vardır (Rad Suresi, 4)Asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları ve tadları farklı ekinleri,zeytinleri ve narları -birbirine benzer ve benzeşmez- yaratan O'dur Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad günü hakkını verin; israf etmeyin Çünkü O, israf edenleri sevmez (Enam Suresi, 141)RİSALE NURDA ÜSTAD ŞÖYLE ANLATIR.....“...Ve kâinat baştan başa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî ve mevcûdat ferşten Arşa kadar gayet mucizâne bir mecmua-i mektubât-ı Sübhaniye ve mahlûkatın bütün tâifeleri gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbanî ve masnuatın bütün kabileleri, mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyarata kadar Sultan-ı Ezelinin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi ve her şey, aynadarlık ve intisap cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları...”“Evet, her bir çiçek, her bir meyve, her bir ot, hatta her bir hayvan, her bir ağaç, birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i samediyet olduklarını ve bulundukları mekân ise, bir mektup sûretini alması cihetiyle her biri bir imza şeklini alır, o mekânın kâtibini gösteriyor...” HER BİR AĞAÇ DİĞER AĞAÇLARDAN AYRILIR, DEĞİŞİK TÜRLERİ VARDIR. AMA FARKLIDIR.AYNI TÜRDEN OLAN AĞAÇLAR BİLE BİRBİRİNDEN FARKLIDIR BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR .NASILMI? Boyu,yaprak sayısı,şekli,biçimi,bazen rengi bile değişiktir,meyvası..v.s BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR Yirmi Dokuzuncu Lem'a Birinci Bab, Birinci Fasıl : Bütün o ağaçlar, Senin kendini mahlûkatına yakından tanıtan ve sevdiren tahabbüb (sevdirme) ve taarrüfünün (tanıtma) cilvelerindeki lem'alardan tereşşuh eden ve onların ağızlarından damlayan katrelerle Senin sıfatını tavsif, esmanı tarif ve masnuatına tahabbüb ve taarrüfünü tefsir ederler. Öyle ki, güya çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki, o kaside Fâtır-ı Zülcelâlin (Allah’ın) medâyih-i bâhiresini (açık övgülerini) inşad (anlatıp) edip, şairane, lisan-ı hal ile söylüyor. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR RABBİM MEMLEKETLERE GÖRE AĞAÇ TÜRLERİ YARATMIŞ,İNSANLARIN İKLİMİNE GÖRE FAYDALI OLACAK MEYVELER VERMESİNİ ,İHTİYAÇLARINA GÖRE KULLANIM İMKANI SAĞLAMIŞTIR.HEPSİ ÇAMURLU SUYU İÇER AMA AYRI TADDA,AYRI RENKTE,AYRI VİTAMİNLERLE İNSANA HİZMET EDER. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR HER AĞACIN BİÇİMİ,YAPRAĞI,BOYU,MEYVESİ FARKLIDIR. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR Ehadiyet, Cenab-ı Hakk’ın her bir şeydeki birlik tecellisidir. Mahir bir sanatkârın yaptığı her bir eser, o sanatkârı gösterir. Eğer o sanatkâr herbir eserine kendine has taklid kabul etmez mühürler vurmuşsa, o eserler “Beni ancak falan sanatkâr yapabilir” diye ilan ederler. Yaratılmış her bir eserdeki hususi mühür, o yüce yaratıcının tek olduğunu bildirir . BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR DİKKAT ETTİNİZMİ HER AĞAÇTA DALLAR FAKLIDIR,BİÇİMİ,UZUNLUĞU,YAPRAKSAYISI,MEYVE SAYISI,DAL SAYISI. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını (birliğin ayetlerini) nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini (Rablığını) ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz'an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.23 SİZ İKİNCİ MEHBAS BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR HER AĞAÇTA ,DALLARINDA YAPRAK SAYISI FARKLIDIR,BİR AĞAÇIN YAPRAK SAYISI BU ZAMANA KADAR GELMİŞ VE GELECEK AĞAÇLARIN YAPRAK SAYISINA EŞİT DEĞİLDİR. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR Sonra kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.23 SÖZ BİR AĞAÇTA BİNLERCE YAPRAK VARDIR,HEPSİ İLK BAKIŞTA BİRBİRİNE BENZER,AMA İNCELENİNCE HER YAPRAK FARKLIDIR,BİÇİMİ BOYU,ŞEKLİ,ÜZERİNDEKİ KIVRIMLAR,ŞEKİL VEREN BÖLÜMLER,ÜSTÜNDEKİ ÇİZGİLER, BU ZAMANA KADAR GELMİŞ VE GELECEK HER AĞAÇTAKİ YAPRAKLAR,AYNI DEĞİLDİR,KARTANELERİ GİBİ,İNSANLAR GİBİ FARKLIDIR.. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR Hayat kesret tabakatında bir tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir ayinesidir AĞAÇ TOHUMLARI HEPSİ AYNIDIR AMA İÇLERİNDE O AĞACIN İLK AÇAÇAĞI ANDAN SON ZAMANANINA KADAR VERECEĞİ MEYVESİ,YAPRAGI DALI YAZILI FİHRİSİDİR.HEPSİ KAPALI BİRBİRİNDEN FARKLI FİHRİSTİR. BU EHADİYAT MÜHRÜDÜR Cekirdek, * Agacin programini ve fihristesini ve planini tasiyan bir sandukca * Onun levazimatini ve teskilatini tasiyan bir tezgah * Onun baslangictaki incecik gelirlerini ve latifane giderlerini ve tanzimatini tasiyan bir makina * "Kaf-nun" tezgahindan (Kun=ol! emrinden) cikan birer latif sandukca * Birer san'at harikasi * Meyvenin kalbi durumundadir. "Canlilarin mukadderat (kader) programlarinin kutucuklari olan cekirdekler", kucuklukleriyle beraber, bir alem gibidirler. Hatta, "cekirdekteki naksi kader olan manevi agac, bagdaki nesc-i kudret olan mucessem agactan daha aciptir." Yani, cekirdek kucuk bir agac, agac buyuk bir cekirdek gibidir. Bagda kudretin bir dokumasi olan agacta ne yazilmissa, kaderin bir naksi olan cekirdekte aynisi yazilmistir. Bu noktadan, o cekirdek, agactan daha hayret vericidir, diyebiliriz. Bediuzzaman, tefsirinin pek cok yerinde cekirdeklerin bu hayret verici yonlerine dikkat ceker. Cekirdek ve cicekte tevhid icin iki marifet mi'raci kesfederek, tabiatcilari bogan ayni yerde ab-i hayati bulur. Cekirdekten hakikata ve marifet nuruna ererek "cekirdekten yetisme" sozune bir masadak olur. 32. Söz, 2.Mevkıf:2.Maksat: Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar; hikmet-i Rabbaniyenin birer mu'cizesi.. san'at-ı İlahiyenin birer hârikası.. rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi.. vahdet-i İlahiyenin birer bürhan-ı maddîsi.. âhirette eltaf-ı İlahiyenin (İlahi lütufların) birer müjdecisi.. kudretinin ihatasına (sınırsızlığına) ve ilminin şümulüne (genişliğine) birer şahid-i sadık oldukları gibi; şunlar, âlem-i kesretin aktarında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş (artmış) bir nevi âlemin etrafında vahdet âyineleridirler. Enzarı(bakışları), kesretten (çokluktan) vahdete (birliğe) çeviriyorlar. Lisan-ı hal ile her birisi der:"Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma, bütün o ağaç bizdedir . Onun kesreti, vahdetimizde dâhildir." Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan her bir çekirdek dahi, vahdetin birer maddî âyinesi oldukları gibi; zikr-i kalbi-yi hafî (gizli kalp zikri) ile koca ağacın zikr-i cehrî (açık zikir) suretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmayı zikreder, okur. Hem o meyveler, tohumlar; vahdetin âyineleri oldukları gibi, kaderin meşhud (görünen) işaratı ve kudretin mücessem (somut) rumuzatıdır (işaretleri) ki; kader onlar ile işaret eder ve kudret o kelimeler ile remzen der: "Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları, bir tek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san'atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor.Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten (yayıldıktan) sonra, bütün hakikatını bir meyvede toplar. Bütün manasını bir çekirdekte derceder. Onunla Hâlık-ı Zülcelalinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir." Öyle de: Şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücud alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde, vahdeti gösterdiği gibi; kalbi dahi, iman gözüyle kesret (çokluk) içinde sırr-ı vahdeti (birlik sırrı) görür. TEFEKKÜR ETMEK RABBİMİN İSİMLERİNDEKİ ESMA TECELLİLERİNİ GÖRMEK. ŞU RESİM BİZE NELER ANLATIYOR. BAKANA NAZAR EDENE TABİİ. "Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisanı vardır. Her lisanında yüz bin burhanı var ki, herbiri çok cihetle Vâcibü’l-Vücud, Vâhid-i Ehad, her şeye Kadîr, herşeye Alîm,.." DİRDünyayı bir kafa olarak tasavvur edersek, bu kafada her bir bitki ve hayvan türü, bir ağız hükmünde olup, kendilerine özgü bir dil ile, Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ediyorlar. Mesela; çiçekler, dünya kafasında bir ağızdır, o güzel ve mütebessim yüzlerinde, Allah’ın isim ve sıfatlarını hal dilleri ile bize bildiriyorlar. Ağaçlar bir ağızdır, binlerce delil ve ispatı, o güzel meyve ve neticeleri ile bize gösteriyorlar. Ağacın lisanı ile çiçeğin lisanı birbirinden farklıdır lakin; aynı netice ve aynı maksada yönelmişler, O'na işaret ediyorlar. Her bir çiçek ve böcek, Allah’ı isim ve sıfatları ile bize tanıtıp ispat ediyorlar. Özetle, Üstad'ın kafa ve yüz bin ağız ve lisandan kast ettiği şey; dünya içindeki yüzbinlerce bitki, hayvan ve madenlerin, hal dilleri ile sanatkarından haber verip ispat etmelerine kinayedir. EHADİYAT MÜHRÜDÜR </blockquote> | |
| | | parisa Özel Üye
Mesaj Sayısı : 420 Rep Gücü : 849 Rep Puanı : 7 Kayıt tarihi : 21/09/09
| Konu: Geri: Allahın EHAD ismi ve tecellileri Ptsi Ocak 31, 2011 7:23 am | |
| <blockquote class="postcontent restore "> sebzelerde Ehadiyat tecellisi
İçlerinde (her türden) meyve, eşsiz-hurma ve eşsiz-nar vardır (Rahman Suresi, 68) Siz (ise şöyle) demiştiniz: "Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın" (O zaman Musa "Hayırlı olanı, şu değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır" demişti Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve Peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi (Yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi (Bakara Suresi, 61)
HER SEBZE FARKI BİÇİMDE,FARKLI BOYUTTA,FARKLI VİTAMİNLER DONATILMIŞ,FARKLI RENKLERDE,İNSANLARIN YAŞADIĞI MEMLEKETLERİNDEKİ MEVSİMLERE GÖRE DEĞİŞİK ZAMANLARDA FARKLI OLARAK CIKMALARIYLA HEPSİ RABBİMİN BİRLİĞİNE DELALAETTİR. BU EHADİYAT TECELLİSİDİR.
ISPANAK KABAK PATLICAN BAMYA DOMATES BAKACAK OLURSAK HEPSİNİN YAPRAKLARI FARKLI,TOHUMU FARKLI,BİÇİMİ FARKLI,RENGİ FARKLI,BÜYÜME ÖZELLİĞİ FARKLI, YETİŞECEKLERDEKŞ TOPRAKLAR BİLE SEBZESİNE GÖRE DEĞİŞİYOR,MEVSİMLERDE YETİŞMELERİ FARKLI.bU RABBİMİN SANATINI VE HER SEBZE BİTKİSİNİN TEK OLUŞU EHADİYAT SİKKESİDİR. SEBZELERİN MEVSİMLERİNE GÖRE İNSANINVİTAMİN İHTİYACINI KARŞILANMASI ACISINDAN FARKLI YETİŞMEKERİ,HER SEBZENİM DEĞİŞİK VİTAMİN DEPOSU OLMASI..EHADİYAT TECELLİSİDİR. Sebzelerin beslenme ve sağlık için gerekli olmalarının nedenlerini de şöyle sıralayabiliriz. a) Vitamin kapsamları geniştir, b) Madensel maddeler yönünden vücudun gereksinimini karşılarlar, c) Az miktarda kalori sağladıklarından genellikle kilo aldırmazlar, d) İştah açarlar, e) Sindirimi kolaylaştırırlar, f) Hayvansal besin maddeleri ile oluşan asit fazlalığını nötralize ederler, g) Terapetik fonksiyonları vardır. Sebzelerin insan sağlığı yönünden bir önemi de, bazı hastalıklara karşı kullanılmalarıdır. Örneğin, sarımsak’ın, damar sertliğine, kalp hastalıklarına v.s. siyah turp’un taş düşürmeye, ses kısıklığına v.s.; pırasa’nın öksürük, sinir hastalıklarına v.s. kullanıldığı görülmektedir. İlaç olarak kullanılabilen sebzelerin sayısı daha çok arttırılabilir. Bunun dışında bazı sebzelerden kozmetik sanayiinde de yararlanılmaktadır. Bütün yıl boyunca çeşitli sebzelerden yararlanabilmek için bunların taze tüketiminin yanında; aşağıda belirtildiği gibi değişik şekillerdeki değerlendirmeleri de yapılmaktadır.a) Tazeb) Konservec) Dondurulmuş sebzelerd) Salçae) Sebze sularıf) Sebze tuzlarıg) Turşularh) Reçellerı) Kurutulmuş sebzeler23 LEMA...BİRİNCİSİ:BİRİNCİSİ Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayattar, harika bir tiryak, onlardan yapılmak icap etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tetkik ettik. Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder
******************************
<blockquote class="postcontent restore "> "Yeryüzünde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar." (En'âm, 6/38) ve tüm canlılar kendi dilinden Allah'ı zikreder.,,, ,,Bundan dolayı hiçbir canlı, tabiatı gereği gösterdiği davranıştan dolayı kınanıp eleştirilemez ve gösterdikleri iç güdüsel davranışlarıyla, tabiattaki rollerini icra edişleriyle hepsi Allah'ın ayetidir. Değil mi ki insanlık için hayatın tümünde Allah'ın ayetleri/işaretleri, mu'cizeleri vardır? Öyleyse kainat ve dünya, içindekilerle birlikte bir kitap gibi okunabilir ve kevnî ayetlerden birtakım ibretler ve dersler çıkarılabilir. Bildiğimiz bütün hayvanları gözümüzün önüne getirelim. Zürafaları, antilopları, filleri, tavukları, balık çeşitlerini, atmacaları, serçeleri, tavus kuşlarını, devekuşlarını, tavşanları, kelebekleri, çeşit çeşit böcekleri düşünelim. Bu canlıların vücutlarındaki mekanizmaları, yaşadıkları ortamları, üremelerini, avlanmalarını kendi içinde bölümlere ayırarak düşünelim. Sadece bu kadarlık bir düşünmeyle bile yaşadığımız dünya üzerinde inanılmaz bir çeşitlilik olduğunu fark ederiz. Allah'ın canlılarda yarattığı çeşitliliğe bir örnek vermek gerekirse, yalnızca yeryüzünde yaşayan kelebek türlerinin sayısı "200 bin"dir. Bu türlerin kendi içinde "1 milyon" kelebek cinsini barındırdığı doğa bilimciler tarafından tespit edilmiştir. Bunların hepsinin olağanüstü derecede kompleks ve birbirinden farklı sistemleri vardır, içinde yaşadıkları ortamda gizlenmelerini sağlayan çok farklı kamujlaj yöntemleri vardır. Kimilerinin üzerine düşmanlarını korkutmaya yarayan sahte göz şekilleri yerleştirilmiştir. Bu olağanüstü çeşitlilikteki tasarımı göz önüne alarak düşünün. Bu kadar çok çeşitteki, üstelik de hepsi birbirinden bu derece farklı yapılardaki milyonlarca canlının, tesadüfen birbirlerinden türemesinin imkansız olduğunu ANLAMAZLIKTAN GELMEYİN. Akıl ve vicdan kullanarak canlılardaki çeşitliliği ve mucizevi özellikleri düşünen bir kişi kolaylıkla bunların nasıl ortaya çıktığı sorusuna bir cevap bulacaktır. Alemlerin Rabbi olan Allah tüm canlıları benzersiz bir şekilde yaratmıştır. Allah herşeye hakimdir. Bu türlerin kendi içinde "1 milyon" kelebek cinsini barındırdığı doğa bilimciler tarafından tespit edilmiştir. 1 milyon kelebek hepsi rengi deseni ,koruma mekanizması olarak verilen özellikleri ve bu zamana kadar gelen ve gelecek olan her kelebek birbirine benzemez. BU EHADİYAT TECELİSİDİR. HER TÜR BİR ÜMMET VE BU ÜMMETLER BİRBİRİNDEN FARKLIDIRVE KENDİ İÇİNDE BİLE BİRBİRİNE BENZEMEZ
BU EHADİYAT TECELLİSİDİR.ZEBRALAR CİZGİLERİ HER BAKTIGIMIZDA AYNI GÖZÜKÜR Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır… (Nahl Suresi, 66) DİKKAT EDELİM...Yaşam olağanüstü çeşitlilikteki renkleri ve özel olarak türler, özgün renklerini yıllardan beridir çok amaçlı olarak başarıyla kullanmaktadırlar.Örneğin binlerce zebra içerisinde minik yavru zebra, annesini renkli desenlerden oluşan canlı barkod sistemini kullanarak kolayca tanıyabilmektedir.Zebra doğar doğmaz yavrusuna kendini gösterir,artık yavru bu desenlerle anneyi tanır karıştırmaz.Bu desenler her zebrada farklıdır. BU EHADİYAT TECELİSİDİR. İnsanoğlunun 2000’li yıllara girerken geliştirdiği barkod sistemini, canlılar alemi çok uzun yıllardır uzmanlaşarak kullanabilmektedirler.Hatta o kadar uzmanlaşılmıştır ki tanıma bir renk, bir desen, bir kokuya veya bir sese kadar indirgenebilmiştir. örnek verelim: Penguenler avlanmaya giderlerken, yavrularını birarada bırakırlar.Böylece yavrular birbirlerine sokularak soğuktan korunurlar.Peki penguenler döndüklerinde yavrularını nasıl tanırlar? Allah, penguenleri birbirlerini seslerinden tanıyabilme yeteneği ile yaratmıştır. Bu sayede birbirinin tıpatıp aynısı olan penguenler, yavrularını ve eşlerini kolaylıkla tanıyabilirler. Toplu olarak yaşayabilmeleri için her şeyden önce, bir aileye mensup canlıların birbirlerini tanıyabilmeleri gereklidir. Nitekim oldukça geniş alanlarda, çok kalabalık koloniler halinde yaşayan canlılar dahi kendi yavrularını, eşlerini, anne-babalarını veya kardeşlerini tanıyabilirler. Her türün birbirini tanıma yöntemi farklıdır . Örneğin yerde yuva yapan kuşlar, yavrularının hem sesini, hem de görüntüsünü tanırlar. BU EHADİYAT TECELLİSİDİR. Bunlardan biri olan Ringa balığı martıları ise yavrularını çok büyük koloniler içinde yetiştirir. Ancak buna rağmen, yavruları görüş alanlarında olmasa dahi, onların ihtiyaç içindeki seslenişlerine hemen karşılık verebilirler, kesinlikle onların sesini diğerleri ile karıştırmazlar. Yavrularının bulunduğu alana yabancı bir yavru girdiğinde hemen ayırt ederek onu o bölgeden uzaklaştırırlarBU EHADİYAT TECELLİSİDİR. Memeliler ise yavrularını genellikle kokularından tanırlar. Yavru doğar doğmaz anne onu koklar ve bundan sonra yavrusunu kesinlikle diğer yavrularla karıştırmaz. Foklar kalabalık sürüler halinde yaşarlar. Nasıl olup da bu kalabalık sürünün içinde anne fok yavrusunu tanır? Diğer pek çok canlı gibi anne fok da, doğumdan sonra yavrusunu koklar, dokunur. Bu sayede yavrusunun kokusunu tanır ve onu başka yavrularla hiç karıştırmaz. Bu konuda en başarılı canlılardan biri penguenlerdir. Birbirlerinin aynısı olan bu canlıların arasında, dikkatli bir gözle bakıldığında dahi, ayırım yapabilmek neredeyse imkansızdır. Bu yüzden penguen ailesinin üyelerinin birbirlerini hiç güçlük çekmeden tanıyabilmeleri oldukça şaşırtıcıdır. Özellikle de dişi penguenin 2-3 ay boyunca eşi ve yavrusu için yiyecek aramaya gidip, dönüşte her ikisini de tanıyabildiği düşünülürse… Birçok memeli hayvan yavrusunu doğduktan hemen sonra yalayarak temizler ve bu sırada onun kokusunu da tanımış olur. Bu sayede yavrusunu diğer hayvanların arasından rahatlıkla ayırt edebilir. BU EHADİYAT TECELLİSİDİR.
Anne penguen 2 veya 3 ay sonra geri döndüğünde, yüzlerce penguen arasından yavrusunu ve eşini kolaylıkla bulur. Daha da ilginç olanı, yetişkin penguenler denize avlanmaya gitmeden önce kolonideki tüm yavruları toplarlar ve onları sanki bir çocuk yuvasındaymış gibi birarada bırakırlar. Bu davranışları dondurucu soğuğa karşı bir önlemdir. Birarada duran yavrular sıkıca birbirlerine yaklaşırlar ve böylece ısınırlar. Ancak bir sorun vardır? Yetişkin penguenler avlanmadan döndüklerinde yüzlerce yavru arasından kendi yavrularını nasıl bulacaklardır? Bu, penguenler için bir sorun değildir. Her penguen döndüğünde sesinin en yüksek tonuyla bağırmaya başlar ve her yavru annesini veya babasını sesinden tanıyarak onların yanına gider. BU EHADİYAT TECELLİSİDİR. Kuşkusuz binlerce penguen arasında birbirlerini ayırt etmelerini sağlayacak en uygun yöntem seslerinden tanımalarıdır. Peki nasıl olmuş da görünümleri tıpatıp aynı olduğu halde birbirlerini ayırt edebilmek için penguenlerin her biri farklı farklı seslere sahip olmuşlardır? BU EHADİYAT TECELLİSİDİR. Dahası penguenler birbirlerinin seslerini ayırt etme yeteneğini nereden kazanmışlardır? Hiçbir penguen bu özellikleri ve yetenekleri kendi iradesiyle akletmiş ve kazanmış olamaz. Bunların, penguenlere "verilmiş" olması gereklidir. Peki bu özellik ve yetenekleri onlara veren kimdir? Evrimcilere göre "doğa" vermiştir. Acaba doğanın hangi öğesi hayvanlara böyle bir bilinci kazandırabilir? Kutup bölgesindeki buzlar mı? Kayalıklar mı? Elbette cevap bunların hiçbiri olamaz çünkü evrimcilerin birçok güç ve yetenek atfettikleri doğa taştan, kayalardan, ağaçlardan, buzlardan oluşan, ve kendisi de yaratılmış olan bir varlıklar bütünüdür. O halde yukarıdaki sorunun cevabı açıktır: Penguenlerin her birini farklı bir ses ve diğerlerinin sesini tanıma yeteneği ile yaratan ve böylece yaşantılarını kolaylaştıran, her şeyi "kusursuzca var eden" Allah'tır. Bir kanid 40 km ötesinden üreme mesajı veren eşini algılayabilmektedir. Küçücük bir böcek her nerede olursa olsun kendine özgü beslenebildiği çiçeği kolayca renklerinden bulabilir ve dolayısıyla tozlaşma yaptırabilir. Dikkat ediniz çiçeklerde bulanan böcekler farklıdır. Örneğin zambakta bulunan böcek, gülde bulanan böcekten farklıdır. Çünkü beslenme ile ilgili olarak çiçeğin rengi ve kokusuyla sunduğu barkod okunarak doğru seçim yapılmıştır. Canlılar aleminde renklerin seçiciliğine yönelik sayısız örnek vardır. Bunlardan birkaçını yazalım. Kuşlar ailesinde, civcivlerinin yavruağzı rengindeki minik gagalarını açması ebeveynlerin besleme dürtüsünü kamçılamaktadır. Bir yılan renkleriyle daha güçlü bir konuma ulaşmaktadır. Bir leopar renkleriyle daha başarılı bir avcıdır. Bir ahtopod ya da bir peygamber devesi renkleriyle kolayca kamufle olabilmenin avantajını fazlasıyla kullanabilmektedir. 7. Şua (Ayetül kübra) Birincisi: Evet balarısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu'cize-i kudrettir ki; koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat a'zaları tahrib etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve müvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar. İşte bu üç cihetle mu'cizeli bu san'at-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbaniyenin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti isbat eder. İkinci âyet: Evet başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak süt fabrikaları olan vâlidelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalblerine bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki; fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz. İşte böyle gayet mu'cizeli ve hikmetli bu san'at-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahînin, umum rûy-i zeminde (yer yüzünde), yüz binlerle nevilerin, hadsiz vâlidelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti isbat eder.
*********************************
"Hayat bir mektup kelimesidir. Kudret kalemiyle yazılmış hikmetnüma bir sözdür. Görünüp ve işitilip ESMAÜL HÜSNA'ya delalet eder." "Hayatın hakikatinin sırrı şudur ki: ve Samediyyet cilve- sine ayineliktir bütün esmâ-yı ilâhiyyenin tecellî terkipleriyle vücûda gelen kâinât, böyle bir tecellîye mazhar olmak yönünden tek değildir. Aynı keyfiyet, insan ve Kur'ân hakkında da vâkîdir. Kâinât, bu tecellîde fiilî bir âlem teşkîl ederken, Kur'ân, o kâinâtın bütün gerçeklerinin "kelâm" sûretinde ifâde edildiği bir hakîkatler manzûmesidir. İnsan ise bu oluşta aynen kâinât gibi, bütün esmâ-yı ilâhiyyenin tecellîlerine mazhar olmak yönünden kâinâtın özü, tohumu, zübdesi mevkiindedir. Bundan dolayıdır ki ona "âlem-i sağîr" yâni küçük âlem denilmiştir.yani bütün aleme tecelli eden ESMA'nın mihrak noktası hükmünde bir camiiyyetle Ehad ve Samed'in Zatına ayineliktir." "Şu kainatın akışındaki parlayan geçici ihsanlar ve kemalat,bir Şemsi Sermedi'nin ESMA'sının güzelliklerinin parıltılarıdır." "Evet kainat o Halık'ın Nurunun gölgesi, ESMASININ TECELLİLERİ, FİİLLERİNİN ESERLERİDİR."
"Bütün Keşif, Zevk ve Şuhud Ehli ittifak etmişler ki,kaniat yüzünde ve mevcudat ayinelerinde görülen ihsanlar ve kemalat,bir tek Zatı Vacibül Vücud'un kemalinin tecellileri ve ESMA'sının güzelliklerinin cilveleridir."
"Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız..." (el-İsrâ, 44)
"ESMAÜL HÜSNA'nın her birinde ne kadar gizli letaif (güzellik) bulunduğunu şu kainat bütün mevcudatıyla gösterir. Bütün mevcudat hadsiz cihetlerle sonsuz kemalatını ve ESMA ve Sıfatını bildirir ifade eder."
Dünya Samedani bir kitaptır. Harfleri ve kelimeleri kendilerine değil belki başkasının Zat,Sıfat ve ESMA'sına delalet ediyorlar. Öyleyse manasını bil,al,nakışlarını bırak git."
Uzayda yer alan galaksiler içinde en çok bilineni Samanyoludur.
Yaklaşık olarak yüz bin ışık yılı (ışık yılı; ışığın bir yılda gittiği yoldur) kiClick the image to open in full size. 96·1010 km çapında olan Samanyolu galaksisi ortalama 200 milyon yıldızdan teşekkül etmiştir.
Galaksi disk şeklindedir ve bu şekil çıplak gözle bile fark edilebilir. Samanyolunun ekvatoru boyunca çevreye göz gezdirilirseClick the image to open in full size. yıldızlar arası madde (plazma) ve yıldızlar açıkca görülebilir.
Yukarıda belirtildiği gibi bu galakside bulunan 200 milyon yıldızın büyük çoğunluğuClick the image to open in full size. diskin merkezinde toplanmıştır.
Yaklaşık otuz bin ışık yılı çapında olan bölgeden çevreye doğru uzaklaştıkça yıldız küresinin ve parlaklığının azaldığı görülür. Galaksilerin yaklaşık % 80 kadarı disk biçimlidir.
Galaksiler
Bu disklerin içerisinde bulunan yıldızlarClick the image to open in full size. genellikle iki şekilde sıralanmıştır. Bu sıralama ya düzenli bir şekildedir veya spiral biçimde bir kol üzerinde dizilmiştir.
Mesela galaksimizde bu spiral şekil açıkça göze çarparkenClick the image to open in full size. bazı galaksiler hiçbir şekle girmemekte ve nizam dışı bir diziliş göstermektedir.
Diğer galaksi tipleri başlıca; çubuk şeklinde galaksilerClick the image to open in full size. eliptik galaksiler (bütün galaksilerin yaklaşık % 20’si) ve düzensiz (irregular) galaksilerdir.
Galaksiler genellikleClick the image to open in full size. galaksi kümeleri olarak gruplanmışlardır. Bu kümeler içinde en çok bilineni Başak Takım Yıldızı içindeki Virgo kümesidir.
Sistemimizin yıldızı olan Güneş’in Samanyolundaki yeri de her zaman merak konusu olmuştur. Galaksimizin merkezinden oldukça uzakta yer alan güneşClick the image to open in full size. kendi merkezi çevresinde dönmektedir. Güneş sistemimizin bulunduğu mevkide galaksinin kalınlığı 3000 ışık yılı civarındadır.
Samanyolu galaksisinin dışına çıkılıp birkaç milyon ışık yılı gidildiğindeClick the image to open in full size. bu gibi başka gök adalara da rastlanılır.
Biçimleri ve büyüklükleri değişiktir.
Birbirine az çok benzeyenler varsa da eş olanı yok gibidir.
Vahdaniyet içinde bu Ehadiyat tecelisidir. Küçük dürbünlerle gökyüzünü taradığı zamanClick the image to open in full size. ışık veren gaz bulutu gibi gözükürler.
Onun için çoğuna nebülöz denmiştir. Büyük teleskoplarlaClick the image to open in full size. bazılarının yıldızları tek tek ayırt edilebilir.
Dünyadan 1Click the image to open in full size.5 veya 2 milyon ışık yılı uzaklığındaki Andromeda nebölozu gerçekte bir galaksidir.
Üstelik boy ve biçim bakımından bizim galaksimiz Samanyoluna çok benzer ve yaklaşık 300 milyon yıldızdan meydana gelmiştir.
FAKAT FARKLIDIR.İÇİNDEKİ GEZEGENLER,YAPISI,VE BİLEMEDİĞİMİZ COK YÖNLERİYLE SAMANYOLU GALAKSİMİZ GİBİ FARKLIDIR. BU EHADİYAT TECELLİSİDİR
Galaksilerin uzayda rastgele dağıldıklarını ileri süren teorilerClick the image to open in full size. modern araçlarla yapılan gözlemler neticesinde önemini kaybetmişClick the image to open in full size. hepsinin belli bir intizam içinde yer aldıklarıClick the image to open in full size. ayrıca galaksileri teşkil eden yıldızlar ve diğer gök cisimlerinin de hepsinin belli bir kanun içinde hareket ettikleriClick the image to open in full size. içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisi gibi milyonlarca galaksinin var olduğuClick the image to open in full size. bütün bunların saniyede binlerce kilometre hızla hareket ettikleri anlaşılmıştır.
Günümüzde imal edilen geliştirilmiş uzay aletleriyle yapılan gözlemlerdeClick the image to open in full size. galaksilerin spektrumunda görülen kırmızıya yakın kayışClick the image to open in full size. bu kaçışın devam ettiğini göstermektedir. Bu gök adalarının spiral şekliClick the image to open in full size. söz konusu kaçışı açıkça ifade etmektedir. Astrofizikçilerin yapmış olduğu son araştırmalarda galaksilerin milyarlarca yıllarla ölçülen ömürleri içinde birbirleriyle çarpıştıkları açıklanmıştır. Çekim güçlerinin galaksileri birbirine yaklaştırması neticesinde meydana gelen bu dev kozmik olay sonucunda spiral eliptik galaksilere dönüştüğü ileri sürülmektedir. Diğer bir görüşe göre de eliptik galaksilerClick the image to open in full size. çoğu büyük galaksi kümeleri içinde bulunurlar. Bu gruplar içindeki yalnız galaksiler diğer galaksilerce hızla çekilir. Bu durumda bir galaksi diğerine çarpmaktansa yanından geçmeyi tercih eder.
Son zamanlarda bir Amerikan astronom grubuClick the image to open in full size. dünyadan 150 milyon ışık yılı uzaklıkta yeni bir galaksi gruplaşmasının (çapı 250 milyon ışık yılı)Click the image to open in full size. çok büyük bir kütle çekimi uyguladığını buldu. Öyle kiClick the image to open in full size. aralarında Samanyolu ve Andromeda’nın da bulunduğu binlerce galaksi bu merkeze doğru çekilmektedir. Bu merkez ve çevresindeki galaksiler sisteminin hepsine Uzayın büyük çekim merkezi adı verilmiştir. Ancak bu akıl almaz büyüklükteki çekim merkeziClick the image to open in full size. uzayın kestirilen kütlesinin ancak binde biri kadardır.
HİÇBİR GALAKSİ DİĞER GALAKSİYE BENZEMEZ,ŞEKİLLERİ ,İÇİNDEKİ GEZEGENLER VE YAPILARI FARKLIDIR. BU VAHDANİYET İÇİNDE EHADİYAT TECELLİSİDİR.
SAMANYOLU GALAKSİMİZ
Samanyolu adı verilen bu sistemler bütünü,kainatta yer alan milyarlarca galaksiden sadece birisine aittir.Yani Samanyolu Galaksisine…Kainatta tahmin edilen galaksi sayısının yüzmilyar olduğu tahmin edilmekte ve bu tahmin edilen sayının sadece bizim evrenimize ait sayı ifadesi olduğu belirtilmektedir.Bizim evrenimiz diyorum,bizim evrenimiz gibi bir çok evrenin var olduğu bilginler tarafından kabul edilmekte ve bu evrenlere paralel evrenler kuramı ile yaklaşılmaktadır. Bizim evrenimize ait ve içerisinde yer aldığımız Samanyolu Galaksisi ise yaklaşık yüzmilyar yıldızdan ve bu yıldızlara ait gezegenlerden oluşmuştur.Samanyolu Galaksisine dikey bir şekilde bakılacak olunursa; disk şeklinde olduğu ve sarmal kollara sahip olduğu tespit edilir.Galaksinin çapı yaklaşık yüzbin ışık yılı (*) olup sarmal bir yapıya sahiptir.Galaksinin merkezinde çok büyük bir enerji yumağının olduğu tahmin edilmektedir. Samanyolu Galaksisi önemli bir galaksi olma özelliğini ise,canlıların yaşadığı gezegeni,yani Dünya’yı barındırmasından kazanmaktadır.Şu ana kadar yapılan çalışmalar,Dünya dışındaki gezegenlerde hayatın olmadığı ve hayat için gerekli koşullarında olmadığını ortaya koymuştur. Dünya gezegeninin de içerisinde yer aldığı sistem ise “Güneş Sistemi” adı ile adlandırılmaktadır.Güneş Sistemi kendisine bağlı dokuz gezegen ile beraber Samanyolu Galaksisinde yer almaktadır.Güneş,Samanyolu Galaksisinin merkezinden otuzbin ışık yılı mesafede bulunmaktadır.Galaksinin çapının yüzbin ışık yılı olduğu göz önüne alınırsa yarıçapının ellibin ışık yılı olduğu ortaya çıkar.Buda bize Güneş yıldızının,Samanyolu Galaksisinin dış kısmına daha yakın olduğunu göstermektedir.
Güneş sistemi tümüyle aynı yönde dönen bir disk biçiminde Samanyolu Galaksi’ si içinde hareket eder.
Güneş sisteminde bulunan gezegenlerin özellikleri şunlardır:
1- Bütün gezegenler Güneş etrafında, basıklığı az elipsler biçimindeki yörüngeleri izleyerek dolaşır. 2- Yörüngedeki dönüş hızları birbirinden farklıdır. En yakın Merkür dolaşımını 88 günde, en uzak Plüton ise 248 yılda tamamlar. 3- En büyük gezegen Jüpiter’dir. Merkür, Venüs, Mars ve Plüton Dünya’ dan küçük gezegenlerdir. 4- En fazla uydusu olan gezegen Jüpiter’dir.12 uydusu vardır. 5- Merkür ve Venüs gezegenlerinin uyduları yoktur. HEPSİ BİRBİRİNDEN FARKLI ÖZELLİKLERİ VARDIR. GEZEGENLER VE EVRENDEKİ GEZEGENLER HEPSİ FARKLIDIR BİRBİRİNE BENZEMEZ BU VAHDANİYET İÇİNDE AKLI BOĞMAMAK İÇİN EHADİYAT TECELİSİDİR. SAMANYOLU GALAKSİMİZ TEKTİR BENZER GALAKSİLER OLABİLİR AMA HİÇ BİR GALAKSİ BİRBİRİNE BENZEMEZ. BUDA VAHDANİYET İÇİNDE EHADİYAT TECELLİSİDİR. DÜNYAMIZ GEZEGEN OLARAK BÜTÜN EVRENDE TEKTİR,BENZER GEZEGENLER OLSADA AYNI OLMAZ,BUDA EHADİYAT TECELİSİDİR
Hayatın anlamını ve kâinatın varoluşunu açıklamak maksadıyla Muhyiddin ibn Arabi ve onun geleneğini izleyen sufilerce Esmâ-i Hüsnâ'ya müracaat edildiği bilinmektedir. Ancak Esmâ-i Hüsnâ'nın tevhid delili haline getirilmesi Bediüzzaman Hazretlerine mahsustur. O'nun bu yönünü fark etmeyen bazı kişiler, ettiğimiz gibi Bediüzzaman'ı ve onun kâinata, dünyaya, tabiata ve fen bilimlerine bakışını yanlış değerlendirmişlerdir. "Hakem" isminin cilvesini anlattığı bahsi yanlış anlayan dervişe "Demek, (bu bahis) kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinatları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde ehadiyet nurunu gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor. En uzak tahassüngahlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der 'O bir soba, bir lambadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil ayıl!' (KL: s. 232) diyerek, kâinata nasıl bakılması gerektiğini gösterir.
Bediüzzaman, dünya/âlem hakkındaki değerlendirmelerinde de, dünyayı mâna-yı ismi cihetiyle değil mâna-yı harfi, yani Cenab-ı Hakk'ın isimlerini gösteren bir âyet, ayna ve işaret olduğu için sevdiğini ve dünyadan bu maksatla bahsettiğini vurgular.
Hattâ onun kâinattan tafsilatlı olarak bahsetmesi de, yine Cenab-ı Hakk'ın birliğini ispat ve O'nu hatırdan çıkarmama gayesiyle yapılmış tefekkürî seyahatlerdir.</blockquote> </blockquote> | |
| | | parisa Özel Üye
Mesaj Sayısı : 420 Rep Gücü : 849 Rep Puanı : 7 Kayıt tarihi : 21/09/09
| Konu: Geri: Allahın EHAD ismi ve tecellileri Ptsi Ocak 31, 2011 7:26 am | |
| Bediüzzaman, Ilâhî isimlerden birinin diğerini gerekli kılmasını ve âdeta mütedahil daireler gibi iç içe tecellilerini de nazara vermiş olmaktadır.
Farklı risâlelerde de üzerinde durduğu bu mesele hakkında Bediüzzaman:
"Kâinatta tecelli eden her bir isim, bütün isimleri kendi Müsamma'sına isnad eder ve O'nun unvanları olduğunu ispat eder
. Çünkü kâinatta tecelli eden isimler, iç içe girmiş daireler gibi ve ışıktaki yedi renk gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor." der (26. Mektup, Dördüncü Mesele).
Bu konuda yine O, bir başka açıdan, "Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde, Esmâ-i Hüsnâ'dan bir ismin unvanı tecelli eder.
O isim, o dairede hâkimdir.
Başka isimler orada ona tabidirler; belki onun zımnında bulunurlar" diyerek (24. Söz, Birinci Dal), Ilâhî isimlerin birbirleriyle münasebeti ve tecelli dereceleri, ayrıca varlıkların, her bir varlığın kendine has taayyün ve hususiyetlerinin sebebi konusunda açıklamada bulunur.
Bediüzzaman Hazretleri, isimlerin tecellileri ve onlara bakış konusunda başka noktalara da dikkat çeker. Meselâ, "Her bir ismin cilvesinden diğer esmâya intikal edilmezse zarar edileceğini" söyler.
Zira O'nun isimleri birbiri içinde görünür, şuunatı birbirine bakar, unvanları birbirini ihsas eder ve rububiyetin terbiye çeşitleri birbirine yardımcı olur.
Insan Cenab-ı Hakk'ı bir isim, bir unvan, ya da bir rububiyetiyle tanısa diğerlerini inkar etmemesi gerekir.
Meselâ, Kâdir ve Hâlik isimlerinin eserini gören bir kişi "Alîm" ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir (24. Söz, Birinci Dal).
Vahdet-i Vvücud görüşünü benimseyen mutasavvıflar, Cenab-ı Hakk'ın "Vücud" sıfatından diğer sıfatlarına intikal edemedikleri ve diğer sıfatlarını ihmal ettikleri için hata yapmışlardır.
Yukarıdaki ilk iki tahlilde ya da kendi deyişiyle "elek"te, her bir canlıya farklı Ilâhî isimlerin tecellilerini ihtiva eden üst üste yirmi gömlek giydirildiği veya her bir varlığın yirmi perdeye sarıldığı, yani her bir varlıkta en az yirmi Ilâhî ismin tecelli ettiği gösterilmiştir.
Çiçek ve kadının yalnızca zahiri yaratılışlarında bu kadar çok sayıda isim tecelli ederse, bütün varlık âlemi özellikle de canlı varlıkların ruhani ve hissi yönlerinde ne kadar çok Ilâhî ismin tecelli edeceği anlaşılır.
Ayrıca dünya ve gökyüzü gibi büyük ve küllî mahlukat da bu örneklere mukayese edilebilir.
Çiçek ve kadındaki ilahi isimlerin tecellilerini, biri açılınca ardında diğeri görülen bir tek kitabın şu yedi sayfası gibi düşünmek mümkündür:
Birinci sayfa, varlıkların genel hatlarını, şeklini, ölçülerini, hey'et-i umumiyesini gösteren sayfadır. Varlıkların bu sayfası incelendiğinde Cenab-ı Hakk'ın "Musavvir, Mukaddir ve Munazzım" isimlerinin tecelli ettiği açıkça görülmektedir.
Ikinci sayfa, varlıklar ayrı ayrı uzuvlarının belirmesi ile kendilerine mahsus basit şekilleriyle ortaya çıkarlar. Işte bu sayfada "Alîm ve Hakîm" gibi bir çok ismin yazılı olduğu müşahede edilir.
Üçüncü sayfada, basit yaratılış safhasını müteakip her uzvun sanatlı ve zinetli bir biçimde yaratıldığı görülmektedir.
Bu sayfada "Sâni ve Bari" gibi bir çok isim işlemektedir. Dördüncü sayfa, yaratılan her varlığa öyle bir güzellik ve süs veriliyor ki, adeta o varlık cisim haline bürünmüş lûtuf ve kerem gibidir. Bu sayfada "Latîf ve Kerîm" isimlerinin yazılı olduğu görülmektedir.
Beşinci sayfada, çiçeğe tatlı meyveler, kadınlara da sevimli evlatlar ve güzel ahlâkların verildiği görülmektedir. Bu sayfadaki tecelliler "Vedud, Rahîm ve Mün'im" gibi isimleri okutturuyor.
Altıncı sayfa, nimetlerin verildiği sayfadır. Bu sayfada "Rahman ve Hannan" isimleri okunmaktadır.
Yedinci sayfada, "hakiki bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş halis bir şükür ve safi bir muhabbete layık" şekilde nimetlerde ve her şeyin neticelerinde güzellik ve cemal pırıltıları görülmektedir. Bu sayfada "Kemal sahibi Cemil ve cemal sahibi Kâmil" isimlerinin yazılı olduğu anlaşılmaktadır.
Burada zikredilen yedi sayfada, âlemin yaratılışında mütecelli Esmâ-i Hüsnâ'nın tecellileri görülmektedir.
Bu açıdan, anılan tecellileri, daha doğrusu her bir isme dayanan tecellilerin hey'et-i umumiyesini, Ilâhî külli kanunlar ya da Ilâhî icraatın unvanları gibi değerlendirmek de mümkündür
. Nitekim başka bir yerde (30. Söz, Ikinci Maksad) kâinatta cari Ilâhî kanunlar zikredilirken "Kanun-u rububiyet, kanun-u kerem, kanun-u cemal, kanun-u rahmet, kanun-u hikmet, kanun-u adl ve kanun-u ihata-yı ilmi (her şeyi kuşatan ilim kanunu)" şeklinde yedi kanundan bahsedilir.
Bu kanunların her birinin arkasında azam mertebede bir isim ve onun tecelli-i azamının bulunduğu belirtilir
. Bu kanunlarla yukarıda zikredilen yedi sayfa arasındaki paralellik hemen dikkat çekmektedir.
Ancak burada varlıklara, daha çok yaratılışlarındaki maksatlar ve zerlerin varlıkları oluşturma adına harekete sevkedilmesi açısından bakıldığı için, öncelikle Rububiyet zikredilmiş, onların şekilleri nazara alınmadığından, "Mukaddir, Munazzım, Sâni, Bari" gibi isimler nazara verilmemiştir.
Yukarıda zikredilen yedi sayfadaki tecelliler, aynı zamanda kâinatın rengi, ışığı, hayatı ve rabıtaları konumundaki yedi hakikati göstermektedir.
Bediüzzaman Hazretleri, ism-i azamın altı nurunun cilvelerini anlattığı bir risâlede (30. Lem'a, Üçüncü Nükte) bu hususu şöyle dile getirir:
"Madem kâinat mevcuttur ve inkar edilmiyor.
Elbette kâinatın, renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, san'atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkar edilmez." demektedir.
Varlıkların fiziki yaratılışında yukarıda zikredilen isimler tecelli ettiği gibi, canlı varlıkların manevi yönleriyle ilgili de bir çok ismin tecellisi vardır. Mesela insanda, ruh, kalb, akıl, hayat ve letaif gibi öyle sayfalar vardır ki bunlar "Hayy, Kayyum ve Muhyi" gibi bir çok kudsi ve nurani Ilâhî ismi okur ve başkalarına da okutturur.
Bediüzzaman Hazretlerinin, "Her şey hamd ile Allah'ı tesbih eder" (Isrâ sûresi, 17/44) âyetinin bir tefsiri/yorumu mahiyetinde kaleme aldığı "32. Söz, Üçüncü Mevkıf Birinci Mebhas'ta, varlıkların Allah Teâlâ'yı nasıl tesbih ettikleri anlatılmıştır.
Yani O'na göre, "Her şey hamd ile Allah'ı tesbih eder" demek, bütün yaratıklar, gerçekte Ilâhî isimlerin tecellileridir ve onlar, yaratılışları, şekil ve suretleri, hayatları, gördükleri vazifeler, hayatlarındaki neticeler ve sahip kılındıkları bütün özellikleriyle Cenab-ı Allah'ı nazara vermekte, kendilerinde tecelli eden isimlerle âdeta sürekli O'nu anmakta, Yaratan, Rızıklandıran, Yaşatan, Hayattan Alan, Yerlerine Yenilerini Getiren olarak ancak O'nun bulunduğunu, başka hiçbir varlığın olmadığını, dolayısıyla O'nun her türlü noksanlıktan, ihtiyaçtan ve ortakları bulunmaktan mutlak münezzehiyetini dile getirmektedirler.
Cenab-ı Hakk'ın kâinattaki tasarrufatı, bir bakıma sıfat ve isimlerinin tecellileri demektir.
. Bu sebeple Kur'an-ı Kerîm'de bir mesele anlatıldıktan sonra bir çok yerde âyetler, o husustaki Esmâ-i Hüsnâ'nın fezleke halinde zikredilmesiyle hitama ermektedir. Böylece, "O, Aziz ve Hakîm'dir"; "O, Gafur ve Rahîm'dir" ve benzeri fezlekelerle, âyetlerde geçen hükümlerin ve Cenab-ı Hakk'ın fiillerinin ardında, O'nun zikredilen isimlerinin tecellileri bulunduğu hatırlatılmış olmaktadır. Bediüzzaman, bu hususu da "Yirmi Beşinci Söz"de ayrıca tahlil etmiş, örneklerle açıklamıştır (Ikinci Şule, Dokuzuncu Nükte).
Cenab-ı Hakk'ın isimleri, yalnızca varlıkta tecelli edenlerden ibaret değildir.
"Varlığın esası sayılan esmâ-i ilâhiyenin yanında bir de Zât-ı Ulûhiyet'i tenzihe delâlet eden isimler vardır ki, bunlar, Hazret-i Zat'ın icraâtına karşı birer hicab mahiyetindedirler.
Sofîlerin: 'Zât-ı Ulûhiyet'i müşahedeye mâni yetmiş veya yedi yüz perde vardır; eğer bu izzet ve azamet perdeleri bir an açılıverse, envâr-ı Zât'ın tecellisiyle her şey silinir gider; ortada ne arz kalır ne semâ, ne isim ne de O'ndan başka bir müsemmâ.' sözleri min vechin bu hakikati ifade eder Aslında bütün varlık O'nun ziya-ı vücudundan, bütün şuûn-u harekât O'nun esmâ-i sübhâniyesinden, umum keyfiyât ve hususiyetler de O'nun ilim, irade ve kudret gibi sıfât-ı sübhâniyesindendir.
Herkesin anlayacağı bir dille ifade edecek olursak; bütün varlık ve hâdiseler, arkalarındaki sıfât-ı ilâhiye ve Esmâ-i Hüsnâ'nın tecellilerinden ibarettir
. Her ârif-i billâh, seviye ve donanımına göre Esmâ-i Hüsnâ'nın çehresinde Müsemmâ-i Akdes'i okur; sıfât-ı sübhâniye vesâyetinde O'nu Zât'ına uygun tanımaya çalışır" (M. Fethullah Gülen, Sübuhât-ı Vech)
Bediüzzaman Hazretleri geçmiş dönemlerde yaşayan veliler gibi zikir, tefekkür ve dua maksadıyla Esmâ-i Hüsnâ'ya müracaat etmiştir
. Mesela bir yerde "Şeyh Geylani'nin Esmâ-i Hüsnâ manzumesini okudum
. Bana bir arzu geldi ki Esmâ-i Hüsnâ ile bir münacat yazayım" diyerek vezinli bir Esmâ-i Hüsnâ duası yazmıştır (Bkz. 17. Söz, Ikinci Makam). O, Esmâ-i Hüsnâ ile yapılan dua ve zikirlere çok önem vermektedi.
Bunun yanında risâlelerin bir çok yerinde Esmâ-i Hüsnâ ile kâinatın anlamını ve hayatın gayesini açıklayan değerlendirmeler yapar (Özellikle bkz. 24. Mektup).
His ve zevkin öne çıktığını söylediği bir risâlede (3. Lem'a) "Beka, Baki-i Zülcelal'e mahsustur ve madem Baki'nin esmâsı bakiyedir.
Ve madem Baki'nin ayineleri Baki'nin rengini, hükmünü alır ve bir nev'i bekaya mazhar olur. Elbette insana en lazım iş, en mühim vazife, o Baki'ye karşı alâka peyda etmektir ve esmâsına yapışmaktır" diyerek, hayatın gayesini esmâ penceresinden yorumlar.
Hayatın anlamını ve kâinatın varoluşunu açıklamak maksadıyla Muhyiddin ibn Arabi ve onun geleneğini izleyen sufilerce Esmâ-i Hüsnâ'ya müracaat edildiği bilinmektedir.
Ancak Esmâ-i Hüsnâ'nın tevhid delili haline getirilmesi Bediüzzaman Hazretlerine mahsustur. O'nun bu yönünü fark etmeyen bazı kişiler, giriş kısmında da temas ettiğimiz gibi Bediüzzaman'ı ve onun kâinata, dünyaya, tabiata ve fen bilimlerine bakışını yanlış değerlendirmişlerdir.
"Hakem" isminin cilvesini anlattığı bahsi yanlış anlayan dervişe "Demek, (bu bahis) kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinatları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde ehadiyet nurunu gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor. En uzak tahassüngahlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der 'O bir soba, bir lambadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil ayıl!' (KL: s. 232) diyerek, kâinata nasıl bakılması gerektiğini gösterir
. Bediüzzaman, dünya/âlem hakkındaki değerlendirmelerinde de, dünyayı mâna-yı ismi cihetiyle değil mâna-yı harfi, yani Cenab-ı Hakk'ın isimlerini gösteren bir âyet, ayna ve işaret olduğu için sevdiğini ve dünyadan bu maksatla bahsettiğini vurgular. Hattâ onun kâinattan tafsilatlı olarak bahsetmesi de, yine Cenab-ı Hakk'ın birliğini ispat ve O'nu hatırdan çıkarmama gayesiyle yapılmış tefekkürî seyahatlerdir.
Hazreti Üstad, Esmâ-i Hüsnâ'nın tevhid delili olarak formüle edilmesinden habersiz bazı ulemanın itirazlarıyla da karşılaşmıştır.
Onuncu Söz'de zikredilen on iki hakikatin Esmâ-i Ilâhîye'ye istinat ettiklerini, bu sebeple ancak mü'minler için bağlayıcı olacağını münkirlere karşı delil teşkil etmeyeceğini iddia eden bir Müftü Efendi'nin itirazını şöyle cevaplar: "Her bir hakikat üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vacibü'l-Vücud'un vücudunu, hem esmâ ve sıfâtını; sonra haşri onlara bina edip, ispat ediyor.
En muannid münkirden, ta en halis bir mü'mine kadar herkes, her hakikatten hissesini alabilir.
Çünkü, hakikatlerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor. Der ki: Bunlarda muntazam ef'al var. Muntazam fiil ise failsiz olmaz. Öyleyse bir faili var.
Intizam ve mizanla o fail iş gördüğü için, Hakîm ve Âdil olmak lazım gelir. Madem Hakîmdir; abes işleri yapmaz.
Madem adaletle iş görüyor; hukukları zayi etmez. Öyleyse bir büyük toplanma yeri ve bir mahkeme-i kübra olacak". (BL. s. 1541) O, Esmâ-i Hüsnâ'nın tecellilerini anlatırken önce Cenab-ı Hakk'ın vücudunu, sonra şe'n, sıfat ve isimlerini, daha sonra o isim ve sıfatların baktığı diğer hakikatleri ispat etmektedir. Bunlar bazen haşir, nübüvvet gibi iman hakikatleri, bazen kâinattaki nizam, mizan gibi hakikatler, bazen de rububiyet ve kerem gibi kanunlar olabilmektedir. Böylece o, geçmişte daha çok hissî, zevkî ve manevî tecrübe alanı olan Esmâ-i Hüsnâ'yı "hüccet/delil" haline getirmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri, Şah-ı Geylani ve Imam Rabbani ve benzeri büyük sufiler gibi zikir, dua ve tefekkürde Esmâ-i Hüsnâ'nın ehemmiyetini Kur'an'ın dersiyle kavrayarak, Cevşen gibi duaları evradı arasında merkezi bir konuma yerleştirmiştir.
Ayrıca müdakkik mutasavvıflar gibi hayatın ve varoluşun gayesini Esmâ-i Hüsnâ'dan hareketle yorumlamıştır.
Bütün bunların yanında mikro ve makro kosmosun yaratılışını Esmâ-i Hüsnâ'nın tecellilerine dayanarak sistemli bir şekilde açıklamış;
Cenab-ı Hakk'ın birliği, haşir ve nübüvvet gibi iman hakikatlarını esmânın cilvelerinden hareketle delillendirmiştir. Münacat risâlesinde (3. Şua), kâinatın diliyle yaptığı duada, tekrar cümlesi olarak zikrettiği şu ifade, onun Zat-ı Akdes'e bakışını ve kozmoloji tasavvurunun veciz bir şekilde dile getirir:
"Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zat-ı Akdes!
Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla, Seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla Sana hamd ve şükrederim".
************************************
O Allah, Ehaddir: Bu ayette geçen 'ehad' ifadesi, O'nun bir ve tek oluşunu bize anlatmaktadır. ALLAH (C.C.) KENDİSİNİ ANLATIYOR Akademi A. Heyeti
Biz O'nu ancak kendisini bize tanıttığı ölçüde tanıyabiliriz. Zira kendisini en iyi tanıyan ve en iyi anlatacak olan yine kendisidir.
İhlâs sûresi Allah'ın varlığını, birliğini ve benzersizliğini anlatan son derece veciz ve harika bir ifadeye sahiptir. Her bir ayet birbirini netice verecek ve birbirlerine delil olacak özelliktedir.
Dinin temel esası olan tevhidi en halis ve en güzel bir şekilde ifade ettiği için bu sûreye "ihlas"denilmiştir. Bu sure bize, Allah'ın varlığı ve birliği konusunda -O'nun uluhiyetine yakışmayan her karışık ve yanlış düşünceden uzak - halis (saf, dupduru) bilgileri vermektedir. Sûrenin meali şöyledir: De ki, O Allah;
Ehad'dir: Tektir.
Samed'dir: Hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamıştır. Doğrulmamıştır. Hiçbir şey de O'nun dengi değildir. Şimdi sûrenin veciz ifadelerini biraz açalım:
1. O Allah, Ehaddir: Bu ayette geçen 'ehad' ifadesi, O'nun bir ve tek oluşunu bize anlatmaktadır. Birliği bulunan birçok varlık, sayı olarak birse de, hepsi yaratıklar cümlesindendir.
Allah ise, 'yegane' Bir'dir; 'tek' olan Bir'dir, 'eşsiz' olan Bir'dir, yaratıklar hakkında düşünülebilen, hayalde canlandırılabilen, tasavvur ve tevehhüm edilebilen her türlü özelliklerden uzak olan Bir'dir. Bütün mükemmel sıfatlara sahip olan Bir'dir. Bundan ötürü de ibadete lâyık olan Bir'dir.
2. O Allah Sameddir: Her şey O'na muhtaçtır, O ise, hiçbir şeye muhtaç değildir. Kâinatta harika bir düzen vardır ve bu düzenin kendiliğinden olması mümkün değildir. Canlı cansız her bir şey, gerek yokluktan varlık sahasına çıkma, gerekse, varlıklarını devam ettirmelerinde O'na muhtaçtırlar. O, kâinatı muhtaç olduğu için değil, kendini bildirmek, büyüklüğünü göstermek, ihsan ve lütufta bulunmak için yaratmıştır. Her şey O'nun sayesinde ayakta durur, ama O hiçbir şeye muhtaç değildir (sameddir), kendi kendine kaimdir/vardır.
3. Doğurmamıştır: Bu ayetle şirkin ve küfrün her çeşidi kökünden silinip süpürülmüştür. 'Doğurmamıştır' cümlesi, şirkle alâkalı birçok yanlış düşünceye cevaptır. Evvela bu ayetin akla gelen ilk anlamıyla, insanlara, 'Allah'ın asla insanlar gibi çocuk ve eş sahibi bir varlık olmadığı bildirilir.' İşarî olarak ise, varlığın/kâinatın, -bir kısım filozofların ileri sürdüğü gibi- O'ndan ayrılmış veya O'ndan taşmış bir şey olmadığı anlatılır. Böylece 'doğuran, bölünen, taşan ve değişikliğe uğrayanlar'ın ilah olamayacakları hatırlatılır.
4. Doğrulmamıştır: Allah doğurmadığı gibi O'nu doğuran da yoktur. Daha genel bir ifadeyle, -varlık O'nun zatının bir parçası ve O'ndan sudur etmiş bir şey olmadığı gibi- O'nun varlığına sebep olan başka bir varlık, başka bir irade ve kudret de yoktur. Çünkü O Vacibu'l-Vücud'dur; varlığı kendindendir. O, sonradan doğrulmuş veya sonradan meydana getirilmiş bir varlık değildir. O'nun varlığı ezelidir. Olmadığı bir an yoktur. 5. Hiçbir şey de O'nun dengi değildir: Onun ne zatında, ne sıfatlarında ne de fiillerinde bir benzeri yoktur. Ne arkadaşı vardır, ne yardımcısı, ne eşi, ne dengi ne zıddı ne de benzeri vardır. Sonradan olanların hepsi O'nun eseridir ve bu eserler ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar, O'nun gibi olamazlar.
O, hiçbir şeye benzemez. Hayale gelen, zihinde canlanan her şeyden uzaktır. Çünkü bunların hepsi yaratıktır. Sahip oldukları özellikler de yaratılmıştır, Allah ise, zatıyla, sıfatlarıyla ve fiilleriyle ezelî ve ebedidir.
Yaratıklarına benzeyen Allah olamaz. Yaratıklar ancak birer ayna gibi, O'nun isim ve sıfatlarını gösterirler. Nasıl ki, harika bir robot sanatkarının/mucidinin bilgisini, plânını, hünerini ve gücünü gösteriyorsa, şu âlemdeki her bir yaratık da, üstün yaratılış ve eşsiz sanatlarıyla, Allah'ın sonsuz ilim, kudret, hikmet ve iradesini gösterirler.
O Allah ki, kıyaslanamayacak derecede her şeyden üstündür. Kudreti sonsuzdur; bir atomu yarattığı kolaylıkla bir galaksiyi yaratır.
Baharı bir çiçek kolaylığında var eder.
Bir işi diğer bir işine, bir fiili diğer bir fiiline engel olmaz. Aynı anda sayısız işi birbirine karıştırmadan yapar.
Hiçbir şey O'nun tasarruf ve düzenlemesi dışında kalamaz. Her şey O'ndan sonsuz derecede uzak olduğu halde, O, her şeye sonsuz derece yakındır.
Böyle bir Allah'ın elbette eşi, benzeri ve dengi yoktur. Hiçbir yaratık bu özelliklere sahip olamaz. Bu özelliklere sahip olamayanlar, yani eşi, benzeri ve dengi olanlar ilah olamazlar.
İhlâs Suresinin, uluhiyet konusundaki vermiş olduğu mesajlar:
Allah'ı (c.c.) anlatan âyetlerin özeti mahiyetinde olan İhlâs sûresi her türlü şirk anlayışına bir cevaptır.
1. Burada Allah'ın 'Ehad' olduğunun belirtilmesiyle, kâinatta hayrı ve şerri yaratan ayrı ayrı ilahlar bulunduğunu söyleyen ve bunlara Hürmüz ve Ehriman adını veren Mecusî ve benzeri anlayışlar peşinen reddedilmektedir.
2. Bu surede Allah'ın 'Samed' olduğu hatırlatılarak, yardımcı, Allah ile kullar arasında şefaatçi olarak görülen putlar reddedilmiştir. Bilerek veya bilmeyerek sebepleri, Allah'ın icraatında ihtiyaç duyduğu ortaklar olarak gören her bir şirk kokan anlayışa, şiddetli bir tokat indirilmektedir.
3. Yine bu surede, Hz. Üzeyr'i Allah'ın oğlu olarak gören Yahudilere, Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak kabullenen Hıristiyanlara ve melekleri Allah'ın kızları olarak düşünen putperest müşriklere, 'lem yelid ve lem yûled' denilerek, onların tevhid inancından bir hayli uzaklaştıkları hatırlatılmaktadır.
İhlâs Suresi'nin, her bir ayetinin, birbirini gerektirmesi açısından yorumu
Biraz önce de temas ettiğimiz gibi, "ihlâs"kelimesi sözlük anlamı itibariyle, bir şeye halis, katıksız bir şekilde muhatap olma anlamını taşır.
Özel kullanımı itibariyle ise ihlâs; insanın, kulluğunda, ibadetinde, Cenab-ı Hakk'ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması.. vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O'nun hoşnutluğunu hedeflemesi demektir.
Nitekim Kur'ân'da bu husus şu şekilde ifade edilmiştir; "Siz, ibadeti gönülden ve yalnız Allah'a yaparak O'na dua edin.""Ğafir, 40/14, 65; Beyyine, 98/5.
"Bu noktada kula yakışan, Allah'ın, zamanın ve mekânın her bir an ve noktasında hâzır ve nâzır olduğunu düşünüp O'nun huzurunda O'ndan başkasının teveccühünü aramamasıdır. Zira O'nun huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak, o huzurun edebine muhaliftir. İşte ihlâsın en özlü özeti budur.
Bu anlatılanlar ışığında bakılırsa, ihlâs'ın zıddının şirk olduğu görülür.
Çünkü ihlâs ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarını sadece onların hakiki sahibi olan Allah'a teslim etmeyi gerektirir.
Şirkte ise bu rubûbiyet ve ulûhiyete başka ortaklar koşulmaktadır.
Safî iman bulanıklaştırılmaktadır.
Şöyle ki, ihlâs yalnızca Allah'ın rızasını gaye edinmeyi gerektirir; şirk ise, riya, menfaat gibi görüntüler altında başkalarının rızasını arattırır.
İhlâs, yalnızca O'nu sevmeyi, başka her şeyi ise O'nun namına sevmeyi gerektirir.
O'nun namına olmaksızın fanî ve zail şeylerin bizatihi kendilerinden ötürü sevilmesi, bu kudsî sevgiyi bulandırır.
Bu bakımdan insan ya ihlâs halinde bulunur, veya, belki farkında bile olmadığı gizli-açık şirklere bulaşır.
Şirk ki, iman etmiş bir insanın karşısındaki en tehlikeli bir hâldir; küfre, isyana, inkâra uzanan tüm yolculuklar şirk durağından başlar.
İşte İhlâs suresi zahiren ihlâsa dair tek bir kelime veya ima taşımıyor olsa bile, bize ihlâsın reçetesini sunmaktadır.
Öyle ki, Resul-i Ekrem (aleyhissalatu vesselâm), surenin bu önemine binaen, onu üç kez okuyanın, bütünüyle Kur'ân'ı okumuş gibi sevaba erişeceğini bildirmiştir.
(Buharî, Fezâilu'l-Kur'ân 13.) Böylelikle Peygamber Efendimiz, bir bakıma bu surenin, Kur'ân'ın arz ettiği umumî dersin çekirdeği hükmünde olduğuna dikkat çekmiştir. Bu kısa girişten sonra, şimdi surenin içerdiği isim ve cümlelerin birbirlerini gerektirmesi açısından yorumuna maddeler halinde geçebiliriz:
'De ki O Allah..' diye başlayan sûrede, yüce Allah ilk önce Ehad ismiyle tanıtılır.
Ehad (Tek Olan) ismi, zahiren Vâhid (Bir Olan) ismi ile aynı anlamı taşıyormuş gibi gözükür.
Ama ikisinin arasında ince bir nüans vardır. Vâhid ismi her şeyi yaratanın Allah olduğunu ifade ederken,
Ehad ismi her bir şeyi onda gözüken tüm özelliklerle birlikte yaratanın O olduğuna işaret etmektedir.
Bu bakımdan Ehad ismi can alıcı bir öneme sahiptir
. Çünkü, 'Her şeyi yaratan Allah'tır.' diyen insan aklı, bütün o şeyleri birden kuşatamaz.
O genel hüküm içerisinde gözünden ve dikkatinden kaçan şeyler olur.
İşte dikkatten kaçan bu şeylerin, belki farkında bile olmaksızın, -insanın kendisi de buna dahil olmak üzere- sebeplere, tabiata, tesadüfe havale edilmesi mümkündür
Bu imkânı kullanan şeytan, bizi nefsin de işbirliğiyle, nefis yahut esbab (sebepler) şirkine düşürür.
Oysa Ehad ismi, her bir şeye doğrudan doğruya Allah adına bakmayı gerektirir.
Tabir yerindeyse, sadece kâinat fuarının girişine 'Burası Allah'ın mülküdür.' diye yazmakla yetinmeyip, kâinat isimli fuarın/serginin içindeki her bir şeyin üzerine tek tek O'nun mührünü, damgasını vurur, her bir şeyi O'nun namına okutturur ve kullandırır.
Birinci durumda, yani, sadece genel anlamda varlığı yaratanın Allah olduğunu bilme durumunda, bu ilahî fuarın içinden, şeytanın, nefis ve esbab hesabına hırsızlık yapması mümkündür. Allah'ın mülkü, icraatı sebeplere veya başka bir şeye verilerek farkında olunmadan tevhidden sapılabilir. İkincisinde bu imkânsızdır.
Bu yüzden şirkten uzak olmanın ve dolayısıyla ihlâsa yaklaşmanın yegane yolu, her şeye Ehad isminin dürbünüyle bakmaktan geçer.
İşte yüce Yaratıcı bu sûrenin ilk ayetinde kendisi için 'O Allah Ehaddir.' buyurarak bize ihlâsın ilk şartını öğretir.
Yani, 'Her şeyi yaratan Allah'tır' gibi genel bir kabulün şirkten uzak durmak için yeterli olmadığını açıkça belirtir.
Şu halde, ihlâsın elde edilmesi ehadiyetin gerektirdiği şuuru yakalamakla mümkündür.
Yani, varlığın yaratılışının O'ndan olduğunu bilme yanında, bunların idare, işleyiş ve terbiyesinin de -başka hiçbir eli karıştırmaksızın- yalnızca O'nunla olabileceğini kabul etmekle mümkündür.
2. Sûrenin ikinci ayetinde ise Allah (cc.), Samed ismiyle tanıtılır. Bilindiği gibi bu isim, 'Her şey O'na muhtaç ama O hiçbir şeye muhtaç değil.' anlamındadır.
Samed ismi bir bakıma Ehad isminin kaçınılmaz bir sonucudur.
Şöyle ki, Ehad isminin penceresiyle her bir şeydeki tüm özelliklerin O'nun isimlerinin bir tecellisi olduğunu; O'na ait olduğunu, O'ndan geldiğini ve O'nu tanıttığını gören biri, ister istemez Samed ismine ulaşacaktır.
Mademki her bir şey ancak O'nun ile vardır; o halde her şey O'na muhtaçtır.
Bu bakımdan 'Allah Ehad'dir.' diyen biri, katî surette 'Allah Samed'dir.' diyecektir.
Bunu derken, Allah'ı mutlak isim ve sıfatları ile tanımanın yanı sıra, kendisinin ve bütün eşyanın temelde/zatında âciz ve muhtaç olduğunu da kabul etmiş olacaktır. İşte ene (benlik) ve esbab (sebepler) şirkinden uzak durmanın ve tam bir ihlâs içinde olabilmenin vazgeçilmez ikinci bir şartı da budur.
3. Üçüncü ayet ise Allah için 'lem yelid ve lem yûled' der. Yani, O doğmamış ve doğurmamıştır. Daha genel bir ifadeyle, Allah, ne başka bir şeyden doğmuş (kopmuş, ayrılmış) bir varlıktır ne de şu görünen mevcudat, O'ndan doğmuş/ayrılmış bir şeydir.
Demek ki, doğurmuş ve doğurulmuş olanlar, ilah olamazlar. Nasıl ikinci ayet, ilk ayetin zorunlu bir sonucu ise, bu ayet de ikinci ayetin zorunlu bir sonucudur.
Çünkü 'doğma ve doğurma' özelliği, ancak kendinden başkasına muhtaç olanlara özgüdür.
Doğan ve doğuran varlıklar hem bir şeyin sonucu olur, hem de başka bir şeyin sebebi.
Şu halde 'sonuçlar' hakikî anlamda hiçbir zaman sebeplere mal edilemez.
Zira -sonucu doğurduğu zannedilen- her bir sebep, başka bir sebebin sonucudur. Bu ise, kendisine izafe edilmek istenen özelliklerin, onun malı ve zatî bir özelliğinin olmadığının bir delilidir. Yani sebepler âleminde yaşayan her bir varlığın, kendinde, kendine mal edebileceği bir var etme gücü yoktur. Şu halde hem doğuran hem de doğurulan bir varlık ilah olamaz. Zira mutlak ve zatî özelliklere sahip olan bir ilah, bütün bunların üstünde olandır; doğmayan ve doğurmayandır.
Ayrıca doğan ve doğuran bir şeyin öncesi ve sonrası vardır.
Doğmayan ve doğurmayanın ise ne öncesi ne de sonrası vardır.
O hem Evvel'dir hem de Ahir'dir. Dolayısıyla zaman ve mekan O'nun elindedir.
Bir diğer ifadeyle, zaman ve mekan içinde belirli bir yeri ve ömrü olan, öncesi ve sonrası olan her şey varoluşunu doğrudan doğruya O'na borçludur.
Zira her bir mevcudun varoluşu, bütün kâinata sözü geçer bir kudret ve bütün mahlukatın hareket ve düzenini bilecek bir ilmi gerektirmektedir. Doğan ve doğuran, yani cüz'î, sınırlı ve ölümlü olan şeylerin ise bu mutlak kudret ve ilmin sahibi olduğu düşünülemez. Bunların sahibi ancak Ehadiyet ve ve Samediyet sıfatlarının sahibi olan Allah'tır.
Kısaca, 'lem yelid ve lem yûled' lafzı, doğan ve doğuran bütün sebepleri, sonuç üzerinde 'hakikî tesir ve sahiplenme' iddiasından azletmekte ve her şeyin -sebebi ve sonucuyla birlikte- doğrudan doğruya O'nun eseri ve mülkünden ibaret olduğunu bilmeyi gerekli kılmaktadır.
Sebeplere riayet etmeyi Allah emretmektedir.
Bir işin olması için gereken sebeplere başvurmak, istenilen neticenin icadı için bir duadır. Sebeplerin bir araya getirilmesi neticenin yaratılması adına onların Allah'a bir çeşit dua ve talep etmeleri demektir. Meselâ bir çekirdeğin filizini çıkarıp ağaç olması için sebeplere riayet edilerek su, hararet, toprak ve ziyanın (ışık), bir araya getirilmesi bir duadır.
Sebepler "Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız."derler.
Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın kudretinin mucizelerinden olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir.
Demek, sebeplerin bir araya gelmesi bir çeşit duadır.
Yaratan Allah'tır. Sebeplere hakiki tesir vermek şirktir.
Sebeplere hakiki tesir vermeme ise, şirk kapılarını kapatır. Şirk kapıları kapanınca, tevhid ve ihlâs kapısı ardına dek açılır.
4. Surenin son ayetinde ise Allah (cc.) kendisini bize 've lem yekun lehu küfuven Ehad/hiçbir şey de O'nun dengi değildir' şeklinde tanıtır.
Nasıl ilk üç ayetin her biri, bir öncekinin zorunlu sonucu ise, dördüncü ayet de, üçüncünün zorunlu sonucudur. Ehad olan, elbette Sameddir. Samed olan elbete doğmamış ve doğurmamış olandır.
Doğmamış ve doğurulmamış olanın elbette eşi, benzeri, dengi yoktur. Başka bir ifadeyle, yaratılan, yani öncesi ve sonrası olan Yaratan cinsinden olamaz. Fanî olan Ezelî olanla aynı niteliği taşıyamaz. Aciz olan Kadir olanın dengi olamaz.
Bu son ayet bizi, hâlikıyet-mahlûkıyet, kudret-acziyet, rubûbiyet-ubûdiyet ve mâlikiyet-memlûkiyet denklemini doğru kurmaya çağırır. Bu denklemi düzgün biçimde kurabilen bir insan artık,
- Hiçbir yaratılana 'yaratan' imiş gibi davranmaz, - Hiçbir âcize zatî bir kudret sahibiymiş gibi el açmaz - Kendisi gibi kul olan hiçbir kimseye rab gibi teveccüh etmez,
- Başka birinin mülkü olan hiçbir şey üzerinde, kendini hakikî mâlik ve efendi görme gibi bir yanlışa düşmez.
Özetle ifade etmek gerekirse, hâlikıyet, kudret, rubûbiyet ve mâlikiyet gibi bütün sıfatları yalnızca yüce Allah'a tevdi eder ve yalnızca O'na kul olur.
İhlâs da bu değil midir?
Hasılı, bu kısacık sure, başta Kur'ân'ın, zihinlerimize yerleştirmek istediği 'tevhid' gerçeği olmak üzere, diğer mesajlarını da özetleyen bir çekirdek sure olup, bize tevhid ve ihlâsın esasını ve ona ulaşmanın yollarını öğretir.
*******************************************
Hz. Bilal (RA) ve Allahu Ehad 3
Hz. Bilal, (RA), Fahri Alem’(ASM)’e ilk iman edenlerden, evinin mihmandarı, Mescid-i Nebeviye götürüp getireni ve en önemlisi yanık sesli müezzini.
Aslen Habeşli olan Hz. Bilal, İslam Dininin yayılmaya başladığı zamanlarda, küfrün muhaliyetini derkedip Hak Din İslam’ın davetine ilk icabet edenlerdi.
Müslüman olduğu zaman, Müşrik Ümeyye Bin Halef’in kölesiydi. Ve bu zalim adam Hz. Bilal’in Müslüman olduğunu öğrenince o’nu İslam’dan döndürmek için günlerce ona yapmadığı eziyet ve işkence kalmamış.
Mekkeli müşrikler O’nu çoluk çocuğa oyuncak yapmışlardı, işkencecilerden biride Ebu Cehil idi.
Arabistan’ın yaz mevsiminde öğle sıcağında Güneşin, taşı toprağı kayaları kavurup yaktığı bir zamanda, Ümeyye Bin Halef Hz.Bilal’i (RA) alır adamlarıyla çöle götürür ve kızgın kumların üzerine yatırır.
Sırtına iki kişinin zor kaldırdığı taş koyar ve şöyle derdi. “Muhammed’i inkar et ve Uzza’ya iman et, yoksa bunlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın”
Hz.Bilalin kızgın kumlarda sırtı, göğsü yanar, nefesi tıkanır, kan revan içerisinde kalır, kıvrım kıvrım kıvranırdı.
Bu dehşet dolu işkence saatlerce sürerdi. Ağzını açtığında ise büyük ümitle Bilal’in İslam’dan dönme cümlelerini bekleyen müşriklerin ve Ümeyye bin Halefin kafasında ve kulaklarında
“Allahu Ahad, Allahu Ahad”
cümleleri bomba gibi patlardı.
Yapılan işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu kadar ağır işkencelere katlanıyordu.
Hz.Bilal kayanın altında inlerken
“Allahu Ehad” derdi.
Neden başka bir İsm-i İlahi ile değil de, Mesela, Ya Vahid, Ya Kadir, Ya Hâlık, Ya Rab veya herhangi bir İsm-i İlahi ile değil de İsmi Ehadi çağırıyordu? “Allahu Ahad, Allahu Ahad” diyordu?
Bunun sırrını Risale-i Nurdaki Ehadiyet hakikatinin izahında anladım.
Vahid İsmi Allah’ın birliğini, Kadir İsmi Kudretini, Rab İsmi Terbiye eden hakikatini dikkate verirken EHAD isminde ise bütün isimlerin nokta-i mihrakiyyesi yani temerküz edip birleşip o mevcutta tezahür ettiği manasında bir hakikatı var.
Mesela Vahid İsmi “bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır” demektir.
Ehadiyet ise “Her bir şeyde, Halık-i Külli şeyin EKSER esması onda tecelli ediyor” demektir.
Mesela güneşin ziyası, bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle, Vahidiyet misalini gösterir ve her bir şeffaf cüz’de ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması EHADİYET misalini gösterdiğini Risale-i Nur ifade ediyor. (Mek.sh.20)
Şimdi Hz.Bilal’in ölümle burun buruna gelip haykırdığı Ehad ismi şerifinde şöyle bir hakikat var.
Vücub-u Sani’a en vazıh ve birinci delil Kainat kitabıdır.
Nebatat ve eşcar ve hayvanatın kesretli bulunduğu yerlerde mahlûkattaki nizam ve intizama bakıp onlardaki san’at-ı acibelere dikkati toplayıp bunu anlamak ve anlatmak bir derece kolaydır.
Ama çöl gibi kum yığınları ve kayalardan ibaret bir yerde onları o anda nazara vermek kabil olmadığından, Hz. Bilal, Kainatın bir misal-i musağğarı olan ve ekser esmayı mahiyetinde toplayan insan ve insanın Ehadiyet-i İlahiyeyi gösteren Cami mahiyeti’ni nazara vererek ve adeta dikkatleri bu ismin tecelli ettiği insan vücuduna çevirerek bu hakikati ilan ediyor.
Adeta insanın cami mahiyetinde, Esma-i Hüsna sahibi, Allah’u Ehad’i o sahra çöllerinde haykırmak ve camitleşmiş ölü müşrik nazarlarında ve kafalarında insan gibi bir mu’cize-i harikayı yaratacak Zat’ın, camit putlar değil, lat ve uzza değil ancak tüm Esması kamile olan ve bu esmasını külliyen insanda tecelli ettiren ve insanı bir san’at-ı camia şekline getiren, Bir Allah’u Ehad’in olabileceğini ilan etmiştir.
Kendisine işkence edenlere bile Hakkı anlatmaya ifham ve hilkati insaniye’deki hakikatı ikaz ve onları bu hakkın teslimine irşad ile akıllarına kapı açmak.
İşte ancak Hz. Bilal (RA) gibi akrebiyeti İlahiyeye mahzar ve Sırrı Ehadiyette inkişaf eden sahabeye has bir tarzı beyan ve bir ifade-i hakikat ve irşad.
Yani Bilali Habeş’i (RA) lisanı hal ve lisanındaki bütün kuvvetle bütün kör gözlere ve sağır kulaklara işittirecek derecede diyor ki;
“Siz bana Allah’ı inkâr ettirmek istiyorsunuz, putlara iman etmemi onları Halık olarak kabul etmemi istiyorsunuz?
Nasıl ve ne şekilde?
Sizler hiç akıl etmiyor, hiç görmüyor musunuz ki, camit ve cansız ve kâmil hiçbir sıfatı olmayan, kendi varlıklarından bile habersiz, kendisine bile faydası olamayan şeyler beni nasıl yaratabilir?”
“Hâlbuki beni kainatın bir misal-i musağğarı olarak yaratan ve vücudumda bütün sanat harikalarını muntazaman derc eden ve bedenimde bütün heyetimden ta en küçücük hüceyratıma varıncaya kadar fayda ve maslahatları gözeterek tanzim eden ve cesedimi gayet sanatlı bir şekilde âlemdeki bütün nimetlere merkez ve medar olarak yaratıp beni en acip ve garip bir mu’cize-i Hilkat edip Ehadiyetine mazhar eden bir Zat-ı Ehad olabilir.”
“Adeta bir nokta-i mihrakiyye gibi bütün Esma-i Hüsnasını bende tecelli ettiren bir Halık’ı Zülcelalin nazarı, hikmeti ve tedbiri altında, Ehadiyet’e mazhar cami, parlak ayine iken ben bütün bütün bunlara körlük edip, bütün bu hakikatleri anlamayıp bunlara kayıtsız kalıp Halıkımı yani Allah’u Ehad’i (haşa) nasıl inkar edebilirim?”
“Beni bu kayanın altında öldürebilirsiniz amma hak ve hakikatı inkâr manasında ki küfrün hakikatsız cehl-i mürekkep cinayetini bana işlettiremezsiniz.”
“Ben bu sahrada ve ıssız çöl vadilerinde sizin bu hakkı görmeyen ve derk etmeyen sağır kafanız ve ferasetsiz kalbinizin rağmına bütün kuvvetimle bağırarak diyorum ki vücudumu ve vücudümdaki san’at’ı camiayı halkeden ve beni bu âleme bir nüsha-i camia şeklinde muciznüma olarak gönderen Halık, ancak Allah’u Ehaddir, bütün esması Kamile olan Allah’u Ehaddir.”
Bin barekallah bu kahramanane ve cansiperane ve muktezayı hale muvafık, civanmert, ölüme ehemmiyet vermeyen hakkı tebliğ ve irşada.
İşte Sahabeyi Sahabe eden ve onlara asla ulaşılmasını imkân harici kılan sır bu hakikatte gizlidir.
CEZMİ HUYUT.
***********************
Köleydi Bilal.
Efendisi Umeyye bin Halef, şirkin kararttığı bu çirkin kalpli adam kölesinin gönlündeki aydınlığı, iman ışığını sezmişti.
Öfkesinden deli divane olmuş, küplere binmişti. Nasıl olurdu? Kendisinin izni olmadan efendisine sormadan köle Bilal, zenci Bilal nasıl olurdu da putları terk eder İslâm’ı seçerdi?
Hesap vermeliydi…
Duramıyordu yerinde.
Çöl güneşinin alev alev yaktığı o Mekke gündüzünün öğle sıcağında yanan kumların üzerine Bilal’in, o temiz yürekli siyah tenli insanın çıplak vücudu gömülecekti.
Gömülmekle de kalmayacak, üzerine kalkamayacağı kadar bir ağırlıkta koca taşlar dizilecekti.
Böyle düşünüyordu zalim efendi Umeyye bin Halef ve düşündüğünü uygularken de en küçük bir acıma duygusu hissetmiyordu içinde.
Bir insanın tahammül hudutlarını çoktan aşan dayanılmaz işkenceler altında yanan Bilal’in dudaklarından tek bir kelime duyuluyordu…
EHAD..EHAD.. EHAD..
Yani; Allah bir… Allah bir… Allah bir…
İşkenceler ağırlaşıyordu ama Bilal’in cevabı asla değişmiyordu.
Artıyordu işkenceler… Saatler geçiyor fakat cevap yine değişmiyordu.
Bilal sadece
“Ehad… Ehad… Ehad…”
diyordu.
Işıktan mahrum Umeyye bin Halef, o incisiz sadef, o kararmış kalp işkence üzerine işkence deniyordu. Bilal’in cevabı değişmiyordu.
Bilal bu kelimeleri öylesine içten söylüyor ve Yaradanına emanet ediyordu ki çöllerin her bir kum tanesinin arasına gömülüyordu başka da gizleyecek yer yoktu.
Şahidi kumlardı. Bir Allah bir de meleklerdi.
Göğsünün üzerindeki taş o her Ehad deyişte şahit oluyordu.
Dersini almıştı Bilal. Laf olsun diye öylesine Ehad demiyordu. Bilerek söylüyordu, inanarak söylüyordu.
Ehadiyetin cilvesine mazhardı.
Her bir şeyde Halık-ı külli şey’in birçok isminin tecellisini tek tek görüyordu.
Bilal’in kalbi ayna olmuş güneşi gösteriyordu.
Onun için Bilal Ehad diyordu. Bilal kalbinde tecelli eden esmayı okuyordu, Ehadiyyeti gösteriyordu.
Allah birdi. Vahid-i Ehad’di.
Bütün kâinatta taşınan isimlerin cilvesine mazhar bir kalpti bu mahiyetiyle.
Bilal kalp aynasında tecelli eden Ehadiyeti okuyor, haykırıyordu.
Rahmanın iltifatını hissediyordu üzerinde.
Taş da baş da, kuru da yaş da O’nundu.
Konuşan dil de atan kalp de Allah’ındı.
Bilal Allah’ın isimlerini haykırıyordu.
Ehad’i duymaya tahammül edemiyordular.
Kaç saat, kaç gün sürdü, kim bilir kaç gece, kaç kez tekrarlandı bu işkence.
Kimsenin bir şey bildiği yoktu Bilal de unutmuştu, unutulmuştu ama Allah unutmamıştı.
Tarihler hakkında kayıt düşmüştü Bilal için. İnancı, dini üzere ısrarlı, değişmez, gönülden bağlı bir insan, diye
| |
| | | | Allahın EHAD ismi ve tecellileri | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|