Öğrenci Gözüyle Dayak..Eli Sopalı
Empati kurmak adına paylaşmak istedim...
bir yazarın espirili dayak hikayeleri
*************************
Okul
hayatım 1955 yılında, Adapazarı�ndaki "Sabiha Hanım İlkokulu" adı ile
bilinen taş duvarlı, ahşap döşemeli ve küf kokulu bir binada başladı.
Rahmetli annem ve babam, beni şefkatli öğretmenlerin ellerine teslim
etmenin rahatlığıyla bırakıp gittiklerinde, bir köşeye çekilip sessizce
ağlamıştım. Daha sonra ki günlerde, döktüğüm bu gözyaşlarının hiç de boş
olmadığını anladım. Çünkü o güne kadar dayak diye bir şey bilmememe
rağmen, bunun ne demek olduğunu öğrenecektim.
İlk haftalarda, bazı arkadaşlarımın dayak yediğini görmüş ve tek
kelimeyle paniklemiştim. Henüz yedi yaşındaydım ve beş yaşında
geçirdiğim bir romantizma nedeniyle, diğer arkadaşlarıma oranla daha
ufakça ve güçsüzdüm. Bu yüzden de sık sık nezle olurdum. O yıllarda
kağıt mendil diye bir şey bilinmediği için, koca koca bez mendiller
kullanılırdı. Bayramlarda para beklerken bu mendilleri hediye eden
büyüklerimize kızdığımız için mi, yoksa bu mendiller yüzünden
ceplerimize leblebi ye da misket doldurmakta zorlandığımız için midir
bilinmez, onları taşımaktan hiç hoşlanmazdım. Bu yüzden de, eğer mecbur
kalmamışsam sabreder ve teneffüse çıkınca, bahçedeki çeşmelere koşardım.
İlk dayağımı da, işte bu yüzden yedim. Ve bir ders arasında çeşmeye
gittim. Fakat hemen yanımdaki kişinin, okulun en sert hocası olma
şerefini hiç kimseye kaptırmayan İsmet Hanım olduğunu fark etmemiştim.
İsmet Hanım, burnuma olanca gücümle verdiğim nefes sonucunda çıkan sesi
beğenmemiş olacak ki bana ıslak eleriyle müthiş bir tokat attı. Bir anda
yıldırım düştü zannettim. Yanağım, kulağımla birlikte cayır cayır
yanıyor ve gözlerim kararıyordu. İsmet Hanım, hiç bir şey olmamış gibi
ayrılıp gitti. Ben ise çeşme başında kalakalmış, o şaşkınlıkla ağlamayı
bile becerememiştim.
İsmet Hanım, isminden de aldığı enerjiyle, tek kelimeyle "erkek
kadın�dı. Saçlarını her zaman kısa keser ve parlakça bir sarı renge
boyardı. Sesi de bir erkek sesi gibiydi. Kemikli parmaklarının arasından
sigarası düşmezdi. Ve bu özellikleriyle, vahşi batının Kalamiti Ceyn'i
gibiydi. Okulun en hızlı tokat çeken hocası olduğu ve hızından ötürü pek
görülmemesine rağmen, elinin tersini kullandığı söylenirdi. Benim gibi
çaylakların dışındaki bütün öğrenciler, onu görünce yolunu değiştirir ve
beş metreden fazla yanaşmazlardı.
Sınıf öğretmenimiz olan Avni Bey ise, son derece yumuşak bir insandı.
Öğrenciye asla tokat atmazdı. Bu yüzden de teknik bir metot seçmiş ve
favorileri oluşturan saçları çekmeyi benimsemişti. Bu saçlar çekilince
müthiş bir acı verir ve insanın gözlerinden yaşlar akardı.
Okula başladığım ilk aylar içinde yaşayıp gördüklerim, benim için kabusa
dönüşmüştü. Annem ve babam, hissettiğim korkuyu anladıkları için,
birinci sınıfın sonunda beni o okuldan alarak, öğrencilere daha iyi
davranıldığı söylenen Kemal Paşa Okulu'na verdiler. Bu okul, gerçekten
de biraz farklıydı ve bana, acılı bir çiğ köfte üzerine yenen Kemal Paşa
Tatlısı gibi gelmişti.
O okulda da bir yıl okuduktan sonra, her nedense başka bir ilkokula,
daha sonra da tekrar Sabiha Hanım�a verildim. Ve ilk okulu güç bela
tamamladıktan sonra, bu okulun hemen karşısındaki ****** Ortaokuluna
başladım.
Artık ortaokullu olduğumuz için, dayak belasından kurtulacaktım. Ne yazık ki bunda da yanılmıştım.
Ortaokulda gördüğümüz hocalar, açık söylemek gerekirse, şahsiyet sahibi
insanlardı. Bu yüzden de taklitçilikten nefret eder ve birbirine hiç
benzemeyen dövüş teknikleri denerlerdi. Coğrafyacı Hasan Bey, tek
kişilik bir menüden hoşlanmaz ve ikişer ikişer dövdüğü öğrencilerin
kafalarını birbirine tokuştururdu. Eğer çok mecbur kalır da bir öğrenci
bulursa, tokuşturma işinde duvarı kullanırdı.
Daha ileriki yıllarda karşılaştığımız Şahin Bey, (beden değil) jimnastik
hocasıydı. Üçgen vücudundaki kasları göstermek için yaz kış fanila ile
dolaşan bu hocamız, kollarını daha da güçlendirmek amacıyla sağlı sollu
iki tokat kullanır ve öğrenciyi nakavt etmese bile kesinlikle grogi
durumuna sokardı.
Abide Hanim ise, esasında iyi bir öğretmen olmasına rağmen, bu dönemin
havasına uymuştu. Gerçekten de güler yüzlü bir öğretmendi... Kızdığı
öğrencinin yanına bile gülerek gider ve bir çocuk kulağının en fazla ne
kadar uzayabileceğini konusunda deney yapardı.
İnanması güç ama, yediğimiz dayaklar, üniversite sınavlarına gireceğimiz
yıla kadar devam etti. Yine bir coğrafyacı olan Seyfi Bey (bizim
deyişimizle Seyfi Baba), öğrencilerin artık çocukluktan kurtulduğunu
müjdeleyen bir metot takip eder ve onları hayatta karşılaşacakları
darbelere hazırlamak için, yukarıdan paldır küldür yumruklar indirirdi.
Seyfi Baba, kadın-erkek eşitliğine gönülden inandığı için, erkek
öğrencilere attığı yumrukları kızlardan da esirgemezdi.
Bazı tariflerde, insanlarla diğer canlılar arasındaki en önemli farkın,
insanların alet kullanması olduğu belirtilir. Bu açıdan bakıldığında,
matematikçi Mefaret Hanım ile Rüştü Bey, en insan hocalarımızdı. Çünkü
her ikisi de, dövbe işlemi sırasında bir alet kullanırdı. Mefaret
Hanım�ın kullandığı alet, tahtada çizim yaptığı elli santimlik ahşap
cetveldi. Böyle kaliteli bir cetvelle de, bir kişinin dövülmesi israf
olurdu. Mefharet Hanım, bu yüzden sıra dayağını tercih eder ve bütün
sınıfı aynı anda cezalandırırdı. Fakat bu operasyon sırasında son derece
adaletli olurdu. Eğer öğrencinin suçu azsa, ya da hiç yoksa, cetvel
biraz yumuşakça inerdi. En yaramaz öğrencilerin avuçları ise,
diklemesine (ya da kılıçlamasına) inen cetvelin kenarıyla kabartılırdı.
Rüştü Bey ise, bir tabiat aşığı olduğu için, düz ve cilalı aletler
yerine, doğal formda sopalar kullanırdı. Sopasının kızılcıktan olduğu ve
her ihtimale karşı, iç cebinde yedeğini taşıdığı söylenirdi. Son derece
sağlam ve esnek olan bu alet, yapısının gereği boğum boğumdu. Ve bu
boğumların sopa üzerine kaç santim arayla sıralandığı, dayak yiyen
öğrencinin kafasına bakılarak anlaşılabilirdi.
1960 ihtilalinden sonra, bütün ortaokul öğrencilerinin şapka takması
zorunlu kılınmış ve askeri bir düzene geçilmişti. Gemi kaptanlarının
taktığına benzeyen bu lacivert şapkaların içinde, onları kullanan
öğrencilere ait bilgiler vardı. Bir öğretmene okul dışında
rastladığınızda, onun asker selamıyla selamlanması şarttı. Bunun için
de, sağ elin parmakları birleştirilip şapka kenarına oturulurdu. Şapkası
olmayan bir öğrencinin okula alınması mümkün değildi. Ve başımızdaki
şapkaların, sınıfa girene kadar çıkartılması yasaktı.
Şapka kontrol işi, bizim "eli sopalı" adını taktığımız Rüştü Bey'e
aitti. Şapkasını evde unutan, ya da okulun ana kapısından girerken
çıkartanlar, bu kapının hemen iç tarafında pusuya yatan Rüştü Bey'in
sopasıyla tanışır ve bir kızılcık sopasının ne kadar sert, budaklı ve
kaliteli olduğu konusunda bilgi edinirlerdi.
Hayatımın en güzel hatıralarından biri de, Rüştü Beyle ilgili oldu. O
yıllarda, "orta üç" denilen sekizinci sınıfta okuyordum. Ve sınıf
başkanı olan Şemsettin Uzun adlı arkadaşımın yardımcısıydım. Şemsettin,
bir çoğumuzdan daha iriydi ve belki de bu yüzden mümessil seçilmişti.
Aramızdan bir damla su sızmazdı. İkide bir de onunla şakalaşır ve bazen
ipin ucunu kaçırırdım. Özellikle, sıraların üzerine çıkıp onun sırtına
atlamaktan, çok keyif alıyordum.
Bir gün yine teneffüse çıkmıştık. Canım yine güreşmek istemiş olmalı ki,
sınıfa şöyle bir bakıp Şemsettin'i aradım. Öğretmenler odasına
gittiğini söylediler. Hemen koridora fırladım. Okulun göz alabildiğine
uzanana koridorları, yüzlerce öğrenci ile doluydu. Ama benim keskin
gözlerim, Şemsettin�i görmekte gecikmedi. Şemsettin, alt kata inen
merdivenlere doğru ilerliyordu. Koşa koşa giderek ona yetiştim ve tam
merdivenlerden inmeye başladığında, balıklama olarak sırtına atladım. Bu
arada, beni üzerinden atmaması için ayaklarımı beline, kollarımı da
boynuna dolamıştım. Şemsettin, boş bulunduğu için önce biraz sendelemiş
ve sırtına bir an da yüklenen ağırlığın etkisiyle düşmemek için,
basamakları ikişer üçer inmeye başlamıştı. Yüz ifadesini görmek için
başımı uzatıp ona baktığımda, ölecek gibi oldum. Sırtına atladıktan
sonra büyük bir şefkatle sarıp sarmaladığım kişi, Eli Sopalı'dan başka
biri değildi. Sanki beni bir anda elektrik çarpmış, ona dolanan kol ve
bacaklarım korkudan çözülmüştü. Can havliyle kaçarak aşağıya indiğim
merdivenler, bir türlü bitmiyordu. Bu sırada Rüştü Bey, elindeki
sopasını, hücuma kalkan bir süvarinin kılıcı gibi sallayıp, "Allah!.
Allah!.." naralarıyla peşime düşmüştü. (Bana öyle geldiği için, bu
narayı ben uydurdum tabi ki.)
Rüştü Bey'i bilmiyorum ama benim korkudan bağırdığım kesindi. Çünkü beni
resmen kovalıyordu. Zemin kata indiğimde, hemen merdiven başındaki
tuvaletlere girmeyi ve bir tanesine girip kapıyı arkadan kilitlemeyi
düşündüm. (İyi ki girmemişim, çünkü daha sonraki günlerde, o
tuvaletlerin hiç birinde kilit olmadığını öğrendim.) Fakat lavabo
bölümüne girdiğimde, yerden bir buçuk iki metre kadar yüksek olan
pencerelerin açık olduğunu görerek aşağı atladım. Hani kovboy
filmlerinde, filmin kahramanı olan yakışıklı genç, kendisini bir uçurum
kenarına sıkıştıran kızıl derililerden, o uçuruma atıyla birlikte
atlayıp kurtulur ya, bende öyle kurtulmuştum. Rüştü Bey, pencerelerin
önünde kalakalmış, ben ise, dünyaya yeniden gelmiş gibi bayram
yapmıştım.
O günden sonra, Rüştü Bey'i nerede görsem, sanki beni tanıyacakmış gibi kaçmış ve o kabusu bir süre yasamıştım.
"Dayak Cennetten çıkmadır" demişler. Bunun anlamı, "Cennetten
çıkarılmış" yani "oradan kovulup cehenneme atılmış" demektir inşaAllah.
Böyle olmasa bile, bizim nesil o dayakları yiye yiye bitirmiş ve şimdiki
öğrencilere bir şey bırakmamıştır.
Ülkemizin son yıllardaki en büyük kazançlarından biri, bu dayak
belasının büyük ölçüde terk edilmiş olmasıdır. Artık öğretmenlerimiz,
öğrencileri için aynı zamanda bir baba ya da ağabey, bir anne ye da bir
abla durumundadır. Bu yüzden genç kardeşlerimiz, sahip oldukları diğer
imkanları da hesaba katarak, eski nesle oranla çok daha başarılı olmak
zorundadır. Aksi taktirde, cennetten çıktığı söylenen şeylerin şu anda
nerelerde olduğu ve ne işler becerdiği merak edilebilir.
Her güçlüğe rağmen, bizleri yine de iyi yetiştirdiklerine inandığımız
öğretmenlerimizi hiç unutmadık. Ve bu gün bir çoğu vefat etmiş olan o
insanları elbette ki affettik. İnşaAllah onlar da, bizim yaptığımız
hataları affetmişlerdir.
Cüneyt Suavi