Allah Kainatı ve İnsanları Niçin Yarattı
Kainatı, mahlukatı ve onun temel taşı insanı
anlama, akabinde anlamlandırma çabası, bunlar arasındaki ilişkiyi
çözümleme isteği insanlığın akleden kesimini binlerce yıldır meşgul
edegelmiştir. Bu isteğin peşinden iyi niyetle, reaksiyoner çizgiden
kopmak suretiyle gidilmesi ise itikadımızca kutsaldır. Felsefi akımların
bir kısmı mevzuya açıklama getirmeye çalışmışsa da bir döngü çizmekten
ileriye gidememiştir.
İnsanı bütün mekanizmalarıyla ele
aldığımızda-insanlık son birkaç yüzyıldan sonra tekrar bu düzleme
kaymaktadır- tevhid inancının en tatmin edici açıklamayı getirdiğini
görmekteyiz.Öncelikle belirtilmesi gereken nokta Allah'ın mâsivayı(yaratıklar) bir ihtiyaca binaen var etmiş olmamasıdır. Biz,
harekete geçmek için bir lüzum hissederiz; ama Allah bundan
münezzehtir. Ayrıca bu kainatın yokluktan varlık alemine çıkarılmasıyla
da O'nun sıfatlarından hiçbir şey eksilmemiştir. Peki o halde kainat
niçin yaratılmıştır? Meseleyi tasavvufî derinliğe pek dalmadan
vuzuha(açıklık,netlik) kavuşturmaya çalışalım.
Aydınlanmış insanların nazarında sanat ve sanatçı çok kıymetlidir;
çünkü sanatçı özel bir istidata (istidat, yetenek) sahiptir. Onun
potansiyelini açığa çıkarma isteği, üretkenliği, bu vesileyle değişik
faydalara medar olması ancak takdir toplayacak davranışlardandır. Hatta
bir görüşe göre sanatta pratik bir fayda aranmasına da gerek yoktur;
sanat sanat için olmalıdır çünkü.
Neticede her ne olursa olsun sanatçı sanatını göstermek ister; yüksek zevkler de onu tatmak... Herhangi bir sanatçının kendini ifade ederken duyduğu aşk ve şevk
herkes tarafından müşahede edilebilir. Büyük bir insan gibi işleyen
kainatın özünde de bu sır gizlidir:
“Her istîdat(istidat, yetenek),
kendinde saklı kabiliyetleri izhâr(gösterme) ve ilim plânındaki
varlıklara, hâricî vücûd giydirip teşhir etmek ister. Tohumdaki hayat
ukdesinin uyanması, spermin var olma kavgasındaki aşk u heyecânı,
rutûbet habbeciklerinin yağmur olmak için binbir güçlüklere
katlanmaları, hep bu görünme ve gösterme şevkiyle yapılan şeylerden
değil midir?”(1) Peki Allahü Teala'nın sonsuz ilme, kudrete, rahmete sahipken
cemâlini(güzellik) ve kemâlini(olgunluk, erginlik, tamlık) göstermek
istemesi gerekmez mi? Onun sanatkarlığı tüm tahayyüllerin(hayâl etme)
üzerindedir. Kainattaki eşsiz dizayn, mükemmel mühendislik, daha çok
azına vakıf olduğumuz ilim, ahengin zirvesindeki renk cümbüşü ve musiki
bize o büyük sanatkarı haber verir. Çağın adına İslam'ın ışığına ayna
tutan büyük beyin yapıcı bu konuya şöyle temas eder:
“Her cemâl ve
kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi
sırrınca, o sultan-ı zîşân(şanlı) dahi istedi ki, bir meşher(sergi)
açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın(insanlar) enzârında(nazarlar,
bakışlar) saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi
san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip,
göstersin.”(2)
Velhasıl O'nun bu kainatı yaratmasını iki cihet altında mütâlââ (inceleme, düşünme, okuma) edebiliriz:
1-
“Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli cihet(yön,yan), Allahu
Teâlâ'nın kendi manevi cemal ve kemâlini, yani ilminin
semerelerini(meyve, ürün), kudretinin harikalarını, zenginliğinin
vüs'atini(genişlik), ihsanının tezahürlerini(belirme, görünme), şefkat
ve merhametinin tecellilerini...mevcûdat ayinelerinde bizzât müşahede
etmesidir.”(3) “Allah, bilinmek istedi, kâinatı yarattı, isimlerini
tecelli ettirdi, varlıkları kendine ayna yaptı. Onlarda mukaddes
şuununu(işler, fiiller), ulvî güzelliklerini, eşsiz ünvanlarını
seyretti. O nezih, müşahededen, insanlardakine asla benzemeyen bir
sürur ve memnuniyet duydu.”(4)2-
O eşşiz Sanatkar ayrıca zîşuûr(şuurlu, bilinci olan) ve sevgiyle mayalanmış varlıkların gözünde tanınmak istemiştir. “Büyük Sanatkâr, güzelliğin, envâı(neviler, türler) ile kendi
güzelliğini, nizam ve âhengin şiirimsi keyfiyetiyle irâde ve kuvvetini,
kalbin en gizli arzularına kadar herşeyi vermesi ile rahmet ve
şefkatini ve daha bunlar gibi binlerce sıfat ve ünvanlarıyla kendini
bizlere tanıttırmak, hem de eksiksiz olarak tanıttırmak istemektedir.
Tâbir-i diğerle O, geniş ilmindeki ilmî mâhiyetleri(öz, nitelik,
kendilik), hâricî vücudlarla sahneye sürüp, kudret ve irâdesinin
cilvesini göstermek; en hârika sanat eserlerini, şuurlu varlıkların
idrâk menşurundan geçirerek, zeminden semâya kadar bir hayret ve
hayranlık, bir idrak ve takdir velvelesi uyandırmak istiyor.” (5)
Bu muhteşem kainat sarayı maksadına uygun olarak engin idraklerde nice
çarpılamalar hasıl etmiştir. “Bizler, bu fiiller adesesiyle(mercek)
dalgalanan isimlere şâhid oluyor ve mâşukuna(sevilen) visâl(kavuşma)
aşkıyla koşan âşıklar gibi, bu çakıp çakıp göz kırpmaların, parlayıp
parlayıp işaret etmelerin arkasına düşüyor ve kendimizi bizim için bir
belirsizlik arzeden sıfatlar dairesi önünde buluyoruz! Şaşkın, yorgun ve
alabildiğine arzulu...Kalbe açılan menfezlerde(
delik, gözenek) zâtî şeinleri tâkibe çalışıyor ve kendimizden geçiyoruz.” (6)
“
İnsan İlahi özüyle evrenin hem çekirdeği hem meyvesidir. İnsan
maddesiyle topraktan, ruhuyla yaratıcı Ruh'tan gelmektedir. İnsan bu
dünyada bir çekirdek olan özünü İlahi sevgiyle filizlendirmek
durumundadır. Bir bilgenin deyimiyle insan şunu düşünmelidir:
Ten, sana topraktan emanettir.
Ben, (öz) sana kimden emanettir.Bir başka bilgenin şu sözleri de düşünülmeye değer:
Sen sende olmak istersin
Sende olan nerde olmak ister, bilir misin?” (7)
İnsanda var olan büyük sevgi potansiyeli gösterir ki kainat sevgiden
kaynağını alır ve dupduru, tertemiz bir akış içindedir. Ahengi bozmaya
çalışan korsan eller ise bu hakikatın yanında çok sönük kalır. Allah
ilminde proje olarak sahip olduğu varlığı çok sever. “İşte Allah bu
varlıkları sevdiğinden dolayı belirli bir zaman ve mekan koordinatında
yaratır. (İlmi varlık boyutundan maddi varlık boyutuna çıkarlar.
Burdaki maddi varlık deyimi, basit anlamdaki madde ile
karıştırılmamalıdır.)
Yani, nasıl ki bir ressam düşünce ve duygu
dünyasında var olan bir şeyi kağıda döker. Aynen öyle de Allah sonsuz
ilminde var olan varlık birimlerini sevdiğinden dolayı yaratmıştır. Yani varlık, sevginin meyvasıdır. Evrende var olan her varlık
yaradanın sevgisiyle yaşıyor ve O'nun sevgisiyle yaşayacaktır da.
Gördüğümüz yıldızlar evreni, güneş ve gezegenlerin tümü de sevgiden
doğmuştur. Kozmos yani kainat kısacası herşey sevginin yansısıyla
varolmuştur.” (
Eğer meselenin bu yönü bir tarafından az da olsa
yakalanmak istenirse bir sanatçının sanatını icra ederkenki iklimine
girilsin. Orada karşılıklı etkileşimi temin eden ilginç bir sevgi akışı
vardır.
Sonuç olarak ortada böylesine yüce bir hakikat varken kainatın var
olmaması zaten düşünülemez. Kainat bu hakikatın dile gelmesidir, neşv ü
nema bulduğu zemindir. Geniş ruhlar da yaratılış amaçlarına uygun
olarak revnakdâr(parlak, taze, hoş) heyecanlarıyla her an yeni bir
yapılanış içerisinde yerlerini alırlar, sevgiden de nasiplenmiş
olurlar.
“İnsan ne zaman O'nu çağrıştıran iklime girse, kanının
zevgiyle aktığını duyar. O'nun atmosferine adımını atar atmaz, kendini
Allah'a giden yolların ortasında bulunur.” (9)
Şimdi bu sorunun çıkış noktası olabilecek meseleye da kısaca parmak
basalım. İnşallah bir sonraki yazıda bu mevzu daha ayrıntılı
incelenecek. Evet, sorunun sorulma sebebi olumsuzlukların revaçta
olduğu mevcut düzenden kaynaklanan bir rahatsızlık olabilir; ama İslam
akaidi(akideler, inanılan hakikatler) geldiğimiz noktada da bir
paradoks ihtiva etmez; çünkü
1) dünyadaki yanlışlıklar zahirde çirkin olsa da çok kısa süre
yaşayabilecektir. Hayat, tevhid inancında iki taraflıdır ve bu dünya
hayatı ahiret hayatının yanında 1'in sonsuza oranı büyüklüğündedir.
Yani bütün rahatsızlıklar kısmen burada bertaraf edilmektedir,
edilmeyenler ise ne olursa olsun zaten giderilecektir.
Neticede muvakkat(vakitli, geçici) mazarrât(zararlar)muhakkak(kesin, gerçekleşmiş) maslahata(fayda, iş) inkılâb(inkılâp, değişme, dönüşme) edecektir.2)
daha önce de ifade edildiği gibi ortadaki bu ulvî(yüce) hakikat sözkonusu yanlışlıkları tek başına bırakmaz. İnsan kainatın diyalektik yapısına uygun olarak, olması gerektiği gibi
arz u endam etti. Bu durum da bu sonucu doğurdu ki bu gayet normaldir.
Bahsedilen hakikatın nazara alınmasıyla da bu rahatsızlık denge
yörüngesinde yaşanabilir, yaşanmalıdır.
“Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...” (10)
Mütefekkir(düşünen, fikir üreten) bir bakış yukarıdaki beyitte ifade
edilen sanatla iştigal ederken bu tabloya leke sürüp, gayenin tersine
bir akış içinde yer alan düzenlere ise bu çerçevede nefret duyar.3) haddizatında(haddizât:aslı, kendisi) şikayet edilen şeylerin müsebbibi(sebep olan) insandır.
İnsanın ilk yapması gereken kendine yönelmesi ve bu konuda elinden gelenin en iyisini yapmasıdır.4)“Kimdir kâinatın yaratılmasından rahatsız olan? Bir insan
gösterebilir misiniz ki; şu tohum atma, döllendirme, mahsûl alma ve
bütün imkânlarını en iyi şekilde kullanarak mes'ud olma yollarını
araştırmasın? Evet, bir kısım sıkıcı hâdiseler karşısında, aceleden
verilmiş kararlarla, dünyaya gelişine pişmanlık izhâr edenler, hattâ
hayatlarına kıyanlar vardır; fakat bunlar nedret ifâde edecek kadar
ehemmiyetsizdir.
Yoksa, herkes 'var' olduğuna, hayata mazhariyetine, insan olarak bulunuşuna, pişmanlık şöyle dursun, şükranla dolup taşmaktadır. Ricâ ederim, çocuk olup kucaklarda bulunmaktan, delikanlılıkta
iliklerine kadar varlığının neşvesini(sevinç) duymaktan, olgunlukta aile
ve çoluk -çocukla hem- hâl olmaktan şikâyet etmek mümkün müdür? Ve
hele ötelere inanan insan için...
Birde bu insan, bütün bir saâdetin
teminâtı olan ebedî bahtiyarlığın tohumlarını
nemâlandırabiliyorsa(nema: artma, çoğalma, büyüme, uzama), şikâyet
etmek şöyle dursun; mutlak saâdete açılan menfezlerin sırlı
anahtarlarını keşfettiğinden ötürü çok çok memnun olacaktır.” (11)
“Cenâb-ı Hakk herşeyden müstağnidir. O'nun istiğnası noktasında bu kâinatın varlığı ile yokluğu müsavidir(
eşit, dengeli). Lakin mahlûkat için, adem(yokluk, olmama, bulunmama) ile vücud bir değildir.
Yani
mümkinatın(mümkün olanlar) varlık âlemine çıkması, yoklukta
kalmasından kendileri için nihayet derecede hayırlıdır. Zira yokluk
sırf şerdir. Varlık ise sırf hayırdır, şereftir, kemâldir.” (12)
Yaradılış Gayemiz
Herşey bize hizmet ediyor, o halde biz neye hizmet edeceğiz?
Bizim yapacağımız hizmetin, bize hizmet eden herşeyi alâkadar etmesi
lâzımdır. Ne yememiz, ne içmemiz ve ne de dünyevî makamlarımız güneşi,
ayı, yıldızları, nebatat ve hayvanatı alâkadar eder. Onlar bu gayeler
için bize hizmet etmezler ve ettirilmezler.
Yukarıdaki sualin cevabı ancak ibadettir ki, Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı
Kerim'inde insanları ve cinleri ancak ibadet için yarattığını beyan
buyurmuştur.
İbadet eden kimse, kendisine hizmet eden mahlûkatın ibadetlerini de
terennüm(ötme, şarkı söyleme) etmekte ve onların da tesbih ettikleri
Zât- Zülcelâl'i onlardan daha mükemmel tesbih etmektedir.
Kalbleri İslam ve imana hizmet aşkıyla dolu, fakat ilim ve
kabiliyetleri bu hizmete kâfi gelmeyen kimseler, bu hizmeti en iyi
şekilde yapanlara hizmet etmeyi tercih ederler. Böylece onların
hizmetlerinden hissedar olurlar. Aynen bunun gibi, insanın yaptığı
küllî tefekkürü ve ibadeti yapamayan semavat ve arz da insana hizmet
etmekte ve onun ibadetinden mânen sevinç duymaktadır. Bunun dışındaki
mes'eleler, bize hizmet edenlerin hizmetlerini akîm(kısır, verimsiz,
neticesiz) bırakır. (13)
Meseleye dair kendi aciz lisanımızla bir şeyler geveledik. Şüphesiz ki
Allahü Teala bu meseleye daha nice hikmetler sığdırmıştır. En doğrusunu Allah bilir.
NOT: Bu konuyla ilgili 11.Sözün okunmasını tavsiye ederiz.
DİPNOTLAR:
1-Asrın Getirdiği Tereddütler 1 (M. Fethullah Gülen- T.Ö.V. Yayınları, 13. baskı) s.43
2-Risale-i Nur Külliyatından Sözler (Bediüzzaman Said Nursi-Yeni Asya Neşriyat, Ekim 2002-İkinci Baskı) s.111
3-Nasıl Aldanıyorlar? (Mehmed Kırkıncı- EKEV Yayınları; Erzurum- Aralık, 2000; 7.Baskı) s.85
4-Deprem Nasıl Önlenir?(Zafer Araştırma Grubu- Zefer Yayınları; Kasım 1999) s.153
5-Asrın Getirdiği Tereddütler 1 (M. Fethullah Gülen- T.Ö.V. Yayınları, 13. baskı) s.44
6-a.g.e s.41,42
7-Turan Dursun ve Din- Din Bu 1, 2 ve 3'e cevap (Bahaettin Sağlam,
İsmail Acarkan-Kavram Yayıncılık; İstanbul 1991, İlaveli 3.Baskı) s.313
8-a.g.e s.314
9-Sızıntı; Aylık İlim-Kültür Dergisi (Nisan 2003 sayısı; Yıl:25,
Sayı:291) s.31; Prof. Arif Sarsılmaz'ın "Sivrisineğin Sazından" adlı
makalesinin başındaki vecize
10-Çile(Necip Fazıl Kısakürek-Büyük Boğu Yayınları; Bütün Eserleri: Cilt 4; 44.Basım/Mayıs 2001) s.39
Not:Sözkonusu beyitin altına 1939 yılı tarih olarak düşülmüş
11-Asrın Getirdiği Tereddütler 1 (M. Fethullah Gülen- T.Ö.V. Yayınları, 13. baskı) s.40,41
12-Nasıl Aldanıyorlar? (Mehmed Kırkıncı- EKEV Yayınları; Erzurum- Aralık, 2000; 7.Baskı) s.84
13- "Yaradılış Gayemiz" isimli bu kesit şu eserden iktibas edilmiştir:
Nükteler (Mehmed Kırkıncı- EKEV Yayınları; Erzurum- 2000; 15.Baskı)
s.99
GENEL BİBLİYOGRAFYA:
Dipnotlarda ismi geçen eserlerden verilen sayfalarıyla istifade
edilmiştir, ayrıca şu eserlerin şu kısımlarından istifade edilmiştir:
1-İlimlerin Diliyle Allah-Şaban Döğen-Gençlik Yayınları (9.Baskı,Eylül 2000) s.231-234
2-Nasıl Aldanıyorlar? (Mehmed Kırkıncı- EKEV Yayınları; Erzurum- Aralık, 2000; 7.Baskı) s.78-92
3--Turan Dursun ve Din- Din Bu 1, 2 ve 3'e cevap (Bahaettin Sağlam,
İsmail Acarkan-Kavram Yayıncılık; İstanbul 1991, İlaveli 3.Baskı)
s.313-316
4-Asrın Getirdiği Tereddütler 1 (M. Fethullah Gülen- T.Ö.V. Yayınları, 13. baskı) s.40-44
5-Deprem Nasıl Önlenir?(Zafer Araştırma Grubu- Zefer Yayınları; Kasım 1999) s.153,154
6-Risale-i Nur Külliyatı- Sözler 1(1-14.Söz)- Bediüzzaman Said Nursi-Işık Yayınları- İzmir, Temmuz 2002- s.153-165
NOT:Sözcüklerin parantez içindeki anlamları Küçük Lugat'tan(Ömer
Sevinçgül- Zafer Yayınları) alınmıştır. Ayrıca bu sözlükle açıklanan
kelimeler-alıntılar dışında- sözlükte yazıldığı gibi yazılmıştır.Habib Erdemli
****************0o0*******************************
Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince, bunlar iki cihette düşünülür:
Birincisi; Cenâb-ı Hakk'a, ikincisi ise hayat sahiplerine, özellikle şuur ve akıl sahiplerine bakar.
Birinci Hikmet:
Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet, Allahü Teâlâ'nın kendi
manevî cemâl ve kemâlini, yâni kudretinin harikalarını, zenginliğinin
genişliğini, ihsanının meyvelerini, şefkat ve merhametinin tecellilerini
kainattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir.
Evet... "Nihayet kemâlde bir Cemâl ve nihayet cemâlde bir Kemâl,
elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı
bir kaidedir." hakikatince Cenab-ı Hak sonsuz cemâl ve kemâlini
mevcudat âynalarında bizzat seyretmek, sonsuz sıfatlarını ve Esmâ-i
Hüsnâ'sını tecelli ettirmek istemiş ve bu âlemi yaratmayı irâde
etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları tecelli etsin veya etmesin, nihayet
kemâldedirler. Ancak Esmâ-i Hüsnâ'sının kemâli mevcudatın yaratılması
ile kendini gösterir.
Evet, madem Cenâb-ı Hak sonsuz bir kudret sahibidir, bu kudret-i
Ezeliyesi tezahür için böyle muhteşem, muazzam bir alem ister. Hem
madem O Zât-ı Zülcelâl'in sonsuz ilmi vardır. Bu ilim, her harfinde,
satırında, sayfasında binler hikmet ve maslahatlar bulunan bu kâinat
kitabının telifini iktiza eder. Bütün İlâhî sıfatlar bu kâinatın
yaratılmasını gerektirdiği gibi, bütün esmâ-i Hüsnâ da ayrı ayrı
güzellikte, değişik mahiyette, farklı suretlerdeki şu mevcudatın
yaratılmasını iktiza ederler. Meselâ, Hâlık ismi mahlûkatın
yaratılmasını, Muhyi ismi canlıların icadını, Rezzâk ismi rızık vermeyi,
Kerîm ismi, ikramı, Lâtif ismi lütuf etmeyi isterler.
Cenâb-ı Hak, sonsuz kemâldeki Zâtını, kudsî sıfatlarını ve Esmâ-i
Hüsnâsını sevdiği gibi, o esmanın tezahürünü de yani varlıklar üzerinde
tecelli etmesini de sever. Bu ise kâinatın yaratılmasını gerektirir.
Cenâb-ı Hakk'ın kendi zât sıfat ve esmasını sevmesi hak olduğu gibi, o
esmânm tezahürünü istemesi de haktır. Elbette kâinatı yaratmakla
lûtfunu, keremini, ihsanını, ikramını onda göstermesi, kainatı
yaratmamasından daha güzeldir. Meselâ, bir padişahın hazinelerinde
bulunan çeşit çeşit cevherleri, türlü türlü nimetleri emri altındaki
halkına ihsan etmesi, onları hazinesinde saklamasından daha hayırlıdır.
Keza, bir âlimin ilim ve maharetinden başkalarını faydalandırması,
hiçbir eser yazmamasından daha hayırlıdır. Aynen öyle de, Allahü
Azîmüşşan'ın sonsuz hazinelerini ilim dâiresinden kudret dâiresine
çıkarması, mahlûkatına ikram ve ihsanda bulunması, böylece cemâl ve
kemâlini seyr ve temaşa ettirmesi, mahlûkatını yoklukta bırakmasından
elbette daha hayırlıdır.
İşte, Allahü Teâlâ Hazretleri bu kâinat sarayını ve onda misafir olan
insan nev'ini ve bu nev'in en mükemmel fertleri olan evliya ve
enbiyâyı, bilhassa risalet görevini en mükemmel surette yerine getiren
Resûl-i Ekrem (asm.) Efendimizi bu hikmetlere binâen halketmiştir.
Bu hakikati Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan buyurmaktadır:
"
İşte Cenâb-ı Hakk'ın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâ'sının bütün
meratipleri ve bütün faziletleri, hakiki kemâlât olduklarından bizzat
sevilir. "Mahbubetün lizatiha"dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî
olan sıfat ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever,
muhabbet eder. Hem o kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san'atını ve
masnuatını ve mahlûkatının mehasinini sever, muhabbet eder. Enbiyâsını
ve evliyasını, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan
Habib-i Ekrem'ini sever. Yâni, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin
âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmasının
mazhar-ı camii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve
san'atınıı sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan O Habibini
ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuatına karşı:
"Maşâallah, Bârekallah, ne kadar güzel yapılmışlar" diyen ve takdir eden
ve istihsan eden O Habibini ve O'nun arkasında olanları sever. Ve
mahlûkatının mehasinini sevmesiyle, o mehasin-i ahlâkın umumunu cami
olan O Habib-i Ekrem'ini ve O'nun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder."
Şurası unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti, memnuniyeti,
şefkati, O'nun mukaddes zâtına ve ulûhiyyetinin şânına lâyıktır,
mahlûkatın muhabbetine, sevgi ve şefkatine benzemekten münezzehtir.
İkinci Hikmet:
Kâinatın yaratılmasındaki hikmetlerin ikinci ciheti hayat sahiplerine,
bilhassa akıl ve şuur sahiplerine bakar. Bu da iki noktada
incelenebilir:
Birinci nokta; "
Mahlûkatı halkettim ki onlar benden fayda görsünler, ben onlardan değil."
hadîs-i kudsîsinin beyanı ile canlıların Cenâb-ı Hakk'ın inayet ve
ikramına, lütuf ve keremine mazhar olmalarıdır. Bütün hayat sahiplerine
bir kemâl, bir lezzet, bir feyz ihsan etmiş, onları hayatlarının devamı
ve bu alemden faydalanmaları için çeşitli cihazatlar ile donatmışır.
Onlara farklı ihtiyaçlar, arzu ve iştihalar vermiştir. Bunların tatmini
için de zemin yüzünü çeşitli nimetlerle dolu bir sofra haline
getirmiştir. Bu sofralardaki nimetlerle hem onlara lezzet vermiş, hem de
devam ve bekalarını temin etmiştir. Bilhassa insan nev'ini akıl,
hayal, hafıza gibi kıymetli âletlerle donatmış, bütün nimetlerini ona
teveccüh ettirmiştir.
Allahü Azîmüşşân'ın yoktan yarattığı şu mahlûkatına muhtaç olması
düşünülemez. Düşünülürse şu sorulara cevap verilmesi gerekir: Cenâb-ı
Hak, mahlûkatın hangi kazancına, çalışmasına, fikrine muhtaçtır? Yâni,
şu canlı varlıklar O Ganiyy-i Mutlak'ın hangi işini görmektedirler.
Cenâb-ı Hak onların yemesine mi muhtaçtır, içmesine mi? Doğmasına mı
muhtaçtır, ölmesine mi? Balıklar yüzmeleriyle, kuşlar uçmalarıyla,
hayvanlar büyüyüp çoğalmalarıyla, insanlar ilmi keşifleri ve
ilerlemeleri ile şu kâinatın hangi noksanını tamamlamakta, Cenab-ı
Hakk’ın -hâşâ- hangi ihtiyacını görmektedirler? Halbuki bütün hayat
sahipleri O'nun mülkünde yaşamakta, O'nun lûtfuna her an mazhar
olmaktadırlar.
Bu âlemin yaratılışının hayat ve şuur sahiplerine bakan ikinci ciheti ise,
"
Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyât: 56) ayetinin ders verdiği gibi, “şuur sahiplerinin Allah’ı bilmeleri, tanımaları ve O'na ibadet etmeleridir”.
İnsanlar o Mabud-u Bilhakk'ı tesbih, tekbir, hamd ve şükür ile ubudiyet
vazifelerini ifa edip, O'na yakınlık kazanır, ebedî saadete mazhar
olurlar. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
"
Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce
neticesi 'İman-ı Billâh'tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve
beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı Billah içindeki 'Marifetullah'tır.
Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah
içindeki 'muhabbetullah'tır. Ve ruh-u beşer için en halis sürür ve
kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i
ruhaniyye'dir. Evet, bütün hakiki saadet ve halis sürür ve şirin nimet
ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahdadır. Onlar,
onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan ve seven nihayetsiz saadete,
nimete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır."
Bu ifadelerden de açıkça görüldüğü gibi hakiki saadet ve sürura ancak
marifetullah ve muhabbetullah ile erişilir. Bunlarla Allah’a manen
yakınlık peyda edilir. Bundan hâsıl olan şeref, saadet, kemâlât,
menfaat ancak kullara aittir. Allahü Azîmüşşan'ın kullarının tesbihine,
ta'zimine, ibadet ve itaatına muhtaç olmadığı açıktır.
Bütün varlıklar O'na ibadet etseler O'nun kemâli zerre kadar
artmayacağı gibi, O'na isyan etseler O'nun izzet ve kemâlini zerre
kadar noksanlık gelmez.
Bu konuyu büyük tefsir alimi Elmalılı Hamdi Yazır'ın bir tefekkür ve ibret levhası olan aşağıdaki ifadeleri ile tamamlayalım:
"...Bilfarz O'nun kürre-i kamerinde insanlar olmadığı gibi, arzında
da olmayabilir, bundan dolayı bâ-rigâh-ı azametinden ne eksilir?..
Güneşinden ziya ve hararet fışkırıyor, kamerinden mehtaplar
aksettiriyor, hâk-i tireden mehlikalar yaratıyor, nesiminden
sinelerinize inşirah veren nefesler dökülüyor, milyonlarca senelik
mesafedeki yıldızlardan, şu çıktığınız ve nihayet gömüleceğiniz
topraklara nurlar yağdırıyor, zerratında nice nice ihtizazlarla
tesirler uyandırıyor, dağların başında bitirdiği nebatattan rızıklar
izhar eyliyor; sinenizde kimyahaneler, dimağınızda hikmethaneler
açıyor, damarlarınızda nehirler akıtıyor, sinirlerinizde akıllarınızı
şaşırtan nice yol şebekeleri dokuyor, adalelerinizde sermayeler
gizliyor, daha ve daha birçok harikalarla vücudunuzu teçhiz ediyor,
hey'et-i mecmuasını bir âheng-i vahdetle muntazam bir makine halinde
tesis eyliyor ve kuvve-i muharrikesini içinize yerleştiriyor, iktizâ
eden plânlarını ruh ve şuurunuza resmediyor, zihin denilen bir hazine,
akıl namında bir miyar, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğimiz bir
miftah da bahşeyliyor ve her birini yerli yerinde, gaye-i hilkatlarına
göre istimal edebilmenizi teshil için size birtakım tatlı, acı
ihtarlar, işaretler, meyiller, şehvetler de veriyor, daha büyük bir
inayet-i rahmet olmak üzere sadık ve masduk emin rehberlerle açıktan
talimat da gönderiyor, nihayet makineyi işletip, tecrübelerini size
gösterip, hikmet-i hilkata göre kullanmak ve istifadeler etmek için
yed-i emanetinize teslim ediyor.
Allah, bütün bunları yapıyorsa, size ve sizin iradenize, muavenetinize
ihtiyacından değil, size mahlûkatı içinde bir mevki-i mümtaz, bir
salâhiyet-i mahsusa vererek bekam etmek için yapıyor...
Siz doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki edvar ve etvar-ı
vücudiyetinizi hiç düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip
içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva,
korkularınıza melce, sıcaktan soğuktan, açlıktan susuzluktan, vuhûş ve
haşeratın hücum ve tasallutundan kendinizi koruyacak vesaiti
bulduğunuzda şu kürre-i arz yapılırken, taşları toprakları hilkat
fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu, havası henüz kimyahane-i
kudrette inbiklerden çekilirken siz nerede idiniz, ne içinde idiniz,
hiç tasavvur ediyor musunuz?”Okunma Sayısı : 12257 Mehmet Kırkıncı