İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi
ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten
kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden
kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre,
dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat
üslubuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün
başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziya[1]ları
tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum
saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema
üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin
rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı yukarı bir
sıhhatle[2],
haberdâr ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa
gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati
kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah
olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle
yol yol boyalı, azîm[3]
bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar
uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada
biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı.
Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin
olaylarını bu saatlerle ölçtüler.
Gerçi, astronomik hesaplara göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir
saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi. Güneş saatinin
adetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp
camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski
saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire
sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü,
annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve
orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı
etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar
ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve
ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir
zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski
“gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az,
meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.
Bu Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri,
hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla
çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve
nihayetsiz günüdür. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade
hasretle tahattur[4]
edilen saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema
altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği,
sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin
kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir[5] ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhûm[6]
bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir
noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını
dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim
şekli de bizi fecr âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri
yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıstırap
çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri
tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek
olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Hâlbuki fecir
saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe
ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları
gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca
saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o
muhayyirü’l-ukul mimârî[7]yi
anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavî bir altın
ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o
saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan
camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda
yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti.
Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve
acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış,
bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç
uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde
çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle
beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve
mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir
âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz
ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.
Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.
Ahmet HAŞİM
Dergâh, c.I, nr.3, 16 Mayıs 1337/1921
(Bu yazı Dergâh Edebiyat Sanat Kültür Dergisi’nin Cilt: I
Sayı: 4 / Haziran 1990 tarihinde 19’uncu sayfada yayımlanmış olan metin
gözden geçirilerek az da olsa yeniden sadeleştirilmiştir)
[1] Işık.
[2] Dorulukla.
[3] Büyük.
[4] Hasret.
[5] Etkili, tesirli.
[6] Bilinmeyen, gizli.
[7] Akılları hayrette bırakan mimari.