| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Kadına Dayak Allah’ın Emri Midir? | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Kadına Dayak Allah’ın Emri Midir? Perş. Haz. 28, 2012 6:08 am | |
| Kadına Dayak Allah’ın Emri Midir?(1) Ömer SAĞLAM Kadının dövülmesi konusunda, İslam’ın esas kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de herhangi bir bilgi var mıdır? Daha doğrusu kadınların dövülmesi Allah’ın bir emri midir? Kadınların dövülmesi Allah’ın bir emri ise Allah, hangi kadınların, hangi şartlarda eşleri tarafından dövülmesini tavsiye etmektedir? Bugün elimizde mevcut Kur’an meâllerinin çoğunluğuna göre; kadınların, şartlar oluştuğunda eşleri tarafından dövülebileceğine işaret eden husus, Kur’an-ı Kerim’in 4. sûresi olan Nisâ Suresi’nin 34. ayet-i Kerimesi’nde geçmektedir. Konu ile ilgili olarak Türkiye’de koparılan bütün fırtına, söz konusu ayette geçen "vedribûhunne" tabirinden kaynaklanmaktadır. Zira söz konusu kelimenin ortasında geçen "idribû" kelimesi (ki; "ve" bağlacı ile birleşince "vedribû" şeklinde yazılır ve okunur), umum Kur’ân mütercim ve müfessirlerine göre Arapça’da "dövdü" anlamına gelen "darebe" mâzi fiilinden emr-i hazırdır. Anlaşılacağı üzere; "vedribûhunne" tabiri, üç ayrı kelimeden müteşekkil olup, açılımı şöyledir; ve+idribû+hunne. Baştaki "ve", Türkçemizdeki anlamıyla bağlaçtır. "idribû", "darebe" mâzi fiilinden türetilmiş emir kipidir ve anlamı "dövünüz" şeklinde verilmektedir. Kelimenin sonundaki "hünne" ise Türkçemizdeki işaret zamiri yerine kaimdir ve anlamı kadınlar için "onlar" dır. Zira Arapçada her kelimenin, bu arada işaret zamirlerinin de müennesi (dişisi) ve müzekkeri (erkeği) vardır. "Hüve", "hüma" "hüm", erkekler için "o", "o ikisi" ve "onlar" demek iken, "hiye", "hüma", "hünne" bayanlar için "o", "o ikisi" ve "onlar" demektir. Ve, "idribû" kelimesinin mâzi hali olan "darebe" kelimesi, Türkiye’de Arapça öğreten herkes tarafından Arapça öğrenen herkese "dövdü" olarak öğretilmektedir. Dolayısıyla, bu düşünce sahiplerine göre Kur’an’da geçen "vedribûhunne" kelimesi, "ve o kadınları dövünüz!" anlamına gelmektedir... Gelelim Kur’an’daki bu hususun, muhtelif meal ve tefsirlerdeki ifade ediliş tarzına. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayını olan bir meâlde Nisa Sûresi’nin 34. âyet-i Kerîmesi’nin anlamı şöyle verilmektedir: "Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, malarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. İyi kadınlar, gönülden boyun eğenler ve Allah’ın korunmasını emrettiğini, kocasının bulunmadığı zamanda koruyanlardır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün. Size itâat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah Yücedir, büyüktür"(1). Türkiye Diyanet Vakfı yayını olan bir meâlde ise söz konusu ayetin anlamı şu şekilde verilmektedir: "Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür" (2). Söz konusu meâlde ayetin anlamı bu şekilde verildikten sonra şöyle bir yoruma da yer verilmiştir: "Erkeklerin maddi ve manevi özellikleri ile ekonomik rolleri onların aile reisi olmalarını tabii kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur. Toplum düzenle yaşar. Düzen ise bir reisi, bir idareciyi zaruri kılar. İslam’da devlet başkanından aile reisine kadar her idareci ilahi talimata göre hareket etmek, yönetmek mecburiyetindedir; şu halde onlara itaat bu talimata itaat demektir. İdare eden veya edilen bu talimatın dışına çıkar, itaatsizlik ederse müeyyide uygulanır. Burada bahis mevzuu olan zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an-ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi, "Kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?" buyurarak ümmetini uyarmıştır. Dövme müeyyidesi kullanıldığı takdirde kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde uygulanması gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde dayağı İslâm getirmemiş, aksine onu hafifleterek ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Ayrıca kadına da, kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vermiştir"(3). Diyanet İşleri Başkanlığı adına Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleri Doç. Dr. Halil Altuntaş ve Dr. Muzaffer Şahin tarafından hazırlanan "Kur’an-ı Kerim Meâli" isimli eserin 2002 baskısında ve bu mealin, adı geçen kurumun internet sitesinde yayınlanan nüshasında Nisâ Sûresi’nin 34. ayetinin anlamı şöyle verilmiştir: "Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da "gayb"ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, çok büyüktür."(4). Söz konusu mealde, ayetin anlamı bu şekilde verildikten sonra, diğer bazı açıklamalarla birlikte şu açıklamalara da yer verildiği görülmektedir: "Mü’minler için en güzel örnek Hz. Muhammed Aleyhisselamdır. Bu ayet-i kerimeyi en iyi anlayan da şüphesiz ki odur. Kesin olarak biliyoruz ki o ömründe bir defa olsun elini kaldırıp bir kadına vurmamıştır. ’Kadınlarını dövenleriniz iyileriniz değildir’ buyuran da odur, ’İçinizden biri, karısını köle döver gibi dövüp sonra da gece onunla yatabilir mi?’ diyerek karı koca ilişkilerinin sevgiye dayanması gerektiğine dikkat çeken de odur. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz Veda Hutbesinde ancak çok can alıcı konulara temas etmiştir. Bu hutbesinde kadınların haklarının gözetilmesini ve bu konuda Allah’tan korkulmasını özellikle vurgulamıştır. Kadının, evlilik sorumluluklarını yerine getirmemek, kocanın haklarını ihlal etmek, onun şahsiyet ve vakarını zedeleyici tavırlar sergilemek veya iffet ve namusunu tehlikeye sürükleyebilecek durumlara meyletmek gibi olumsuz davranışlara girmesi halinde, aile yuvasının devamını sağlamaktan birinci derecede sorumlu olan kocanın, içine düştüğü mecburiyetten dolayı bazı tedbirlere başvurması tabiidir. Bu tedbirler, zaman, mekân ve sosyal şartlara göre farklılık gösterebilir. Ayette son seçenek olarak zikredilen darp meselesi de çok istisnai bir tedbirdir. Böyle bir tedbirin fayda getirmeyeceği, tam tersine zarar getireceği bilinen durumlarda, İslam bilginleri, kesinlikle bu seçeneğe başvurulmaması konusunda ittifak halindedirler."(5). Elmalılı M.Hamdi Yazır ise yazmış olduğu "Hak Dîni Kur’an Dili" isimli eserde Nisâ Sûresi’nin 34. ayetini şöyle anlamlandırmaktadır: "Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler. Çünkü bir kere Allah, birini diğerinden üstün yaratmış bir de erkekler kendi mallarından infak (harcama) etmektedirler. Onun için iyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah kendi haklarını nasıl koruduysa, onlar da öylece korunması gereken gaybı (mal, şeref, namus, aile sırları) korurlar. Serkeşliklerinden ve itaatsizliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince: evvela kendilerine nasihat edin, sonra yattıkları yerde, yataklarında yalnız bırakın, yine dinlemezlerse dövün. Dinliyorlar ve itaat ediyorlarsa incitmeye bahane aramayın. Çünkü Allah, çok yüksek ve çok büyüktür"(6). Elmalılı söz konusu ayeti bu şekilde tercüme ettikten sonra kitabının dipnotunda şu bilgiyi aktarmaktadır: "-Burada kadın dövülür mü?- diye bir şey hatıra gelebilir. Evet dövülmez. Fakat bu ifadede kadın demek ennaşize, isyankâr karı demek olmadığı da unutulmaması gerekir. Sırasına göre insanca olmak üzere bir kez tokat, isyan duygusuyla düşüş ve alçalışa doğru giden, hırçın bir karıya, kadınlık şeref ve terbiyesini vermek için, güzel bir ders olabilir. Şair Ziya Paşa merhum; Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. demiştir. Zamanımızda Kur’an’ın bu emrini kötüye yorumlayarak dillerine dolamak isteyen bazı Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garip bir tesadüftür ki, biz bu ayetin tefsiriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin kocası tarafından dövülmüş olan bir Fransız karısının açtığı davaya karşı -hırçınlık edip kocasını öfkelendiren bir kadının yediği dayaktan dolayı boşanma davası açılmasına hakkı olmadığına-hüküm verdiğini gazeteler ilan ediyordu" (7). Anlaşılacağı üzere; M.Hamdi Yazır "Fakat bu ifadede kadın demek ennaşize, isyankâr karı demek olmadığı da unutulmaması gerekir" diyerek, dövülmesi tavsiye edilen kadının, saygınlığını ve kadınlık vasfını yitirerek isyankâr vasfına bürünmüş karı olduğunu dile getirmektedir. Ayrıca İslam âlimleri, bu konuda sanki konsensüs içindedirler. Söz konusu ayetin anlamı, yüz sene önce nasıl verilmişse bugün de aynı şekilde verilmektedir. İşte onlardan bazıları ve görüşleri (öğüt verme ve yatakları ayırma tedbirlerinden sonra olmak üzere); Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır; "…nihayet dövün…"( . Prof. Dr. Süleyman Ateş; "…(bunlarla yola gelmezlerse) onları dövün…"(9). Enver Baytan; "… onları (son çare olarak hafifçe) dövün…" (10). Orhan Kuntman; "…(Bu da sonuç vermiyorsa) onları dövün!.."(11). Ahmed Davudoğlu; "…(yine dinlemezlerse), dövün!.."(12). Celal Yıldırım; "…(yola gelmezlerse) bu defa dövün…"(13). Dr. Halil Altuntaş-Dr. Muzaffer Şahin, "…(bunlar fayda vermezse mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün…"(14). Muhammed Esed; "… sonra dövün…"(15) diyorlar. Görüldüğü gibi hemen bütün mealciler, ayette üçüncü tedbir olarak geçen "vedribûhunne" emrini "onları dövün" şeklinde tercüme ediyorlar. Kimileri, kendilerine göre bazı ön şartlar getirip, vurgulu parantez içi yan cümlecikler ekliyorlar, kimileri de direk "onları dövün" diye anlamlandırıyorlar. Oysa önemli olan ve üzerinde durulması gereken kadına atılacak dayağın şartı veya şekli değil, bizatihi kendisi olmalıdır. İslam âlimlerinden istenilen, kadına atılacak dayağa şekil vermek değil, "dayağa hayır" diyebilmeleridir. Meâllerden anlaşıldığı kadarıyla, İslam âlimlerinin çoğunluğu, şimdilik "kadına dayağa hayır" diyememektedirler. Dolayısıyla; bu konudaki emir, şimdilik genel kabul görmüş bir kesinlik arz ediyor gibi gözüküyor. Bu sebeple bütün iş kadına düşmektedir. Ya hiç evlenmeyecek! Ya evlenirse uslu durup kocasıyla iyi geçinecek! Ya başlamış olduğu şirretlik ve serkeşliği ikaz ve yatak ayırma aşamasında terk ederek dayak yemekten kurtulacak! Ya da dayak yemeyi göze alacaktır! Veyahut da Nur Cemaati lideri Fethullah Gülen’in fetvasına uyarak en azından dayağa dayakla karşılık verecek veya gücü yetiyorsa kocasını dövecektir! Tabi böyle bir ilişkiye eğer evlilik denebilirse… Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Nisâ Sûresi’nin 34. ayetinde geçen "dövme" işini halletmişe benziyor. Yazmış olduğu mealde üçüncü tedbir olarak diyor ki; "…Nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin…"(16). Yaşar Nuri Öztürk’ün bu konuda ne kadar ciddi olduğunu gerçekten de bilmiyoruz. Zira adı geçen, aynı eserin 1994 baskısında sadakatsizliğinden ve iffetsizliğinden korkulan kadının terbiyesindeki üçüncü tedbiri "…Nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin/onları dövün…" şeklinde açıklamaktadır(17). Görüldüğü gibi Yaşar Nuri Öztürk, hemen her zaman yaptığı gibi yine duruma göre vaziyet almış ve 1994 yılında "…Nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin/onları dövün…" şeklinde üç seçenekli olarak sunduğu üçüncü tedbiri, 5 yıl sonra iki seçenekli hale indirmiş ve emirdeki "onları dövün" seçeneğini kaldırıvermiştir. Yaşar Nuri Öztürk’e göre; kadını dövmektense sokağa atmak çok daha uygun bir tedbir oluyor. Oysa böyle diyeceğine, "haklarını vererek onları boşayın" demiş olsaydı, belki de kadının onuru bakımından çok daha uygun bir öneride bulunmuş olurdu. Bu takdirde belki ayetin anlamını yanlış vermiş olurdu ama böyle bir öneri, hiç olmazsa yapmış olduğu öneriden çok daha insanî olurdu!Tefsir sahasında ülkemizde yazılmış en yeni ve en son eser olan "Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir" isimli eserde acaba bu konuya nasıl yaklaşılmıştır? İsterseniz şimdi de gelin bu konuda söz konusu eserde söylenenlere bir kulak verelim. Söz konusu eserde Nisâ Sûresi’nin 34. ayetinin anlamı; "Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdır. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür" (18) şeklinde verildikten sonra, ayetin tefsiri yapılırken durum biraz yumuşatılarak şöyle denilmektedir: "Dövme tedbiri ve hükmünün bu ayet dışında en önemli dayanağı ilgili hadislerdir. Bu hadislerin, aksini söyleyen rivayetlere nisbetle daha sahih ve sağlam olanlarında Peygamberimiz kadınların dövülmesini menetmekte, eşlerini dövenlere –hayırsız- demekte, bu davranışla aynı yuvayı ve yatağı paylaşmanın bağdaşmazlığına, insanî ve ahlakî olmadığına dikkat çekmektedir(Buhârî, "Nikâh", 93). Bu ayetin geliş sebebi olarak zikredilen bir olay da, esasen Araplar’da âdet haline gelmiş bulunan kadın dövme eylemine Hz. Peygamber’in olumsuz bakışını ve bunu ortadan kaldırma iradesini yansıtmaktadır. Bize göre bu ayette, kadının aile hukukunu çiğnemesi halinde bir ıslah tedbiri olarak başvurulabilecek belli başlı yolların insanlığın tecrübeleri ve özellikle içinde yaşanılan topluluğun örf ve âdeti dikkate alınarak zikredilirken -kocanın karısını dövmesi- eylemine de yer verilmiş olmakla beraber, bu uygulama Hz. Peygamber tarafından toplum ıslah edilerek, insanın ve özellikle zevcenin dövülemeyeceği ifade ve telkin edilerek kötülenmiş, -iyi bir kocanın karısını dövemeyeceği- kaidesi bu yakışıksız davranışın önüne bir set olarak konmuştur. Burada sünnet (Resûlullah’ın sözleri ve uygulaması) ayeti neshetmemiş, yerelliğini ve kültürel bağlamını açıklamıştır"(19). Bu izahatlardan da anlaşılacağı üzere; Hz. Peygamber, hayatı boyunca eşlerinden hiçbirisini, dövmek şöyle dursun, onlara kötü muamele bile yapmamıştır(Oysa Hz. Peygamber’in eşleri arasında da küçük çaplı geçimsizliklerin ve bir eş olarak Hz. Peygamberi üzebilecek boyutlarda kıskançlıkların yaşandığı biliniyor). Öte yandan O, Kur’an’ın hükmü gereğince; "kendi nefsinden bir şey söylemeyen ve sadece kendisine vahyedileni konuşan" (Necm 53/3-49), "yüce bir ahlak üzere olan" (Kalem 68/4) ve eşi Hz. Aişe’nin rivayetine göre; "hayatı ve ahlakı Kur’an olan" bir şahsiyetti. Tabiri caizse, Kur’an’ı yaşamına tatbik etmek suretiyle adeta yaşayan bir Kur’an yorumu, yani Kur’ân tefsiri idi. Durum böyle iken, Hz. Peygamber’in "dövmek" şeklinde yorumlamadığı bir ayeti, ondan sonra gelen Müslümanlar, nasıl olur da "dövmek" şeklinde yorumlayabilirler. Üstelik de O’na "… kadınları iz bırakmayacak biçimde dövünüz" (20) şeklinde hadis isnat etmek suretiyle! Kanaatimizce bu durum, düpedüz Hz. Peygamber’e yalan isnat ve iftira sayılmalıdır. Bu konuya ilgi gösteren ve konuya oldukça farklı yaklaşan ender araştırmacılardan birisi yazar Cengiz Özakıncı olmalıdır. Tıpkı bizim gibi, aslında ilahiyatçı olmayan C. Özakıncı, Kur’an-ı Kerim’i İngilizce’ye çeviren İran asıllı Lale Bahtiyar isimli bayan yazarın, 25 Mart 2007 tarihli The New York Times gazetesine yapmış olduğu, 26 Mart 2007 günü de Vatan gazetesinde yer alan açıklamasında, Nisa Sûresi’nin 34. ayetinde geçen ve asırlardır "dövün" şeklinde yanlış tercüme edilerek erkeklere eşlerini dövme hakkı veren hükmün "dövün" değil, "uzaklaştırın" şeklinde açıklamalarda bulunduğunu ve söz konusu ayetin ilgili kısmını, "...Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin" şeklinde tercüme ettiğini aktarıyor. Buna ilave olarak C. Özakıncı, söz konusu ayetin Lale Bahtiyar’dan önce olmak üzere; Türkiye’de Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk tarafından 1999 yılında, kendisi tarafından da 1991 yılında aynı şekilde tercüme edildiğini söyleyerek 20 Haziran 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan "Kur’an’da ’kadını dövün’ buyruğu yok" başlıklı yazısına atıfta bulunuyor. C.Özakıncı, Yaşar Nuri Öztürk’ün, "darb" kelimesinden gelen "vedribû" kelimesinin, Arapça’da otuza yakın anlamı olduğunu, kendisinden önceki mütercimlerin ise bu kelimeyi sadece "dövme" fiili ile sınırladıklarını söylediğini belirttikten sonra onun, ayette geçen "vedribû" kelimesinin, vurmak ve dövmek, huruç(çıkmak), zehap (gitmek) ve dolaşmak gibi anlamlara geldiğini söylediğini de aktarıyor. 20 Haziran 1991 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde bulunan "Kur’an’da ’kadını dövün’ buyruğu yok" başlıklı kendi yazısında ise söz konusu kelimenin, Kur’an’da 58 ayrı yerde geçtiğini ve hemen hepsinde başka başka anlamlarda kullanıldığını aktardıktan sonra ilgili yazıda söz konusu kelimenin, şu anlamlarda kullanıldığını belirttiğini dile getiriyor Cengiz Özakıncı: yola "çıkmak", boyun "vurmak", parmakları "doğramak", örnek "vermek", verilen şeyi geri "almak", konulan şeyi "kaldırmak", birini "dövmek", birini "yatırmak" ve "örtmek"(21). Cengiz Özakıncı, bu açıklamalarında gerçekten de son derece haklıdır. Çünkü Kur’an tercümelerinde aynı kelime farklı farklı anlamlarda kullanılabilmektedir. Bu durum, farklı mütercimler için belki anlayışla karşılanabilir. Ancak aynı şeyi, aynı mütercimler yapınca elbette bu konuda bazı kuşkular ve itiraz noktaları ortaya çıkabiliyor. Çünkü aynı mütercim, aynı kelimeye bir sûrede veya bir ayette başka bir anlam verirken, başka bir sûrede veya ayette tamamen farklı bir anlam yükleyebilmektedir. Bu durum, büyük ölçüde, söz konusu kelimenin geçtiği ayetin, öncesinde (siyakında) ve sonrasında (sibakında) geçen ayetlerle uyum içinde olması gerektiği kaygısından, yani konu bütünlüğünün sağlanması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin konumuz olan ve "DRB" harflerinin üzerine "a" ve "e" sesi veren "üstün" harekesi konulmak suretiyle oluşturulan "darebe" kelimesini ele alalım. Bu kelimeden türetilmiş "idrib" kelimesi, Türkiye Diyanet Vakfı’nın meâlinde Nisa Sûresi’nin 34. ayetinde "dövmek" şeklinde anlamlandırılırken, aynı meâlde Yâsin Sûresi’nin 13. ve 78. ayetlerinde "misal getirmek", yani "örnek vermek", Nûr Sûresi’nin 31. ayetinde ise "örtmek" veya "salmak" olarak anlamlandırılıp tercüme edilmiş bulunmaktadır(SÜRECEK).Dipnotlar: 1- Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı (Meâl), DİB Yayını, Ankara, 1983. 2- Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, s. 83, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, 5.Baskı, Ankara, 1998. 3- Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, s. 83, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, 2. baskı, Ankara, 1993. 4- Doç. Dr. Halil Altuntaş-Dr. Muzaffer Şahin, Kur’an-ı Kerim Meâli, s.83, 3. Baskı, DİB. Yayını, Ankara, 2002. 5- Age, s. 83. 6- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, c.2, s. 509, Çelik-Şura Yayınları, İstanbul, 1993. 7- Age, s. 518. 8- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili Meâli, s. 83, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul-Tarihsiz, DİB Kocatepe Camii Kütüphanesi, Debirbaş No: 0054626. 9- Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meâli, s. 83, Kılıç Kitabevi, Ankara-Tarihsiz. DİB Kocatepe Camii Kütüphanesi, Demirbaş No: 0039970. 10- Enver Baytan, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Tefsirli Meâl-i Âlîsi, s.85, Baytan Kitabevi, İstanbul, 1987. 11- Orhan Kuntman, Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meal ve Ek Çalışmalar, s. 87, 1. Baskı, Sümer Dağıtım, Ankara, 2002. 12- Ahmed Davudoğlu, Kur’ân-ı Kerîm ve İzahlı Meâli(Türkçe Anlamı),s.85, Çile Yayınları, İstanbul, 1998. 13- Celal Yıldırım, Tefsirli Kur’ân-ı Kerim Meâli, c.1, s. 170, Anadolu Yayınları, İstanbul, 1984. 14- Dr. Halil Altuntaş-Dr. Muzaffer Şahin, Kur’an-ı Kerim Meâli, s.83, DİB. Yayını, Ankara, 2001. 15- Muhammed Esed, Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, s.143, 5. Baskı, Çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 2002. 16- Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, s.98, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1999. 17- Yaşar Nuri Öztürk, kur’an-ı Kerim Meali, Türkçe Çeviri, Hürriyet Ofset, 1994 baskısı- Alıntı Sırrı Ataman’ın "Unutturulan Ayetler" isimli kitabından yapılmıştır. Bkz. age, s. 52, 1. Baskı, Berfin Yayınları, İstanbul, 2008. 18- Kur’an Yolu, Türkçe Meâl ve Tefsir, c. 2, s. 54, 2. Baskı, DİB Yayını, Ankara, 2006. 19- Age, s. 59, 61. 20- Birkaç versiyonu olan söz konusu hadisin versiyonlarından birisi şöyledir:"Maruf olan bir hususta size itaatsizlik ederlerse kadınları, iz bırakmayacak bir şekilde dövünüz"(bk. Tirmizi, Radâ:11, İbn Mace, Nikâh:3, Ahmet b. Hanbel, Müsned, V, 73. Bir başka versiyonu için bk. (Müslim, Hacc H7, Ebû Dâvûd, Menâsik:56; İbn Mâce, Menâsîk: 84, Dârimi, Menâsik: 3-4.) 21- Ayrıntılı bilgi için bk. Cengiz Özakıncı, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din, s. 11-26, 8. Basım, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2007. | |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Geri: Kadına Dayak Allah’ın Emri Midir? Perş. Haz. 28, 2012 6:14 am | |
| Nisa Sûresi’nin 34. ayetinde, başına tıpkı Türkçemizdeki gibi “ve” bağlacı getirilmek ve Türkçemizde “siz” şeklindeki ikinci çoğul şahıs zamiri muhatap alınmak suretiyle “ve siz dövünüz” anlamında “vedribû” şeklinde yazılırken, Yâsin Sûresi’nin 13. ayetinde başına yine Türkçemizdeki “ve” yerine geçen Arapça “ve” bağlacı alarak “ve sen misal ver” anlamında “vedrib” şeklinde ve ikinci tekil şahsa verilen emir olarak yazılmıştır. Bu tür yazılışlarda “darebe” kelimesi emir kipinde yazılmış olup, Arapça’da bu tür emirlere “Emr-i Hâzır” adı verilmektedir. Emri Hâzır, emri verenin karşısında bulunan şahsa o anda (yani yüzüne karşı, vicâhi olarak) vermiş olduğu emir anlamına gelmektedir. Bu yazılışların aslının, “ve+idribû” ve “ve+idrib” olduğu dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Yani hem Nisa Sûresi’nin 34. ayetinde, hem de Yâsin Sûresi’nin 13. ayetinde iki ayrı sözcük birleşmiş durumdadır. Arapça yazım kuralları gereğince “ve” bağlacından sonra gelen kelimenin başında bulunan ve altına “kesre” işareti konulmak suretiyle “i” sesi veren “Elif” harfi düşmüş bulunmaktadır. Daha doğrusu, “idrib” ve “idribû” kelimelerinin başındaki “elif” harfleri, yani “hemzeler” kelimelerin başına gelen “ve” bağlacındaki “e” sesi ile kaynaşmış durumdadırlar(22).
“Darabe” fiili, aynı meâlde yine Yâsin Sûresi’nin 78. ayetinde misal vermek anlamında bu sefer “o misal verdi“ veya “o örnek getirdi” anlamında “darabe” şeklinde yazılmıştır. Dikkat edileceği gibi; bu ayette “darabe” fiili, mâzi (Türkçe’deki dili geçmiş zaman) kipinde ve üçüncü tekil şahıs olan “o” zamirinin yaptığı bir eylem olarak yalın halde yazılmıştır.
Nûr Suresi’nin 31. ayetinde ise “o kadınlar salsınlar” veya “o kadınlar örtsünler” anlamında “yedribne” denilmiştir. Görüldüğü gibi “darabe” fiili, burada da yine emir kipinde yazılmıştır. Ancak bu emir, emrin verildiği anda orada hazır bulanmayan, yani gaibdeki (üçüncü çoğul şahıs zamiri) kadınlara verildiği için, Arapça dil kuralları gereğince “yedribne” şeklini almıştır. Arapça’da bu tür emirlere, yani gaibdeki şahıslara verilen emirlere “emr-i gaib” adı verilmektedir. Eğer bu emir, üçüncü çoğul şahıslar olarak erkeklere verilmiş olsaydı, bu sefer “yedribne” değil, “yedribû” dememiz gerekecekti. Zira Arapça’da hemen her kelimenin dişisi ve erkeği olduğu için, fiillerin de dişiler ve erkekler için olanı farklı şekillerde yazılmaktadır(23).
“Darabe” fiili ve bu fiilden türetilmiş bazı kelimelerin Kur’an-ı Kerîm’de muhtelif anlamlarda kullanıldığı sure ve ayetlerden bazı örnekler:
Enfâl 9/12: (Boyun ve parmak)Vurmak,
Muhammed 47/4: (Boyun) Vurmak.
Bakara 2/73, A’raf 7/160: (Bir cismi başka bir cisme)Vurmak.
Sâffât 37/93: (Elle)Vurmak.
Muhammed 47/27: (Sırtına öldüresiye)Vurmak.
Bakara 2/273: (Kazanç için yeryüzünde)Dolaşmak.
Âl-i İmrân 3/156, Tâhâ 20/77: Sefere çıkmak.
Âl-i İmrân 20/112: (Damga)Vurmak.
Kehf 18/11: (Kulakları üzerine) Vurmak (uykuya yatırmak veya uykuya daldırmak).
Hadîd 57/13: (Arasına sur)Çekmek.
Nahl 16/75, Kehf 18/32, Rûm 30/28 ve 58, Zuhruf 43/57, Yâsin 36/13,78, Kehf 18/45: Misal Vermek.
Zuhruf 43/58: (Tartışmak için)Söylemek.
Zuhruf 43/5:Vazgeçmek.
Öte yandan, Arapça “darabe” fiili, çeşitli şekillerde dilimize de geçmiş bulunmaktadır. En bilinenleri, “darbhane”, “darbe” ve “darbı mesel”dir. Darp+hane, “baskı yeri”, “para basılan yer” demektir. Darbe, “mevcut iktidarı baskı ve zor kullanarak görevden uzaklaştırmak”tır. Darbı mesel ise, “misal vermek”tir. Daha doğrusu bir konuda, konuya ışık tutucu, problemin çözümünde yol gösterici olacak nitelikte söylenen ibret ve hikmet dolu söz demektir. Özlü söz, atasözü(24).
Görüldüğü gibi Arapça “darabe” veya “daraba” fiil kelimesinden dilimize geçmiş olan her üç kelimede de “dövmek” veya “vurmak” yoktur. Sadece baskı yapmak, zor kullanmak ve misal vermek vardır. Ancak bazen “darbe” kelimesine, belki de yanlış olarak “yumrukla vurmak” veya sadece “vurmak” şeklinde bir anlam yüklendiği de vakidir. Bu bakımdan belki de haddimiz olmayarak, Nisa Sûresi’nin 34. ayetinin ilgili kısmı, şu şekilde tercüme edilebilir mi diye konunun uzmanlarına sormak istiyoruz: “...Sadakatsizliklerinden ve iffetsizliklerinden şüphe duyduğunuz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla da yola gelmezlerse) onlara misal verin/baskı yapın...”.
Burada “misal verin/baskı yapın” dan maksadın, “Bak hanım, hareketlerine en kısa zamanda bir çeki düzen vermezsen ve aile kurumunu sarsıcı mahiyette bulunan şu tavrından vazgeçmezsen, yuvamız dağılır. Çünkü bir erkek olarak bu hareketlerine daha fazla katlanamam. O zaman da kendini ya babanın evinde bulursun, ya da sokakta. Bu durumda hem biz üzülürüz, hem de çocuklar üzülür. Yuvaları yıkılan ve birbirinden ayrılan falancaların düştüğü durumu aklına getir ve bundan sonraki hareketlerini ona göre ayarla…” anlamına gelen sözler söylemek olduğu ortadadır. Kanaatimizce; söz konusu ayette sayılan üç ayrı tedbirden sonra zikredilen “Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın...” cümlesi de esasen buna işaret etmektedir(25). Gerçi kadının, toplumdaki etkinliği arttıkça, ekonomik ve sosyal özgürlüğünü kazandıkça bu tür şantaj ve tehdit kokan sözlerin de etkili olmayacağı gayet açıktır.
Bu kadar uğraştan sonra bir kadın hâlâ yola gelmiyorsa, yani evlilik hukukunun gereğini yapmıyorsa, herhalde ona artık eş nazarıyla bakılamaz. Dayakla ve aşırı güç kullanarak evlilik hukuku yürütülemez. Bütün bu uğraşlardan sonra en iyisi, onu, kanuni haklarını da vermek suretiyle “ne halin varsa gör” deyip, kendi haline bırakmak olacaktır. Bu durum, elbette aynı durumdaki erkekler için de geçerlidir.
Kur’ân-ı Kerim’e göre, erkeğin kadına üstünlüğü fiziki kuvvete ve sahip olduğu mallara dayandırılmıştır. En azından aile hukukuna uymayan isyankâr kadının (Elmalılı M.Hamdi Yazır bunlara “karı” demektedir) dövülmesine cevaz veren ayet, miras konusunun işlendiği Nisâ Sûresi’nde geçmektedir. Söz konusu sûrenin 11. ayetinde “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder...” buyrularak, erkeklerin kadınlardan iki kat fazla mal sahibi olmasının yolu açılmaktadır. İşte bu artı servet ve fiziki üstünlük, erkeklerin kadınlar üzerinde hâkimiyet kurmasına sebep olmaktadır. Ancak günümüzde, gerek miras yoluyla, gerekse bizzat çalışarak erkeğinden daha fazla mala sahip kadınlar bulunmaktadır. Ayrıca bugün kadınlar, bir savaş mesleği olan askerlik de dâhil olmak üzere hayatın birçok yanında erkeklerle birlikte görev alabilmekte ve en az erkekler kadar güç ve kuvvet gerektiren (boks, güreş, halter, futbol, atletizm, yüzme, okçuluk, tenis, taek-vonda, judo, basketbol vs.) sporları başarı ile yapmaktadırlar.
Ülkemizden birkaç örnek vermek gerekirse; halterciler Nurcan Taylan ve Sibel Şimşek’in kaldırmış olduğu ağırlığı Türkiye’de kaç erkek kaldırabilir? Peki, atletizmde Süreyya Ayhan’ı geçebilecek kaç babayiğit vardır? Yahut ülkemizde acaba kaç erkek Tansu Çiller seviyesinde politik bilgi birikimine sahiptir? Acaba ülkemizde Güler Sabancı ve Arzuhan Doğan Yalçındağ ayarında kaç erkek işletmeci (girişimci) mevcuttur?
Açık söylemek gerekirse; günümüzde bazı evliliklerde kadının, hem fiziki anlamda, hem sosyal saygınlık anlamında, hem de ekonomik anlamda kocasından çok daha güçlü olduğu bilinmektedir. Bu durumda, kocanın karısını değil, karının kocasını döveceği muhakkaktır. Bugün medya organlarında karısından dayak yiyen koca haberlerine ve eşlerinden kaçan erkeklerin barındırıldığı erkek sığınma evlerinin açıldığına ilişkin haberlere rastlamak da mümkündür. Bu takdirde, yani böyle bir kadının kocasına, “Eğer karının sadakatsizliğinden ve iffetsizliğinden endişe ediyorsan, eşine öğüt ver, fayda vermezse yatağını ayır, bu da fayda vermezse onu döv” diyebilir misiniz? Böyle bir tavsiye, bile bile kocayı karısından dayak yemeye itmekten başka hangi amaca hizmet eder dersiniz? Bu durumlarda, böyle bir kocaya yapılacak en akılcı tavsiye, herhalde, “Bak dostum, bir an önce, o kadından yakanı sıyırmaya çalış. Yoksa senin halin büsbütün dumandır!” demek olacaktır.
Öte yandan, “onları dövün” tavsiyesi neden sadece erkeğe hak olarak veriliyor? Peki, erkek aynı durumdaysa ne olacak? Yani evli kadın, kocasının sadakatsizliğinden ve iffetsizliğinden şüphe ediyorsa ne olacak? Çözüm, hacılara, hocalara ve üfürükçülere gitmek mi dersiniz? Ayrıca kadını dövmek, onun sadakatinden ve iffetinden emin olmak için yeterli midir sanıyorsunuz? Gazete sayfalarının ve televizyon ekranlarının, kocasından dayak yediği için ondan intikam almak maksadıyla fuhuş yapan ve “onu bir güzel boynuzladım, oh canıma değsin” diyen kadınların haberleriyle dolu olduğunu sakın unutmayın. Bütün bunlardan sonra, Nisa Sûresi’nin 34. ayetinde geçen “vedribûhünne” kelimesine (daha doğrusu cümleciğine) hâlâ “o kadınları dövünüz” anlamı verebilir misiniz?
Dolayısıyla; Nisa Sûresi’nin mirasa ilişkin hükümleri ile miras paylaşımından ve eşya hukukundan hareketle erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetlerine ilişkin hükümlerini, söz konusu ayetlerin indirildiği çağa göre yorumlamak gerekmektedir. Erkeğin, kadının iki misli miras almasını emretmekle Allah, bütün engellemelere rağmen başka dinden erkeklerle evlenen Müslüman kadının, Müslüman babasından kalan mirası, gayrimüslim eşinin evine götürmek suretiyle Müslümanların ekonomik kayba uğramalarına ve karşı tarafın güçlenmesine sebep olmasını engellemek ve dolayısıyla İslam Devleti’nin zayıflamasının önüne geçmek istemiş olabilir mi? Ya da o gün için bilgi ve beceri bakımından, erkeklere göre daha zayıf durumdaki kadınların, kendilerine bırakılan mirası iyi idare edemeyerek yok olmasına sebep olacaklarını düşünmüş olabilir mi? Elbette olabilir. Hele hele, söz konusu ayetlerin indirildiği zamandaki kadınların içinde bulunduğu vaziyeti ve İslam toplumunun o andaki ekonomik durumunu düşündüğümüzde, bu tür gerekçelerin, söz konusu ayetlerin inmesine sebep (nüzul sebebi) olduğunu bile düşünebiliriz.
Ancak biz bu konuyu yine de işin uzmanı ilahiyatçılara havale ediyoruz. Bununla birlikte ve yukarıdaki meâl örneklerinden de görüleceği gibi söz konusu ayetin yorumu yapılırken, büyük ölçüde Hz. Peygamber’in bu konuda var olduğu söylenen hadislerinden hareket edilmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in sahih diye bilinen ve sahih olduğu söylenen hadis kitaplarında da zikredilen birçok hadisinin sahih olmadığı konusunda bugün birçok tartışma ve bu hadislerin ayıklanması istikametinde bazı çalışmalar yapıldığı bilinmektedir.
Bazı şartlarda kadının dövülüp dövülemeyeceği konusundaki görüşlerimizi bu şekilde toparladıktan sonra şunu da belirtelim ki; bugün İslam dünyasında, özellikle kadınların toplumsal hayata katılması konusunda hiçbir dini hüküm, “DRB” harflerinden oluşan “darb” ya da “darabe” kelimesinden çıkarılan hükümler kadar sorun yaratmış değildir. Zira bugün Müslüman kadının iki büyük toplumsal sorunu vardır; dayak ve başörtüsü! Ve ne ilginç bir durumdur ki; her iki kavram da (dayak ve türban) bu “DRB” harflerinden kaynaklanmaktadır! Daha doğrusu bu harflerden türemiş kelimelere farklı anlamlar yüklenmesinden. Çünkü gerek kadınların, bazı şartlarda dövülebileceğine izin verdiği söylenen “vedribûhünne” kelimesinin (emrinin), gerekse kadınların başörtüsü kullanmalarının zorunlu olduğuna işaret ettiği söylenen “yedribne” kelimesinin (tavsiyesinin) ortak atası, “DRB” sessiz harflerinden oluşan “darb” ya da “darabe” kök kelimeleridir. “Darb” kelimesi, Nisa Sûresi’nin 34. ayetinde; “…size itaat edinceye kadar onları dövünüz…” anlamı verilecek biçimde “…vedribûhunne fe in eta’nâküm…” cümlesinin yüklemi olurken, Nûr Sûresi’nin 31. ayetinde; “…Başörtülerini yakalarının üzerine kadar salsınlar…” anlamı verilen “…Vel yedrıbne bihumurihinne alâ cüyûbihinne…” şeklindeki cümlenin yüklemi olmaktadır. Birinci ayette “dövmek” anlamında kullanılırken, ikinci ayette “örtmek” veya “salmak” anlamında kullanılmıştır. Nûr ve Nisâ surelerinin her ikisinin de hicretten (M.622) sonra Medine devrinde nazil olduklarını dikkate alırsak, bu demektir ki; yaklaşık 1400 senedir İslam Kadını’nın başına ne geldiyse bu “DRB” harflerinden gelmiş bulunmaktadır! (SÜRECEK)
Dipnotlar:
22- Bu arada Arapça bilmeyenler ve benim gibi bu dili az bilenler için söyleyelim; Türkçe’de “siz” şeklinde sadece bir tane ikinci çoğul şahıs zamiri varken, Arapça’da bu zamirden tam dört tane bulunmaktadır. Çünkü Arapça’da iki kişi için ayrı çoğul şahıs zamiri, ikiden fazla kişi için ayrı çoğul şahıs zamiri vardır. Ayrıca bu zamirler erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı söylenmektedir. Örneğin “dövmek” anlamına da gelen “darabe” fiilini Emri Hâzır kipinde çekecek olursak; erkekler için, “idrib”, “idribâ”, “idribû”, dişiler için ise “idribî”, “idribâ”, “idribne” dememiz gerekecektir. Burada kelimenin anlamını “dövmek” olarak kabul ettiğimizde, çektiğimiz fiilin anlamları her ikisi için de sırasıyla “sen döv”, “siz ikiniz dövünüz”, “sizler dövünüz”dür. Oysa Türkçemizde sadece “sen döv” ve “sizler dövünüz” vardır. Arap dilinin zengin olarak gösterilmesinin en önemli sebeplerinden biriside galiba hemen her kelimenin dişisinin(müennesinin) ve erkeğinin(müzekkerinin) bulunuyor olmasıdır. Daha doğrusu kelimelerin erkekler ve dişiler için farklı şekillerde söyleniyor olmasıdır. İkinci bir sebep de, Arapçada çoğul şahısların, iki kişi ve ikiden fazla kişi olarak iki gruba ayrılmış olmalarıdır.
23- Türkiye Diyanet Vakfı’nın meâlinde görülen bu tür farklılıklar, hiç şüphesiz başka meâller için, örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayını olan meâl için de geçerlidir. Söz konusu karşılaştırmalar, adı geçen kurumların resmi internet sitelerinde bulunan Kur’an-ı Kerim meâlleri üzerinde yapılmıştır. Ancak söz konusu farklılıklar, en azından yukarıdaki ayetler için DİB Yayını olan Kur’ân-ı Kerim Meâli’nin 2002 yılında yapılan 3. Baskısı ile Muhammed Esed’in İşaret Yayınları arasında çıkan Kur’an Mesajı isimli meâlinin 2002 yılında yapılan 5. Baskısı için de pek ala geçerlidir. Keza Türkiye Diyanet Vakfı’nca muhtelif tarihlerde (örneğin 1993 yılında) baskısı yapılan Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli için de…
24- Türkçemizde “daraba” şeklinde bir söz daha vardır ki; bu söz yöreden yöreye anlam değiştirmekle birlikte daha çok “çit”, “kepenk”, “tahta perde” veya “sundurma” anlamlarında kullanılmaktadır. Bazı yörelerde ve daha çok toprak damlı evlerde olmak üzere; daraba veya sundurma yerine “hayat” kelimesi de kullanılmaktadır. Ancak biz, anlamı oldukça farklı olan bu kelimenin Arapça “darabe” veya “daraba” fiilinden gelmediği kanaatini taşıyoruz. Çünkü bu kelime, Türkçemizde fiil değil, isim olarak kullanılmaktadır.
25- Bu tür çalışmalarımız sebebiyle özellikle yobaz ve softa kesimlerden şahsımıza yönelik olarak bir takım yakışıksız saldırılarda bulunulacağını ve bizi had bilmezlikle suçlayanların olacağını elbette tahmin ediyoruz. Ancak onlara peşin peşin şunu demeliyim ki; niyetimiz gayet halistir. Bizim gibi adamlar, Müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarma peşinde koşacak tıynette adamlar değildir. Bu kişilere şunu da hatırlatmak isteriz ki; Allah Kur’an’ı Kerim’inde şöyle buyuruyor: “De ki: ‘Ben size, -Allah’ın hazineleri benim yanımdadır- demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size -Ben bir meleğim- de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum’. De ki: ‘Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”(En’âm 6/50). “Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?”(Hûd 11/24) “Şu halde yaratan, yaratamayan gibi olur mu? Artık siz düşünmez misiniz?”(Nahl 16/17).
Dolayısıyla; bizim de yaptığımız tamamen Kur’an’da geçen bu üç ayetin hükmüne uygun davranmaktan ve bu ayetlerin içerdiği emri, karınca kararınca yerine getirmeye çalışmaktan ibarettir. Yani “düşünmek ve akıl yürütmek” demek istiyorum. Daha doğru bir deyimle, bu konularda düşünmesi gerekip de düşünmeyenleri, belki de muhtelif sebeplerle düşünmek istemeyenleri düşünmeye sevk etmek, onları gerçekleri açıklamaya zorlamaktır. Bunda isabet kaydettirirsek ne âlâ, kaydettiremezsek zaten bütün vebali bizedir. Bu konuda tek güvencemiz ise Hz. Peygamber’in, “Hâkim hükmederken içtihat eder ve sonra (hakkı) isabet ettirirse onun için iki ecir vardır. Eğer hüküm verirken içtihat eder, sonra hata ederse onun için tek bir ecir vardır”(bkz. Buhârî, İ’tisâm: 21, Müslim, Akdiye: 15, Tirmizî, Ahkâm: 2) şeklindeki hadisidir...
************o0o****************
Kadına Dayak Allah’ın Emri midir?(3) Ömer SAĞLAM Râğıp El İsfahani, Kur’ân Kavramları Sözlüğü olarak hazırlamış olduğu “Müfredât” isimli eserinde “DARABE” kök fiilinden türetilmiş bazı kelimelerin şu anlamlara geldiğini söylemektedir: (Bir nesneyi başka bir nesnenin üzerine)düşürmek, (elle, sopayla veya kılıçla)vurmak, (bulut için söylenirse yeri yağmurla) vurmak, (para) basmak, tabiat-seciye-mizaç-karakter, (yere ayaklarla vurulmasından dolayı)yolculuk etmek-gitmek, (çekiçle) vurmak, (develer için) çiftleşmek, (çadır) kurmak, (kulaklarının üzerine) yatırmak, (Ut, ney ve boru) çalmak, (sütü birbirine) vurmak(buradaki ‘vurma işi’ karıştırma şeklinde olur)(26), mesel yapmak, ortaklık kurmak(mudâraba), dikilirken kendisine çokça vurulan şey (yorgan vb. bir şey), kışkırtmak-tahrik ve teşvik etmek, (farklı farklı)yönlerde çok gitmek (uzaklaşmak), (dişi deve için) kızışmak(27).
Mevlüt Sarı tarafından hazırlanan “El-Mevârid” isimli Arapça-Türkçe Lügat’ta da “Darabe” kelimesi “Vurmak” şeklinde anlamlandırıldıktan sonra, önüne veya sonuna olmak üzere yanına getirilen muhtelif kelimelerle birlikte belli başlı şu anlamlara geldiği belirtilmiştir:
Bir şeyi diğer şeye vurmak, kuş kısmı yabana yem aramaya gitmek, bir kimseyi salıvermeyerek elinden tutmak, gaza, ticaret vs. amaçla sefere çıkmak, seferden vazgeçip mukim olmak, (dişi)deve kuyruğunu kaldırıp fercine vura vura gitmek, bir şeyi diğer şeye katmak, suda yüzmek, akrep sokmak, bir şey kımıldayıp oynamak, gece uzamak, bir şeyden yüz çevirmek, eliyle işaret etmek, uzak etmek, tayin ve tahdit etmek, darbı mesel söylemek, vergi koymak, çadır dikmek, kazık çakmak, para dökmek-kalıplamak (baskı için), mühürlemek, üflemek-çalmak, tasarruftan men etmek, soğuk veya sıcak vurmak-dokunmak, nabız atmak, geçip gitmek, ifsat etmek(aralarını bozmak), renge çalmak, rekor kırmak, misal göstermek, kırağı-çiğ düşmek, bir yerde ikamet edip ayrılmamak, grev yapmak, ekmek pişmek, vuruşmak-dövüşmek, çalkanmak, kazanç yoluna girişmek, bozulmak, deniz dalgalanmak, bal pek beyaz ve kıvamlı olmak, misil-şekil, çarpmak (matematikte), çarpma, vurma(28).
Bu iki eserde “Darabe” fiili hakkında verilen anlamlar içinde bizim dikkatimizi çeken ve Nisâ Sûresi’nin 34. Ayetinde geçen “Vedribûhünne” tavsiyesinin anlamı konusunda “dövmek” dışında bizlere yol gösterici ve kullanıldığı yere göre (kendisinden önceki) diğer iki tavsiye ile anlam bütünlüğü sağlayacak mahiyette olanları şunlardır: Yolculuk etmek, sefere çıkmak, misal vermek, bir şeyden yüz çevirmek, uzak etmek, tayin ve tahdit etmek, tasarruftan men etmek, grev yapmak. Açık söylemek gerekirse; serkeşliklerinden endişe edilen kadınları evlilik hukukuna uygun davranışlara sevk etmek bakımından, “öğüt verme” ve “yatakları ayırma” tedbirlerinden sonra, “vedribûhünne” tavsiyesinin kapsamına girdiği anlaşılan bu tedbirlerden hangisi uygulanırsa uygulansın en az bahse konu kadınları “dövmek” kadar, belki de ondan çok daha etkili sonuçlar doğuracaktır. Burada üçüncü tedbirin, onları belli bir süre kendinizden ayrı tutun, kendinizden uzaklaştırın, belli bir süre ile onlardan yüz çevirin, onlara yüz vermeyin, belli bir süre sefere çıkarın (eşinizin, dostunuzun veya akrabalarınızın yanına) gönderin, misaller vererek, yani evliliğin bitmesinin kötü sonuçlarını anlatarak ikna etmeye çalışın, bazı şeylerden mahrum edin, kısıtlamalar getirin vs. şeklinde anlaşılması gerektiği ortadadır(29).
Bunlara ilave olarak, yukarıda da bazı örneklerini verdiğimiz üzere; “darabe” fiili ve bu fiilden türetilmiş bazı kelimeler, Kur’an’da birbirinden çok farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bu örnekleri tekrar hatırlamak gerekirse;
Bakara 2/60, 73, A’raf 7/160, Şuarâ 26/63: (Bir cismi başka bir cisme)Vurmak.
Bakara 2/273: (Kazanç için yeryüzünde)Dolaşmak.
Bakara 2/61, Âl-i İmrân 20/112: Damga Vurmak.
Âl-i İmrân 3/156, Nisâ 4/101, Tâhâ 20/77: Sefere çıkmak.
Nûr 24/31: (Başlarını) Örtmek.
Enfâl 9/12: (Boyun ve parmak)Vurmak,
Muhammed 47/4: (Boyun) Vurmak.
Sâffât 37/93: (Elle)Vurmak.
Enfâl 8/50, Muhammed 47/27: (Yüzlerine ve sırtlarına öldürmek maksadıyla) Vurmak.
Kehf 18/11: (Kulakları üzerine) Vurmak (uykuya yatırmak veya uykuya daldırmak).
Hadîd 57/13: (Arasına sur)Çekmek.
İbrahim 14/24, 45, Nahl 16/75, 76, 112, Kehf 18/32, 45, Rûm 30/28 ve 58, Zuhruf 43/57, Yâsin 36/13, 78, Kehf 18/45: Misal Vermek.
Zuhruf 43/58: (Tartışmak için)Söylemek.
Zuhruf 43/5:Vazgeçmek.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün Nisâ Sûresi’nin 34. Ayetinde geçen “Vedribûhünne” tavsiyesini “…Nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin…”(30) şeklinde yorumlaması da söz konusu kelimenin bu anlamlarına dayandırılmış olmalıdır. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, söz konusu ayetin anlamını bu şekilde vermekle kalmamış, bunu kendi özel hayatına da uygulamış bir ilahiyatçıdır. Zira Yaşar Nuri Öztürk, araları bozulan ve kendisiyle geçimsizlik yaşadığını belirttiği eşi Canan Öztürk’ü, direk boşamak yerine, altı ay süreyle evden uzaklaştırmakla cezalandırmayı tercih etmiştir. İşin ilginç olan tarafı, Yaşar Nuri Öztürk, bunu bizzat kendisi değil, Türkiye’de ilk defa olmak üzere pozitif hukuk, yani mahkeme kanalıyla yapmıştır. Konuya ilişkin haberde “Prof. Öztürk, eşinin kendisini tehdit ettiği iddiasıyla aile mahkemesine başvurdu. Mahkeme Canan Öztürk’ün 6 ay evden uzaklaştırılmasına karar verdi...” denildikten sonra şu bilgilere yer veriliyordu:
“Sabah Gazetesi’nin haberine göre; Halkın Yükselişi Partisi (HYP) Genel Başkanı Prof. Yaşar Nuri Öztürk, eşi Canan Öztürk’ün tehdit, şantaj ve şiddetine maruz kaldığını, can güvenliğinden endişe ettiğini belirterek evden uzaklaştırılması talebiyle aile mahkemesine başvurdu. Mahkeme, Öztürk’ün 6 ay evden uzaklaştırılmasına karar verdi. Canan Öztürk bir süre önce eşi HYP Genel Başkanı ve İlahiyat Profesörü Yaşar Nuri Öztürk’ü eski danışmanı Şahane Sultan Müftüoğlu ile birlikte uygunsuz vaziyette yakaladığını, Yaşar Nuri Öztürk ise eşinin kendisini küçük düşürmek ve siyasi rakiplerine malzeme vermek amacıyla iftira attığını iddia etmişti. Olayın kamuoyuna yansıması üzerine Öztürk, Beykoz Aile Mahkemesi’ne başvurarak, eşi Canan Öztürk’ün kendisini tehdit ettiğini, şiddetine maruz kaldığını belirterek, evden uzaklaştırılmasını istedi. Eşi ile aralarında parasal sorunlar bulunduğunu vurgulayan Prof. Öztürk, avukatı aracılığı ile verdiği dilekçesinde, bu sorunlar nedeniyle de basında çıkan haberlerle zarara uğradığını savundu.
Öztürk dilekçesinde, eşinin ziyarete gelen çocuklarını dahi evden kovmaya kalktığını belirterek, şahsi eşyalarına zarar vermesinin önlenmesine, müşterek oturdukları konuttan uzaklaştırılmasına ve işyerine de yaklaştırılmamasına karar verilmesini talep etti. Öztürk’ün dilekçesini inceleyen Beykoz Aile Mahkemesi hâkimi, Canan Öztürk’ün ‘aynı çatı altında yaşamakta olan davacıya karşı şiddet ya da korkuya yönelik davranışlarda bulunmamasına, davalının birlikte ikamet ettikleri konuttan uzaklaştırılması ve konuta yaklaşmamasına, davalının, Yaşar Nuri Öztürk’ü iletişim vasıtalarıyla rahatsız etmemesi, eşyalarına zarar vermemesi, varsa silah ve benzeri araçlarını zabıtaya teslim etmesine, bu tedbirlerin 6 ay süreyle geçerli olmasına’ karar verdi.”(31). Görüldüğü gibi, söz konusu mahkeme kararında, kadının evden uzaklaştırılmasının yanı sıra, bazı haklarını kullanmaktan men edilmesine, tayin ve tahdide (sınırlandırmaya) varıncaya kadar birçok tedbir bir arada bulunmaktadır. Canan Öztürk hakkında uygulanan bu tedbir, sanıyorum Nisâ Sûresi’nin 34. Ayetinde önerilen tavsiyeye de uygun bir tedbir olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada dikkatimizi çeken, Yaşar Nuri Öztürk’ün, evli bir erkek olarak eşi Canan Öztürk’ün tehdidi altında olduğunu iddia etmesi, can ve mal güvenliğinin tehlikede bulunduğunu söylemesidir. Bu durumda Yaşar Nuri Öztürk’e ve onun durumundaki kocalara, “eşlerinizi dövün” denilebilir mi? Bu durumda, bu tür kocalar, eşleri olan kadınlar karşısında büsbütün tehlikenin kucağına atılmış olmaz mı? Doğrusunu söylemek gerekirse; Nisâ Sûresi’nin 34. Ayetine vermiş olduğu anlamı, mahkeme kanalıyla da tescil ettiren Yaşar Nuri Öztürk’ü tebrik etmek istiyoruz. Çünkü onun yapmış olduğu yorum, pozitif hukuk tarafından da benimsenmiş olacak ki; Beykoz Aile Mahkemesi böyle bir karar vermiş bulunmaktadır. “Darabe” fiilinin anlamları konusunda yukarıda verilen bilgiler arasında dikkatimizi çeken, bize oldukça ilginç gelen ve Nisâ Sûresi’nde kullanıldığı ayetteki(4/34) diğer tavsiyelerle direk olmasa bile, dolaylı olarak konu bütünlüğü sağlayan diğer anlamlar ise “Develerin kızışması, develerin çiftleşmesi, dişi devenin kuyruğunu kaldırıp fercine vura vura yürümesi” şeklinde verilen anlamlardır. Bu konuyu, R.1304 (M.1888) yılında İstanbul’da baskısı yapılan ve Mütercim Âsım Efendi tarafından tercüme edilerek dilimize kazandırılan Muhammed Fîrûzâbâdi’nin “Kâmûs’ul Muhît” isimli “Kamus”unda(32) verilen bilgilerden hareketle aydınlatmaya çalışalım;
Arapça-Türkçe(Osmanlıca) olarak hazırlanan söz konusu Kamus’ta “Darabe” fiilinin ne anlama geldiği hakkında dolu dolu tam dört sayfa bilgi verilmiştir. Ragıb el-İsfahâni’nin “Müfredat” isimli eserine de atıfta bulunulup alıntılar yapılan Kamus(sözlük)da, “Darabe” fiilili hakkında “Dâd’ın fetha ve Râ’nın sükûnu ile ‘vurmak’ manasınadır” denildikten sonra, “...Ragıb’ın, Müfredat’da beyanına göre Darabe’nin aslı, bir nesneyi diğer bir nesneye îka’ eylemek, yani vurmak manasınadır”(33) denilmektedir. Demek oluyor ki; Ragıb el-İsfani’ye göre de “Darabe” fiilinin birincil anlamı “vurmak” tır. Ancak buradaki “vurmak” kelimesi, Türkçemizdeki “sopa atmak”, “dövmek” veya “acı verecek biçimde muhatabının vücuduna baskı uygulamak” anlamında değil de, sanki “değdirmek”, “dokundurmak”, “hafifçe çarpıştırmak” veya “sürtmek” gibi bir anlam taşımaktadır. Bizi bu türlü düşünmeye iten ise Arapça “îkâ’” kelimesinden hareketle “îkâ’ eylemek” fiilidir.
Sözlük ve ansiklopedilerin; yapma, yaptırma(34), yapma, etme, ika etmek: yapmak, işlemek(35), yapma, etme, meydana getirme, düşürme(36) yapma, yaptırma, meydana getirme, oluşturma(37) şeklinde Türkçe karşılıklar verdikleri “îkâ’” kelimesi, “îkâ’ eylemek” şeklinde kullanıldığında “yapma eylemek” veya “etme eylemek” gibi iki fiilin yan yana geldiği bir kullanım şekline bürünür ki; bu kullanım şeklinin Türkçe yazım kurallarına aykırı olduğu ve son derece anlamsız bir şekil aldığı ortadadır. Şu halde “eylemek” ya da “etmek” fiilleriyle birlikte kullanılan bu “îkâ’” kelimesinin başka anlamları da olmalıdır.
Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Necati Aksanyar, Mustafa Kâmil isimli bir Arap Müellifinin H.1316 yılında Mısır’da basılmış “Mesele-i Şarkiyye” isimli eseri konusunda yapmış olduğu bir Transkripsiyon çalışmasında, söz konusu eserde geçen “Nemse Devleti; Devlet-i aliyye ile ettiği muhârebelerin, nefsine pek büyük zararlar îkâ eylediğini ve neticelerinin kendi üzerine gayet meş’ûm geldiğini bilmiştir” cümlesindeki “îkâ’ eylemek” tabirinin, “yapma, yaptırma, oldurma” anlamlarına geldiğini belirtmektedir(38). Cümlede geçen “meş’ûm” kelimesinin de “uğursuz” anlamına geldiğini biz eklemiş olalım. Bu durumda söz konusu cümleyi, günümüz Türkçesiyle yeniden yazacak olursak galiba şu şekilde yazmamız icap edecektir: “Avusturya Devleti, Osmanlı Devleti ile yaptığı savaşların, kendi ekonomisini büyük zararlara soktuğunu ve sonuçlarının kendisi açısından son derece uğursuz olduğu kanaatine varmıştır”.
Görüldüğü gibi bahsi geçen Kamus’ta ünlü dil bilimci Ragıb el-İsfahânî’ye atfen söylenen ve “Darabe” kelimesinin “îkâ’ eylemek” anlamına geldiği belirtilen bilgiden hareketle, Arap Müellifi Mustafa Kâmil’in eserinde bu tabirin, dışarıdan gelen bir etki ile “içine sokmak”, “içine itmek”, “içine girdirmek”, “içine düşürmek”, “dâhil etmek”, “dûçar bırakmak” veya “maruz bırakmak” gibi anlamlarda kullanıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Müellif eğer “îkâ’ eylemek” yerine, aynı anlama geldiği söylenen “Darabe” fiilini kullanmış olsaydı herhalde “Nemse Devleti; Devlet-i aliyye ile ettiği muhârebelerin, nefsine pek büyük zararlar darbelediğini (veya darp ettiğini)... bilmiştir” derdi ki; o zaman da biz bu cümleyi herhalde yine “Avusturya Devleti, Osmanlı Devleti ile yaptığı savaşların ekonomisini zarara soktuğunu (veya zarara uğrattığını)...anlamıştır” şeklinde günümüz Türkçesine çevirirdik. (SÜRECEK)
Dipnotlar: 26-Türkçemizde yoğurt yapmak maksadıyla sütü mayalama işine “süt çalmak” veya “yoğurt çalmak” adı verilmektedir. 27- Ragıp El İsfahani, Müfredât-Kur’ân Kavramları Sözlüğü, s. 896-898, 1.Baskı, Çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007. Ragıp El İsfahânî’nin, hayatı, yetişmesi, sahip olduğu ilmi nereden aldığı ve kimlere hocalık yaptığı hakkında elimizde yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ölüm tarihi konusunda da birbirinden farklı tarihler verilmektedir. Vefat tarihini H. 452, 500 ve 503 olarak veren kaynaklar bulunmaktadır(bkz. dr. Muhammed b. Abdurrahman el-Humeyyis, “er-Râgıb el-İsfahânî’nin el-Müfredât’ındaki Bazı Te’villere Eleştirel Bir Yaklaşım” başlıklı makalesi, Çev. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Cumhuriyet Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: VII / 1, s.399-416, Haziran-2003-SİVAS). Ölüm tarihleri doğru kabul edilecek olursa, en iyimser tahminle adı geçenin, ömrünün çoğunu H. 5. yüzyılda yaşadığı söylenebilir. Yani M. 11. yüzyıl ile 12. yüzyılın başları. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin’in tercümesini yaptığı bilimsel makalede El-İsfahânî’nin ismi konusunda; “Onun adı, el-Hüseyin b. Muhammed b. el-Mufaddal Ebü’l Kâsım el-İsfahâni veya el- Esbehâni olup, er-Râgıb olarak tanınmıştır” denilmektedir. Bu künyeden hareketle, adı geçenin İran’da İsfahan şehri civarında doğmuş Fars asıllı bir bilgin olduğunu söylemek herhalde akla yatkın bir yaklaşım olsa gerekir. Ragıb’tan yaklaşık 200 sene sonra dünyaya gelmiş bir başka dil bilgini Fîrûzâbâdî’nin de İran asıllı oluşu, bizi bu konuda bir hayli cesaretlendirmektedir. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de zaten Ragıb’tan bahsederken “İsfahanlı Ragıb” tabirini kullanmaktadır(bkz. “Kur’an’ın gösterdiği 5 temel adres (1)” başlıklı makalesi, Hürriyet, 21.08.2008). 28- Mevlüt Sarı, El-Mevârid, Arapça-Türkçe Lûgat, s, 895-896, Bahar Yayınları, İstanbul, 1980. 29- bkz. 2. Bölüm, 25 nolu dipnot. 30- Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, s.98, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 1999. 31- bkz. Milliyet Gazetesi’nin internet sayfasında bulunan 44.44.2009 tarihli ve “Yaşar Hoca’nın eşine 6 ay evden uzaklaşma cezası” başlıklı haber (http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1079275). 32- Muhammed Fîrûzâbâdî, M. 1329-1415 yılları arasında yaşamış ünlü bir İslam Bilgini’dir. İran’da Şîrâz Şehri yakınlarındaki Fîrûzâbâd’ın Kâzerûn kasabasında doğduğu için daha çok Fîrûzâbâdî olarak meşhur olmuştur. Asıl adı Muhammed bin Yâkûb’tur. Soyunun Hz. Ebu Bekir’e dayandığı söylenmektedir. İslami ilimlerin pek çok dalında eserler vermekle birlikte bunların içinde “Kâmûs-ül-Muhît vel-Kâbûs-ul-Vesît” ismiyle hazırlamış olduğu Arapça lügat kitabı pek meşhur olmuştur. Bu eser, Mütercim Âsım Efendi tarafından “El-Okyanûs el-Basît fî Tercümetil-Kâmûs el-Muhît” ismiyle dilimize kazandırılmıştır. Eserin bizim istifade ettiğimiz Arapça-Türkçe(Osmanlıca) nüshasının üzerinde “İşbu Kamus Tercümesi, Hakkaklarda Yirmibir Numaralı Dükkân’da Kitapçı Rizeli Hasan Hilmi Efendi Marifetiyle Tab’ Olundu-1304” kaydı bulunmaktadır. 33- Age, s. 348. Mütercim Âsım Efendi’nin, Fîrûzâbâdî’nin “Kâmûs’ül Muhît” isimli eserini tercüme ederken Râgıp El- İsfahânî’nin “Müfredât” isimli kamusundan da istifade ettiği anlaşılmaktadır. 34- D.Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s, 456, Birlik Yayınları, Ankara, 1981. 35- Türkçe Sözlük, c.1, s, 1056, 9, Baskı, TDK. Yayınları, Ankara,1998. 36- Büyük Larousse, c, 11, s, 5595, Milliyet Yayınları, İstanbul. 37- İslam Ansiklopedisi, c, 22, s, 13, TDV. Yayınları, İstanbul, 2000. 38- http://sbe.dpu.edu.tr/13/255-275.pdf
*****9ı9**********
Kadına Dayak Allah’ın Emri midir?(4)
Kitapçı Rizeli Hasan Hilmi Efendi tarafından baskısı yapılan Kamus Tercümesi’nde “Darabe” kelimesinin, “bir şeye el ile vurmak”, “kılıç ile vurmak”, “asa ile vurmak” gibi anlamlarının yanı sıra, “kuşların yem aramak için araziye gitmesi”, “bir insanın kendini arza vurması(ayaklarını yeryüzüne vurarak gitmesi)”, “bir kimsenin elini salıvermeyerek tutmak”, “ticaret, fetih, cenk ve gaza için kendi yurdundan çıkıp seyri sefer eylemek”, “bir nesneyi başka bir şeye katmak”, “bir şeyi başka bir şeye katarak karıştırmak”, “suda yüzmek”, “gitmek”, “akrep sokmak”, “devinip canlanıp uyanmak, harekete geçmek”, “uzaklaştırmak”, “bir nesneden yüz döndürmek”,“gecenin uzaması”, “vuruşmak”, “soğuk vurmak” gibi anlamlar da verilmiştir(39).
Aynı eserde “Darabe” fiilinin anlamları hakkında verilen bilgilerden “Dişi devenin kuyruğunu yukarı kaldırıp fercine (dişilik organına) vurarak yürüyüp gitmesi” üzerinde durularak şöyle denilmektedir: “Bu hareketiyle dişi deve erkeğiyle birleşmek isteğini ortaya koymuş olur”(40).
Böylece, aynı zamanda Kur’an kavramları konusunda da uzman olan ünlü dil bilimci Ragıp El İsfahâni ve ardılı Muhammed Fîrûzâbâdi’den öğreniyoruz ki; “Darabe” fiili, diğer birçok anlamlarının yanı sıra develer için “çiftleşmek”, dişi deve için “kızışmak-erkeğiyle çiftleşme isteğinde bulunmak” ve yine dişi deve için cinsel yönden erkeğine karşı dâvetkâr bir şekilde “kuyruğunu kaldırıp cinsel organına vura vura yürümek” anlamlarına da gelmektedir. Buradan hareketle denilebilir ki; “Darabe” fiili aynı zamanda “cinsel ilişkiye girmek” anlamına da gelmektedir. Türk argosunda “vurmak”, “basmak” ve “dalmak” gibi kelimelerin, zaman zaman kadınlarla cinsel ilişkiye girmek anlamında da kullanıldığı hatırdan çıkarılmamalıdır.
Şimdi akıllara şöyle bir soru gelebilir; “Develer için kullanılan bir kavram, acaba insanlar için de kullanılabilir mi?”. Daha doğrusu “Hayvanlar arasındaki ilişkileri anlatmak için kullanılan bir tabir insanlar arasındaki ilişkileri anlatmak için de kullanılabilir mi?” Arapçada kullanılabiliyor mu bilmiyoruz. Ancak Türkçede kullanılabildiğine göre herhalde Arapçada da kullanılıyordur diye düşünüyoruz. Örneğin Türkçede köpekler misal verilerek yaygın biçimde kullanılan “Dişi kuyruk sallamazsa erkek dolanmaz” şeklindeki atasözünün, daha çok erkekleri baştan çıkarmaya çalışan kadınlar olmak üzere genelde insanlar için kullanıldığını pek âlâ biliyoruz. Bunun yanında daha çok cinsel isteği tavan yapmış hayvanlar için kullanılan “azmak” ve “kızmak” kavramları ile bu kavramlardan türetilmiş diğer birçok kavramın insanlar için de rahatlıkla kullanıldığı biliniyor. Hatta Türkçemizde özellikle ileri yaşlarda cinsel güç denemelerine kalkışan erkekler için “Azgın teke sendromuna yakalanmış!” tabiri kullanılmaktadır. “Kırkından sonra azanı teneşir paklar” şeklindeki atasözü de yine bu erkekler için söylenmektedir.
Esasen Türk kültürü gibi, genç erkeklerin “koçum”, “tosunum” ve “aslanım” diye, genç kızların da “ceylanım”, “ahu gözlüm”, “kanaryam”, “güzel kuşum”, “kekliğim” ve “kuzum” diye sevildiği bir kültürde, hayvanlar arasında çeşitli boyutlarda oluşan ilişkileri, bu arada cinsel ilişkileri anlatmak için kullanılan kavramların, insanlar arasındaki ilişkileri anlatmak için de kullanılmaması herhalde düşünülemez. Şahsen benim, kır hayatını yaşamış ve çoban kültürünü yakından görmüş bir insan olarak, erkek düşkünü kadınları anlatmak için, cinsel yönden kızışmış ineklerden hareketle “boğasak”, aynı durumdaki keçilerden hareketle “tekesek”, koyunlardan hareketle “koçsak”, köpeklerden hareketle“kızan(sak)” dendiğini duymuşluğum vardır. Hatta bu tür kadınları tanımlamak için erkeğiyle çiftleşme isteğinde olan tek tırnaklı hayvanlar için kullanılan “dalap(sak)” kavramı da kullanılmaktadır.
Ayrıca daha çok hayvanlar arasındaki cinsel ilişkiyi anlatmak için kullanılan “çiftleşmek” tabirinin, günümüzde yazı dilinde ve bilimsel literatürde olmak üzere insanlar için kullanıldığı da vakidir. Hatta bu tabir, genelde evli çiftler arasındaki cinsel birlikteliği, yani ahlaken ve kanunen meşru sayılan cinsel ilişkileri anlatmak için kullanılmaktadır. Gayri meşru yoldan kurulan cinsel ilişkiler ise genelde “fuhuş” kavramı etrafında açıklanmaya çalışılmaktadır. “Çift” kelimesi de zaten ahlaken ve kanunen meşru sayılan cinsel ilişki kurma imkânı bulunan ve aralarında evlilik ilişkisi olan kadın ve erkeği anlatmak için kullanılmaktadır. Oysa “çiftleşme” ve “çiftleşme mevsimi” denilince akıllara ilk olarak insanlar değil, hayvanlar gelmektedir.
Türk kültüründe bu durum geçerli iken, çölde deveden başka canlı görmeyen Bedevî’nin, develer arasındaki ilişkileri, insanlar arasındaki ilişkilere tahvil etmemesi, ya da insanlar arasındaki ilişkileri develer arasındaki ilişkilerden hareketle anlatmaya çalışmaması herhalde mümkün değildir. Bu bakımdan biz, Arap’ın develer için “çiftleşme” ve “kızışma” anlamlarında da kullandığı “Darabe” fiilini, kadınlar için de rahatlıkla kullanabildiğini sanıyoruz. Hele de bu Arap’ın, 1400 sene öncesinde çölde yaşayan bir Bedevi olduğunu düşünürsek! Öte yandan bazı kavramların, üzerinden zaman geçtikçe tamamen anlam kaymasına uğradığı biliniyor. Belki de Nisâ Sûresi’nin 34. ayetinin nâzil olduğu sırada “Darabe” kelimesi, aynı zamanda kadınla erkeğin meşru yoldan kurdukları “cinsel ilişki”, yani “çiftleşme” anlamına da geliyordu ve zamanla (bedevîlikten çıkıp medenî hayata geçişle birlikte) bu ilişkiyi anlatmak için “Darabe” yerine başka kavramlar kullanılmaya başlandı.
Bugün Anadolu kırsalında bile “cinsel ilişki” ve “çiftleşmek” yerine başka başka kavramlar kullanıldığı bilinmektedir ki; yazı dilinde ve şehirli ağzında genelde argo olarak nitelenen bu kavramlar, ilk telaffuz edilmeye başlandıklarında ve uzunca bir süre herhalde “argo” ve “ayıp” olarak nitelendirilmiyorlardı. Öte yandan bugün Anadolu kırsalında muhtemelen “seks” kelimesinin cinsel ilişki anlamına geldiğini bilmeyen milyonlarca insan yaşamaktadır. Netice olarak bu örneklerden de hareketle diyebiliriz ki; bazı kavramlar hayvanlar arasındaki ilişkilere özgü olmakla birlikte zaman zaman benzetme yoluyla insanlar için de rahatlıkla kullanılabilmektedir. Kanaatimizce bu durum, bütün kültürler için, bu arada Arap kültürü için de geçerli olan bir durumdur(41).
Ragıb el-İsfahâni’ye göre Arapça “Darabe” fiilinin birincil anlamı “vurmak” olduğuna göre “vurmak” kelimesinin Türkçemizde hangi anlamlara geldiğini bilmemizde galiba fayda var. Aksi takdirde bu kelimeyi sadece birincil anlamıyla ele alır, kendimizi onunla sınırlandırırsak, buradan hareketle Nisâ Sûresi’nin 34. âyetindeki kullanılışını da yine sadece dövmek olarak tercüme edersek, Müslüman kadınları, kocaları tarafından dövülmekten hiçbir zaman kurtulamayacaklardır. Bilebildiğim ve elime geçen sözlüklerden de (42) istifade ederek derleyebildiğim kadarıyla “vurmak” fiili Türkçemizde belli başlı şu anlamlarda kullanılmaktadır:
Elle veya ele alınmış bir nesne ile başka bir nesneye dokunmak (Adam masaya yumruğunu vurdu. Öğretmen elindeki sopayla masaya vurdu), dövmek(Babası çocuğa bir tokat vurdu), avlamak(Avcı günde en az iki keklik vuruyor), ateşli silahla yaralamak veya öldürmek(Adam kanlısını vurmuş), ses çıkarmak-ses vermek-çalmak (Davulcu şevkle tokmağı davula vurdu), argoda içki içmek (Adam dün akşam şişenin dibine vurdu), isabet ettirmek(Hedefi on ikiden vurdu), isabet etmek(Hayatında ilk defa piyango vurdu), batırmak-kakmak-saplamak(Hemşire çocuğun koluna iğne vurdu. Hiç acımadan adamın sırtına bıçağı vurdu), basmak-uygulamak-koymak(Veteriner aşı yaptığı ineklerin kulağına damga vurdu. Poliste kadının koluna mühür vurdular), yansımak-aksetmek(Ayın şavkı yüzüne vurmuştu. İçinin güzelliği dışına vurmuş), yankı yapmak(Adamın sesi bütün vadi boyunca yamaçtan yamaca vurarak yayıldı), sürmek(Usta duvara harika bir boya vurdu), yapıştırmak (Ağrıyan yerine yakı vurdu), takmak-koymak(Ellerine kelepçe, ayaklarına zincir vurdular), yormak-saymak-bağlantı kurmak, olduğundan başka şekilde görmek(Adamın saflığına vurarak konuştuklarını dikkate almadı), bulunduğu noktadan uzaklaşmak-gitmek (Kendini yollara vurdu, yola revan oldu), toplumdan uzaklaşmak (Adam kendini dağlara vurdu. Mecnun Leyla’nın aşkı ile kendini çöllere vurdu), çarpmak(Freni patlayan kamyon önündeki otomobile hızla vurdu), üzerine düşmek (Ağacın gölgesi suya vurdu), dayamak-desteklemek(Çiftçi, ağaçların dalları kırılmasın diye onlara destek vurdu), kalp atışı-kalp çarpıntısı (Kalbi göğsünü yırtarcasına küt küt vuruyordu), ortaya çıkmak-dışarı sızmak-görünmek(Adamın yaralı olduğu, gömleğinden dışarı vuran kandan belliydi), denizden karaya çıkmak(Balıklar karaya vurdu), bir tür rol yapmak (İşi deliliğe vurdu), baskın yapmak-saldırıda bulunmak (Uçaklarımız teröristleri inlerinde vurdu), ayakla tepmek (Olanca gücüyle topa vurdu), bir tarafa doğru yönelip hareket etmek (Heybe Sultan Dağı’na doğru vurmuştuk kendimizi. H.Cemal), yüklemek-yüklenmek(Köyde geçim zordu. O da yorganını sırtına vurduğu gibi şehrin yolunu tuttu), üzerine koymak(Nasrettin Hoca eşeğe semerini vurdu), dokunmak-hasta etmek-sersemletmek(Alkol fena vurdu. Açlık başına vurdu), zarara uğratmak(Soğuk meyveleri vurdu. Ekinleri dolu vurdu. Kriz ekonomiyi vurdu), yüzüne söylemek(Ayıbını yüzüne vurdu), kendisine âşık etmek(Delikanlı kızı görür görmez vuruldu), dokunaklı konuşarak karşısındakini üzüp yaralamak(Bu sözleri, zaten yaslı kadını büsbütün can evinden vurmuştu), tartışmada muhatabını zayıf yanından yakalayıp alt etmek (Adamı hiç beklemediği yerden vurdu), tartışmada kural dışına çıkmak (Muhatabının sözlerini çürütmek yerine sürekli bel altına vurdu), üzerinden atmak-yere düşürmek(At huysuzlandı ve şaha kalkarak başbakanı yere vurdu), güreşte oyun yapmak(Kazıkçı Karabekir rakibine öyle bir kazık vurdu ki; adamın feleği şaştı), rakibini veya düşmanını yanıltarak alt etmek(Türk güçleri, tabiri caizse sağ gösterip sol vurdu), çarpma işlemi yapmak(Üçü üçe vurursak dokuz eder), kısa zamanda aşırı kazanç elde etmek(Voliyi vurmak), hayvan tepmek (Bu at huysuzdur, sık sık çifte vurur), bahsetmek (Dem vurmak), argoda cinsel ilişkide bulunmak(mala vurmak). Anadolu’nun birçok yerinde sürüyü yağıştan veya sıcaktan korumak maksadıyla korunaklı veya sulak bir arazide belli bir müddet bekletilmesine de “vurmak” denilir(43).
Bunca bilgiden sonra karşımıza, İslam âlimlerinin çözmeleri ve açık yüreklilikle cevap bulmaları gereken şöyle bir sorun çıkmaktadır: Nisâ Sûresi’nin 34. âyetinde geçen ve serkeşliklerinden endişe edilen kadınları terbiye etme konusunda ve “vedribûhünne” şeklinde önerilen üçüncü tedbir, acaba “onları dövün” değil de “onları cinsel yönden tatmin edin” (zekerlerinizle ferçlerine vurun) anlamında olabilir mi? Şahsen biz, din alimlerinin kapalı kapılar arkasında ve kendi aralarında tartıştıklarına, ancak bunu bir türlü açıklamaya cesaret edemediklerine inandığımız bu cevabın olabilir olduğuna inanıyoruz(44). Bu konuda bize ışık tutan şey, bugün evli eşler arasındaki geçimsizliklerin bir sebebinin de cinsel uyumsuzluk, cinsel tatminsizlik ve cinsel doyumsuzluk şeklinde ifade edilen cinsel sorunlar olduğu konusunda verilen bilgilerle, cinsel sorunu olmayan ve cinsel yönden birbirlerini tatmin eden eşlerin çok daha mutlu olduğu konusunda verilen bilgilerdir. Buradan hareketle denilebilir ki; kendi yaratmış olduğu insanoğlunun ihtiyaçlarını ve tabiatını en iyi bilen durumundaki Yüce Yaratıcı, kadınların dövülerek değil de cinsel yönden tatmin ve dolayısıyla mutlu edilerek evlilik hukukunun devamını sağlamaya dönük emir vermiş olabilir. Bu konuda bize cesaret veren delil ise herhalde söz konusu kadınların evlilik hukukuna riayetini sağlama konusunda önerilen ikinci ilahi tedbirdir. Yani “yatakların ayrılması” şeklinde önerilen tedbir. Bu tedbirden maksat, herhalde, bu kadınların bir müddet cinsel zevkten mahrum bırakılmasını ve böylece kocasına özlem duymasını sağlamaktır.
Ancak burada karşımıza sanki şöyle bir çelişki çıkmaktadır: “vedribûhünne” den maksat şayet “onları cinsel yönden tatmin edin” demek ise, neden daha önce bu tedbir değil de “yatakların ayrılması” tedbiri önerilmiştir? Öyle ya, yatakları ayırmakla zaten araya belli bir mesafe konulmuş oluyor. Araya mesafe konulan bir kadın cinsel yönden nasıl tatmin edilecektir? Ancak şu düşünce, sanırım sağlıklı bir düşüncedir; öğüt vermekle, telkin ve tavsiyelerle yola gelmeyen kadınların öncelikle yatakları ayrılmak suretiyle cinsel ihtiyaçlarının şiddetlenmesi sağlanır, sonra da bu ihtiyaçları giderilerek bir daha aynı hataya düşmemeleri (kocalarına karşı serkeşlik etmemeleri) temin edilir. Tabiri caizse; böyle bir kadın önce belli bir süre aç bırakılır, sonra da mükellef bir sofra ile bu açlığı giderilir. Evli eşler veya karı-koca ilişkisi yaşayan çiftler mutlaka bilirler ki; küçük çaplı kavgalardan sonra yaşanan kısa süreli ayrılıkları müteakiben eşler arasında yaşanan muhabbet çok daha yoğun olabilmektedir. Bu durumda; ikaz, yatak ayırmak ve cinsel yönden tatmin etmek şeklinde önerilen tedbir sıralaması gayet mantıklı bir hal alacaktır.
Öte yandan konuya ilişkin ayette (Nisâ 4/34), bu üç tedbirin, sırasıyla olmak üzere; aynı kadın hakkında uygulanacağına ilişkin bir sınırlama veya bağlayıcı bir emir de söz konusu değildir. Bu üç tedbir, serkeşliklerinden endişe edilen kadınların evlilik hukukuna riayetlerini temin etmek için önerilen genel tedbirler veya alınacak önlemler sadedindedir. Ayrıca her insanın olduğu gibi serkeşlik eden kadınların da tehdit algılaması veya ikna edilme yöntemi farklı farklıdır. Kimisi öğüt vermekle ikna olurken, kimisi bir sert bakışla, kimisi yatağını ayırma tehdidiyle, kimisi de kocasının cinsel aktivitesine bağlı olarak ve cinsel yönden tatmin edilmekle kocasına bağlanabilir. Özetle; Nisâ Sûresi’nin 34. Ayetinde önerilen tedbirler, sırasıyla olmak üzere aynı kadın hakkında uygulanabileceği gibi, her bir tedbirin muhatabı, ayrı ayrı kadınlar da olabilir.
Serkeşliklerinden endişe edilen kadınların dövülmesi meselesine gelince; bu anlam, olsa olsa kadınların cariye sıfatıyla ve birer metâ (ticari mal) olarak alınıp satıldığı dönemlerde ve çok eşliliğin cari olduğu dönemlerde verilmiş olmalıdır. Buradaki temel amaç, kadını terbiye etmek değil, kadınların üzerinde otorite sağlamak suretiyle baskın güç olan erkeklerin hak ve hukukunu korumaktır. Örneğin, yatakların ayrılarak cinsel zevkten mahrum bırakılması suretiyle uygulanacak bir tedbirde, cezalandırılan sadece kadın olmayıp, aynı zamanda bu kadının kocası olan erkek de cezalandırılmaktadır. Çünkü yatakların ayrılmasıyla tabiatıyla erkek de cinsel zevkten mahrum kalacaktır. Ancak burada bir incelik vardır. O dönemde erkekler için birden çok kadınla evlenme cari olduğundan erkek, kadınlarından biriyle yatağını ayırdığında, diğer kadınlarıyla birlikte olma şansı bulunduğundan herhangi bir cinsel yoksunluk yaşamıyordu. Oysa bugün insanlığın ulaşmış olduğu medeniyet seviyesinde günümüz erkeği, meşru şartlar dahilinde kalmak kaydıyla bu imkânlardan büyük ölçüde yoksundur. Çünkü çok evlilik, normal şartlarda kanunlarla da engellenmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla Nisâ Sûresi’nin 34. Âyetinde dile getirilen tedbirlerin uygulanması konusunda bugün için manevi zorluklar bir tarafa, maddi zorluklar, imkânsızlıklar ve hatta hukuki engeller söz konusudur. Uygulanması zor, hatta imkânsız olan bir emrin mutlaka uygulanması gerektiğini savunmak ise Müslümanları iki arada bir derede bırakmaktan öte hiç bir anlam taşımamaktadır. Hele hele “Darabe” fiilinin sadece “dövmek” anlamına gelmediği bilindiği halde bunda ısrarcı olmak bizatihi İslam Dini’ne zarar vermektedir.
Şiddeti ne olursa olsun, kocası tarafından dövülen bir kadın, kocasına ne derece sadakat gösterir ve evlilik hukukuna ne derece riayet eder bilinmez! Ayrıca, konuya ilişkin ayette, serkeşlik etmelerinden endişe edilen kadınların ne kadar süre ile dövüleceğine ilişkin herhangi bir kayıt da bulunmamaktadır. Peki, söz konusu kadın bir kez dövülmekle yola gelmezse, yani eşine itaat etmezse durum ne olacaktır? Dövme işi ilânihaye devam mı edecektir? Elbette etmeyecektir? Ayrıca dövmenin, serkeşlik eden kadınlar da dâhil olmak üzere; insan onuruna yakışan bir muamele olmadığı ortadadır. Zaten aynı surede, bir sonraki ayette (Nisâ 4/35), aralarının açılmasından korkulan eşlerin arasını bulmak için her iki tarafın ailesinden birer hakem tayin edilmesi ve bunların devreye girmesiyle eşlerin aralarının bulunmaya çalışılması gibi gayet mantıklı, akılcı ve insani bir çözüm yolu önerilmektedir. Bu surette de eşlerin arası bulunmazsa çözüm, ya da başvurulacak tedbir ne olacaktır? Çözüm veya tedbir, Şer’i kanunlara göre söylenecek olursa, kadının mihrinin verilmesi suretiyle, pozitif hukuka göre söylenecek olursa, kadının yasal haklarının verilmesi suretiyle yetkili makam huzurunda (yani yetkili makamın onayıyla) boşanması olacaktır.
Bu sebeple; bugün insanlığın ulaştığı medeniyet seviyesinden geriye dönüş, yani kadınların cariye sıfatıyla ve bir nev’i satılık mal olarak işlem gördüğü, ayrıca erkeklerin çok kadınla evlenebildiği devirlere dönüş mümkün olmadığına göre; başta müfessirler olmak üzere din âlimlerimiz, II. İslam Halifesi Hz. Ömer’i de örnek alarak(45) oturup bu konuda Müslümanları rahatlatacak görüşleri bir an önce ortaya koymak zorundadırlar. Açık söylemek gerekirse; kendisini İslâm âlimi olarak tanımlayanlar, ya da kendilerine bu şekilde hitap edilmesinden haz duyanlar, kapalı kapılar arkasında, gizli toplantılarda ve kendi aralarında konuştukları gerçekleri topluma açıklamak mecburiyetindedirler. Aksi takdirde bu insanların taşıdıkları sıfat din baronluğundan, yaptıkları iş ise din simsarlığından öteye gidemeyecektir(BİTTİ).
7 Mayıs 2009 Ömer Sağlam
Dipnotlar: 39- Fîruzâbâdî, “Kâmûs’ül Muhît”, s. 348-351.
40- Age, s. 348. Köpekler için “Kancık kuyruk sallamazsa erkek dolanmaz” ya da “Dişi yalanmazsa erkek dolanmaz” şekillerinde söylenen Türk atasözü de galiba bu hususu açıklamaktadır. Zira tıpkı kızışan dişi devenin erkeğiyle çiftleşme isteğini belirtmek için kuyruğunu kaldırıp fercine vura vura yürümesi gibi, dişi köpekler de cinsel yönden kızıştıklarında kuyruğunu sallayarak erkeğiyle çiftleşme isteğini ortaya koymuş olurlar. Bu durum sadece develer ve köpekler için de geçerli değil elbette. Televizyonlarda yayınlanan hayvanlar âlemi ile ilgili belgesel programlardan da biliyoruz ki; evcil olsun, yabani olsun hemen bütün hayvanlar, cinsel isteklerini ortaya koymak için kendilerine özgü bazı hareketler sergilemekte ya da sesler çıkarmaktadırlar.
41- 25 nolu dipnotta da açıklamaya çalıştığımız gibi; bizim genelde aklı esas alan bu türlü arayışlarımızı ve yapmış olduğumuz izahatları, gayri ilmi bulacak kişiler elbette olacaklardır. Hatta onlardan bazıları, muhtemelen “Ne hadisi şeriflerde ne de başka kaynaklarda ‘Darabe’ fiilinin insanlar için ‘cinsel ilişki’ ve ‘çiftleşme’ anlamlarında kullanıldığına dair herhangi bir kayıt yoktur” diyeceklerdir. Zaten İslam Dünyası, ne çektiyse bu nakilci ve kopyacı zihniyetin temsilcilerinin üretmiş olduğu fikirlerden çekmiştir. İslam kadını, tam 1400 yıldır işte bu aklını kullanmayı bir türlü beceremeyen intihalcilerin tavrı yüzünden kocalarından dayak yemeye devam etmektedir. Allah’tan Ragıp el-İsfahâni ve Muhammed Fîrûzâbâdi gibi adamlar çıkmış da bu “Darabe” kelimesinin en azından develer için “kızışmak”, “cinsel ilişki” ve “çiftleşmek” anlamlarına da geldiğini söyleyebilmişlerdir. Hem de günümüzden en az 800 sene önce. Günümüz İslam kadını ise hâlâ “Darabe” fiilinin insanlar için de “çiftleşmek”, “cinsel ilişki kurmak” veya “cinsel yönden tatmin etmek” anlamlarına da geldiğini söyleyebilecek bir babayiğit ilahiyatçıyı beklemektedir. Ancak yakın gelecekte böyle birinin çıkacağını hiç sanmıyoruz. Böyle olunca da bütün iş, bizim gibi konunun uzmanı olmayan kişilere düşüyor. Konunun uzmanı sayılan kişiler ise bizim gibilerin yarım yamalak da olsa ortaya koyduklarını geliştirmek yerine, bütün vakitlerini ve ömürlerini bizim gibileri susturmaya vakfediyorlar. İşte bunun içindir ki; İslami Düşünce bir türlü istenilen seviyede gelişemiyor ve İslam Dünyası bir türlü aydınlanamıyor…
42- Türkçe Sözlük, c.2, s.2354, TDK. Yayını, Ankara-1998/D.Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s,1027, Birlik Yayınları, Ankara, 1981/ Büyük Larousse, c.24, s. 12261, Milliyet Yayınları. Bu konuda http://www.turkcebilgi.com/ isimli internet sitesinden de istifade edilmiştir.
43- Davar veya sığır sürülerinin, açık arazide aşırı yağışın veya aşırı sıcağın olumsuz etkisinden korumak maksadıyla belli bir süre bekletildiği bu tür yerlere Anadolu’da “Eğrek” adı verilmektedir. “Eğrek” kelimesi ise “Beklemek-oyalanmak-vakit geçirmek” gibi anlamlara gelen “Eğlenmek” fiilinden türetilmiş ve “Eğlenilen yer” anlamındaki “Eğlek” kelimesinden bozma bir kelimedir. Bizim yörede (Çankırı-Yapraklı) bu tür yerlere, sürülerin belli bir süre yatırılarak bekletilmesinden dolayı “Yatılan yer” anlamında “Yatak” adı da verilmektedir.
44- bkz. 25 ve 41 nolu dipnotlar.
45- Halife Hz. Ömer’in, uygulanmasında zorluk olan, ya da mevcut problemleri çözmekte yetersiz kalan bazı Kur’an ayetlerinin uygulanmasını geçici süre ile de olsa rafa kaldırdığı ve bizzat kendisinin hüküm koyduğu bilinmektedir. Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in ölümünün üzerinden sadece birkaç yıl geçtiği halde böyle bir uygulamanın içine girdiyse, daha doğrusu böyle bir arayışın içine girdiyse, Hz. Peygamber’in ölümünden yaklaşık 14 asır sonra yaşamak durumunda kalan günümüz Müslümanları haydi haydiye böyle bir arayışın içine gireceklerdir. Hele hele bu Müslümanlar, Hz. Ömer devrinde yaşayanlar gibi bir şeriat devletinde değil, Türkiye Cumhuriyeti gibi pozitif hukuk kurallarına göre yönetilen laik bir demokraside yaşıyorlarsa…
| |
| | | | Kadına Dayak Allah’ın Emri Midir? | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|