Her şeyi tenkit, her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa, ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zira yıkmaktan harabeler, yapmaktan da mâmûreler meydana gelir. |
Konuşma kabiliyeti, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin en
büyüklerinden biridir. İnsan bu kabiliyeti ile diğer varlıkların üstüne
çıkar ve yeryüzünün halifesi mukaddes bir varlık hüviyeti kazanmış olur.
Bu nimet sayesinde bir fert Allah’a ubudiyetini en kâmil mânâda ifade
etmeye çalışır; temsil keyfiyetinin hemen sonrasında tebliğ vazifesini
îfa eder; yaptığı tesbihat, tahmidat ve tekbiratla zikrin en mükemmelini
dillendirir ve neticede insanın dilinde gülşenler açar. Aristo, her ne
kadar insanın özünde potansiyel olarak mevcut bulunan eşref-i mahlûkat
olabilme hasletini alt derekelere düşürürcesine, onu hayvan-ı nâtık
olarak vasıflandırsa ve benliğindeki kıymeti tam mânâsı ile teslim
edemese de ondaki konuşma özelliğine vurgu yapar ve öteki varlıklardan
ayırt edici bir vasıf olarak mevcudiyetinde bulunan beyan becerisini öne
çıkarır. İnsanın konuşması onun düşünmesini de tazammun eder; zîrâ bir
fert, “ne ölçüde zengin ve renkli bir dille konuşabiliyorsa, o ölçüde
düşünüyor; ne seviyede düşünüyorsa, o çerçevede de konuşabiliyor
demektir.”1 Bu sayede o, hak ve hakikate tercüman olduğunda tekellüm ve
tefekkür buudları sayesinde öteki yaratılmışlar karşısında üstünlük
kazanır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Efendimiz’in
(sallallâhu aleyhi ve sellem) eşsiz vasıfları arasına “bürhan-ı nâtık”2
olmasını eklerken Kur’ân-ı Kerîm kelimeleri için de “melek-i nâtık”3
tavsifinde bulunur ki, bu tanımlamalar Efendimiz’in ve Kur’ân’ın
konuşan, kâinatı anlatan, kevn ü mekânı açıklayan, ebedî âlemin
sırlarını beyan eden en büyük deliller olduğuna işaret eder.
Allah insanı yaratmış ve ona beyanı, güzel söz söylemeyi öğretmiştir
(Bkz. Rahmân Sûresi, 4) ve insan da dünden bugüne fikirlerini,
inançlarını, duygularını hep konuşarak dışarıya yansıtmıştır. Fertler
dildeki maharetleri ve beyan güçleri vesilesiyle nice “mamureler meydana
getirmiş, söz ibrişiminden dantelâlar örgülemiş ve kelime
cevherlerinden ne eşsiz gerdanlıklar tanzim etmişlerdir”4; etmişler ve
dilin yaratılış keyfiyetini algılayarak; bu kavrayışa uygun şekilde
dillerini tam kullanılması gerektiği biçimde değerlendirmişlerdir.
Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) şimdiye kadar gelmiş bulunan ve
bundan sonra da gelecek olan dil üstadlarının sultanı ve baş tacıdır.
Belâgatin ve talâkâtin pîr-i mugânı ve şem-i tâbânı olan Efendimiz
(aleyhi ekmelüttehâyâ) her konuda olduğu gibi dilin en münasip şekilde
istimali konusunda da rehber-i ekmeldir. O, bir cevâmiü’l-kelim’di5;
üslûbunu tam yerli yerinde istihdam eden bir söz ve beyan sultanı idi;
kelimeleri büyük bir derinlikle, dili dupduru bir halâvetle
seslendirirdi; ifadeleri her zaman özlü bir desendeydi; sözleri hep
kudsî bir gayeye matuf, kelimeleri de her dâim birer hikmet ışıltısı
idi. Sözlerinden süzülen lâl-ü güher beyan neşideleri muhataplarına
birer bahar esintisi yaşatır ve dinleyenlerin kalbleri O’nun hitabeti
ile tomurcuklanırdı. O pırıltılı âb-ı hayat kaynağından nebeân eden
billur nağmeler kalb yamaçlarında nurdan bir menşûr oluşturur ve o
prizmadan süzülen latif, nazif ve fasih lisanla zümrüt yamaçlarda
goncalar açardı. O (aleyhi ekmelüttehâyâ), hikmetin lisan-ı fasihi idi:
kendisine tevcih edilen her meseleyi tam bir rasanetle çözüme
kavuşturur; nezih ve muslih lisanı ile müşkillerden ve mübhemlerden
muzdarip gönüllere, onları mahcup etmeden, kimseyi kırmadan ve
vicdanları incitmeden huzur ve itminan soluklardı.
Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanan ve kendi hayat çizgisini O’nunki ile
bütünleştirmeye çalışanlar için dil, insanı ulaşılması çok zor noktalara
taşıyabilecek bir nimet, onu âlâ-yı illîyyîn-i kemâlâta çıkarabilecek
bir zinet olabileceği gibi; bu kavrayıştan uzak duranlar için bir nikmet
ve onu esfel-i sâfilîne düşürecek bir musibet de olabilir. Nitekim, Ebu
Said el Hudrî, Efendimiz’den, “Âdemoğlu sabaha erdi mi, bütün azaları,
dile temenna edip: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Zîrâ biz sana
tâbiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikamette oluruz; sen
sapıtırsan biz de sapıtırız’ derler.”6 hadîsini naklederken dilin nelere
sebep olabileceğini takrir etmektedir. Bu anlamda istikametini yitirmiş
dil alîllerinin müptelâ olduğu bir kısım tedavisi güç hastalıklar
onlarda onulmaz yaralar açacak ve toplumda telâfisi zor sarsıntılar
oluşturacak bir hüviyettedir. Yalan, iftira, kovuculuk, alay ve istihza
ya da gıybet ve tenkit gibi insanın mukaddes kişiliğini zedeleyen bu
illetlerden biri de hiç şüphesiz cidaldir.
Dildeki Yara: CidalCidal, lügat olarak ce-de-le kökünden gelir ve sağlam olmak, sert olmak,
ipi sağlam bükmek, örgüyü iyi düğümlemek gibi mânâlar içerir; bu
asıllardan mülhem cedelleşmek, husumeti şiddetli olmak, şiddetli kin
gütmek ve tavizsiz nefret etmek anlamlarına gelmektedir. Arapçada cidal,
mirâ veya muhasama gibi sözcüklerle tarif edilmek istenen mefhum
Türkçede, sözle mücadele, ateşli konuşma, niza, kavga7; münazara,
münakaşa, tartışma ya da cedelleşme8 gibi kelimelerle tarif edilir.
‘Cidal’ kelime itibariyle; başkasının sözüne itiraz edip onunla
mücadeleye tutuşmak, galip gelmek için gerekirse içindekinin aksini
söylemek, yersiz ve hedefi belirsiz tartışmalara girişmek, sürekli
başkalarıyla uğraşmak, söz kavgası yapmak ve üstün görünmek için çekişip
durmak gibi anlamlar ihtiva etmektedir.
Kavram, bir mantık terimi olarak “meşhur olan (meşhurat) ve doğru kabul
edilen (müsellemat) öncüllerden oluşmuş kıyas” şeklinde; felsefe ve
kelâmda ise “bir düşüncedeki çelişkileri tartışarak gösterme sanatı”
biçiminde tanımlansa9 ve sözcük anlamı olarak da kendi çağrışım alanı
içerisinde ciddi uğraş vermek, mücadelede bulunmak, yoğun çaba sarf
etmek gibi fiiller barındırsa da bizim burada ele almak istediğimiz
konu; dilin, yaratılış gayesine uygun düşmeyecek bir yolda sarf edilmesi
olacaktır. Nitekim, “Kur’ân’da gerçek bilgiye ve kesin delile
dayanmayan, yanlışı doğru, doğruyu yanlış göstermek suretiyle hakikati
reddetme ve bâtılı savunma amacına yönelik tartışma yasaklanmış, buna
karşılık kesin delil ve gerçek bilgiden hareketle yanlış fikirleri
çürütme ve gerçeği ispat edip savunma maksadıyla yapılan tartışmalar
caiz görülmüş”tür.10 Bu anlamda İslâm, memduh ve meşru cedeli takdir ve
tavsiye ederken böbürlenmeye, kendini temize çıkarmaya ve farklı
fikirleri tümüyle reddetmeye sebep olan cidali çirkin bir ahlâk ve kötü
bir huy olarak kabul etmiştir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), bir
hadîs-i şerîflerinde “Bir kavim, içinde bulunduğu hidayetten sonra
sapıttı ise bu mutlaka cedel sebebiyle olmuştur.”11 buyurarak cidalin ve
münakaşanın bir toplumu doğru yoldan ve itidalden
uzaklaştırabileceğini; uhuvveti dağıtıp, fertler arasında
gerçekleştirilmesi arzulanan kardeşlik bağlarını zayıflatacağını haber
vermiş ve ihtilafa yol açacağı mevzuunda ikazlarda bulunmuşlardır. Bu
zaviyeden dünya çapında bir uhuvvet ve kardeşlik remzi olan hacda
yapılması sakıncalı bulunan işlerden biri de cidaldir. (Bkz. Bakara
Sûresi, 197)
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Mârifetnâme’sinde “Dilin
Âfetleri”12ni sıralarken, çekişmekten ve münakaşa etmekten bahsettiği
gibi; İmam Gazzali Hazretleri de İhya’da “Âfâtü’l-Lisan” bölümünde
nefsin dili kullanarak yaptığı iki kötülüğü anlatır ki, bunlar münakaşa
esnasında bir kişinin, “ilmini ve faziletini göstermek suretiyle
üstünlüğünü ispat etme ile başkasının eksikliğini göstererek ona hücum
etme hevesi”13 olduğunu belirtir. İnsanın, benliğinde bulunan gururdan
ve tahrip etme isteğinden ötürü dilini, heva ve hevesleri yörüngesinde
kullanması onun nefsine boyun eğmiş olmasının bir alâmetidir ve cidal
yaparak bu iki kötü hasletini desteklemiş ve takviye etmiş olmaktadır.
Fethullah Gülen Hocaefendi ise, cidal ve nizâın yol açtığı tehlikelere şu şekilde dikkat çekmektedir:
Bu şekilde cereyan eden hemen bütün tartışmalarda, böylesi fikir
düellosuna iştirak eden herkesin bir kısım ön kabulleri vardır ve
münazırlar, herhangi bir hakikatin tebellüründen daha ziyade ne yapıp
yapıp kendi mülâhazalarını karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini
vermektedirler. Öyle ki, bu hususta ölesiye bir gayret sarf eder; yer
yer kelime ve mantık oyunlarına girer; hasımlarını ilzam etme, mahcup
düşürme… gibi yakışıksız şeylere başvurur ve hakikate karşı hep kapalı
dururlar. Hakikatin/hakikatlerin ortaya çıkmasından daha çok, karşı
tarafın düşünce, ifade ve felsefesine zıt şeyler üreterek musâhabeyi bir
cidal, bir mugalâta ve diyalektiğe çevirirler ki, artık münazırlar
satranç oynuyormuşçasına birbirini mat etme ve devre dışı bırakma
(diskalifiye) mülâhazasıyla hareket eder ve bütün gayretleriyle böyle
bir düşünce üzerinde yoğunlaşırlar. Bu tür bir musâhabeye ise kat’iyen
münazara denmez; dense dense ona zihnî ve fikrî özürlülerin tartışması
denir.14
Cidalin yapıldığı yerde olumsuz bir hava oluşur, hakperestlik değil
nefisperestlik hâkim olmaya başlar. Artık belli bir tahammül
seviyesinden sonra insanlar birbirlerini dinlemekten vazgeçer ve
taraflar kendilerinin mutlak doğruluğunu ortaya koyabilmek için türlü
türlü yalanlar, aldatmacalar, realitenin çok ötesinde abartmalar ve
hilâf-ı vâki beyanlarla meşru/gayrimeşru ayrımına girmeksizin içlerinde
ne varsa boşaltırlar. Nefsini müdafaa etmek için söylenen her sözün
altında bir cidal gölgesi gizli olabileceği gibi davranışlarında mutlaka
bir haklılık payı bulan, eleştirilmeye katlanamayan, kendini lâyuhti ve
lâyüs’el gören ve de göstermek isteyen ve neticede sürekli kendini
savunma gayreti içerisinde olan insanın benliğinde bulunan bu hasletler
de hep cidalin birer dışavurumu olarak görülebilir.
Cidal yapan, kendi sözlerinin doğruluğunu ispatlayabilmek için
muhatabının her kelimesinde bir hata bulmaya çalışır; onun sözlerini
bütünüyle ademe mahkûm etmek için uğraşır ve söz sırası kendine gelse de
gelmese de onu alt etmek için fırsat kollar. İşin nihayetinde de
fertler arasındaki ittihat ve ittifak yerini küskünlüğe, kırgınlığa,
tamiri güç gönül yaralanmalarına bırakır. Hakkın hatırı değil, kişinin
enaniyeti âli tutulur duruma gelir ve mücadil, kinle, hırsla ya da
hasetle beslediği ve bilediği heva ve hevesini kullandığı öfke edalı
kelime ve üslûpla destekleyerek karşısındakini mahcup ve mahkûm etmeye
çalışır.
Kalbler arasında ayrılıkların oluşmasına yol açan cidal; duygu ve
düşünce birliğini dağıtır ve hedeflenen muhabbetin yerine iftirakı
koyar; faziletfüruşluk tutkusuna kendini kaptırmış fertlerin etrafa buğz
ve düşmanlık nazarıyla bakmalarına yol açar; ve hak ve doğruluğun
yerine diğer insanların beğenisini kazanma niyetini yerleştirir.
Menfaat, çıkar ilişkisi, enaniyet ya da kavga ve cidal üzerine
oturtulmuş bir zeminde fertlerin huzura ulaşması çok zordur. Mugalata ve
demagojinin yol açtığı yıkım ile fertler kendi ön kabullerini ve peşin
hükümlerini bir kenara atma civanmertliğini gösteremezler ve tartışan
taraflar bir hakikatin neşv ü nema bulmasını ya da bir fikir kristalinin
belirmesini değil kendi mülâhaza dairelerinin diğer düşünceleri
yutmasını ve tartışma mahallinden bir tek kendi fikrinin sağ çıkmasını
hedeflemektedirler. Kur’ân-ı Kerîm ve Efendimiz bazı değişmez
değerlerin ya da gaybî konuların tartışılmasına15; belli mevzularda
şüphe uyandıracak bir biçimde soru sorulmasına (Bkz. Zuhruf Sûresi, 58);
hiçbir delile dayanmaksızın âyetler hakkında münakaşaya girişilmesine
(Bkz. Mü’min Sûresi, 35) de cevaz vermemişlerdir. Bununla beraber,
Peygamber Efendimiz, haklı dahi olsa nefis ve enaniyetin hâkim olduğu
münakaşadan vazgeçenlere ise Cennet’te ev verileceğine kendisinin kefil
olduğunu bildirmişlerdir.16
Cidalden Kurtulma YollarıBir Müslüman’ın dili kullanma mevzuunda üstlenmesi gereken görevlerden
biri hiç şüphe yok ki tartışma ve konuşma âdâbına uygun hareket
etmektir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabb’inin yoluna hikmetle ve
güzel öğütle davet et ve bir mücadeleye girmen gerektiğinde söz ve
davranışlarında daima güzel olan şekli tercih et.” (Nahl Sûresi, 125)
buyurarak muhataplar hangi seviyede ve kim olursa olsun, onların
kalblerini kazanacak, onları incitmeyecek en güzel şekilde tartışmak
icap ettiğine17 işaret eder. Yalnızca Müslümanların kendi aralarında
yaptıkları muhaverelerde değil; gayrimüslimlerle yapılan konuşmalarda da
Kur’ân “Ehl-i Kitabla -içlerinden zulmedenler müstesna- en iyi bir
şekilde mücâdele ediniz” (Ankebût Sûresi, 46) buyurarak bize kavl-i
leyyin çerçevesi içinde fikir beyan etmemizi, kimseyi yaralamadan,
hafife almadan, alay ve istihzada bulunmaksızın iletişim ve etkileşim
kurmamızı emreder ve muhatabın yaratılışından kaynaklanan bir kısım
karakteristik özellikleri bir yana onun din tercihini bile göz önünde
bulundurmaksızın tartışma ve münazara âdâbını Efendimiz yoluyla bütün
Müslümanlara öğretir.
Çözüm getirmeyecek hattâ insanlar arası münasebetleri zedeleyebilecek
olan münakaşa yerine, yapılabiliyorsa gerçekçi fikir ve çözüm önerileri
sunulmalı, farklı fikirlere saygılı davranmanın bir eksiklik sebebi
olmayacağı hatırlanmalıdır. Başkalarının fikir ve katkılarına değer
verme, dinlemeyi etkin bir şekilde kullanma ve bilgiyi paylaşıma açık
tutma, çoğu problemin kolayca çözümlenmesine katkıda bulunur. Bunun için
uygun sorular sorma ve açıklamalar yapma, gerektiğinde esnek davranma,
dilin âfetlerinden korunabilmede birer dalgakıran görevi üstlenebilir.18
Üstad Hazretleri, huzur ve saadet motifli bir medeniyet oluşturmak
isteyen fertler için hayatlarında kaçınması gereken özelliklerden
birinin cidal olduğunu belirtme sadedinde şunu söyler: “ [Bir mü’minin]
Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine düstur-u teavündür. O düsturun
şe’nidir ittihat ve tesanüt; hayatlanır cemaat.”19 Fertler münakaşa ve
tartışmalarla meşgul olmak yerine, yardımlaşmaya, birlikte hareket
etmeye ve ortak akıl oluşturmaya gayret etmelidirler. Toplumun hayat
bulacağı ve yeniden kendi kıvamına ulaşacağı bir dönem, problemlerin
kıtal ve kavga yoluyla yatıştırılması ile değil ancak düşüncelerin
birbirini destekler ve düzeltir mahiyette dillendirilmesi ile; üslûbun
nezaket ilmikleri ile örgülenmesi neticesinde gerçekleşebilir.
İkili görüşmelerin sürtüşmeye dönüşmemesi konusunda fertlerin üzerine
düşen başka bir mesuliyet de enaniyetlerin frenlenmesinde ve hakkın
hatırının âli tutulmasında yatar. İnsan haklı dahi olsa karşı tarafta
bulunan kişinin ruh hâletini ve hissiyatını düşünerek hareket etmelidir.
Bir hadîs-i şerîflerinde Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), “Kim haksız
olduğu bir münakaşayı terk ederse kendisine Cennet’in kenarında bir ev
kurulur. Haklı olduğu bir münakaşayı terk edene de Cennet’in ortasında
bir ev kurulur.”20 buyurarak cidal ve tartışmanın haklı taraf için de
haksız taraf için de terk edilmesi lüzumu üzerinde durur ve cidalin
terki neticesinde her iki tarafa da verilecek mükâfattan bahseder.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri nefsin bu özelliğine dikkat
çekerek insanı Allah’a çok kısa bir zaman içerisinde yaklaştıracak
adımları sıralarken birinci hatvede nefsin tezkiye edilmemesini vurgular
ve nefsin her daim kritiğe tâbi tutulması hususunda şunu belirtir:
“İnsan yaratılışında kendi nefsine muhip olarak yaratılmıştır. Hattâ
bizzat nefsi kadar sevdiği bir şey yoktur. Kendisini ancak mâbuda layık
senalar içinde methediyor. Nefsini bütün ayıp ve kusurlardan tenzih
etmekle, -haklı olsun, haksız olsun- kemal-i şiddetle müdafaa ediyor.”21
Fert haklı da olsa haksız da olsa sırf muhatabını incitmemek ve nefsine
yenik düşmemek için; kurtuluşu, kendine taparcasına muhabbet beslemede
değil, Allah’tan ötürü insanları sevmede bulmalıdır.
İnsanın bu meş’um ve mel’un hastalıktan kurtulması için üzerine düşen
bir diğer sorumluluk da iradî olarak harekete geçirilebilen sevgi
hasletini ve muhabbet duygusunu bütün fertlere yansıtabilmesi olsa
gerek. İnsan etrafında bulunan herkese sevgi nazarı ile bakmalı ve
dilinde açması muhtemel kötülük tohumlarını sevgi hisleri ile
törpülemelidir. Lisanın şenaate kilitlenmesi sonrasında oluşacak
bulanıklığın önüne geçmek insanlara sevgi hisleri ile yaklaşma koşuluyla
gerçekleşebilecektir. Benliğinde yer etmiş bulunan başkalarını
düşünmeme ve sadece kendini sevme yörüngeli bu yırtıcı sıfatlar ancak
sevgi, herkesi kendi konumunda değerlendirme, fertlere Allah’tan ötürü
mülâyemetle yaklaşma yoluyla silinebilir.
İslâm’ın müntesiplerine teklif ettiği; cidal, tartışma ve münakaşa
değil; diyaloga, herkesi kendi konumuna göre değerlendirip onlara değer
vermeye ve fertlere en azından insan olma vasıflarından ötürü saygı
göstermeye dayalı bir hayat tarzıdır. Asr-ı Saadet’ten kaynağını alan ve
çağlar boyunca medeniyet denizinde çeşitli “sulh adacıkları”yla kendini
belli eden bu anlayış günümüzde de tam mânâsı ile uygulamaya
konulduğunda insanlığın bu problemli ve çatışmalı dönemi sona erecek ve
huzur solukları dünyanın her köşesinde hissedilmeye başlayacaktır.
*Araştırmacı-Yazar
iakyol@yeniumit.com.trDipnotlar1. Fethullah Gülen, Beyan, Nil Yayınları, İstanbul 2004, s. 35.
2. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2004.
3. Bediüzzaman Said Nursi, Lemeat,
4. Fethullah Gülen, Beyan, Nil Yayınları, İstanbul 2004, s. 21
5. Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/172, 212.
6. Tirmizi, Zühd 61.
7. Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Hizmet Vakfı Yayınları, İstanbul
8. Bkz. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, İstanbul 2004, 5. cilt s. 267
9. TDV İslâm Ansiklopedisi, Cedel maddesi.
10. Agm.
11. Tirmizi, Tefsir (Zuhruf) 3250.
12. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, Alem Yayıncılık, İstanbul 2008, s. 746
13. İmam Gazzali, İhyau Ulum’id-Din, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 3. cilt s. 259.
14. Fethullah Gülen, Münazara ve Diyalektik, Yağmur Dergisi, Temmuz-Eylül 2005, sayı 28.
15. Bkz. Tirmizi, Kader 1.
16. Bkz. Tirmizi, Birr 58.
17. Ali Ünal, Allah Kelâmı Kur’ân-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Define Yayınları, İstanbul 2007, s.595.
18. Abdulkadir Halit, Âdâb-ı Muaşeret, Rehber Yayınları, İzmir 2007, s. 181.
19. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Şahdamar Yayınları, İzmir 2007, s. 776.
20. Tirmizi, Birr, 58.
21. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007, s. 192.