CEMAAT ŞUURU VE RAHMETİ..Cemaatleşme
Rabbimiz , müslümanları Kur’an etrafında bir araya gelmeye dâvet ediyor (Âl-i İmran, 103).
Dinlerini parçalayanlar gibi parça parça olmaktan sakındırıyor (Rûm, 32).
Kuvvetli bir bina gibi bir araya gelip kendi yolunda cihad eden mü’minleri sevmektedir (Saff, 4).
“Onların işleri aralarında şura-danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da sarfederler. Bir haksızlığa uğradıklarında üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar ”(Şûrâ: 38-39) buyurarak, müminlere işlerini ortaklaşa yapmalarını ve yardımlaşmalarını emredip, birlik ve beraberlik içinde olmalarını istemiştir.
“Allah ve Rasûlune itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal: 46)
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Al -i İmran 104)
"Sen yönünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın. Onlar ki dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendi yanındakiyle sevin(ip övün)mektedir. " (Rum, 30/30-32).
Hz. Peygamber, cemaatin iki kişiden meydana gelebileceğini ifade etmişti [Buhârî, "Ezan", 35; Nesâî, "İmamet", 43-45].
"Üç kişi bir mecliste olupta cemaatle namaz kılmazlarsa şeytan onları mağlup etmiştir.” (Buhari)
Diğer bir hadisi şerifte 3 kişi yolculuğa çıktıklarında içlerinden birini emir seçmeleri buyrulmuştur.
Ebu Said’den Rasulullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Üç kişi yolculuğa çıktıkları taktirde, mutlaka başlarına birilerini emir tayin etmelidirler.”[Ebu Davud, 2241]
Hz. Peygamber (s.a.s.): "Cemâat rahmettir, tefrika ise azaptır" buyurmaktadır. (İbn Hanbel, IV,145).
Yine şöyle buyurur: "Allah'ın eli cemâatle beraberdir."
(Tirmizî, Fiten, 7).
"Bereket cemâatle beraberdir. " (İbn Mâce, At'ime, 17).
Hz. Peygamber (s.a.s.) "Mu'minlerin birbirlerine karşı sevgi ve merhametlerindeki örneği bir vücudun örneği gibidir. Bir azası rahatsızlandığında tüm vücut uykusuzluk ve ateşle ona ortak olur."(Buhari-Müslim) buyurmuştur.
"Kıyamet günü Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: Celalim için birbirlerini sevenler nerededir? Benim gölgemden başka gölge bulunmayan bu günde, ben onları gölgemde gölgeleyeceğim." (Muslim)
"Nefsim elinde olana yemin olsun ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (kâmil manada) iman etmiş olamazsınız." (Muslim Îmân, 94)
(Birbirinizi sevmenize sebeb olacak ameli söyliyeyim mi. Aranızda selamı yayın) hadisin diğer farklı varyantlarında bu ifadeler bulunmaktadır.
"Allah için birbirini seven ve O'nun için bir araya gelip ayrılan iki kişi" de Allah'ın, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendireceği kimselerdendirler.(Buhari-Muslim)
Enes b. Malik (r.a)’den: Rasulullah (s.a.s) buyurduki:
«Hiç biriniz kendisi için arzu ettiğini kardeşiniz içinde arzu etmedikçe iman etmiş olmaz.» (Buhari-Muslim)
Cemaat bir vucubiyet , cemaatsizlik bir vebaldır. Bu işin keyfiyeti kişinin kendi isteğine bırakılmamış “olmazsa da olur” değil, aksine "olmazsa olmazımızdır".
İnsanın ihtirasları, çıkarcı, bireyci, bencil, dünyacı, karanlıklardan kurtulup gün yüzüne çıkması cemaat ortamlarının rahmet ve bereket ikliminde mümkün oluyor… Kişi cemaat potasında olgunlaştıkça toplumsal duyarlılığı gelişir…
Cemaat kişisel kabiliyetleri, kazanımları sosyalleştirmek için vardır… Hem kendi kalmak, hem de cemaat atmosferinde zenginleşmek, derinleşmek, durulaşmak fırsatı yakalanmış oluyor…
Tevhid akidesi ve hareketli organik ameliyle kişiye anlam ve değer yükleniyor… Hayatın fani çabalarını ebedileştirmenin yolu da buradan geçiyor…
Cemaat her tür bereketin adıdır… Velayetin, vahdetin, uhuvvetin, rahmetin taşıyıcısıdır… İslam’ı pratize etmenin zeminidir… Müminleri bir arada tutan tutkal, bir duvar misali kaynaştıran harçtır…
Modern dönemlerde İslami misyon ve mesajı sürdürebilme imkanı cemaat formunda kendini gösteriyor… Modernite ile gelen köklü yıkıma karşı duracak tek potansiyel güç İslam’dır… Cemaat tüm zamanların bir zaruretidir.
İslâm cemaat dinidir. İslâm’ın ilke ve prensipleri en güzel şekilde cemaatle beraber yerine getirilir. İslâm, müslümanların şuurlu cemaatler olmasını emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Böyle bir cemaat mü’min için koruyucu bir elbise, kale gibidir.
Cemaat olan mu’minler birbirlerini daha iyi tanırlar, birbirlerini sever sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin durumlarından haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar. Tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler .
İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedâkârlık ve saygı vardır. Onların arasında soy, sınıf, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi şeyler yoktur.
alıntı
****************0o0***************
CEMAATLEŞME BİLİNCİ VE FARKLILIKLARA TAHAMMÜL
Muhammed (sav) ümmetinin uluslara, mezheplere, cemaatlere bölünmüş ve aralarındaki birliği kaybederek başsız, birliksiz, dirliksiz kalmış olması, geçirmekte olduğumuz dönemin en büyük musibetlerinden biridir. Kasvetli bir fetret devri sayabileceğimiz bu dönemin -inşallah sonuna yaklaşırken, Müslümanların en büyük meselelerinden biri, İslam medeniyetini yeniden inşa edip yükseltmede en iyi usulün hangisi olduğu meselesidir.
Sevinilecek bir husus varsa, o da Müslümanların, bu süre içinde, geçirdikleri onca ağır imtihanlara rağmen ümit ve inançlarını yitirmeyip, sürekli çare aramış, farklı metotlar deneyerek cemaat ve cemiyetler meydana getirmiş olmalarıdır.
Hepimizin bildiği gibi, İslami ilimlerin yasaklandığı, din hizmetlerinin ciddi bir kesintiye uğradığı devirlerde dahi bir kısım mübarek zatlar, üstün fedakârlıklarla gelecek nesle iman aşısı vurmaya gayret etmiştir. Bu gibi şahısların birer güneş misali etraflarını aydınlatmaları, gönlü manaya susamış temiz insanların etraflarına toplanmalarına ve cemaat teşkil etmelerine vesile olmuştur. Tamamen gönüllülük esasıyla müesseseleşen bu cemaatler, yok edilmeye çalışılan manevi değerlerin diriltilmesi ve duyguların canlanmasında hiç kuşkusuz önemli bir rol oynamışlardır.
Günümüzde bazı kesimlerin sorguladığını, hatta sertçe tenkit ettiğini gördüğümüz cemaatleşme meselesini ele alırken, öncelikle bu hakikatleri hatırlatmak ve onları cemaatlerimize daha hoşgörüyle ve iyimserlikle bakmaya davet etmek istiyoruz. Bugün İslami meseleleri idealist bir anlayışla ele alabilecek kadar detaylara inebiliyorsak, hiç kuşkusuz bu, yok edilmek üzereyken din ilimlerinin ihya edilmiş olması sayesindedir. En hor görüldüğü zamanlarda İslami anlayışı büyük fedakârlıklarla savunup temsil etmiş; hizmet kervanının ilerlemesi için hayatını vakfetmiş kişi ve gruplara karşı daha kadir bilir ve vefalı olunması icap eder kanaatindeyiz.
İslam Cemaat dinidir
İslam ümmetinin cemaatler teşkil etmesinin tarihi, İslam tarihiyle özdeştir. İlk tesis olunan İslam cemaatinin, Peygamberimizin etrafında kümelenen Sahabe-i Kiram hazerâtı olduğunu kabul edecek olursak, dinimizin, ilk devrinden itibaren cemaatleşme metodu ile varlık kesbettiğini anlamakta zorluk çekmeyiz. Bu çekirdek cemaatin, Peygamberimiz etrafında gittikçe genişleyen halkalar şeklinde büyüdüğünü, bir evvelki halkanın, yeni eklenen halkalara “İslam’ın nasıl yaşanacağına dair” örnek teşkil ettiklerini biliyoruz.
Nitekim Peygamberimizden sonra Sahabe’ye, Sahabe’den sonra da onlara tabi olanlara uyulmuş, böylece onların teşkil ettiği cemaat, kurtuluşa ermek isteyenlerin yapıştığı bir “hablullah” (Kur’ani tabir; “Allah’ın ipi”) olarak, İslam ümmetinin içinde varlığını sürdürmüştür.
Nitekim böyle olması, peygamberimizin emir ve tavsiyesinin icabıdır.
İslam tarihinin bundan sonraki devirlerinde ne zaman Peygamberimizin haber verdiği çeşitli fitneler, sapkınlıklar ve bid’atlar ortaya çıksa, mutlaka bunlara karşı peygamberimizin sünnetini ihya eden âlimler de bulunmuş; çağdaşlarını doğru yola davet etmişlerdir.
Bu âlimlerin silsile halinde birbirinden ilim, irfan ve feyz alıp yetişmesinde tasavvuf yolunun disiplini de büyük değer taşır. Esasen ümmetin içinde varlığını bu hizmete feda etmiş, ‘mukarrebun’ bir grubun varlığı da murâd-ı ilâhiye uygundur.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir cemaat bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmran; 104)
Ayet-i kerimede cemaat diye çevirdiğimiz, “ümmet” kelimesi, ‘Ümmet-i Muhammed’ derken kastettiğimiz umumi manada Müslümanları hayra davet eden; onların içinde ancak özel olarak yetişmiş bir topluluğa işaret etmekte gibidir. Bu hususi yetişmiş cemaat; halkın çoğu dünya işlerine daldığı, çeşitli musibetler ve karşılarına çıkan yeni meseleler karşısında kararsızlığa düştüğünde, onlara taze bir iman ve ümit aşılayacak bir manevi kadro olmalıdır.
Günümüzde İslam ümmetinin içinde farklılaşmış, belli bir alanda uzmanlaşmış ve özel bir bağlılıkla birbirlerine tutunmuş cemaatlerin bulunması yadırganmakta gibidir. Oysa bu durumun zararlarından çok faydaları göz önünde bulundurulmalıdır. Ne de olsa fıtri tabiatının bir gereği olarak insan, kendisi bir şeye karar vermekten ziyade, başkalarına uymayı tercih eder.
Hiçbir üyesi bulunmadığı halde, sadece o yolun prensiplerini okuyup öğrenerek bir yolu tesis edebilecek nitelikte insan sayısı çok çok azdır. Oysa bir örnek ve lider çevresinde muhabbetle birleşmiş bir cemaate uyan insan sayısı her zaman çoktur. Çünkü böyle bir cemaatin varlığı, o yolun aklıselim sahiplerini ikna edecek kadar sağlam, hayata geçirilebilir ve vaat ettiklerini sağlayabilen bir yol olduğunun ispatı yerinde olacaktır. Hele hele cemaat mensuplarının hal ve işlerinin güzelliği, bu yolda bulundukları sürece gösterdikleri iyileşme ve ilerleme, yeni kişilerin katılımını artırır.
Zaten her insan mutlaka bir topluluğa uyar. Kimileri dünya zevklerine dalmış menfaat ve zevk ehline, kimileri de geçici hayatını Allah yolunda sarf etmeye azmetmiş ilim ve hizmet ehline…
Uymak, insan yaratılışının icabı olduğu için, bu özelliği kötülemek yerine iyiye kullanmak daha uygun olur. İşte bu sebeplerden dolayı, İslam ümmetinin asr-ı saadetten beri uyguladığı prensip, cemaatleşmedir.
Cemaat Nedir?
Cemaatleşmenin özelliği, sevilen bir kişinin merkezinde durduğu, onun etrafında ama onun şahsını aşan bir sistem oluşturmasıdır. Cemaatler, yıldız şahsiyetlerin etrafında, onların İslam’dan alıp yansıttığı ışıkla aydınlanan insanlar yetiştirir.
Yetişen nesil, o cemaati sürdürmekten öte onu ilerleten, yeni ufuklara taşıyan kişiler olmalıdır. Ancak zaman zaman tenkitlere konu olduğu üzere, cemaatlerde bazen aşırı bağlılık ve taassup yüzünden bir tür kabuklaşma görülebilmektedir. Bazen bir cemaat kendi metodu ve önceliklerinde ısrar etmeyi abartıp, diğerlerinden asgari müştereklerde dahi olsa kopma derecesinde ciddi bir farklılaşmaya ve birleşmeye engel olan derin ihtilaflara sebep olabilmektedir.
Elbette tutkulu bir bağlılıkla bir araya gelmiş olan insanların kendi yollarını, üstadlarını veya onların metodunu çok fazla sevmeleri anlaşılabilir bir şeydir. Ancak bu durum, aracın amaç haline gelmesi durumunda rahatsız edici olabilmektedir.
Örneğin, bazen bir üstadın eserleri esas alınarak sadece o eser okunmakta, Kur’an ve hadislerden daha önemliymiş gibi bir hava estirilmekte. Başka bir yerde ise bir önderin yerinin asla doldurulamayacağına inanılmakta veya onun asla hata etmeyeceği düşünülerek hareket edilmektedir.
Bu husustaki hatalarımızı düzeltmenin yolu, bizden önce geçip gidenlerin kıssalarını anlatarak bize öğüt veren Kur’an-ı Kerime kulak vermektir. Kur’an-ı Kerim’de Mevlamız, “Allah’ı bırakıp bilginlerini Rab ittihaz etmeyi”; (Tevbe; 31) “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılmayı” (En’âm, 159) yasaklamış; “bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasulüne götürmeyi” (Nisa/59) emretmiştir.
Aslında cemaatler arası ihtilafların çoğu öze ait meselelerden çok, metoda ait meselelerdir. Ancak, bazen bir cemaat mensubu, kendi hizmet metotlarının en doğru ve bu zaman için tek geçerli olan yol olduğunu ileri sürerken, diğer hizmetleri itham eder gibi tutum takınabilmektedir. Bu davranışın ise İslam ahlakına uygun olmadığını söylemeye bile gerek yoktur.
Çoğu zaman cemaatleri farklı metotlara yönelten temel sebep, modernleşme ile birlikte gelen yeni durumlara karşı nasıl tavır takınılacağı meselesidir. Bu hususta her cemaatin tavrı, rehber kabul ettikleri üstadın reyi ile belirlenmekte, cemaatin bilinçsiz kesimi ise bu reyi İslam’ın aslından saymaktadır. Oysa üstadlar yorum farklılığının kökenini bilecek ilme sahip olduklarından birbirilerini gayet iyi anlamakta, itham etmemekte, ama kendi usullerinden fayda umdukları için, onu da bırakmamaktadırlar.
Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, üstatlar arasındaki fikir ve usul farklılıkları, onların birbirlerine karşı olan sevgilerini azaltmamaktadır. Mesela Bediuzzaman ile Süleyman Hilmi Tunahan veya Mahmut Sami Ramazanoğlu arasındaki usul farklılığı, onları birbirinden ayırmamıştır. Aksine onlar birbirlerinin hizmetlerini methederek anmışlar, biri hastalanınca diğeri de hastalanacak kadar ve birbirlerine bütün sevaplarını bağışlayacak kadar muhabbet beslemişlerdir. (Prof.Ahmed Akgündüz; Arşiv Belgeleri Işığında Süleyman Hilmi Tunahan, OSAV Yayınları)
İslam Farklı Yorumlara İzin Verir
Cemaatler arası ihtilafların bir nedeni de, hassasiyet ve öncelik farklılıklarıdır. Mesela bir cemaatimiz, geleneksel İslam kıyafetini üzerinde taşımayı önemli bir amel olarak görürken, bir diğeri öncelikli bir mesele olarak görmemektedir. Aslında bu üstadların her biri iyi niyetle reyde bulundukları gibi, onlara uyanların da niyetleri düzgün olduğu nispette sevap alacakları kesindir. Hatta iyimser bir yorum yapılacak olursa, cemaatler arası farklı yorumlar, bir çeşitlilik kaynağı olarak ümmetin hayrına tecelli etmektedir.
Yorumlardaki çeşitlilik, her durumdaki insanın İslam’ı hayata geçirmesine imkân veren bir genişlik sağladığı gibi, Müslümanlar arasında hoşgörüyü ve esnekliği geliştiren bir anlayışa zemin hazırladığı da söylenebilir. Çeşitlilik ve ona sebep olan itilaflar her şeyden önce; İslam’ın tek tip insan yetiştiren, tek tip bir doğru dayatan, katı ve şekilci bir ideoloji değil, hayata geçirilirken ufak tefek yorumlara izin veren bir öz ve ruh olduğunu ispat ettiği için çok önemlidir.
Gerçekten de İslam’ın özü ve ruhu olan iman akideleri, ibadetlerin aslı, İslam’ın korumayı ve geliştirmeyi hedeflediği manevi değerlerin neler olduğu gibi hususlarda üstadlar arasında herhangi bir anlayış farkı yoktur. Mesela bütün üstadlar, infak bahsinde benzer görüşe sahiptir. Ancak adeta birer görev paylaşımı yapılmış gibi, her üstad farklı bir kesimden cemaat edindiği için, infak anlayışı da farklı biçimlere bürünmektedir.
Böylece her cemaat toplumun başka bir kesimine ulaşmakta ve hizmet götürmektedir. Bu arada her cemaatin tecrübesi, ilerde yükselecek İslami müesseseler için istifade edilmesi mümkün bir tecrübe birikimi meydana getirmektedir. Hiç kuşkusuz İslam’ın parlak şafağı söktüğünde, bugün atılmış tohumların meyve verdiğine hep birlikte şahit olacağız.
Eğitim anlayışı bakımından da üstadlar arasında öncelik farkları olduğunu görmek mümkündür. Bazı cemaatler iman hakikatlerine, bazıları fıkhî inceliklere, bazıları tasavvufî derinliklere yönelmiş, bu alanlarda ihtisas yapmaktadırlar. Böylece Hekimoğlu İsmail ağabeyimizin meşhur benzetmesiyle, her biri birer “görünmez üniversite” olan cemaatlerimizin, her kolu da birer “İslam ilimleri fakültesi” işlevi görmektedir.
Aslında cemaatler arasındaki uzmanlaşma farklılığı, her gçiçekten bal toplayıp, kendini iyi bir şekilde yetiştirmek isteyenler için bulunmaz fırsattır. Nitekim pek çok Müslüman’ın hayatının çeşitli devirlerinde farklı cemaatlerde bulunarak her birinden feyz aldıklarını görüyoruz.
Mesela, gençlik çağında iman hakikatlerine dikkat çeken kitap-dergileri okuyup daha sonra bir cemaatin kursunda İslami ilimleri öğrenip, orta yaşa doğru ise daha disiplinli bir ibadet hayatına yönelmek üzere tasavvuf yoluna bağlananlar vardır. Bu satırları kaleme alan kardeşiniz olarak naçizane ben de birçok cemaatin eğitiminden istifade edip, sohbet halkalarında yer işgal ettiğim için, bu çalışmalara emeği geçen bütün hocalarıma karşı minnetle doluyum. Allah (cc) onlara layık olmayı nasip etsin.
Bununla birlikte, cemaatler arasında daha fazla iletişim, iş birliği ve yardımlaşma olması, ortak değerlerimizin vurgulandığı çalışmalarda omuz omuza bir araya gelinmesi de önemli bir ihtiyaçtır. ......
Son zamanlarda peygamber sevgisi, namaz gibi ortak değerlerimizi cemaatler üstü bir anlayışla işleyen platformların oluşturulması, bu ihtiyacın geniş kesimler tarafından hissedildiğini göstermektedir.
Son söz olarak, bütün cemaatlerin hizmetleri Muhammed ümmetinin uyanışı ve eğitiminde önemli yere sahiptir. Yeter ki cemaatler, mensuplarını; cahiliye asabiyetini andırır bir şekilde dışa kapalı birer gruba dönüştürmesin.
Yeter ki, cemaat mensupları kendilerini Allah’ın isimlendirdiği isimden; “Müslüman” adından başka bir isimle isimlendirmesin. (Tirmizî, Emsâl 3, (2867)) Fetih suresinin son ayetinde sahabenin örnek gösteren ruh hali gibi, “Müslüman kardeşine karşı rahmetle, küffara karşı şiddetle dolu” olsun.
HATİCE KÜBRA ERGİN- Gülistan
Cemaat Ve Cemaatleşme Kavramı
Cemaat kavramı, sosyolojik bir realite olarak hem modern toplumun, hem de modern sosyolojinin gündemine yeniden dâhil olmuştur. Sosyolojinin en girift kavramlarından birisi olmasına rağmen, üzerinde i'mâl-i fikr etmeyen düşünür yok gibidir. Kavram, ehemmiyet ve karmaşıklığını, Batı'da, geleneksel kimlik yapılarının ve toplumsal örgütlenme biçimlerinin çözülüşüne neden olan "modern sanayi toplumu" tipinin ortaya çıkışından almaktadır. Hatta bir bilim olarak sosyolojinin kendisi dahi bu köklü değişimin bağrında var olmuştur.
Hemen ifade edelim ki amacımız, "cemaat" kavramının sosyolojik temellerini araştırmak ve irdelemek değildir. Amacımız bu olmadığına göre bu çalışmada bu anlamda kurulu bir model ortaya konmayacağı da âşikâr olsa gerek.
Ancak, İslam dünyasındaki cemaatleşme olgusunu kavrayabilmek için, kavramın Batı'da ele alınışı ile İslamî muhayyilede ifade ettiği anlam farklılıklarına bir nebze değinmekte fayda vardır. Diğer taraftan burada, İslamî cemaatleri analiz eden Batılı çalışmalarda düşülen temel hatalar ve bu analizleri yönlendiren entelektüel arka temellerin ne olduğu hususu da önem kazanmaktadır.
Hem kültürel ve epistemolojik, hem de tarihsel, maddî ve toplumsal şartlar olarak cemaatin varoluşsal temeli, Batı'da ve İslam dünyasında farklı nedenler üzerinde şekillenmiştir. Kavramın Batı'da ele alınışı genel olarak ikili bir çizgi takip eder; "ilki"; Marx, Tönnies ve Weberyen çizgidir. Burada cemaat kavramı, az-çok farklılıklar içerse de modernite öncesine yerleştirilen toplumsal bir örgütlenme biçimi olarak tanımlanır. Geleneksel ve kırsal bir retorik içine oturtulur. Tönnies'in Marx'tan, Weber'in de Tönnies'ten ayrıldığı yönler elbette vardır. Tönnies cemaat ve cemaatleşmeyi (Gemeinschaft) modernite öncesi geleneksel ve kırsal bir toplum formu olarak alırken, Weber'de bu yanlızca "süreklilik" temelinde farklılaşır. Yani ona göre cemaat olgusu modern sanayi toplumlarında da varlık gösterebilir. Ama neticede cemaat, modern metropollerde ortaya çıksa bile, geleneksel bir biçimdir. "Diğer çizgi" ise; cemaati ve cemaatleşme olgusunu, modernizmin yarattığı değer boşluğunda var olmuş sosyal bir realite olarak ele alır. Modern ulus devleti ve sanayi toplum tipi, "birey" ile güçlü ve büyük "devlet" arasında kimlik ve bağlılık temelinde geniş bir değer boşluğu üretmiştir. Modernite insan bireylerini kırsal ve geleneksel bağlılık temellerinden kopararak büyük metropollerde ve sanayi atölyelerinde yalnızlaştırmıştır. İşte cemaatler, yalnızlaştırılmış bu insan bireylerini sosyal bir şemsiye altında toplayarak, onlara yeni bir toplumsal kimlik kazandırmak için varlık sahnesine çıkmışlardır.
Görüldüğü gibi her iki analiz biçimi de cemaat kavramının anlamını hem metodolojik açıdan, hem de varoluşsal açıdan belirli şartlarla sınırlandırmaktadır. Ama her ikisi de metodolojik farklılığa rağmen Batı'lıdır. Yine her iki çizgi, yani gerek cemaati modernite öncesine yerleştiren çizgi, gerekse onu modernitenin inşa ettiği değer boşluğunda okuyan çizgi, Batı'daki hemen bütün —eski/yeni— analizlere hâkim olmuştur. İnce ve önemsiz detaylar mahfuz, bütün yorum ve analizleri bu iki çizgiden birisine oturtmak mümkündür.
Marx, Weber, Tönnies, Nisbet, Maclver, Durkheim, G. Simmel, Kepel, Roy vb. sosyologların hemen hepsi modernitenin sosyologları oldukları için, Batılı toplumlarda sanayi devrimi ve sonrası toplumsal değişim ve dönüşümleri incelemişlerdir. Amaçları, modernitenin insan bireyi ve kümeleri üzerindeki her alanda yıkıcı ve dönüştürücü karakterini anlamak ve analiz etmekti. Yine hemen hepsi —özellikle ilk dönem sosyologları olan Marx, Weber ve Tönnies gibi- modernitenin köy, kasaba, geleneksel kent ve iktisadî metropol hayatı üzerindeki dönüştürücü etkisini bizzat görmüş ve yaşamışlardır. Marx, bu dönüşümün iktisadî momentlerini, emek, sermaye, iktidar ve kent temelinde anlamlandırmaya çalışmış idi. Tönnies kısmen ondan etkilenmekle birlikte, geleneksel toplumsal hayatın ve hiyerarşisinin dönüşüm biçimlerini ve şartlarını inceledi. Weber ise, toplumsal örgütlenme biçimlerini ve modern kentin farklı toplumlar üzerindeki etkilerini belki en detaylı inceleyen ve kendinden sonraki tüm sosyolojik analizleri derinden etkileyen bir sosyologtu. Geleneksel toplum her alanda önlerinde dönmekte, lime lime olmakta ve çözülmekte idi. Dolayısıyla tüm sosyolojik kavram ve metodolojik temellerini bu köklü dönüşüm ortamında tesis ettiler. Modernizmin her alanda yarattığı değer boşluğu, toplumsal örgütlenme biçimlerinin yeni gelişmelere uygun bir biçimde dönüşmesi onlar için sosyolojinin varlık alanıydı. Sosyoloji işte bu değer boşluklarını, modernitenin Batılı insan kümeleri üzerindeki derin etkisini ve neden olduğu köklü toplumsal dönüşümü analiz etmeliydi. İşte tam bu nedenlerden dolayı Batı'daki cemaat ve cemaatleşme olgusuyla ilgili sosyo-kültürel birikim, her açıdan Batılı toplumsal hayatın modernite içinde dönüşümünün bir hikâyesidir, denebilir.
Erken dönem Modern sosyologlar (Marx, Weber, Tönnies vb.) insanın toplumsal davranışlarını ve onun, ilişki ve toplum oluşturma potansiyelini analiz ederken "sosyololojik kavramlaştırma" lara girişmişlerdir. İnsana, topluma ve insan davranışlarına, oluşturdukları bu kavramların dünyasından bakmışlardır. Sosyolojinin kendisi de hemen hemen tüm insan ve toplum davranışlarını bu tür kavramlar ile okumaktadır.
İşte "cemaat" de onlar açısından bu tip kavramlardan birisiydi. Evet cemaat, çok geniş anlamıyla herhangi bir insan topluluğu demektir. Ama bu tanım, insan eylemlerine yönelik kuşatıcı bir açıklama vermez bize. Yalnızca bir ilişkiler yumağının toplumsal bir tezahürünü ifade eder. Öyleyse bu nevi insan davranışlarını analiz edebilmek için daha açıklayıcı ve detaylı kavramlara ihtiyaç vardır. Daha doğrusu "anahtar kavramlar" oluşturulmalıdır. İşte ilk kurucu sosyologlarda gördüğümüz ideal tip, karizma, otorite, bürokrasi ve benzeri kavramlar bu türden kavramlardır.
Tönnies "cemaat ve toplum" adlı çalışmasında bu kavramları, insanın toplumsal davranışlarını analiz etmede "ideal bir tip" olarak seçmiştir. O, "cemaat" şeklindeki beraberliği, modernite öncesi geleneksel toplumun en karakteristik biçimi olarak ele alır ve kavramsallaştırır. İslam dünyasındaki cemaatleşmeyi konu edinen Batılı analizleri daha iyi anlamak için Tönnies'in kavramsal dünyasına daha yakından bakmakta yarar var. Çünkü onun kavramsallaştırma biçimi örtük olarak tüm analizlere sirayet etmiştir.
Tönnies, cemaat ve toplumu analiz ederken, insan davranışlarını iki açıdan ele alır; Birincisi, cemaat ve toplumu oluşturan bağlılığın karakteri, ikincisi de insan iradesinin cemaat ve toplumda nasıl farklılaştığı meselesidir.
Şimdi birinci açıdan Tönnies'in sistemine kısaca bir göz atalım. Ona göre cemaati üç temel güdü ve bağlılık duygusu meydana getirir; kan bağı, komşuluk ve dostluk bağları. Bunun en temel biçimlerini de Tönnies, aile, köy, klan, kırsal kasaba ve kentlerdeki loncalar, meslekî ve dinî birlikler... olarak belirler. Cemaat, modern öncesi toplumdaki toplumsal tezahürün en güçlü bir resmi idi. Ve yine ona göre en güçlü cemaat biçimi ailedir. Modernite öncesi toplumsal ilişkiler tıpkı bir aile ortamı gibi sıcak; dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma temelinde gelişiyordu. İster ailede olduğu gibi kan bağı, isterse köy, kasaba ve klan gibi kırsal alanda teritoryal (toprağa bağımlı), komşuluk ve dostluk bağı temelli olsun "cemaat biçimleri"nin hepsi, ortak örf, âdet ve herkes tarafından paylaşılan geleneksel değerleri üretmekteydi ve bundan dolayı da güçlüydü. Ama sanayi toplum biçimleri geliştikçe ve hayata hâkim oldukça Tönnies'e göre bu geleneksel ve kırsal cemaat tipleri teker teker çözülürler. Eski dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma temelinde gelişen kırsal ve geleneksel ilişkilerin yerini de giderek rasyonel ilişkiler alır. Bu aşamada Tönnies'in "Toplum/Cemiyet" (Gesellschaft) diye nitelediği ve "kırsal cemaat"in karşısına yerleştirdiği yeni bir toplumsal biçim ortaya çıkmaktadır.
Toplum, modern sanayi ile birlikte çözülen geleneksel ilişkilerin ve birliklerin yeni formundan ibarettir. Bu da ona göre en temel biçimini modern kentte ve iktisadî metropolde oluşturmaktadır. Kent ve metropol, geri dönülemez bir biçimde geleneksel ve kırsal ilişki biçimlerini, bağlılık ve akrabalık duygularını değiştirmiştir. Geleneksel toplumda ortak bağlılık duyguları ve yaşamsal zaruretler ortak örf, adet ve kırsal değerleri meydana çıkarıyordu. Hâlbuki modern kent, bu tür ilişkileri, rasyonel değerler çerçevesinde dönüştürerek yeniden tanımlıyordu.
Tönnies "cemaat ve toplum" kavramları arasındaki bu farklılaşmaya neden olan ikinci bir etkene dikkat çeker ve bu farklı iki toplumsal formu ortaya çıkaran "insanî irâdeyi" tanımlamaya çalışır. Öyle ya, insanî tüm eylemler, insan iradesi tarafından belirlendiğine göre bu iki farklı toplum tipini ortaya çıkaran irâde nasıl bir şeydi? Tönnies burada iki tip irade tanımlaması yapar; "doğal irade" ve "rasyonel irade". Aslında Tönnies bu kavramlarla, yukarıda bağlılık biçimi temelinde ayrıştırdığı cemaat ve toplumu, bir de insan davranışı temelinde detaylandırmaktan başka bir şey yapmaz. Ona göre "cemaat" biçimindeki geleneksel/kırsal toplumsal yapıyı ortaya çıkaran irade "doğal irade" dediğimiz insanî eylemdir. Cemaat şeklinde tezahür eden modernite öncesi beraberlikler, bireyler arasında âdeta doğal bir irâde ile teessüs etmekteydi. Bu doğal iradenin, hem kan, toprak ve dostluk gibi maddi ve mekânsal, hem de psişik temelleri vardır. Aile bunun en temel biçimiydi. Çünkü aile, hem kan ve karabet, hem de psişik temelli güçlü bir birimdir. İçten, sıcak ve içgüdüsel bir topluluktur. Köy, klan ve kasaba da komşuluk ve dostluk bağlarının oluşturduğu teritoryal (toprağa bağlı) bir cemaattir. Ve bunlarda sanki doğal bir irade hükmediyordu.
Modern kent ve metropol ise Tönnies'e göre "rasyonel irade" nin oluşturduğu bir gesellschaft (toplum)dur. Modernite ve sanayi devrimi ile var olmaya başlamıştır. Ve burada eski dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma temelinde gelişen ilişkilerin yerini giderek rasyonel ilişkiler almıştır. Kent ve metropol toplumu, rasyonel irâde, fikir, menfaat ve sözleşme temelinde ortaya çıktı. "Toplum"da fertler birbirlerine yabancıdırlar, birbirlerinden kopuk ve bağımsızdırlar. Bu yüzden buradaki insanî ilişkiler, "cemaat"teki gibi geleneksel, sıcak ve içgüdüsel değil; yapay, sentetik, kurgulanmış, tasarlanmış ve rasyonel temeller üzerinde inşa edilmiştir. "Cemaat"te insanlar her türlü ayrılığa rağmen birbirlerine bağlı iken, "toplum"da her türlü bağlılığa rağmen insanlar ayrı ve bağımsız kalmaktadırlar.
Toplumda her birey yalnız kendisi için vardır ve diğer tüm bireylere karşı izole edilmiş bir gerginlik içindedir. İlişkiler hep karşılıklı çıkar, rekabet ve alış-verişe dayanmaktadır. Dost ve özverili, duygusal insanlar yerlerini, sürekli kazanmak için didinen, biriktiren tüccar tiplere bırakmıştır. Toplumsal ilişkiler bütün yönleriyle hesaplama, değer biçme, ölçme ve tartma üzerine kurulmuştur. Görüldüğü gibi Tönnies "irade" kavramını toplumsal analizinde anahtar bir kavram olarak kullanmaktadır.
Kısaca Tönnies'in gemeinschaft (cemaat) kavramı, klasik sosyoloji paradigmasında, modernin, kentin, bilimin ve rasyonalizmin karşısında geleneği, kırı, köy, kasaba ve kırsal kenti temsil eden yaşama biçimini ifade eder. Modern öncesi topluluğun olumlu ilişkiler temelinde geliştirdiği, ortak duygu ve içten paylaşılan değerlerle, karşılıklı sevgi, dostluk, uyum ve barış yurdu olarak kurduğu bir toplumsal formdur. Burada gelenek, cemaatin sosyal bir iradesi olarak tezahür etmektedir. Gesellschaft (toplum) kavramı ise, sanayiye dayalı, modern aklın ve bilimin hâkim olduğu seküler bir dünyada temellenir. Modernitenin toplumudur bu.
Tönnies'teki bu ikili (cemaat/toplum) kavramsallaştırma İbn Haldun'a kadar gider. İbn Haldun'un "asabiyye" temelinde geliştirdiği bedevî (kırsal) — hazarî (kentli) tiplemesi Tönnies'te biraz daha modernize edilmiştir. Tönnies açık bir biçimde T. Hobbes (1588-1679)'ten de etkilenmiştir. Ancak Hobbes, toplum yerine devlete daha fazla vurgu yapar. Marx, Tönnies üzerinde en fazla etkiye sahip düşünürdür. Tönnies'in rasyonel ilişki, hesapçı ve menfaatçi tüccar tiplemesi temelinde tanımladığı toplum, Marx'ın kapitalist toplumundan başkası değildir. Aileye, kırsal kasabaya ve kente Tönnes kadar vurgu yapan birçok sosyolog var. Ama Tönnies'in Batı düşüncesindeki ayrıcalığı "cemaat ve toplum"u insanî ilişkilerin analizinde herkesten fazla irdeleyerek detaylandırmasındadır.
"Cemaat ve toplum" kavramlarının diğer bir sosyologu da Weber'dir. Weber, Tönnies'e göre cemaate daha dinamik bir yorum getirir. O, cemaatteki sürekliliğe vurgu yapar. Ortak idealler ve çıkarlar etrafında insanlarda her zaman, cemaat ya da farklı bir biçimde topluluk oluşturma isteği ve bilinci gelişmektedir. Bu bilinç ve topluluk oluşturma isteği, modernite öncesi toplumlarda olduğu gibi, modern sanayi toplumlarında da mevcuttur. Ancak Weber bu gerçeğe rağmen cemaatleşme biçimindeki topluluk, er ya da geç modern toplumda sosyal varlığını yitirecektir, diyor. Buradan Weber'in cemaatleşmeye dinamik bir temel getirmekle birlikte, onu "geçici bir toplumsal form" olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Cemaatin varlığı ona göre, modern sosyal temeller üzerinde uzun vadeli süreklilik arz etmez.
Tönnies'in cemaat tiplemesi aşırı bir biçimde toplumdan izole edilmiştir. Bu izole, büyük ölçüde toplumsal hayatın bütünlüğünü ve sürekliliğini göz ardı eder. Titiz analizine rağmen Tönnies, insanî ilişkilerin her durumda yeni biçimler alabileceği gerçeğini statikleştirerek yalnızca iki forma (cemaat ve toplum) indirger. Hem mekânsal açıdan hem de zamansal açıdan bunlara kesin sınırlar koyar. Cemaat biçimindeki yaşamayı cemiyet ve toplumdan öyle ayrıştırır ki, onu mekânsal, ekonomik, duygusal, iradî, fikrî ve siyasî bağlılıklar açısından tamamen farklılaştırır. Cemaat bu denli sosyal gelişmelere ve hayatın değişken realitelerine kapalı tanımlanınca, elbette onun ömrü de sınırlı ve kısa olacaktır. Nitekim de öyle olmuştur. Tönnies'in cemaati modernite ile birlikte Modern kentlerde çözülmüştür. Weber insanî ilişkilerdeki bu dinamiği ve değişkeni keşfetmiştir. Ona göre insan hem kırsal ve geleneksel formda yapılanmış bir cemaat içinde hem de aynı anda modern bir kentte yaşayabilir. Modern kent yaşamın gelişmesi, geleneksel yaşama biçimlerini ortadan kaldırmaz.
Weber'e göre de toplumsal etkinlik iki biçim ortaya çıkarır: 1-Toplum, 2-Cemaat. Toplumsal ilişki duygusal ve geleneksel eylemler üretiyorsa, bu "cemaat" şeklinde; yok eğer amaç ve değerler manzumesi bakımından rasyonel eylemler üretiyorsa bu da "toplum" biçimindeki örgütlenmeyi meydana çıkarmaktadır, diyor. Weber, Tönnies'ten farklı olarak insan ilişkilerini "dostluk ve dayanışma" temelinde değil, "çatışma" temelinde irdeler. Zira modern toplumun temeli olan rasyonalite ve çıkar güdüsü de tüm ilişkilere hâkim olacaktır. Fakat yine de Weber cemaati, toplumsal ilişkilerin bir boyutu gibi algılamaktadır. Yani geçici bir süreci gibi yorumlamaktadır. Bu açıdan o da bir ölçüde Tönnies'le birleşmektedir. Rasyonelleşme süreci hızlandıkça ve hayata hâkim oldukça, cemaat bütün bütün kaybolmayacaksa da, ona olan ilgi giderek azalacaktır. Ne kadar güçlü bağlılık duyguları geliştirse de cemaat, bu rasyonelleşme sürecine etki edemeyecektir.
Weber'in derin tahlillerine rağmen, zaman gösterdi ki cemaatleşme olgusu en rasyonalist toplumlarda ve modern kentlerin göbeğinde bile farklı biçim ve düzeylerde varlığını sürdürmüş, yeni biçimler ve formlar üreterek hayatiyetini devam ettirmiştir.
Bilindiği gibi Durkheim de insanın toplumsal ilişkilerini farklı zaman, mekân ve tiplerle kategorize eden düşünürler arasındadır. Ona göre iki çeşit davranış biçimi vardır ve bu iki davranış, farklı iki toplumsal tip oluşturur:
1- Mekânik dayanışma; fikir, duygu ve his birliğine dayanmakta.
2- Organik dayanışma; mesleki farklılaşma ve işbölümüne dayanmakta.
Birincisi ilkel (kırsal) toplumları, ikincisi ise modern toplumları temsil etmektedir. Mekânik-organik dayanışma tiplemesi Tönnies'in tam zıddıdır Durkheim'de. Tönnies'te cemaat yaşamı gülmekte ve insanlığın tekrar bu yaşama biçimine geri döneceği öngörülmekteydi. Durkheim'de ise toplum esas ve kalıcı, cemaat yaşamı ise geçici bir aşamadır.
Durkheim bütün cemaat örgütlenme biçimlerini, modern ve pozitivizm öncesine yerleştirmekle, tüm farklılığına rağmen Tönnies'e yaklaşır.
Batı'da, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi cemaat sosyolojisi ve analizleri üzerinde Tönnies ve Weber'in hem metodolojik, hem de kavramsal ve üslup bakımından açık bir egemenliği sözkonusudur. Her analiz mutlaka açık veya örtük biçimde onlardan birisine gönderme yapar. Batı'da modern kentlerin kalbinde yeniden varlık sahnesine çıkmakla birlikte cemaat olgusu, yine de kadim kırsal kökenleri ve modern kent kültürü ile henüz entegre olamamış varoş kültürünü temsil etmektedir. Cemaatleşmedeki bağlılık duygusu hâlâ modernite öncesindeki insanî ilişkilerden devşirilmektedir. Kan ve karabet bağı ile mekân birliği (teritoryal bağ), şehirde daha soyut alanlarda yeniden kendisini üretmiştir. Varoşlardaki hemşehrilik bağı ile oluşturulan mahalle formu, kadim köyün ve kırsal kasabanın sıcak ve me'lûf biçimi temelinde işlenir. Varoşlar henüz modernitenin nimetlerine bütünüyle ulaşamadığı için, onun yaşama biçimlerine entegre de olamamıştır. Ama eninde-sonunda mutlaka modern yaşama entegre olacaktır.
Sosyolojiye İdeolojik Bir Aşı
Daha önce Batılı analizlerde iki tip yorum biçimi olduğunu vurgulamıştık. Birincisi, ilk kurucu sosyologların tavrında gördüğümüz sosyal değişimi anlamaya yönelik yorumdur. Weber de, Tönnies de belli bir dünya görüşüne ve siyasî söyleme sahip olmalarına rağmen salt sosyolojik kaygılarla hareket etmişlerdir. Onların öncelikli amacı sanayi devrimi ile gelişen modernitenin, Batılı toplumsal hayat üzerindeki dönüştürücü etkisini analiz etmekti. Bu amaç daha sonraki ve günümüzdeki pek çok sosyologun da öncelikli amacıdır.
Ancak Batılı analizlerde açık bir biçimde ikinci bir yorum biçimi de vardır. Bu yorum, salt sosyolojik metodolojiyi içermez. Belki bu metodolojiyi ideolojik yaklaşıma bir altyapı olarak kurgular. Bu yüzden bu tür yaklaşımlara sosyolojik analiz demekten çok, şahsen siyaset bilimci tavrıyla yapılan yorum demeyi tercih ederim. Bunun da en güzel örneğini Kepel ve Roy gibi düşünürler oluşturmaktadır. Gerçi sosyolojik gerçekleri emperyal amaçların hizmetinde kullanmak yeni bir tavır değildir. Geçmiş iki asır boyunca "oryantalizm"in yaptığı buydu. A. Tonbee'den Huntington'a uzanan çizgide birçok bilim adamı, sosyolojiye ideolojik bir aşı yapmakla ün saldılar. Hatta pek çok bilim adamının sosyolojik analizlerindeki kavramsal temeli ve kurguyu anlayabilmek için, onun siyasî duruşuna ve özellikle gelişmiş/güçlü devletlerin uluslararası siyaset arenasındaki emperyal girişimleri karşısındaki tutumuna bakmak gerekmektedir. Özellikle felsefe alanında bunun örneklerini daha sarih bir şekilde gördük. Düşünce tarihine "dâhi" olarak geçen pek çok isim, felsefi görüşlerini emperyalist ve ideolojik siyasetlere âlet etmişlerdir. Martin Heidegger, Carl Schmitt, Walter Benjamin, Michel Foucault ve J. Derrida gibi.[1]
Peki bu tutumun yaklaşım biçimini oluşturan saikler ve metodoloji nedir? Siyaset bilimci tavır, cemaat ve cemaatleşme olgusunu salt sosyolojik kaygılarla anlama ve analiz etmeye çalışmaktan çok, tehlikeli bir komşunun —düşman da olabilir bu— davranış kurallarını belirlemeye yönelik yorumlarla okur. Kepel de, Roy da İslam dünyasındaki cemaat ve hareketleri bu psiko-siyasi temelle ele alıp işlemişlerdir. Onlar ve benzerleri sürekli İslamî hareket ve cemaatleri "tehlikeli bir düşman" öncülünden hareketle incelediler. Cemaat ve hareketler onların nazarında, hem modernite açısından hem de Batılı devletler ve değerler açısından daimî bir tehdit oluşturmaktaydı. Daha genel olarak bunu açık bir şekilde ifade etmeseler de —ki bazıları açık da ifade etti— satır aralarında İslam'ı, bütünüyle batı medeniyetinin karşısında en tehlikeli ve sinsi bir düşman olarak algıladıklarını imâ ettiler. Bu tavır tamamiyle ideolojik bir tavırdır. Bu, anlamaya çalışmaktan çok, belli kalıplara dökerek düşman üretmek ve 19. asırdaki analizlere hâkim olan Oryantalizmin icâd ettiği "ötekileştirme" ameliyesini, "tehlikeli komşu" temelinde/öncülünde yeniden üretmeye çalışmaktır. Bugünkü uluslararası siyasal süreçlere bakınca, niçin bazı analizlerin "cemaatleşme" olgusunu özellikle ve ısrarlı bir biçimde modernite öncesine yerleştirmeye çalıştıklarını anlamak daha da kolaylaşıyor. Cemaatleşme olgusunu modernitenin ürettiği değer boşluğuna yerleştirmeye çalışan yorumlar da bir biçimde ideolojik kaygılarla hareket etmektedir. Çünkü modernite onlara göre insanlık tarihinin en mükemmel safhasını oluşturur. İnsanlık hem bireysel hem de toplumsal olarak modernite sayesinde kemale ermiştir. Modernitenin getirdiği toplum ve devlet modeli, sanayi ve yaşama düzeni, insan nev'inin ulaşabileceği en son merhaledir. Dolayısıyla bundan (modernite) hoşnut olmayan her toplumsal örgütlenme biçimi bir geriye dönüştür, bir özlem ve nostaljidir. Modernite ile entegre olamamadır.
Bu yorum da yaklaşık iki tavrı ortaya çıkarıyor; ilki; "bekleyelim görelim" biçiminde özetlenebilecek tavırdır ki, modernitenin er ya da geç mutlaka toplumların en ücra köşelerine kadar yayılacağı ve her şeye hâkim olacağına sonsuz ve şeksiz bir imanı ve güveni içerir. Dolayısıyla modernitenin karşıtı oluşumlarla mücadeleyi lüzumsuz, şiddete başvurmayı da yalnızca modernitenin eritici kazanının işlemini geciktireceği mülahazasıyla reddetme kibarlığını ve hoşgörüsünü göstermektedir. Diğeri de; bilindiği ve çokça başvurulduğu gibi çatışmayı ve gerekirse onlarla mücadalede şiddete başvurmayı salıklayan görüştür. Uluslararası güç dengelerinde sık sık görülen askeri hareketliliğin ifade ettiği anlam budur. İslam dünyası ve özellikle Türkiye'de iç politikaların şiddete yönelmesinin ardında da bu ikinci yaklaşım vardır. Hatta İslam dünyasındaki ulus devletleri moderniteyi devletin en temel ideolojisi haline getirdikleri için, modernite karşıtı her oluşum devletin varlığına yönelmiş bir iç tehdit gibi de algılanır. Cemaatleşme olgusu da zaman zaman bu şiddetle yüzleşmektedir.
alıntı