Bazen hadis kriterleri ölçü olmayabilir.
Ehlullahın Efendimiz’den keşfen hadis alması hiç de az vâki olmuş
hâdiselerden değildir. İmam Rabbanî mealen der ki: “Ben, İbn
Mesud’dan, Muavvizeteyn’in Kur’ân’dan olmadığına dair rivayetini
görünce, bu sûreleri farz namazlarımda da okumamaya başladım. Ne zaman
ki, Efendimiz’den onların Kur’ân’dan olduğuna dair ihtar aldım, ancak o
zaman bu sûreleri farz namazlarımda da okumaya başladım.”
Bazılarının bizim Kunut duası olarak
okuduklarımızı, Kur’ân’dan kabul etmesi de, yukarıda işaret etmek
istediğimiz hususa ayrı bir delil kabul edilebilir. Ve yine İmam
Rabbanî’den bir misal.. diyor ki: “Ben bazı hususlarda İmam Şafiî’yi
taklit ediyordum. Ancak bana İmam Ebû Hanife’nin peygamberlik mesleğini
temsil ettiği ihsas edildi. Ben de Ebû Hanife’ye iktida ettim…”
Bu durum da elbet belli kriter ve ölçü
gerektirir. Yoksa önüne gelen herkes keşfen bir şeyler aldığını söyler
ve ortalık bir sürü uydurma keşiflerle dolar. Ama bazı büyük zatları bu
kategoriye dahil etmek çok büyük yanılgı olur. Onlar “Keşfen aldık!”
dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de kat’iyen doğrudur.
Ne var ki, bunları belli hadis kriterleri içinde tahlil etmek
imkânsızdır. Onun için de hadisçiler bu türlü ifadelere iltifat
etmemişlerdir. Ama onların iltifat etmemesi bu ifadelerin doğru olmadığı
mânâsına da gelmez
http://dua-ufku.com/blog/index.php/2011/05/23/cevsen-hakkinda-muslumanlar/
***********************
http://imanahizmet.com/izle-339-M.%20Fethullah%20G%C3%BClen%20-23%20May%C4%B1s%202011%20Bamteli%20-%20Usuluddin.html
Rüya, Keşif, İlham Değil, Esas Olan “Usûlüddîn”
Soru: 1) Usûlüddîn rehberliğinde konuşup hareket edenlerin yıllar önceki
söz ve davranışları ile seneler sonraki beyan ve duruşları arasında
asla tutarsızlık olmayacağını ifade buyurmuştunuz. “Usûlüddîn”
tabirinden neler anlaşılmalıdır; Usûlüddîn’e göre konuşup yaşamak ne
demektir?
-Lügat manası itibarıyla “dinin asıl kâideleri, temel disiplinleri”
demek olan “Usûlüddîn”; Kitap, Sünnet ve bu iki ana esasa bağlı selef-i
salihînin mütâlaaları çerçevesindeki inanç sisteminin adıdır. Dünden
bugüne “Usûlüddîn” sözüyle genellikle Cenab-ı Hakk’ın zât ve
sıfatlarından, nübüvvet ve itikada ait meselelerden İslâmî esaslar
dairesinde bahseden “kelam ilmi” kastedilegelmiştir. Bununla beraber,
ilk dönemlerde “isimsiz müsemma” şeklinde daha sonraki devirlerde de
sistemli olarak ortaya konan İslam akâidi ile alâkalı esasların bütünü
hakkında “Usûlüddîn” unvanı kullanılmaktadır. (00:58)
-Dinin temel kaynakları Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân ve Sünnet-i Sahiha’dır.
Bu iki temel kaynakta imana dair esaslar, ibadet ü taatin özüne taalluk
eden hususlar ve muhkemâta râci meseleler vardır. İşte bu esas ve
disiplinler üzerinde, nassın belirlediği çerçevenin dışında, herhangi
bir yoruma gitmek, bir tevile kalkışmak söz konusu olamaz. Ancak
hizmet-i imaniye ve Kur’âniye adına veya insanlarla münasebet ve içtimaî
mevzular hesabına füruata ait bir kısım meseleler vardır ki tabiatında
tefsir ve tevile açık bu meselelerde şartlar ve konjonktür söz konusu
olduğunda belli farklılıklar ortaya çıkabilir. Yanlış anlaşılmasın,
söylenen bu husus, tarihselcilerin anladığı mânâda hükmün menatını
şartlar, konjonktür, maslahat… gibi hususlara bağlamak demek değildir.
Çünkü hükmün menatında aslolan emr-i ilâhîdir. Aksini düşünmek, Allah
korusun, insanı alıp hiç farkına varmaksızın değişik inhiraf vadilerine
sürükler. Ancak temel disiplinlere bağlı kalmak şartıyla tâlî derecede
edille-i şer’iye olarak kabul edilen maslahat-ı mürsele, istihsan,
istishab… gibi delillerle tevil ve yoruma açık bir kısım füruata ait
meselelerde farklı içtihat ve istinbatlarda bulunmak her zaman mümkündür
ve bu durum, topyekün insanlığa hitap eden en son ve evrensel din olan
İslâm’ın bir hususiyetidir. (03:50)
-Bir insanın, bir problemle karşılaştığında, Kitab’ı, Sünnet’i, icmaı,
kıyası bilmeden ve bu mevzuda kütüb-i fıkhiyede, fukahanın ne deyip ne
demediğini öğrenmeden kendi başına hareket etmesi, söz söylemesi
kat’iyen doğru değildir. Doğru olmadığı gibi, bâlâpervâzâne böyle bir
tavır, çok ciddi tehlike arzeden bir bidatkârlıktır: Düşüncede
bidatkârlık, tavır ve davranışta bidatkârlık, ibadet ü taatte
bidatkârlık, Kur’ân-ı Kerim’i anlamada bidatkârlık, Sünnet-i Sahîha’ya
bakışta bidatkârlık, selef-i sâlihîni yorumlamada bidatkârlık, Sahabe-i
Kiram’ı farklı telakkilerle ele almada bidatkârlık, Peygambere postacı
nazarıyla bakmada bidatkârlık, “Allah şunu yapmaya, her işinde maslahata
uymaya mecburdur.” demek gibi, Mutezile ve Cebriye’nin Zât-ı Ulûhiyet’e
yakışıksız isnatları türünden sözler söylemede bidatkârlık… İşte bu
bidatlardan uzak kalabilmek için, çözüm aranan bir mevzuda söz
söylemeden önce usûl ve füruuyla temel kaynakların çok iyi bilinmesi
gerekir. (06:22)
-Usûlüddîn’e bağlı kalmak şartıyla çağın şartlarını ve zamanın tefsirini
de gözetmede bir mahzur söz konusu değildir; fakat, Kur’an, Sünnet ve
Selef-i salihînin yorumları çerçevesinde herhangi bir tetkik ve tahkikte
bulunmadan, “Burada şöyle de hareket etsek olur.” demeye de hiç
kimsenin hakkı yoktur ve olamaz. Evet, dine ait meseleler öyle ulu orta
üzerinde söz söylenecek konular değildir. Dediklerinizin mutlaka
Kitab’a, Sünnet’e, ümmühâta ve muhkem disiplinlere uygun düşmesi
gerekir. (08:50)
-Bugün dünyanın dört bir tarafına gidilmiş ve insanımız yeni
inkişaflara, yeni açılımlara vesile olmuştur. Tabiî bu da farklı toplum
ve coğrafyalarda yeni yeni meselelerle karşılaşmak mânâsına gelmektedir.
İşte bu noktada adanmış ruhları bazı tehlikeler beklemektedir:
Başkalarına bir şeyler anlatmaya çalışırken hiç farkına varmadan dini
değerleri görmüyormuş gibi davranma, muhataplara sadece zatlarından
dolayı alâka duyup onların rızalarını esas alma, onları müslümanlara
tercih etme ve şirin görünmek için o kültürün insanlarına benzer şekilde
yaşama gibi hatalar bu tehlikelerdendir. İnanmış bir gönlün, başkalaşma
yoluna sülûk etmek bir yana, değişme ve başkalaşmanın bir keresine bile
müsaade etmeme kararlılığı içinde olması ve temel disiplinler
itibarıyla hep sabitkadem olarak yerinde sapasağlam durabilmesi çok
önemlidir. Çünkü değişme veya başkalaşma temkinsizce buzda yürüme
gibidir. İnsan orada her an kayıp düşebilir. O hâlde hiç bir meseleyi
küçük görmeksizin giyim-kuşamdan şekil ve şemaile kadar her hususta
kendimiz olarak kalabilme yollarını bulmalı ve o yolda kararlı bir tavır
sergilemeliyiz. (11:00)
-Gönüllüler hareketi Afrika’nın derinliklerinden Uzak Doğu’nun en uç
sınırındaki ülkelere, Güney Amerika’dan Kanada’ya kadar dilleri,
dinleri, kültürleri farklı olan değişik toplumlarla beraber olmaktadır. O
hâlde bu tablo karşısında dikkat edilmesi gereken husus, meseleleri
sunuşta üslup kusuruna düşmemektir. Muhatap olunan toplum iyi okunmalı;
tek tip yaklaşımla değil de, farklı coğrafya ve kültür ortamlarında
bulunan insanların hissiyatları hesaba katılmalı ve ona göre hareket
edilmelidir. Muhatap olunan bu insanlar neye “evet”, neye “hayır”
derler; neye sinelerini açar, neye kapatırlar, bütün bunları hesaba
katarak meseleleri sunma basiretle hareket etmenin ifadesidir. (14:27)
-İnsanların gönüllerine girmek ve onlara şirin görünmek için onların
büyük gördükleri kimseleri yüceltirken de ciddi bir hataya düşme
tehlikesi vardır. Evet, Rasûl-ü Ekrem (sallalahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz de kendisini Hazreti Musa ile karşılaştırıp yüce kâmetini ve
üstünlüğünü dile getirenleri ikaz sadedinde “Beni, Musa’ya tafdil
etmeyin.” buyurmuştur. Yine “Balığın yoldaşı olan zât (Hazreti Yunus)
gibi olma!” (Kalem, 68/48) ayeti nazil olunca, ihtimal bazı sahabiler,
“Acaba Hazreti Yunus ne kusur işledi?” diye düşünürler mülahazasıyla,
Rasûl-ü Ekrem hemen “Beni, Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin...”
demiştir. Hazreti Mesih’i yeni bir dirilişin mimarı olarak göstermiştir.
Fakat, Allah Rasûlü’nün beyanlarının Kur’an’da, gerçek hayatta ve onun
eşsiz ahlakında bir yeri mevcuttur. Ne var ki, Kur’an, Sünnet ve Selef-i
salihîn tarafından faziletlerine işarette bulunulmamış kimseler
hakkında sırf şirin görünmek için takdirkâr ifadelerde bulunmak doğru
değildir. Muhatapların damarlarına basmak hata olduğu gibi, İslam’ı
basit ve tâbi gibi göstermek de büyük bir yanlıştır. (16:57)
Soru: 2) Usûlüddîn’i bilmeyen mürşid konumundaki bir insanın -duyguda ve
düşüncede samimi bile olsa- dine ve takipçilerine zararı söz konusu
mudur? Hidayet ve istikâmet üzere yaşama hususunda -ilham, rüya, keşif
ve kerametten ziyade- Usûlüddîn’e bağlı kalmanın önemini lutfeder
misiniz? (22:00)
-Umumî mânâda mürşid; irşadla alâkalı bütün esasları ruhunda toplamış
bir hakikat dellâlı, bir mânâ kahramanı ve gönüllere Hak nefehâtını
duyuran bir peygamber vârisidir. Bir insan, atalarından tevarüs ederek
ya da başka yollarla bir irşad makamı elde edip bir mürşid, bir şeyh
veya bir dede olabilir. Fakat, Usûlüddîn’i gereğince bilmeyen bir insan
-hangi konumda olursa olsun- her zaman şeytanın güdümüne girebilir.
(22:25)
-Tıpkı kâhinlerin bir tane doğru söyleyip yüz tane yalanı yutturdukları,
bir doğrunun ardına yüz tane kizb sakladıkları gibi, şeytanlar da dinin
esaslarını iyi bilmeyen ve temel disiplinleri gözetmeyen mürşit
görünümlü kimselere önce bir doğru fısıldar, ardından doksan dokuz
yalana onları inandırır ve kandırırlar. Böyleleri kendileri aldandıkları
gibi takipçilerini de şaşırtır ve saptırırlar. Niyazi Mısrî bu hakikati
şu hoş sözlerle ifade eder:
“Mürşid gerektir bildire Hakkı sana hakka’l-yakîn
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş
Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş...” (23:52)
-Usûlüddîn’e saygılı bir insan şöyle düşünür: Ben vahiyle müeyyed birisi
değilim. Kulağıma fısıldanan veya gözüme aksettirilen ya da kalbime
duyurulan, ihsaslarıma seslenen bir şey varsa, ben onu Kitap ve Sünnet-i
Sahiha ile test ederim. Allah’ın Kelamı’na, Peygamber Efendimiz’in
Sünnet-i Sahihasına ve selef-i salihînin bu esaslardan çıkarıp ortaya
koydukları kural ve kanunlara uyuyorsa, baş göz üstüne.. yoksa, ona
itibar etmem. (25:10)
-Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri, bir gün geç vakitte evine
döndüğünde, mübarek hanımı, “Efendi, bizim kız bu gece rüştünü idrak
etti.” der. Hazret, hemen kalkar, ders verdiği veya müritlik
münasebetiyle kendisine bağlı bulunan talebelerin medreselerini dolaşır.
Gece yarısı herkes uyurken, medresede Alaeddin Attar Hazretlerinin
odasının ışığının yandığını görür. İçeriye girdiğinde de onu güzel bir
hâl içinde bulur. Ona, “Oğlum, benim kızım bu gece rüştünü idrak etti.
Onu seninle evlendirmek istiyorum.” der. Öyle bir sultanın kerime-i
muallasıyla izdivaç mazhariyeti, daha sonra silsile-i zehebin önemli
halkalarından birini teşkil edecek olan Alaeddin Attar Hazretlerine
nasip olur. (26:00)
-Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri’ne göre; bir insan, “ulûm-u
âliye” (gramer, sarf, nahiv, belâgat ve mantık gibi âlet ilimleri) ve
“ulûm-u ‘âliye” (tefsir, kıraat, hadis, marifetullah, fıkıh, kelâm,
ahlâk bilgileri gibi dini meselelerden bahseden ilimler)’den mezun
olmamışsa, ona irşat vazifesi verilmez. (27:33)
-İmam Rabbanî Hazretleri’nin “Ben, İbn Mesud’dan, Muavvizeteyn’in
Kur’ân’dan olmadığına dair rivayeti görünce, bu sûreleri farz
namazlarımda okumamayı tercih ettim. Ne zaman ki, Efendimiz’den onların
Kur’ân’dan olduğuna dair ihtar aldım, ancak o zaman bu sûreleri farz
namazlarımda da okumaya başladım.” sözüne dair değerlendirme.. ve ilham,
keşif, keramet meselelerinde Usûlüddîn’in belirleyiciliği... (29:50)
-Çorap üzerine mesh eden iki ilahiyatçının gördüğü rüya.. Çorabı mest
olarak kullanmanın hükmü.. mest için aranan şartlar.. ve rüya ile amel
etmenin dindeki yeri... (32:32)