Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Yeryüzünde 7'ler, 3'ler, 300'ler Gibi Evliyalar Var mıdır? Çarş. Mart 06, 2013 12:33 pm | |
| Soru: Üçler, yediler, kırklar diye halk arasında sıkça duyduğumuz şeylerin manası nedir? Cevap:
Tarikatlarda ricâlu’l-gayb (gayb erenleri) olarak bilinen ve üçler, yediler, kırklar olarak da adlandırılanlar, kimliklerini gizlediğine inanılan ve kutup, gavs, evtâd, revâsî, nukebâ ve nucebâ adı verilen kimselerdir.
Kutup, en büyük velî bilinir. Tarikatçılara göre, erenlerin başı ve Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir. Yani evreni yönetmede yetki sahibidir.
Gavs, tarikatçıların darda kalınca sığındıkları ve yardım istedikleri kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharı sayılırlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarının onların şahsında ortaya çıktığına inanırlar. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı azam = en büyük gavs” lakabıyla ünlüdür.
Revâsî “dağlar”, evtâd “direkler” anlamına gelir. Onlara göre felaket zamanında kullar evtâda, evtâd da revâsîye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” derler. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn (sağdaki imam) kutbun hükümlerine, imam-ı yesâr (soldaki imam) da hakikatine mazhar sayılır. Yani biri kutbun kararlarını, diğeri de gerçek yönünü bilir, derler. Kutup ölünce yerine imam-ı yesâr geçer. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.
Bunlardan başka, sayıları sekiz veya kırk olan “nücebâ” ile sayıları on veya üç yüz olan “nukebâ” bulunduğu ve onların insanların iç dünyalarından haberdar olduğu kabul edilir.
****************
Hadis rivayetlerinde konuyla ilgili bilgiler vardır: “Bu ümmetin Ebdalleri 30’dür. Hepsi de Halilu’r-Rahman gibidir(yani Allah’a olan sevgi ve dostluğunda çok samimidirler). Her ne zaman onlardan biri ölse, Allah onun yerine bir başkasını getirir”(Mecmau’z-zevaid, 10/62). Diğer bir rivayet de şöyledir. Hz. Ali Irak’ta iken, bir gün yanında Şam halkından bahsedildi. Bazıları, onları lanetlemesini istediler. Bunun üzerine Hz. Ali Resulüllah(a.s.m)’tan şunları işittiğini söyledi: “Ebdaller 40 kişi olup Şam’da ikamet ederler. Onlar sayesinde yağmur yağar, onlar sayesinde düşmana karşı zafer kazanılır ve onlar sayesinde Şam halkından azap uzaklaştırılır”(Ahmed b. Hanbel, 1/112). Bu rivayetler, hadis otoriteleri tarafından sahih olarak değerlendirilmiştir.(bk. Avnu’l-Mabud, Ebu Davud’un ilgili hadis şerhi). Ebdal; onlardan biri öldüğünde yerine başka birisi -onun bedeline- getirildiği için bu adı almıştır.(Avnu’l’ Mabud, 6/467-şamile). Istılah olarak, bütün nefsanî arzularından tamamen sıyrılmış tertemiz veliler manasına gelmektedir. Bu konuda kütübü sitteden yalnız Ebu Davud’da “Şam’ın Ebdalleri” ifadesi yer almıştır(Ebu Davud, Mehdi, 1). Bu cemaatlerin varlığı, daha çok keşfî tecrübeye dayalı olarak bilindiği görünüyor. Manevî alemleri velilerin idare etmesi diye bir şey olmaz. Çünkü, manevî alemlerde cereyan eden hadiselerin geneli, maddî alemlerde olduğu gibi, yaratmaya ihtiyaç duyan olaylardır. Yaratmak ise, yalnız Allah mahsustur. Ebdallerin oluşturduğu 40 kişilik bir cemaat, küçük çapta manevî bir organize olduğu için, -hiyararşik bir düzen içerisinde- birbirlerini tanımaları mümkündür. Bu konuda –bu tarz bir düzende organize olmamış- sahabeye benzemez. Genel olarak bazı evliyalar için söz konusu edilen, tasarruf, hiçbir zaman bir yaratma anlamında değildir. Yukarıdaki hadiste geçen, tam doğru bir ifadeyle “onların sayesinde yağmur yağdırılır, zafer kazandırılır” ifadesinden anladığımız şudur: Allah, salih amelleri şefaatçi kabul ettiği gibi, salih amel sahiplerini de şefaatçi kabul eder. “Üç mağara arkadaşlarının iyi amellerini şefaatçi kılarak kurtuldukları”na dair sahih hadisler vardır.(bk. Buhârî, Enbiya, 53, Büyû,98; Müslim, Zikr,100). Yukarıda da ifade edildiği üzere, velilerin tasarrufu, yaratmaya ait olmayan işlerle ilgilidir. Onların Allah’a yalvarmasıyla bazı şeyler meydana geldiği gibi, Allah’ın izin ve inayetiyle, sevdiklerine yardım eder, onları himaye edebilirler. Kur’an’la sabit olan koruyucu meleklerin varlığı Allah’a şirk anlamına gelmediği gibi, insanlık camiasının bir çeşit melekleri olan velilerin himaye ve korumaları da şirk anlamına gelmez. Cevap 2:
Bedel'in çoğulu olan "büdelâ", sofîler arasında ricâlullahtan yedi önemli kimsenin müşterek unvan-ı mahsusu olarak bilinmektedir. Bunlar, yerinde tayy-ı mekân eder ve yerinde de nûraniyet sırrıyla bir anda farklı bölgelerde bulunabilirler. Bu intikal ve bulunuşlar dublelerin ve misalî vücudların aksi mi, yoksa, bizzat vücudun "tayy-ı mekân" etmesi mi?. konu net değildir.
Aslında, bazen büdelâ, kendileri bile böyle esrarlı bir intikalin farkına varamayabilirler. Fütühât-ı Mekkiyye sahibi büdelâyı yediler diye kaydeder ve yaklaşık olarak şu mütalâada bulunur: büdelâ, yedi ayrı iklimde Cenâb-ı Hakk'ın icraatının nezâretçileridirler.
Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şuunât-ı Sübhaniyesini temâşâ eder ve insan ufku itibarıyla hem o icraata perdedâr görünürler hem de alkışlarlar. Bunların hepsi üveysiyyü'l-meşrebdir; dolayısıyla da herhangi bir pîrin daire-i irşadına girmeleri söz konusu değildir.
Sofîyeye göre ebdâl, velâyet mertebesini ihraz ettiği hâlde, çok defa görünüp bilinmeden hayır işlerinde koşan hak erleri demektir.. ve bunlar, birbirinden farklı iki grup teşkil etmektedirler:
Birinci grup itibarıyla ebdâl, bütün kötü hasletlerden sıyrılmış, mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekavete karşı duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş hak erlerine,
İkinci grup itibarıyla da, üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi "evliyâullah"dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâldan biri vefat edince ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider dublesini bedîl olarak orada bırakır.
Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var... Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.
Bazıları, evtâd, iki imam ve kutbu bunlardan tamamen ayrı ve bir üst tabaka kabul ettiklerinden, ebdâla hâl ehli, ikincilere de makam sahibi nazarıyla bakmaktadırlar. Birincileri "seyr ilallah" yolcuları olarak görmekte, ikincileri de "seyr fillah", "seyr anillah" müntehîleri farz etmektedirler.
Levh-i mahfuz ve rical-i gaybe iman konusu için tıklayınız. Gaybı bilmek, levh-i mahfuzdan haberdar olmak ve rical-i gayb hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap 1:
Gayb, bilinmeyen demektir. Allah’tan başka kimse bilmez mealindeki ayet bu hakikati ihtar etmektedir.
Cin suresi 26. ayette Gaybı ancak Allah’ın bileceği ifade edilir. Ancak devamındaki ayette ise, razı olduğu kullarına gelecek ve geçmişten bilgiler vereceği haber verilir. Demek ki, Allah bildirirse Allahın sevgili kulları da bilebilir.
Öyleyse "Gaybı ancak Allah bilir" sözünü Allah bildirmezse kimse gaybı bilemez diye anlamak gerekir. Nitekim peygamberimiz kendinden sonra olacak ve önceden olmuş bazı olayları Allah’ın izniyle haber vermiştir.
Evet Allah kendi iradesi gereği bir sevgili kuluna ( Peygamber veya evliyaya ) gaybı bildirebilir. Bu zat-ı muhteremler de kablel- vuku bir hadiseyi haber verebilir. Yani bir hadise daha vuku bulmadan önce Allah başkalarına da bildire bilir. Bu durum Allah’ın hür iradesinin de delilidir. Şayet Allah’tan başka kimse bilmez, deyip peygamber ve evliyalarında gaybı bilemediğini iddia etsek o zaman hem ayetin sıhhatine de zarar vermiş hem de Allah’ın iradesinin de kayıtlanması anlamında bir fikri peşinen kabullenmiş olacağız. Bu ise, bizim itikatımıza terstir.
Vahiy sadece peygamberlere gelir. İlham ise Allah'ın veli ve sevgili kullarından herkese gelebilir.
Size alimlerimizin bu ayete verdiği tefsiri verelim:
GAYB, duygu ve ilimde veya varlık âleminde hazır olmayan demektir. Birçok şey hadd-i zatında, varlık âleminde, görünen âlemde hazır olduğu halde birbirlerine göre gaip olur. Mesela bir kimsenin kalbindeki kendisine göre hazır olduğu halde başkasına göre gayp olur ve o kalp onun, başkasına göre gaybıdır. Nitekim "Gayba inanırlar"(Bakara, 2/3) bir mânâca "kalbe inanırlar" diye tefsir edilmiştir. Fakat onun ğaybı, mutlak bir gayb değil, bağıntılı gaybtır. Yani mutlak mânâda gayb değil, başkasına göre gaybtır. Aslında mevcut ve hazır olduğu için doğrudan doğruya veya işaret ve izlerinden bilinmek şanıdır. Allah, henüz varlık âlemine gelmeyen, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayp olan şeyleri bildiği gibi, henüz vücuda gelmemiş olanları da bilir. Ona göre gayp yoktur. Fakat o kendi gaybını, -yani bütün varlıklara göre mutlak gayp olan ve Bâtın (yani gizlilikleri bilen) isminin ortaya çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye açmaz. Açık ve kesin şekilde gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye açmaz. Onun için ne insan, ne cin, ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez. Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a dair bazı bilgiler edinilebilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya gizli bazı sebeplerle mutlak gayba dair bazı şeyler sezilebilmesine de aykırı değildir. Bununla beraber bunların hiçbiri zan ve kuruntudan arınmış tam bir keşf ve ortaya çıkarma mânâsına kesin bir ilim olamaz. Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan eden bilimsel araştırma ve buluşların, delile dayanarak mantıkî neticeler çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan öte geçemez. Matematiksel bir kesinlik ifade etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka; meydanda, açık olmak yine başkadır. Yüce Allah henüz vücuda çıkarmamış olduğu gaybını kimseye açmaz, açığa çıkarmaz.
Ancak elçileri içinde seçip dilediği bir elçi hariç. Dilerse ona gaybından bazı şeyleri açar. Henüz varlık âlemine gelmeyen şeyleri açıkça bildirir. Bunlar onun ya elçiliğinin ilkeleri ve delilleri olan mucizeleri veya yükümlülükleri, hükümleri ve yaptırımları gibi elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili bilgiler olur. Bu durumda da yine o elçi gaybı bilmiş olmaz. Kendisine haber verilmiş, bildirilmiş olanı bilir. Onun için o kıyametin kesinlikle olacağı bildirilmemiş, "De ki, onun ilmi ancak Allah katındadır."(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur. Fakat o elçi kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller olmayıp da Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir? Bunu açıklamak için buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı gösterirken O elçinin önünden ve arkasından, her tarafından gözetecek bir takım gözetleyici melekler dizer. Onlar, o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona gizli bir şey karıştırılmaması; cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetir, sokulmak isteyenleri yukarda açıklandığı üzere ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar. Onun için Allah kelâmı, gizli bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir. Bu nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı türünden bir şey çalmak ve bununla kahinlik yapmak için sokulmaya çalışırlar. Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir. (Hak Dini Kur’an, Cin Suresi 26 ve 27 ayetlerin tefsiri)
Cevap 2 :
İbadet, hayatın gayesidir. İbadetten maksat Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmaktır. Ancak ibadet bir kalıplar ve şekiller bütünü değildir. O şekil ve kalıpların ardındaki mana, ibadetin özünü teşkil eder. “Kulun Rabb’ine en yakın olduğu an secde anıdır.” hadisi bu hakikati anlatır. İbadet sadece ödenmesi gereken bir borç da değildir. O, minnet, şükür, sevgi ve vefanın sembollerle ifade edilişinin adıdır. Bu sebeple ibadette kul ile Ma’bud arasında yoğun bir alışveriş söz konusudur. “Bana dua edin, ben de duanıza karşılık vereyim.” (Gâfir, 40/60) ayet-i celilesi bunu anlatmaktadır. Kul isteyecek, Allah verecek, kul O’na bir karış yaklaşacak, O buna daha büyük bir adımla karşılık verecek, kul O’na yürüyecek, O buna koşarak mukabele edecektir. Bu alışverişlerin sonunda bir yaklaşma ve yakınlaşma meydana gelecektir. Yakınlaşma kulun, kendi eksiğinin, kusurunun ve ihtiyacının farkına vararak Rabb’inin büyüklüğünü, kudretini ve kusur ve noksandan münezzehiyetini idrak ederek O’nu tanıma noktasına ulaşacaktır. Kul o zaman Rabb’inden başka sığınacağı bir melce, derdini açacağı bir makam ve hemhal olacağı bir dostun olmadığını anlar. Bu seviyeyi yakalayabilen kul, “Allah dostu” veya “velî” olarak ifade edilir. Halk arasında “evliya” olarak bilinen kelime “veli” kelimesinin çoğuludur. Allah’a dost olma makamına da “velâyet” denir. Allah’a dost olana her şey dost olur.
Bu seviyeyi elde edebilen insanlar hem Kur’an’da hem hadis-i şeriflerde övülmüştür. “Allah’ın velî kulları için korku ve tasalanma söz konusu değildir. Velîler o kimselerdir ki O’na iman edip, emirlerine aykırı hareketlerden sakınırlar.” (Yunus, 10/62-63) ayet-i kerimesi ve “Her kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harp ilan ederim...” (Buhari, Rekaik, 38) kudsi hadisi bunun öne çıkan örnekleridir. Elmalılı Hamdi Yazır, söz konusu ayetin tefsirinde “Evliyaullah” kelimesini, “Allah’a dost olanlar, Allah için dost olanlar ve Allah için birbirine destek olanlar” şeklinde tarif eder. Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine “Evliyaullah”ı soran birisine şöyle cevap vermişlerdir: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatırlar.” (İbn Mace, Zühd, 4)
Bediüzzaman’a göre velayet iki kısımdır
Bediüzzaman Hazretleri velayeti “büyük” ve “küçük” olmak üzere iki kısımda ele alır. Büyük velayet, sahabenin mazhar olduğu velayettir. Sahabe efendilerimiz, gerek dinin hayat bulması adına eda ettikleri misyon, gerekse Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in sohbetinde bulunmaları sebebiyle başkalarının uzun yıllar süren bir gayretle kazandıkları manevi seviyeden daha fazlasını çok kısa zamanda elde etmişlerdir. Bu çeşit velayette çok az keşif ve keramet görülür.
Küçük velayet ise bahsimize konu olan ve uzun yıllar süren manevi çalışmalar ve gayretler neticesinde kullara İlahi bir ikram olarak verilen velayettir. Velayet, kitaplardan okuduğumuz iman hakikatlerinin vicdanımızda ve kalbimizde tam manasıyla ve gözle görülmüş gibi idrak edilmesi maksadıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in miracının gölgesinde ve O’nun sünneti çerçevesinde takip edilen yolda (tarikat) elde edilen bir makamdır. Tamamen kalple sürdürülen bu yolun anahtarları ve vesileleri Allah’ı çokça zikretmek ve kâinata tefekkür nazarıyla bakmaktır.
Velayet, aynı zamanda Kur’an’ın beyan ettiği ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in getirdiği hakikatlere delil teşkil etmektedir. Çünkü velayet yolunda yürüyen bir insan, aklıyla kabul ettiği iman esaslarını aynen görmüş gibi bir kesinlik içinde kalbiyle de tasdik eder. Kur’an’dan secde emrini alan bir Müslüman, velayet sayesinde secdede kendisinin Rabb’ine ne kadar yakın olduğunu hisseder ve secdenin gerçek anlamını öğrenir.
Onlar kimlerdir?
Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehit de değiller; ama kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı nebiler ve şehitler kendilerine imrenerek bakacaklardır. Bunun üzerine oradakiler, “Bunlar kimlerdir ve ne gibi ameller yapmışlardır, bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim.” dediler. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bunlar öyle bir topluluktur ki aralarında ne akrabalık, ne ticaret ne de başka bir dünya menfaati olmaksızın birbirlerini sadece Allah için severler. Vallahi yüzlerinde bir nur vardır, kendileri de nurdan minberler üzeredirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu ve ardından Yunus Suresi’ndeki 62-63. ayeti okudu. (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)
Veli insan, velayeti ya lütuf ya da imtihan görür
Fethullah Gülen Hocaefendi “veli”yi “Kendi uzaklığını aşarak bize şah damarından daha yakın olan Cenab-ı Hakk’ın yakınlığına ulaşmış kişi” olarak tarif eder. Bu manâda veli olabilmenin bazı şartları vardır. Bu şartların başında hiç şüphesiz İslam’ın vazgeçilmez emirlerini yerine getirmek ve yasak olan şeylerden kaçınmak gelir. Bunu “Allah’ın kulları için belirlediği hudutlara saygılı olmak” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu hudutlara saygıyı bazıları çile çekerek, bazıları zikir ve ibadette derinleşmekle süslemiş, böylece bedene ait uzaklığı aşarak “Kalp ve ruhun hayat derecesine yükselmişlerdir”. Bu insanlar, kulluk yolunda sürekli farklı şeyler duymuş, farklı şeyler hissetmiş, farklı bir mertebede yaşamış ama bunların hiçbirini bir fevkalâdelik saymamışlardır. Onlar bu farklılıklara Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine birer lütfu ya da imtihanı olabileceği nazarıyla bakmışlardır. Bu örnek insanlar, Allah’a ulaşma ve O’na dost olma gayretlerinde hiçbir beklenti içine girmemiş, ibadetlerindeki derinleşmelerini havada uçmaya, suda yürümeye bina etmemişlerdir. “Dini yalnız O’na has kılarak Allah’a kulluk et.” (Zümer, 39/2) emri gereği dini de, diyaneti de halisane yalnız O’na tahsis ederek ömürlerini Allah’a kullukla geçirmişlerdir.
Bu yol, sadece velilerin değil, Allah’a kul olma şerefini yaşamak arzusundaki herkesin izlemesi gereken bir yoldur. Bize düşen, kulluk adına vazifemizi eksiksiz yapmaktır. Bu esnada Cenab-ı Hak bize ekstradan lütuflarını ihsan ederse o lütufları hamd ederek karşılar ve şükürle iki büklüm oluruz. Ancak bu tür lütuflar kesinlikle kulluğumuzun hedefleri arasında olmamalıdır. Zira Allah dostu olmanın yegâne yolu bu değildir. Mesela sahabe-i kiramın hepsi velidir ama hiçbiri velilerin geçtiği yoldan geçmemiştir. Sahabenin hepsinin veli olduğu meselesi İslam âlimleri arasında genel kabule mazhar olmuş ve çokları tarafından dile getirilmiş bir kanaattir. Çünkü sahabe, Nebi sohbetinin bereketine mazhar, her gün oturdukları yerden semavi sofralar ile ödüllendirilip din adına yeni, orijinal mesajlarla karşılaşan, böylece gökler ötesini her gün bir kere daha kendine has rengi ve deseniyle duyan insanlardır. Bu açıdan hiç kimse onların seviyesine ulaşamaz ve kulluk adına mutlak fazilet onlara aittir. Dolayısıyla “Veli” ya da “Evliya” derken derecesine göre akla ilk önce sahabe-i kiram gelmeli, sonra yine derecesine göre tâbiîn ve tebe-i tâbiin gelmelidir.
Allah dostları gaybı bilmezler…
Bazı veliler, kendilerinin veli olduklarını bilmezler. Bediüzzaman, bu durumu “Evliyâullah Allah’ın bildirdiği şeyleri bilirler. Allah bildirmezse bilmediklerine delil, Ashab-ı Kiram arasındaki kavgalardır.” diyerek açıklıyor. Demek ki bir insan “veli” bile olsa Allah bildirmeyince bilmez. Öyleyse, her devirde fertler içinde çok büyük veliler olabilir. Allah bildirmezse o kişiler veliliklerini bilmezler. Gaybı bilen sadece Allah’tır. Allah dostlarının gayb gibi görünen bazı bilgileri vermeleri, kendilerinden değil tamamen Allah’ın onlara bildirmesiyle olmaktadır. Bu hassas noktayı göz önüne almadan o insanların gaybı bildiklerini zan ve iddia etmek, herhalde en çok Allah dostlarını üzecek bir şirk ifadesidir. Bu durum onlar hakkında Allah’ın ayrı bir lütfu ve ihsanıdır. Bazıları vardır ki konumlarını bildiklerinde onu başkalarına karşı övünme sebebi görebilirler. “Şu rüyayı gördüm, şunu şöyle müşahede ettim” diyerek Allah’ın kendilerine olan özel ikramlarını herkese anlatırlar.
Tasavvuf Hakk’a ulaştırır
İslam tarihi boyunca pek çok maneviyat büyüğü, kendi kulluk tecrübelerini çevrelerinde bulunan insanlarla paylaşmışlardır. Bu, onların yaşadıkları güzellikleri başkalarının da yaşamasını istemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu kutlu insanlar tarafından anlatılan tecrübeler zamanla sistemli bir hal almıştır. Tasavvuf ilmi de bu tecrübelerin belli bir sisteme dönüştürülmesi çabalarından ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla tasavvuf, teorik bir ilim değil, yaşanarak öğrenilen bir kulluk tecrübesidir. Bu tecrübeleri başka insanlara duyuran ve öğreten kollara “Tarîkat” denmiştir. Tasavvufun ve tarikatların tek amacı, insanlara Allah’a daha güzel kulluk yapmanın yollarını öğretmektir. Çok istisna olsa da tarihte bu amaçtan uzaklaşan bazı düşüncelerin bulunması tasavvuf ve tarîkatın ehemmiyetini düşürmez.
On dört asırlık İslam tarihi boyunca Allah dostları, herkes tarafından derin bir saygı ve büyük bir sevgiye mazhar olmuşlardır. Gerçek hak dostları bu sevgi ve saygıyı hiçbir zaman istismar etmemişler, çevrelerinde toplanan insanlara hep iyiyi ve doğruyu öğretmişlerdir. Kendilerine gösterilen bu teveccühü hak adına adeta bir kredi gibi kullanarak, insanların nazarlarını Kur’an’a ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e çevirmişlerdir. Onların istekleri dışında mazhar oldukları kerametler ve bazı olağanüstü haller, insanların onlara olan bağlılık ve güvenlerini artırmıştır. Onlardan günümüze intikal eden pek çok hadise ve menkıbe, yaşanmıştır ve gerçektir. Arada bazı efsanevi hikâyelerin bulunması, onlara olan güvenimizi sarsmamalıdır.
İslam’da sınıf ayrılığı yoktur
İslam tarihinin hiçbir döneminde tarikatlar insanları sınıflara ayırmamıştır. Müslümanların vefa ve kadirşinaslık duygularıyla maneviyat büyüklerine saygı göstermelerini başka şekillerde yorumlamak hakkaniyetli bir davranış değildir. Kulluk adına bir kısım eksiklerinin farkında olup onları tedavi etmek isteyen bir Müslüman’a o yollardan geçmiş bir maneviyat büyüğünün kendi tecrübelerini aktarması, ona nasihatlerde bulunması kadar tabii ve Müslümanca bir davranış olamaz. Bunu bir sınıf farklılığı olarak algılamak bu gayretlere karşı yapılmış bir haksızlıktır.
Allah dostlarını sevmek, bir Müslüman için özgüven kaybına yol açmaz. Aksine, onları gören ve tanıyan insan, kendisinin de onlar gibi olması gerektiği düşüncesiyle kulluk yolunda daha çok gayret eder. Eğer öyle bir özgüven kaybı söz konusu olsaydı, Cenab-ı Hak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ve diğer bütün peygamberlere yüzlerce mucize ihsan etmezdi.
Burada biz Müslümanların dikkat etmesi gereken en önemli husus, şirke düşme tehlikesidir. Çünkü Allah dostları da bizim gibi fani insanlardır. Onlarda görülen bazı özellikler, yukarıda da ifade edildiği gibi, tamamen Yüce Allah’ın bir ihsanıdır. Kendilerinden değildir. Onlarda olanı kendilerinden bilmek ve Allah’tan isteyeceğimiz şeyleri onlardan istemek ve beklemek bizi farkında olmadan şirke götürebilir. Her şeyde olduğu gibi sevgi ve alakada da dengeli olmak ve o insanlardaki güzelliğin asıl sahibine (celle celâluhu) yönelmek, kulluk anlayışımızın temeli olmalıdır.
Tasavvuf kâmil insanı hedefler
Tasavvuf her zaman bize “insan-ı kâmil” olma yollarını göstermiştir. İnsan-ı kâmil, mükemmel insan demektir. En mükemmel insan da imanı en kâmil olan insandır. Çünkü “İman insanı insan eder.” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in “Sizden biriniz şunları yapmadıkça kâmil imanı elde edemez…” diye başlayan pek çok hadisi vardır. Bu hadislerde O, ümmetine kâmil insan olmanın formüllerini vermiştir. En kâmil insan da insanlığın iftihar tablosu Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir. Bir Müslüman’ın en büyük gayelerinden biri yaradılış maksadına uygun olarak kâmil imanı elde edip mükemmel bir insan olmaktır.
Ricalü’l-gayb var mıdır ve ne demektir?
Allah dostlarıyla alakalı olarak tartışılan konulardan biri de “Ricalü’l-gayb” (görünmeyen adamlar) meselesidir. Ricalü’l-gayb, hayatını Allah’ın istediği istikamette yaşamış ve en güzel biçimde noktalamış Nebi, Sıddık, şehit, veli gibi Hak dostlarıdır. Bu yüce ruhlar, vefatlarından sonra da Allah’ın izni ve sevkiyle dünyada ihtiyaç olduğu takdirde bazı vazifeleri yerine getirirler. Şanlı tarihimiz bu tür hadiselerin en büyük şahididir. Bedir Savaşı’ndan en yakın zamanda yaşadığımız Kıbrıs harekatına kadar pek çok hadisede bazı insanların gördüğü atlılar, yeşil sarıklılar, daha önceki savaşlarda şehit olmuş askerler vardır. Bunlar Kur’an’ın beyanıyla öldüklerinin farkında olmayan şehitlerdir. (Bakara, 2/154) Allah ruhlarını kendisi için feda eden bu dostlarını isterse ve hikmeti gerektirirse bazı işlerde kullanabilir. Allah’ın bu tasarrufuna hiçbir şey mani değildir. Ancak bu gerçekler bizi asıl vazifelerimizden uzaklaştırmamalı ve tembelliğe sevk etmemelidir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca sayısız inayet ve lütfa mazhar olmuştur; ama O, bütün işlerinde sonuna kadar sebeplere de riayet etmiştir. Uhud Savaşı’nda kendisinin iki tane zırh giymesi, okçular tepesini kontrol altında tutmak istemesi ya da Hendek Savaşı’nda Medine’nin etrafına hendek kazması bunun en açık örnekleridir.
Kulluk, bir rıza pazarıdır. O pazardan herkes kabiliyetine ve gayretine göre bir şeyler kazanır. Bu pazarın zenginleri Allah dostlarıdır. Ama bütün zenginlikler gibi bunu da veren Allah’tır. Dolayısıyla Allah dostlarının elindeki bütün güzellikler, gayretlerinin ve samimiyetlerinin neticesinde kendilerine yüce Yaratıcı tarafından ihsan edilmiştir. Bu güzellikleri Allah dostlarının kendilerinden bilmek insanı şirke götürür. Müslüman’a düşen, tevhid akidesini sarsmadan Allah dostlarına hak ettikleri saygı ve hürmeti göstermek, onları örnek alıp kulluk tarzını onlara benzetmeye çalışmaktır. Tevhid ve şirk arasındaki bu ince çizgiyi kavrayamayanlar ya şirk kokan yanlışların içine düşer ya da şirke düşmeme adına pek çok maneviyat büyüğüne saygısızlık edip sayısız feyiz ve bereketten mahrum olurlar.
Allah dostlarına ilham eder mi?
Allah dostlarının önemli özelliklerinden bir tanesi de maddi manevi berekete mazhar olmalarıdır. Bereket halk arasında daha çok maddi değerler için kullanılır. Rızkını helal yoldan kazanan, boğazından haram bir lokmanın geçmemesi için azami gayret sarf eden insanların kazançlarına Allah bereket ihsan eder. Bu kazanılan paranın, değerinden çok daha fazla bir fayda temin etmesi demektir. Kulun o samimi gayretine karşılık Allah’ın bolca ikramda bulunmasıdır. Aynı husus manevi âlemde de geçerlidir. Allah yolunda ilim tahsil eden insanlara gayretlerindeki samimiyetten dolayı Yüce Allah bereketler ihsan eder. O insanın aklını, zihnini ve gönlünü ilme açar. Zorlandığı ya da tıkandığı noktalarda Allah kalbine yeni ilhamlar gönderir. Bir bal arısına bile nasıl hareket edip balı nasıl üreteceğini ilham eden Allah (Nahl, 16/68-69) insanlığın hayrı ve imanlarının kurtulması için hayatını feda eden alimlerin kalplerini de elbette ilhamsız bırakmayacaktır.
Süleyman Sargın **************
Yeryüzünde 7'ler, 3'ler, 300'ler Gibi Evliyalar Var mıdır?
Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî (295/888) tarafından nakledilen hadîs-i serîf : “Bu ümmetim içinde İbrâhim tabiatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Îsâ tabiatı üzere üç, Muhammed (a.s.) tabiatı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılırlar.” (İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Kesfü’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs Ammâ İstehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, II. baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1351 H., c. I, s. 24; Ayrıca krs.: Ahmed b. Hanbel, Musned, c. I, s. 112; c. V, s. 322; c. VI, s. 316) Hatta abdal hadislerini Musned’inde nakleden Ahmed b. Hanbel, yeryüzünde muhaddislerden başka abdal tanımadığını söylemektedir. Ehli Tasavvufa göre Ricâlu’l-gayb olduğu söylenen bâzı kimselere, onları Allâh’a ortak gösterir gibi olağanüstü güçler ve yetkiler atfetmenin İslâm inancıyla bağdaştırılamayacağını söyleyen İbn Teymiyye, bu tür bir anlayışın daha çok hristiyanların ve aşırı Şiî fırkalarının inanış biçimlerini yansıttığını belirtmektedir. (Takıyyüddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, Tahkîk: Muhammed Resîd Rızâ-Muhammed el-Enver Ahmed el-Baltacı, (5 cilt, 2 mucelled hâlinde) Nesreden: Mektebetu Vehbe, Kahire, 1992, c. I, ss. 88-92. İbn Teymiyye, sûfîlerin “ricâlu’l-gayb” dedikleri kisilerin cinlerden ibâret oldugunu söylemektedir. Bk.: Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâili’l-Kubrâ, Beyrut, 1979, c. I, s. 72) İbn Haldun ise, kutub ve ebdâl telakkîsinin (Tasavvufta ebdâl telakkîsi, çesitli müelliflerce az çok farklı sekillerde açıklanmış olsa da bütün tasavvuf zümreleri arasında benimsenmiş ve zamanla aynı mânâda deger kazanan ricâlü’l-gayb anlayısıyla bütünlesmistir) ilk defa Irak sûfîlerinde görüldüğünü ve bu sebeple ricâlu’l-gayb ile ilgili diğer kavramların ortaya çıkışında Şia’nın ve Râfizîliğin etkili olmuş olabileceğini ileri sürmektedir. (İbn Haldun’un bu konudaki görüsleri için bk.: İbn Haldun, Sifâu’s-Sâil (Tasavvufun Mâhiyeti), Terc.: Süleyman Uludag, II. baskı, Dergâh Yay., İstanbul, 1984, ss. 263-265 (“Mukaddime’de Tasavvuf İlmi” bölümü)) Nitekim İranlı yazarlar, abdal terimini XII. yy.dan îtibâren daha ziyâde heterodoks (Heterodoks: Bir ilâhiyat ve sosyal târih terimi olarak; kabul edilmiş resmî din anlayısına, yâni ortodoksluga -sunnîlik- zıt ve aykırı olan bir tür din anlayısını ifâde eden bu kavramın siyâsî, sosyal ve teolojik yönleriyle ilgili bir degerlendirme için bk.: Ahmet Yasar Ocak, Babaîler İsyânı Alevîligin Tarihsel Altyapısı [Babaîler İsyânı], II. baskı, Dergâh Yay., İstanbul, 1996, ss. 77-78) dervişleri tanımlamak için kullanıyorlardı. (Ocak, Babaîler İsyânı, s. 67) Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır. Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır. Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'ın sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batın dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır. Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır. Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okumayazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunaklar hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hı yat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan murdar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bildikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler. (eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66) "Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder. Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mulazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûlâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutubların evveli demektir. Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır. Bunlardan başka "yediler" ve "kırklar" tabir edilen zatlar da her biri birer kutub olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutublar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Aktab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vucud bulur. Kutubların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'dabulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın musavidir. Bunlardan başka yüzler , üçyüzler, yediyüzler ve binler de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar. Ayrıca üçbinler, tedibinler, onbinler de vardır. Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayet göre 124 bin veliyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez. (Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sııl'i fi Dav'il Kilab ve's-Sunne, 229, 24-î, 247. Kutup inanımın bizzati Rafizilerin inancı olduğunu bildirir. İbn Haldun, Mukaddime, 473, Muesseselu'l-A'lemi, Hevrul. [size=16]İbn Haldun, muteahhir mutasavvıfların bu inanç ve anlayışlarını tenkid elmetle beraber selellerini savunmakla, gıayb alemini ve geleceği bilme, şatahat ve makamları' gibi durumlarını onaylamakla, fakihlerin ve başka alimlerin onları tenkid etmelerine de karşı çıkmaktadır. Hatta sibirbaz ve cincilerin yaptıklarına benzer olaylar sergileyen tasavvufçuların yaptıklarının keramet olduğunu söylemekte ve savunmaktadır, Mukaddime, 467-475. Muesseselu'l-A'lemi lîeyrul, Şubhe yok ki, iki konularda İbn (İ. Haldun'un söylediklerine katılmamak mümkün değildir) [/size] İbn Teymiyye konuyla ilgili olarak şöyle söyler: "Gavs, kutub, evtâd, nucebâ ve diğerleri hususunda, Hz. Peygamber'den ve ashabından onların bu konuda birşey dediklerine dair maruf senedle gelen birşey yoktur. Ancak ebdal hususunda seleften bazıları konuşmuşlardır. Bu hususta Hz. Peygamber'den bir zayıf rivayet te gelmektedir." Sadece ebdal hususunda zayıf bir rivayetten bahseden İbn Teymiyye, başka bir yerde de zayıf dediği bu rivayeti değerlendirerek konuyu şu şekilde işler: "Dörtler, yediler, onikiler, kırklar, yetmişler, üçyüzonüçler, kutub gibi evliya, ebdâl, nukebâ, nucebâ, evtâd, ektâbla ilgili olarak Hz. Peygamber'den gelen sahih bir rivayet yoktur. Selef bunlar içinde sadece "ebdal"den bahsetmiştir. Bu konuda zikredilen rivayetlerden birisi de şudur: 'Ebdal kırk kişidir ve Şam'da bulunurlar.' Rivayet tam metniyle şöyledir: Şurayh b. Ubeyd ef-Hıms'den, şöyle demiştir: Hz. Ali Irak'tayken yanında Şam'lıların bahsi açıldı. Ona "muminlerin emiri! Onlara lanet et!" denilince şu cevabı verdi: "Hayır. Ben Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Ebdal kırk kişidir ve Şam'da bulunurlar. İçlerinden birisi vefat ettiğinde Allah yerine bir başkasını koyar. Yağmura onlar vasıtasıyla kavuşulur, düşmanlara onlar vasıtasıyla galip gelinir, onlar vesilesiyle Şamlılardan azab uzak tutulur." (Ahmed b. Hanbel, 1/112, rakam: 896) Bu rivayet Musned'de Hz. Ali'den nakledilmektedir. Ancak munkatıdır, sabit değildir." (Bu rivayet İbn Teymiyye'nin bahsettiği gibi munkatıdır. Çünkü Şurayh, Hz. Ali'ye yetişmemiştir. Şâkir, Ahmed Muhammed, Musned, 11/171,896 numaralı dipnot. Ayrıca Ahmed b. Hanbel bu rivayeti nakletmesine rağmen kendisi de şöyle demektedir: "Eğer hadisçiler ebdal değilse, o zaman kimdir onlar?" el-Hatib, Şeref, s. 50, rakam: 101; es-Sehâvî, Mekâsid, s. (0, rakam: 8; el-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye, s. 324. es-Suyûtî ise rivayeti hasen kabul ederken {Leâli, 11/332) İbn Arrâk ta senedi sağlamdır der. (Tenzihu'ş-Şeria, lf/307). el-Elbânî ise senedindeki iki illetten dolayı hadisin munker olduğunu söyler ve bu iki alimin tesbitinin yerinde olmadığını ispat eder. Peşinden de konuyla ilgili olarak, zayıftır dediği iki rivayet daha nakleder. Daile, 11/339-41) İbn Teymiyye böyle dedikten sonra rivayeti metin yönüyle tahlile tabi tutar ve kabul etmemesini şuna bağlar: "Malum olduğu üzere Hz. Ali ve onunla beraber bulunan sahabiler, hem Hz. Muâviye'den hem de onunla beraber Şam'da bulunanlardan faziletlidir. Aynca insanların en faziletlileri, Hz. Ali'nin askerleri tarafında değil de Hz. Muâviye'nin askerleri tarafında bulunmaz." (İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, Xl/167) Görüldüğü gibi İbn Teymiyye meseleye aklî olarak ta yaklaşmakta, ebdaller Şam'da olacaklarına neden Hz. Ali'nin yanında değiller sorusunu sormaktadır. İbn Teymiyye başka bir yerde de bu tür hadisleri toptan bir değerlendirmeye tabi tutar ve yalan olduklarını belirtir: "İçinde ebdâl, ektâb, eğvâs, velilerin sayısı ve benzeri hususlar geçen rivayetler hadis alimlerince malum olduğu üzere, yalandırlar." (İbn Teymiyye, Minhacu's-Sunne, IV/115) İbn Teymiyye gibi İbnu'l-Kayyım da genellemeye giderek "ebdâl, ektâb, eğvâs, nukebâ, nucebâ, evtâd hadislerinin hepsinin Rasûlullah adına uydurulmuş batıl rivayetler olduğunu belirtir. Bir tek İbn Teymiyye'nin zikrettiği rivayetin doğruluğa yakın olduğunu ancak onun da munkatı olduğunu belirtir. (İbnu'l-Kayyım, Menâr, s. 136, rakam: 307- 308) İbnu's-Salâh da evtâd, nucebâ, nukebâ hakkında ehli tarikin beyanlarının olduğunu, bu hususta sabit olan bir hadis bulunmadığını, ebdal hakkındaki en sağlam rivayetin ise Hz. Ali'nin kendisindenden nakledilen Şam'da ebdâlin bulunacağına dair rivayet olduğunu söyler. (Abdullah b. Sah'ân naklediyor: Sıffîn günü biri ayağa kakıp "Allahım! Şamlılara lanet et deyince, Hz. Ali ona şöyle dedi: "Geniş bir topluluk olan Şamlılara böyle sövme. Çünkü Şamlıların içinde ebdal var, Şamlıların içinde ebdal var, Şamlıların içinde ebdal var." Abdurrazzâk, XI/249, rakam: 20455.) (İbnu's-Salâh, Fetâvâ, s. 53, rakam: 34; Mevdudi, Meseleler ve Çözümleri, V/244-6) Bu tür hadisleri reddeden alimler yanında ilgili rivayetlerin çokluğu sebebiyle bunlara mevzu denemeyeceğini, içlerinde sahihler bulunduğunu söyleyen İbn Hacer (852/1448) yanında, konuyla ilgili hadislerin zayıf olduğunu söyleyen es-Sehâvî (es-Sehâvî, Mekâsid, s. 8-11, rakam: 8. Muhammed Nâsirıddîn el-Eibânî ise tedkîk ettiği bu hadislerden bir kısmına mevzu, bir kısmına da son derece zayıftır, der. Daife, HI/666-670) , rivayetlerin birbirini desteklediğini belirten el-Aclûnî ilgili rivayetleri genel hatlarıyla kabul etmektedirler. (el-Aclûnî, Keşful-Hafâ, I/25-8, rakam: 35. Benzer yaklaşımlar için es-Suyûtî, el-Hâvi li'l-Fetâvâ, H/455-72; el-Câmiu's-Sağir, 1/470-1, rakam: 3032-7; Leâti, H/332; İbn Arrâk, Tenzthu'ş-Şeria, il/307; el-Kettânî, Nazm'l-Munâsir. s. 231-2, rakam: 279) Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder. | |
|