Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve hep doğru sözlü kimselerden olun! (Tevbe,119)
Hadisler:
Safvân İbnu Süleym radıyallahu anh anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü! Mü'min korkak olur mu?" dedik.
"Evet!" buyurdular.
"Pekiyi cimri olur mu?" dedik, yine:
"Evet!" buyurdular. Biz yine:
"Pekiyi yalancı olur mu?" diye sorduk.
Bu sefer: "Hayır!" buyurdular."
(Muvatta, Kelâm 19)
"Kul
yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an
gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve
kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde "yalancılar"
arasına kaydedilir."
(Muvatta, Kelam 18)
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söylerler! Yazık ona, yazık ona!"
(Ebu Davud, Edeb 88)
Ebu
Hureyre: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Münafık’ın
alâmetleri üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği vakit sözünde
durmaz. Kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyanet eder. (Buhari,
İman, 30)
Risale-i Nurda “yalan”:
(Kizb: yalan)
“Sıdk,
İslamiyet’in üssü'l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve
hissiyat-ı ulviyesinin mîzacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası
olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla manevî
hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.
Evet, sıdk ve doğruluk,
İslamiyet’in hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir; riyakârlık
fiilî bir nevi yalancılıktır, dalkavukluk ve tasannu alçakça bir
yalancılıktır, nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır.
Yalancılık ise, Sani-i Zülcelalin kudretine iftira etmektir.
Küfür,
bütün envaiyle kizbdir, yalancılıktır; iman sıdktır, doğruluktur. Bu
sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve
garp kadar birbirinden uzak olmak lazım geliyor.
Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım.
Necat(kurtuluş)
yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem
ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.
Amma maslahat için kizb
ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim “muvakkat”
fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar su-i
istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için
hüküm maslahata bina edilmez.” (Hutbe-i Şamiye)
“Evet,
Müseylime'yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü'l-Emîn
Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve
doğruluktur.” (27.söz)
“Sual: "Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?" Cevap: Doğruluk.
Sual
: "Daha?"
Cevap: Yalan söylememek.
Sual: "Sonra?"
Cevap: Sıdk, sadakat, ihlas, sebat, tesanüttür.
Sual: "Neden?"
Cevap:
Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kafi değil
midir ki, hayatımızın bekası îmanın ve sıdkın ve tesanütün
devamıyladır.” (Tarihçe-i hayat,1. Kısım)
“ Yalan lafz-ı kâfirdir”
“Bütün
hayatımda, "en menfaatli ve en iyi hile, hilesizlik olduğu" düstur
olduğundan, bütün müdafaatımda hak ve hakikat ve sıdk ve doğruluk
esasını takip ettim.” (Tarihçe-i hayat,3. kısım)
“Yalan”a derkenar:
Efendimiz(sas),
hangi davranış doğru, hangisi yanlış vahiyle belirlenmediği ve
müeyyidesi de olmadığı dönemde peygamberlik öncesi dönemde dahi “yalan”a
asla yaklaşmamış “Muhammedü’l Emin” şerefli lakabını almıştı.
Onun ümmetinin Kur’an’ın ve sünnetin ağır ve caydırıcı müeyyidelerine rağmen “yalan”a tevessülü anlaşılır bir şey değil!
“Ahirete
inandığını söyleyen kimseler bile, yapıp ettiklerinin hesabını verecek
gibi davranmamakta; rahatlıkla yalan söylemekte, hırsızlık yapmakta,
haram yemekte ve daha bir sürü ahlaksızlık sergilemektedirler.”
(Herkul.org)
“Yalan”ın dünyevi gerekçelerle söyleneni konumuzun dışında.
O tür yalan söyleyenlerle atmosferimiz itibariyle pek karşılaşmayız.(İnş.)
Giriş kısmındaki satırlarda bugünü bilhassa ilgilendiren en önemli söz:
“Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş.”
Yani
yalanın fetva verilebilenleri bile bugün söylenmemeli. Yani aslında
Üstad Hazretleri bu işi ta asrın başında kapatmış. Maslahat (fayda) için
olanına bile.
Bizim kendi içimizde karşılaştığımız 3 tür yalan var:
1- Şaka ve espri için, insanları güldürmek ve samimiyet ortamı oluşması için söylenen yalanlar.
Efendimizin
(sas) "Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve
yalan söylerler! Yazık ona, yazık ona!" hadisine rağmen bu tür
yalanlara devam etmek ve sünneti seniyye ittiba ettiğini söylemek
birbirini tekzip eder.
Kimi zaman bir refleks ve alışkanlık olan
ama “diğer yalanlara hazırlayıcı” fonksiyonu olan bu tür yalanlardan
kurtulmak için akla geldiğinde terk etmek üzere “yemin etmek” en pratik
yol.
2- Kendini pazarlamak için yalan
Bazen en pırlanta ruhlu insanların bile düşebildiği bir çukur.
Yapılanları abartarak anlatarak “kendinin ne büyük bir sevk-ü idare insanı olduğunu” ifade etmenin gizlendiği yalanlar.
Örnek hayali bir yalan:
20 kişilik bir heyet gemiyle …….adasına gider.
Müesseseleri gezer görürler.
Dönecekleri gün trafik tıkanır ve vapura yetişmeleri tehlikeye girer.
Yolcular otobüste terlemeye başlar. Şikâyetler artar.
Heyet rehberi “Limanda filan yetkili bizim arkadaşımız onu bir arayalım” der.
Bir iki telefon konuşması yapar. Sonra vapurun 1 saat tehirli olduğunu öğrenir.
Sevinçle otobüsteki yolculara döner. “Merak etmeyin! Telefon ettiğim arkadaşımız biz gidene kadar vapuru bekletecek.”
Rehberin
hayali: Gelen misafirlere hizmetin gücünü göstermek. Vapurları
bekletebilecek bir güç. (Belki de altında kendi beceriklilik şovu)
Yolcular:
Ferasetli ve zeki olanlar “yalanı” sezer, geziyi su-i hatimeyle
kapatır. Tüm anlatılanları aynı kapsama alma tereddüdüne düşer. Bir
kısmı “Bu kul hakkı olmuyor mu?” der safiyane.
Oysa gerçek, “yalan”la perdelenmese o gezi “bir kerametle” neticelenmiş olacak.
3- Hizmet için söylenen yalanlar
Bu tür yalanlar da iki kısım.
A- Hizmetin sevk ve idaresinde bulunup insanları idare etmek için “yalana” sığınma ve idare-i maslahatta bulunmak.
“Yalan”la hizmeti sevk-i idare etmek bir bakıma “siyaset” ederek insanları idare etmek.
Üstad
Hazretlerinin “Euzu billahi mineşşeytani vessiyâse” diyerek o günün
yalan, dolanla dolu siyasetini terk etmiş, nurla hizmet yolunu tercih
etmişti.
“Manevra kabiliyeti”,”kurnazlık”, “kafasında kırk
tilkiyi dolaştırıp kuyruklarını birbirine değdirmeme”, “fırıldaklık” bu
tür siyasete kabiliyeti olmanın temel esasları.
Oysa hizmette idare olunanlar, idare edenlerden bunları değil, “şeffafiyet”, “samimiyet” ve “kardeşlik” bekliyor!
Ama
heybesinde samimiyet, ihlas, kurbet ve yakin olmayanlar veya olsun diye
gayret etmeyenler “Allah’ın insanlara te’sir sırrını” kavrayamayınca bu
tür “siyasiliğe” tevessül etmekten ve rahat rahat yalan söylemekten
kaçınmıyorlar.
Oysa hizmette muvaffakiyetin, o birimdeki kardeşliğin sırrı yalnızca “sadakat”tir.
“Yalandan fevkalâde kaçınmak ve insanı Cennet'e koymak için bile yalan söylememek lazım.”(Herkul.org)
“yalan”la hizmet etmeye uğraşanlar hem müessir olamaz hem de yalanlarla çevrelerini kendilerinden uzaklaştırır.
Allah, sevmediği bir fiille insanı sevimli kılar mı?
Ve
mümin olduklarından farklı farklı faturalarla şahsi ve ailevi
hayatlarında bedelini ağır da olsa öder, ahirete temiz olarak giderler.
(Kötü
bir benzetmeyle objektifliğin dışına çıkalım(!). “teşbihte hata
olmasın”(İnş.) Cünüp iken camiye girmekle, sürekli “yalan”la hizmet
etmek çok da farklı değil. Hatta birincisinin içtimai yönü yok. Her bir
yalan yapsa yapsa şu süt gibi halis hizmet dairesine/kazanına necaset
serpiştirmekten ibaret bir iş yapar.)
Üstad Hazretlerinin “Euzu
billahi mineşşeytani vessiyâse” diyerek siyasetten kaçındığı gibi biz de
“Euzu billahi mineşşeytani vessiyâse” diyerek “siyasi davranmak ve
müdarattan” istiaze etmeliyiz.
B- İnsanların hizmete kazanılması, aşk ve şevklerinin artması için hizmeti abartmak, yalana başvurmak.
Hizmet ederken insan önce şunu kabullenmeli: Tesir sadece Allah’tandır. (İhlas Risalesi)
Biz kendimizi paralasak, istediğimiz kadar hizmeti abartsak, bin bir yalan atsak yine de insanların kalbine hükmedemeyiz.
Kalpleri evirip çeviren, yönlendiren, nurlandıran, hizmete ısındıran sadece Allah’tır.
Ağzımızdan
lâl-u Güher çıksa, en tumturaklı cümleleri sarf etsek nihai olarak bu
cümlelerimiz “göklere” ulaşır ve orada hüsnü kabule mazhar olursa ancak
muhatabımızın kalbi bizim cümlelerimize açılır.
Yani telefonun santrali “yukarıda”
Yukarıda
kablomuz kesikse avazımızı patlatsak sesimiz ahizenin diğer tarafına
ulaşmaz. Muhatabımıza bu halimizle sadece komik oluruz.
Ne söylesek boş…
Birkaç masum(!)yalan:
15 tane ….miz var. (Oysaki gerçekte 10 tane)
100 kişiye hakikati ulaştırdık.(Oysaki 20 kişi)
Şu kadar şuyumuz …lik. (Oysa yarısı bile o düzeyde değil.)
Biz şuyuz, şu kadarız. Biz… Biz... Biz…(Bu da “Biz firavunluğu”)
(Excel mürşitlere ithaf!)
Bu yalan türüne “Rakamları, gururu okşayıcı düzeye çıkarma yalanı” da diyebiliriz.
Bu
yalanlarımıza nefis ve enaniyetimiz karışmıyorsa sadece “yalan” bir de
nefis ve enaniyet karışıyorsa “yalan”ın yanında “nefsi hizmete şirk
koşuş.” Ortaya çıkıyor.
“Yalan” kader açısından “kader” e çomak
sokmaktır. Cüz-i iradeyle, külli iradenin yazdığı satırları tashih
etme, başka renge boyama cüretidir. Biz cüz-i irademizle sadece kendi
satırlarımızla oynayabilir, kirletebiliriz. Ama Kitab-ı mübin
sayfalarını keyfimize göre perdelemeye kalkamayız.
Allah’ın, senaryosuna şirke kalkmak en büyük terbiyesizliktir.
"Yalan" kader kalemlerinin çızırtılarına parazit yapmaktır. Allah'tan utanmadan "olmayanı" resmetmektir.
İşin doğrusunu bilen bir insanın yanında fütursuzca yalan atılabilir mi?
Tabi ki atılamaz.
Allah'ın
huzurunda yalan atmak onun şahitliğini yok saymaktır. İşin aslını bilen
O, yokmuş ve sizi görmüyormuş gibi davranmaktır. Ve "yalan"ın en büyük
"saygısızlığı" da Allah'a karşı yapılmış olmasıdır.
***************
Yalanla ilgili 2 önemli menkıbe
1- Bir Hak dostu…
(Herkul.org):Bir
Hak dostu, ekim mevsimi geldiğinde bir talebesini çağırıp ona bir
miktar tohum veriyor ve “Bunu al, hem kendi tarlana hem de benimkine
tohum saç.” diyor.
Talebe, Üstadının emrini yerine getiriyor ve
iki tarlayı da ekiyor. Hasat zamanı gelince gidip bakıyor ki, Efendinin
tarlasında hiç buğday çıkmamış, tohumların hepsi çürümüş veya serçeler,
sığırcıklar taneleri kapmış götürmüş; fakat kendi tarlası öyle boy atmış
ki, belki bir dane yedi başak vermiş.
Talebe, Hak dostunun
yanına gelince işin hakikatini söylemeye cesaret edemiyor; hayır
mülahazasıyla ve Üstadını memnun etme niyetiyle yalan söylüyor.
Aslında
birini memnun etmek için de olsa yalan söylemek doğru değildir.
Yalandan fevkalâde kaçınmak ve insanı Cennet'e koymak için bile yalan
söylememek lazım. Üç yerde yalanın tecviz edildiğine dair bir rivayet
vardır.
Fakat Hazreti Üstad'ın çağın müftüsü olarak bu konuda
verdiği fetvayı esas almak ve “Zaman, yalanı nesh etmiştir” demek daha
doğrudur. Üstat Hazretleri, “Maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz.
Çünkü, yalanın muayyen bir haddi yoktur; o, su-i istimale müsait bir
bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez” der.
Evet, müminin her söylediği doğru olmalı; eğer sözü zarar getirecekse, sükût etmeli ama asla yalana girmemeli.
İşin
doğrusu budur ama o talebe maslahat ve zaruret için bazı âlimlerin
verdiği "muvakkat" fetvâyı yanlış yerde kullanıyor ve hocasına “Efendim,
maşallah, sizin tarla bire yüz vermiş; diğer tarlalarda ise hiçbir şey
bitmemiş” diyor.
Efendi, bu haberi duyar duymaz kalkıyor, hemen
başını yere koyuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. “Ya Rab,
diyor, ben sadece Seni istiyordum.
Ahiret meyvelerini burada
yiyip bitirmeyi arzu etmiyordum. Ne yaptım ve ne günah işledim ki,
sadece benim tarlamda ürün halk ederek sa'yimin semeresini dünyada
veriyorsun?” Sonra da Hazreti Ebu Bekir (radiyallahu anh) gibi sahabe
efendilerimizin dünya nimetleri karşısında okuyup ağladıkları “Bütün
zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa
sürdünüz.” (Ahkaf, 46/20) mealindeki ayeti okuyup iç çekiyor.
Üstadının çok ızdırap duyduğunu görünce, talebe hemen dize geliyor,
“Efendi
hazretleri, ben sizi üzmemek için hilaf-ı vâki beyanda bulundum. Hiçbir
şey bitirmeyen tarla sizinki, başak salan da benimki idi” diyor.
Hak dostu anında ellerini açıyor ve “Elhamdulillah Ya Rabbi!” diye hamdediyor.
2- Abdulkadir Geylani Hazretlerinin sıdk timsali kıssası
Buyurdu
ki: Küçüktüm. Arife günü çift sürmek için tarlaya gittim. Öküz ile
tarlayı sürüyordum. Bir ara "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir
olunmadın." diye bir ses duydum. Korktum, hemen eve döndüm ve anneme
gidip; "Beni Hak tealanın yolunda bulundur ve izin ver Bağdat'a gidip
ilim öğreneyim." dedim. Annem sebebini sorunca, işittiklerimi anlattım.
Annem
ağladı, babamdan miras kalan 80 altının 40 tanesini kardeşime ayırıp
kalanını da koltuğumun altına dikip gitmeme izin verdi. Doğruluktan
ayrılmamam için benden söz aldı; beni Bağdat'a uğurladı. "Haydi Allah
sana selamet versin oğlum. Allah için senden ayrıldım. Kıyamete kadar
bir daha yüzünü göremem." dedi.
Küçük bir kafile ile Bağdat'ın
yolunu tuttum. Hemedan yakınlarından eşkıya yolumuzu kesti. İçlerinden
biri; "Ey fakir! Senin bir şeyin var mı?" dedi. Kırk altınımın olduğunu
söyledim. İnanmadı. Alay ettiğimi zannederek bırakıp gitti.
İkincisi
gelince ona da aynı cevabı verdim. İki eşkıya, reislerine gidip durumu
anlattılar. Reis beni çağırdı. Yanına gittim. Paran var mıdır? Dedi.
Kırk altınım olduğunu söyleyince, dediğim yeri söküp, altınları
çıkardılar. Reisleri; "Niçin doğru söyledin?" deyince; "Anneme doğru
olmak için söz verdim. Hıyanet edemem." diye cevap verdim. Eşkıyaların
reisleri bunları duyunca çok ağladı. "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp
yetiştirene verdiğim söze hıyanet ediyorum." dedi. Tövbe etti. Kafilede
bulunan diğer eşkıyalar da tövbe edip aldıkları malları geri verdiler.
Hocamızın yalan hassasiyetiyle ilgili bir hatıra:
Bir kardeşimizin müşahedesiyle,
bir
gün ikindi sohbeti ederlerken her bir birimin başında bulunan
ağabeylerimizin kendi birimlerine ait problemleri Allah'la aralarındaki
şahsi kulluklarındaki eksikliklerden bilmeleri gerektiğini ifade
buyurmuş Hocamız...
Bu düsturu yaşanmış bir misalle taçlandırmak
için de Hz. Ömer Efendimiz'le (Allah onun bütün ahvâl ve etvârından
ömrümüzün aşireleri adedince razı olsun) ilgili şu anektodu
lutfetmişler: "Ülkede kıtlık baş gösteriyor. Yağmur yağmıyor, Ömer "Ya
Rabbi, Ömer'in günahları yüzünden bu kavmi helak etme" diye yakarıyor."
Bu
sırada Pensilvanya semalarına bardaktan boşanırcasına inen yağmur
hasebiyle, Hocaefendi Hazretleri "yağmur yağmıyor" demesinin akabinde,
hemen başını pencere tarafına çevirip konuşmasına "şimdi yağıyor" diye
bir haşiye düşüvermiş.
İşte, gramer itibariyle dahi hilaf-ı vaki anlaşılabilecek bir beyandan bu derece kaçınma,
Yalan karşısındaki duruşumuzun nasıl olmaklığını gösteriyor.