KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Empty
MesajKonu: 8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK   8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 1:14 pm

HACC VE UMRE



UMRE NEDİR
Umre, belirli bir vakte bağlı olmaksızın usulüne göre ihrama girdikten
sonra, tavaf ederek Kâbe’yi ziyaret etmek ve diğer bazı dini görevleri
yerine getirmek suretiyle yapılan ibadettir.
Hacca "Hacc-ı Ekber" (büyük hac) , umreye de "Hacc-ı Asgar" (küçük hac) denir.
HAC NEDİR
Hac, İslâm’ın beş esasından birisidir. Hem malî ve hem de bedenî bir ibadettir.
Hac, kelime olarak, "yönelmek, kasdetmek, bir kimseyi ya da bir yeri çokça ziyaret etmek" anlamlarına gelir.
Dini bir terim olarak hac, "Belirli bir zamanda usulüne uygun olarak
ihrama girdikten sonra Arafat’ta vakfe yapmak, Kâbe’yi tavaf ederek
ziyaret etmek ve diğer bazı dini görevleri yerine getirmek" suretiyle
yapılan ibadeti ifade eder. Bu ibadeti yerine getirene hacı denir.
Hac, hicretin IX. yılında farz kılınmıştır. Haccın farz olduğu hükmü,
Kur’an ve Sünnette bildirilmiştir. Bu konuda tüm müslümanlar görüş
birliği içerisindedirler. Kur’an-ı Kerîm’de, "Gitmeye gücü yetenlerin
Kâbe’yi haccetmeleri insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır."
buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, “İslâm beş temel esas üzerine
kurulmuştur. Bunlar, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in
Allah’ın peygamberi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek,
Kâbe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” buyurmaktadır.
Hac, bilindiği şekliyle Hz.İbrahim’e kadar uzanan bir ibadettir. Kur’an
ve hadisler bize, Hz.İbrahim’in haccından, insanları hacca çağırmasından
bahsetmekte, Kâbe’nin ve hac menasikinin tarihçesine işaret
etmektedir.
Hac Kimlere Farzdır ?
Erkek olsun, kadın olsun şartlarını taşıyan her müslümana, ömründe bir
defa haccetmek farzdır. Üzerine hac farz olan kimse, bu ibadeti
geciktirmeden bir an önce yerine getirmelidir. Üzerine farz olduğu halde
bir takım gerekçelerle bu önemli ibadeti yerine getirmeyip ileri
yaşlara ertelemek dinen uygun değildir. Bu şekilde haccını erteleyip
daha sonra bizzat hac yapamayacak duruma düşen kimse, yerine bedel
(vekil) göndermek zorunda kalır.
Bir kimsenin hac ibadetiyle yükümlü sayılması için; müslüman, akıllı,
erginlik çağına ulaşmış, hür, hac için yeterli malî imkâna sahip ve bu
ibadeti yerine getirecek vakte erişmiş olması şarttır. Bu şartlardan
birini taşımayan kimseye hac farz olmaz.
Kendisine hac farz olan kimsenin, haccını bizzat eda etmekle yükümlü
sayılması için de, sağlıklı olması, tutukluluk veya yurtdışına çıkma
yasağı gibi bir engelinin bulunmaması ve yolun güvenli olması şarttır.
Ayrıca boşanma veya ölüm iddeti beklemekte olan kadının, beklemesi
gereken süreyi tamamlamış olması lazımdır.
Hac yolculuğuna katlanamayacak, ya da fiilen haccedemeyecek derecede
hasta olanlar ile, yaşlılar, tutuklular, yurtdışına çıkışları
yasaklanmış olanlar ve iddet beklemekte olan kadınlar, hac kendilerine
farz olsa bile, eda ile yükümlü değildirler. Bu durumda olanlar şartları
oluştuğu takdirde bizzat haccederler.
HACI ZİYARETİ
Hac vazifelerini yerine getirip memleketlerine dönen hacıların eş,
dost, komşu ve arkadaşları tarafından ziyaret edilmesi güzel olur.
Ziyarete gelenler "Allah haccını kabul etsin, günahlardan korusun. Bu
yolda yaptığın masrafların yerini doldursun..." gibi sözlerle hacıyı
tebrik ederler. Hacı da onlar için dua edip Cenab-ı Hakk’ın onları
affetmesini ve bağışlamasını diler, onlar için istiğfar eder. Peygamber
Efendimiz:
“Allah’ım hacıyı ve hacının bağışlanmasını dilediği kimseleri bağışla!”
buyurmuştur. Bu bakımdan hacının duasını almak güzel olur.
Hacı, kendisini ziyarete gelenlere hacda şahit olduğu güzellikleri
anlatmalıdır. Karşılaştığı bir takım olumsuzluklardan bahsetmemelidir.
Hacda kendisini gösteren birçok feyzi, bereketi ve muazzam sahneleri
gözardı ederek anlatacak şikayetten başka bir şey bulamayanların, hacdan
gereken istifadeyi sağladıklarını söylemek mümkün değildir.
Hacının, kendisini ziyarete gelenlere imkânları ölçüsünde ikramda bulunması da dinen güzel olur.
Hacdan önce veya sonra ziyafet vermek dini bir görev değildir. Bu bazı
yörelerde âdet haline getirilmiştir. Gösterişe kaçılmadığı, külfete
girilmediği, özellikle fakirlerin davet edilmesine itina gösterildiği
takdirde böyle bir ziyafetin dinen bir sakıncasının olmayacağı açıktır.
Ancak bir takım insanların imkanları da yeterli olmamasına ve kendileri
için ağır bir külfet teşkil etmesine rağmen illa da böyle bir ziyafet
vermeye kalkışmaları ise dinen doğru değildir.
HACCIN EDA ŞEKİLLERİ
Hac, hac ayları denilen zaman dilimi içinde yapılan bir ibadettir. Hac
ayları Hicrî takvime göre Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının
ilk on günüdür. Hac, bu aylar içinde umresiz de yapılabilir, umre ile
birlikte de yapılabilir. Haccın umresiz ya da umre ile birlikte
yapılmasına haccın eda şekilleri denir.
Haccın eda şekli üçtür:
1- İfrad haccı, umresiz yapılan hacdır. Aynı yılın hac ayları içinde,
hacdan önce umre yapmaksızın hac niyetiyle ihrama girilir ve yalnızca
hac yapılırsa ifrad haccı yapılmış olur.
2- Temettu haccı, aynı yılın hac ayları içinde önce umre yapıp ihramdan
çıktıktan sonra yeniden hac için ihrama girerek yapılan hacdır.
Temettu haccı yapacak olanlar, mikat sınırında veya daha önce umreye
niyet ederek ihrama girerler. Umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarlar.
Daha sonra zamanı gelince hac için ihrama girerler. Haclarını eda
ettikten sonra ihramdan çıkarlar.
3- Kıran haccı, aynı yılın hac ayları içinde umre ve hacca birlikte niyet ederek ikisini aynı ihramla yapmaktır.
Kıran haccı yapacak olanlar mikat sınırında veya daha önce umre ve
haccın her ikisine birden niyet ederek ihrama girerler. Umre yaptıktan
sonra ihramdan çıkmazlar, aynı ihramla haccı da eda eder, sonra ihramdan
çıkarlar.
Kıran ve temettu haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vaciptir. İfrad haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi gerekmez.
KAYNAK: http://www.dinvekitap.com/Hac_Umre/haccinedasekilleri.asp

*************************

Kurban ile ilgili Sorular ve cevapları



Hac-Kurban ve Eğitim

Kurbanın Dinî Hükmü Nedir? Kurban Kesmenin HikmetleriKurban Kesmek
Kimlere Vâcibtir? Kurban Kesmenin Sahih Olmasının Şartları Nelerdir?
Kurban Edilecek Hayvanlar ve Vasıfları Nelerdir? Eti Yenen Hayvanların
Yenmeyen Kısımları Nelerdir? Kurbanların Kesimi Hangi Aletlerle Yapılır?
Kurban Kesecek Kimsede Bulunması Gereken Şartlar Nelerdir? Kurban
Sünnete Uygun Olarak Nasıl Kesilir? Kurbanın Diğer Nevileri Nelerdir?


Kurbanın Dinî Hükmü Nedir?
Kurban kesmek, hicretin 2. yılında meşru' kılınmıştır. Meşrûiyeti,
Kitab, Sünnet ve İcma' ile sâbittir. Kurban kesmenin Kitaptan, yani,
Kur'an'dan delîli, Kevser suresidir.
Bu sûrede Cenâb-ı Hak, Resûlüllah Efendimize hitaben: "Rabbin için namaz
kıl ve kurban kes" buyurmaktadır. Hanefî fakîhler, bu âyetten, kurban
kesmenin vâcib olduğu ve emir peygamber Efendimize ise de umum
mü'minlere de şâmil bulunduğu hükmünü çıkarmışlardır
Kurban kesmeyi şiddetle emreden bâzı hadîs-i şerîfler vardır. Ebû
Hüreyre'nin şu rivayeti bu hususta ibretli ve düşündürücüdür: "Hâli
vakti yerinde olup da kurban kesmeyen kimse bizim mescidimize
yaklaşmasın..."
Görüldüğü gibi, hadîs'te, maddî durumu müsait olanın kurban kesmesi
şiddetle emredilmektedir. Bu durumdaki kimselerin, kurban kesmezlerse,
her türlü namazları ve ibâdetleri Allah tarafından kabûl olunmayacağı,
"mescidimize yaklaşmasınlar" ifadesinden anlaşılmaktadır.
Hazret-i Enes de, Resûlüllah Efendimizin bizzat kendi elleriyle iki koç
kurban ettiğini beyan etmektedir. Kurban kesmenin uhrevî mükâfat ve
faydasına ise, bir hadîs-i şerîf'te şu şekilde işaret buyurulmaktadır:
"Kurbanlarınızı büyük büyük kesin. Muhakkak ki onlar, Sırat'ta sizin
binek hayvanlarınızdır." Bu hadîs-i şerîfte, deve, inek gibi büyük baş
hayvanları kurban etmeğe teşvik vardır.
Kurban Kesmenin Hikmetleri
1 - Kurban kelimesi, lügatta, kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey
mânasına gelir. Bu isimden de anlaşıldığı gibi kurban; Allah'a yaklaşma
ve O'nun rızasını kazanma vesilesidir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
buyurulmaktadır:
"Biz her ümmet için kurban kesmeyi meşrû' kıldık (emrettik). Allah'ın
rızık olarak verdiği dört ayaklı davarlar üzerinde (yalnız) Allah'ın
ismini ansınlar (o davarların) gerçek sâhibinin Allah olduğunu
bilsinler) diye...
O halde hepiniz O'na teslim olun. (Habîbim)! Sen itâatli ve mütevâzî
olanları (ebedî saâdet ve selâmetle) müjdele.." (el-Hacc, 34). Bu âyette
kurban kesmenin, Allah'ın hatırlanması, yeryüzünde mevcut bütün
hayvanların Allah'ın mülkü olup, sırf rahmet eseri olarak insanların
istifadesine verilmiş olduğunun bilinmesi için emr olunduğu
belirtilmektedir.
İnsan zamanla gaflete düşüp, sâhip olduğu malın, mülkün, servetin
Allah'ın kendisine bir lütfu olduğunu unutabilir. Karun gibi her şey'e
kendi çalışmasıyla, bilgi ve mehâretiyle sâhip olduğunu vehmederek,
kendisinde bir kudret ve kuvvet görmeye, İlâhî nimetleri şahsına
maletmeye başlar.
Gururlanıp, haddini aşar. İşte kurban emri, ona, sâhip olduğu mal ve
mülkün, bağ ve bostanın, hayvanların, servet ve paranın Allah'ın bir
ihsanı ve lütfu olduğunu ve asıl mal sâhibinin Allah bulunduğunu
hatırlatır. O'nun izni ve müsâadesi olmadan hiçbir şey'e sâhip
olunamayacağını bildirir. O da gururu bırakıp mahviyet ve tevazua girer.
Hakikî kulluk tavrını takınır, şükür vazifesini ifaya çalışır. Bu hal
ise, onun Allah'a yaklaşmasına ve rızasını kazanmasına bir vesile teşkil
eder.
2 - İnsanın yaptığı bütün ibâdetler gibi kurban kesmesine de Allah'ın
ihtiyacı yoktur. Ancak Allah, kurban kesme emriyle kullarını imtihan
etmekte, onların takvâlarını, ilâhî emre itâattaki titizliklerini,
Allah'a yakınlık derecelerini ölçmektedir. Hacc sûresi, 37. âyette bu
husus şöyle belirtilir:
"Onların ne (sadaka edilen) etleri, ne de kanları hiçbir zaman Allah'a
(yükselip) erişmez. Fakat sizden O'na (yalnız) takvâ (Allah'ın
emirlerine itâat ve yasaklarından ictinab titizliği) ulaşır..." Bu
âyette de görülüyor ki, kesilen kurbanlarda gaye; ihlas, takvâ ve
Allah'a yaklaşmadır.
Maksad, Allah'ı verdiği nimetleriyle hatırlama ve O'nun rızâsını
kazanmaktır. Bu maksad ve gaye olmadıktan sonra kesilip dağıtılan
etlerin, akıtılan kanların, ne kadar çok olursa olsun, Allah katında
hiçbir değer ve kıymeti yoktur.
3 - Kurban aynı zamanda Hz. İsmail'in (A.S.) Allah için kurban
edilmekten bir lütuf eseri olarak kurtuluşunun hatırlatılmasına da
vesiledir. Cenâb-ı Hak, İbrahim'i (A.S.) büyük bir imtihana tâbi tutmuş,
sevdiği biricik evlâdını Allah için kurban etmesini istemiştir.
Hz. İbrahim ile oğlu İsmail, her ikisi de bu isteğe, tam bir teslimiyet
ve sadakat içinde uymuşlardır. Hazret-i İbrahim oğlunu kesmek üzere
yatırmış ve bıçağı boynuna çalmıştır. Fakat bıçak İsmail'i (A.S.)
kesmemiştir.
Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın muradı, Hz. İsmail'in kesilmesi değil, baba-oğul
iki şanlı nebînin erişilmez teslimiyet ve sadakatlarının, ferâgat ve
fedakârlıklarının, melekler ve kıyâmete kadar gelecek bütün insanlar
tarafından bilinmesi, daima hatırlanması idi.
Bu hikmet tahakkuk ettiği için, bıçağa İsmail'i kesmemesini emr etmiş;
Hz. İsmail'in yerine onlara Cennetten bir koç göndererek onu kurban
etmelerini istemiştir.
İşte kurban kesmek; bu büyük ve ibretli hâdisenin yıldönümünü kutlamak mahiyetindedir.
4 - Her yıl müslümanlar tarafından binlerce kurban kesilmektedir. Bu,
bir bakıma, bir müslümanın Allah'a ibadet ve onun emrine uymak için her
şey'ini fedâ edebileceğinin, Allah yolunda bütün varlığından
vazgeçebileceğinin sembolik bir ifadesi olmaktadır.
5 - İslâmın koyduğu kurban kesme hükmü, aynı zamanda insanlar için büyük
bir nimet ve rahmettir. Bir yıl boyunca pek çok sıkıntılar çekmiş,
belki de ağzına bir lokma et koyamamış fakirler, kurban bayramı
münasebetiyle bol bol et yeme fırsatına kavuşurlar. Fazla gelen etleri
kavurma yapıp uzun zaman o etten faydalanma imkânını elde ederler.
İslâmın sosyal adâleti te'min edici bir hususiyeti de böylece ortaya
çıkmış olur.
Kurban Kesmek Kimlere Vâcibtir?
Bir kimseye kurban kesmenin vâcib olması için, şu şartların bulunması gerekir:
1 - Müslüman olmak.
2 - Hür olmak.
3 - Mukîm olmak. Seferî (yolcu) olmamak.
4 - Fıtır sadakasını vâcib kılan zenginliğe sâhip olmak.
5 - Âkıl ve bâliğ olmak. Bu beşinci şart, İmamlar arasında ihtilâflıdır.
Bâzılarına göre kurbanın vâcib olması için âkıl ve bâliğ olmak şart
değildir. Zengin olan çocuk ile akıl hastalarına da kurban düşer.
Velîleri onlar namına onların kurbanlarını keserler. Zekât ve fıtır
sadakası için nisab miktarı 80 gram altın ile 561 gram gümüştür.
Kurban Kesmenin Sahih Olmasının Şartları Nelerdir?
Kurbanın rüknü, kesilmesi caiz olan bir hayvanı kesmektir. Kesilen bu kurbanın sahih olabilmesi için iki şart lâzımdır:
1 - Vakit: Kurbanın kesim vakti, Kurban bayramının birinci günü fecrin
doğuşundan itibaren, üçüncü gün güneş batıncaya kadarki üç günlük
süredir. Bu müddet içinde kurbanın kesilmesi şarttır. Bu vakitler
dışında kurban kesilmesi sahih olmaz. Kurbanı gece kesmek mekruhtur.
2 - Kesilecek hayvanın ayıplardan sâlim olması. Allah'a kurbiyet ve
ibâdet maksadıyla kesilecek hayvanların kusursuz ve ayıpsız olmasına
müslümanların dikkat etmeleri, Peygamberimizin birçok hadîslerinde
emredilmiştir.
Bu ayıplar iki kısma ayrılır:
1 - Çok ayıp sayılan ve o hayvanın kurban edilmesine dînen mâni olan büyük özürler.
2 - Az ayıp sayılan ve hayvanın kurban edilmesini kerahetle câiz kılan küçük kusurlardır.
Çok Ayıp Sayılan Özürler Nelerdir?
Çok ayıp sayılan özürlerin başlıcaları şunlardır:
1 - İki gözü veya bir gözü kör.
2 - Kesilecek yere yürümeye gücü yetmeyecek derecede topal.
3 - Kulakları veya sadece bir kulağı kesik.
4 - Tamamen dişsiz veya dişlerinin çoğu dökmüş.
5 - Boynuzlarının ikisi veya biri kökünden kırılmış.
6 - Kuyruğunun yarısı veya 3'te birinden fazlası kesilmiş.
7 - Hayaları veya memelerinin uçları kopmuş.
8 - Kemiklerinde ilik kalmayacak kadar zayıf ve düşkün hayvan.
9 - Doğuştan kulağı ve kuyruğu olmayan.
10 - Zapt u rabt altına alınıp sürüye gönderilemeyecek kadar çok deli hayvan.
11 - Pislik yiyen hayvan. Bunlar da usûlü üzere temizlenmedikçe kurban edilmeleri câiz olmaz.
Az Kusurlu Sayılan Haller Nelerdir?
1 - Gözleri şaşı veya zayıf gören hayvan.
2 - Bir ayağı topal, fakat diğer üçü ile aksayarak da olsa yürüyebilen hayvan.
3 - Doğuştan boynuzsuz veya boynuzu az kırılmış hayvan.
4 - Kulakları delik ve yarık veya uçları sarkmış ve kesilmiş hayvan.
5 - Dişlerinin bâzısı düşmüş hayvan.
6 - Otlamasına mâni olmayacak derecede az deli hayvan.
7 - Kuyruğunun veya hayalarının veya kulağının bir kısmı kesik (üçte ikiden fazlası var) hayvan.
8 - Doğuştan küçük kulaklı hayvan.
9 - Uyuz, fakat toplu hayvan.
10 - Tenasül uzvu iptal edilmiş, yani, burulmuş hayvan.
Kurban Edilecek Hayvanlar ve Vasıfları Nelerdir?
Kurban şu üç cins hayvandan olur:
1 - Koyun ve keçi.
2 - Sığır. Mandalar da sığır cinsinden sayılır.
3 - Deve.
Bunlar dışında kalan hayvanlardan kurban olmaz. Bu üç cins hayvanın hem
dişisinden, hem de erkeğinden kurban olur. Fakat koyun ve keçinin erkeği
daha efdaldir.
Koyun ve keçi bir yaşını, sığır iki yaşını, deve ise 5 yaşını
doldurmadan kesilmemelidir. Ancak koyun 6 aylık olduğu halde bir
yaşındaki gibi cüsseli ve gösterişli ise, kurban edilmesi câizdir.
Keçinin ise bir yaşını doldurması şarttır. Kurbanlık hayvanın toplu,
gösterişli ve semiz olması da şarttır.
Bir koyun ve keçi yalnız bir kişi adına kurban edilebilir. Sığır
cinsinden bir hayvanı veya bir deveyi, bir kişi kurban edebileceği gibi,
7'ye kadar (yedi de dahil) kişi de ortaklaşa kurban edebilirler. Bu
yedi kişinin de Allah rızası için kurban kesmek niyetinde olmaları
şarttır.
İçlerinden biri kurbana niyet etmeksizin sırf et almak için iştirâk
etse, hiçbirinin kurbanı sahih olmaz. Katılanların sayısının tek veya
çift olması mühim değildir. Ortaklar kurbandan hisselerini tartarak
ayırmalıdırlar. Götürü usûlü ile taksim câiz olmaz.
Eti Yenen Hayvanların Yenmeyen Kısımları Nelerdir?
Eti yenen hayvanlardan 7 şey yenmez. Haramdır.
1) Hayvanlardan akıp çıkan kan,
2) Erkeklik âleti,
3) Dişilik âleti,
4) Erkeklerde yumurtalar (husyeler),
5) Et içinde toparlak guddeler,
6) İdrar torbası (mesane),
7) Öd kesesi.
Kurban Nasıl Kesilir?
Kurbanlar dînimizin tayin ettiği hayvan boğazlama şekline ve usûlüne
uygun olarak kesilirler. Şer'î boğazlama şekline tezkiye adı
verilmektedir. Tezkiye işlemi iki şekilde yapılır:
1 - Ya boğazın çeneye bitişik tarafı kesilmek suretiyle olur ki buna
zebh denir. Bu şekilde kesilen hayvana da zebîha adı verilir. Mezbeha
kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
2 - Veya boğazın göğse bitişik olan kısmından kesilir, buna da nahr
denilir. Koyun, keçi ve sığır cinsi zebh usûlü ile; develerin ise nahr
yoluyla boğazlanması sünnettir. Aksini yapmak ise mekruhtur. Hayvanı
keserken şer'î yönden ayrıca şu hususlara da dikkat edilmesi şarttır:
Evdac adı verilen şu 4 kısmın tamamen kesilmesi şarttır:
1 - Nefes borusu,
2 - Yemek borusu,
3,4 - Boyunun iki yanında bulunan iki şah damarı...
Bu 4 kısım tamamen kesilmeden şer'î yönden kesim işlemi ifa edilmiş
olmaz. Bu şekilde kesilen kurban sahih olmaz, eti de yenmez. Bunlardan
birini kesiminin eksik kalması halinde durum ihtilâflıdır. Bir görüşe
göre, bu 4 şeyden nefes borusu dahil 3'ü kesilmiş olursa, kesim işlemi
sahih olur. Diğer bir görüşe göre ise, bu 4 kısmın tamamı ve herbirinin
de yarıdan fazlası kesilmeden, kesim işlemi olmaz, o hayvanın eti sahih
olmaz. Fakat müftâbih olan (kendisiyle fetva verilen) birinci görüştür.
Bu şekilde kesilen bir hayvan, şer'î usûle uygun olarak kesilmiş
sayılır. Buna hakikî ve ihtiyarî tezkiye denir. Bir de zarurî tezkiye
adı verilen kesme şekli vardır. Bu kesme, kesilecek hayvanın herhangi
bir yerinden yararlanarak kanını akıtmak suretiyle öldürmek demektir.
Eti yenen vahşî hayvanlar bu usûlle öldürülünce hükmen boğazlanmış
sayılırlar. Ehlî hayvanlar ise, ancak yabanileştiği veya tutup kesmek
mümkün olmadığı takdirde bu şekilde zarurî tezkiye yoluyla öldürülerek
eti yenebilir.
Kurbanların Kesimi Hangi Aletlerle Yapılır?
Kurbanların kesme işlemi kesici âletlerle yapılır. Kesici âletler de
keskin olanlar ve keskin olmayanlar diye 2'ye ayrılır. Keskin olanlarla,
ister demir, ister başka bir maddeden olsun tezkiye câizdir. Demir veya
başka bir maddeden yapılmış keskin olmayan kesici âletlerle tezkiye
ise, câiz olsa bile mekruhtur.
Kurban Kesecek Kimsede Bulunması Gereken Şartlar Nelerdir?
Kurbanı kesecek kimsede bulunması gereken şartlar şunlardır:
1 - Kesenin Müslüman veya Yahudi ve Hristiyan gibi Ehl-i Kitaba mensub birisi olması.
2 - Kesmeye yetecek kadar aklı ve kesme işini hatırında tutacak kadar hâfıza gücü olması.
3 - Hayvanı kesebilecek gücü ve kuvveti olması.
4 - Kurban keserken Allah'ın ismini anması, yani, besmele çekmesi. Buna
tesmiye denir. Kurban ancak Allah adına kesilir. Bu yüzden keserken
Allah'ın yüce adını anmadan kesilen hayvanın eti yenmez. Bu sebeble
putperest ve diğer bâtıl din sâhiblerinin, dinsizlerin kestikleri et
yenmez.
Çünkü bunlar keserken tesmiyede bulunmazlar. Ehl-i Kitaba mensub birinin
kestiğinin yenme sebebi, onların da aynı Allah'a inanmalarıdır.
Kitâbîler Allah'tan başka birşey'in adını zikretseler, onların kestiği
de yenilmez. Kesme işlemi sırasında Besmele çekmek unutularak
terkedilmiş ise, bir beis yoktur. Kesim câizdir.
Tesmiyeden maksad, hayvanı boğazlarken bismillâh demektir. Keserken
Allahu Ekber demekle Allahü A'zam demekle veya sadece Allah demekle de
tesmiye yerine getirilmiş olur. Tesmiye kasden terkedilirse kesilen
hayvanın eti yenilmez. Ancak kurbanlık hayvanı, kitabî bile olsa
Müslüman olmayana kestirmek mekruhtur.
Kurban Sünnete Uygun Olarak Nasıl Kesilir?
Kurbanlık hayvanı usûlüne uygun olarak rahatça ve fazla eziyet vermeden
kesebilmek için, önce keskin ve büyük bir bıçak hazırlanır. Hayvanın
göremiyeceği bir yere konur.
Sonra kurbanlık hayvan, kesileceği yere eziyet verilmeden götürülür.
Hayvanın yüzü ve ayakları kıbleye gelecek şekilde sol tarafı üzerine
yatırılır. Sağ arka ayağı serbest bırakılarak, diğer üçü bağlanır ve
kıbleye karşı durularak şu âyetler kurban sahibi veya vekili tarafından
okunur:
"İnnî veccehtü vechiye lillezi fatare's-semâvâti ve'l-arda hanîfen..." (el-En'âm, 79).
"İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbi'l-âlemin." (el-En'âm, 162).
Bu ayetlerden sonra, Allahü ekber Allahü ekber. Lâ ilâhe İllâllahü
vellahü ekber. Allahü ekber ve lillâhil hamd şeklinde tekbir getirillir
ve Bismillâhi Allahü ekber denilerek hazırlanan keskin bıçak hayvanın
boynuna çalınır.
Damar ve borular tamamen kesilerek kan iyice akıtılır. Hayvan böylece
kesildikten sonra tamamen ölünceye kadar beklenir. Sonra kafa koparılır.
Ve usûlüne uygun olarak yüzülür. Karnı açılır, iç organlar çıkarılır ve
gövde ve etler parçalanır.
Hayvan tamamen ölmeden kafa ve ayaklarını koparmak, derisini yüzmeğe
kalkmak, kıbleden çevirmek veya hayvana azab vermek mekruhtur. Kurbanın,
sahibi tarafından kesilmesi menduptur. Başkasına da kestirilebilir.
Tesmiyeyi kesen yapar. Kesen ve sahibi eli üzerine elini koyarak
keserlerse tesmiyeyi ikisi birden yapması şarttır.
Kurban Eti ve Derisi Ne Yapılmalıdır?
Kesilen hayvanın eti, yaklaşık olarak 3'e ayrılır. 3'te bir kısmı ev
halkı için ayrılır, üçte biri akraba ve komşulara dağıtılır. Kalan üçte
biri de fakir ve muhtaçlara yollanır. Bu taksim şekli mendubtur.
Fakat kesen şahıs zenginse, tamamını veya çoğunu fakirlere
dağıtabileceği gibi, orta halli veya kalabalık ise, çoğunu veya hepsini
evinde kendi için de bırakabilir. Kurbanda esas olan kan akıtmaktır. Bu
yapılmadan kurban vecibesi yerine getirilmiş olmaz.
Bu sebeble kurbanlık koyunu alıp kesmeden canlı olarak tasadduk etmekle
kurban borcu ifa edilmiş sayılmaz. Kurban etinden Müslümanlara yedirmek
lâzımdır. Kâfire yedirmek ise mekruhtur. Fakat kesilirken veya yenirken
üzerine gelmişse yedirilmesinde kerahet yoktur. Kurbanın etini ve
derisini satıp parasını almak da mekruhtur.Yapıldığı takdirde alınan
para tasadduk edilmelidir. Kurban derisi çeşitli hayır yerlerine
verileceği gibi, evde bırakılıp seccade de yapılabilir.
Kurban ile İlgili Mes'eleler
Kurban kesmekle mükellef olan zengin bir kimsenin, sağlam zannederek
satın aldığı kurbanın bayram günü çok ayıp sayılan bir kusuru çıksa, o
hayvan kurban edilmez. Başka bir hayvan alınıp kesilmesi icab eder.
Şâfiî'ye göre ise, yeni kurban almak gerekmez. Zengin bir kimsenin
aldığı kurban kesilmeden ölse, yerine yenisini almak icabeder. Kurbanın
vâcib olmasında kurban kesme günlerinin sonu muteberdir.
Bu sebeble bayramın üçüncü günü güneş batmadan evvel zengin olan kimseye
kurban vâcib olmaktan çıkar. Kurbanlık hayvanların kesilmeden tasadduk
edilmesi câiz değildir. Fakat alınan kurban kesilmeden her nasılsa
kurban kesme günleri geçse, bu takdirde hayvan kesilmez, canlı olarak
tasadduk edilir.
Kan akıtmak vecibe olmaktan çıkmış, tasadduka dönüşmüştür. Artık bu
hayvanın etinden sahibi yiyemez. Yurt dışında çalışan işçilerimiz, dinî
vecibe olan kurbanlarını bulundukları ülkenin şartları müsait değilse,
Türkiye'deki yakınlarından birini vekil yaptığını bildirerek ve kurban
bedelini de ona vaktinde göndererek kestirebilir.
Ölü İçin Kurban Kesilir mi? Sevabını ölmüş bir akrabamızın veya
sevdiğimiz bir zâtın ruhuna bağışlamak üzere keseceğimiz kurbanın,
kurban bayramında keseceğimiz sair hayvanlardan farkı yoktur. Vasiyet
edilmemişse ölü için kurban kesmek bir vecibe değildir.
Bir kimse kendi parası ile aldığı ve sevabını ölmüş bir yakınına
bağışlamak üzere kestiği kurbanın etinden yiyebilir, başkalarına da
yedirebilir. Böyle bir hayvanın bayram günlerinde kesilmesi de şart
değildir.
Her zaman kesilebilir. Hattâ arefe günü kesilip fakirlere dağıtılması
daha isabetli olur. Çünkü Kurban bayramı günü fakirler zaten etten
nasibleneceklerdir. Arefe günü kesilip dağıtılırsa, o gün de onların et
yemekleri te'min edilmiş olur. Bir kimse kendisi öldükten sonra kurban
kesilmesini vasiyet etmiş ise, bu kurbanın bayram günleri içinde
kesilmesi lâzımdır.
Böyle bir kurban etinden kesen yiyemez. Tamamının tasadduku gerekir.
Ölen adamın vasiyeti yoksa ve kurban da onun parasından alınıp
kesiliyorsa, bu kurban da vasiyet üzerine kesilen kurban hükümlerine
tâbidir.
Kurbanın Diğer Nevileri Nelerdir?
Kurbanlar vâcib ve nafile olmak üzere ikiye ayrılır. Vâcib kurbanlar şunlardır:
1 - Nisâba mâlik olan ve zengin sayılan kimselerin kesmekle mükellef oldukları kurban (Udhiye kurbanı).
2 - Adak edilen kurban (Nezir kurbanı).
3 - Hacc-ı Kıran ve Hacc-ı Temettü yapanların kesmek zorunda oldukları Şükür kurbanları (Hedy kurbanı).
4 - Hacda kurban kesmeyi icabettiren bir kusur işleyen kimsenin kesmesi gereken Ceza kurbanları.
5 - Bir fakirin kurban etmek niyetiyle satın aldığı bir hayvanı kurban etmesi de vâcibtir.
Nafile kurbanlar ise, bu saydıklarımızın dışında kalan ve sırf nafile
olarak kesilen kurbanlardır: Akîka kurbanları, Hacc-ı İfrad yapanların
kestikleri kurbanlar, Kurban bayramı dışında kesilen kurbanlar v.s...
Akîka Kurbanı: Yeni doğan çocuğun başında bulunan ana tüyüne "akîka"
denir. Böyle bir çocuk ihsan ettiğinden dolayı, Cenâb-ı Hakka bir şükür
vesilesi olarak kesilen kurbana da bu isim verilmiştir.
Bununla beraber "akîka" yerine "nesike" denilmesi daha uygundur. Çünkü
akîka kelimesi, "ana-babaya âsî olmak" mânasına gelen "ukuk" kökünden
olduğundan "ana-babaya âsî olan" mânasına da geldiği için, mânalar
birbirine karıştırılabilir. Bu sebeble Peygamber Efendimiz:
"Nesike deyiniz, akîka demeyiniz" buyurmuşlardır. Bununla beraber, akîka
kelimesinin daha yaygın olduğunu da söylemeliyiz. Yeni doğan çocuk için
kurban kesme âdeti, İslâm'dan önceki Cahiliye döneminde de yaygın bir
âdetti. Fakat onlar akîkayı sadece erkek çocuklar için keserlerdi. Çünkü
kız çocuklarını sevmezler, bir kız çocukları doğduğu zaman son derece
sinirlenirlerdi.
Hattâ bâzı kabilelerin kızlarını diri diri gömdükleri bile olurdu.
Kur'ân-ı Kerîm, kız çocuklarına karşı takınılan bu zâlimane tavrı
kınamış ve şiddetle yasaklamıştır. (Bak: Nahl, 58.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_cool.
İslâmiyet akîka âdetini tamamen ortadan kaldırmamış; fakat bu zalimâne
şekilde de bırakmayarak tâdil etmiş, kız ve erkek, bütün çocuklara şâmil
kılmıştır.
Akîka kurbanı, Hanefi mezhebine göre mübahtır. Yani isteyen keser,
istemeyen kesmez. Kesmeyenin faziletinde hiçbir noksanlaşma olmaz. Diğer
mezheblere göre, sünnettir. Peygamber Efendimizin Hazret-i Hüseyin için
bir koç kurban ettiği rivayetine dayanılmaktadır.Kurban, çocuk
doğduktan itibaren bülûğ çağına kadar kesilebilir. 7., 14. ve 25.
günlerden birinde kesilmesi, daha güzel görülmüş;
bilhassa 7. gün içinde kesilmesi en faziletli olarak kabûl edilmiştir.
Aynı gün çocuğun saçı traş edilir ve saçın ağırlığınca altın veya gümüş
veya o miktarın bedeli sadaka olarak verilir. Çocuğun adının da o gün
konulması evlâdır.
İmam-ı Şâfiî ve Ahmed Bin Hanbel'e göre, çocuğun sıhhat ve selâmetine
bir tefe'ül olarak akîkanın kemikleri kırılmaz, mafsallarından ayrılır
ve öylece pişirilir. Bu müstehaptır. Diğer mezheb imamlarına göre ise,
bil'akis mütevazi olması, beşerî hırslarının kırılmasına tefe'ülen,
kemiklerin kırılması müstehab sayılmıştır.
Şu halde durum niyete göre değişmektedir. Hangisine tefe'ül edilmişse
ona göre hareket edilmesi iyi olur. Akîkanın etini, kesen şahıs ve aile
efradı yiyebileceği gibi, başkalarına da yedirebilirler. İstenirse
bütünüyle de tasadduk edilebilir.
Âdet olarak eskiden bud kısmı ebe kadına verilirdi. Akîka kurbanı olarak
kesilecek hayvanda da vâcib olan kurbanlık için aranan şartlar esastır.
Yâni vâcib olan kurbana elverişli her hayvan, akîkaya da elverir.
Nezir (Adak) Kurbanı: Allah için kesilmesi adanan kurbanı boğazlamak
vâciptir. Nezredilen bir kurbanın kesilmesinin borç olması için, şu
şartların yerine gelmesi şarttır:
1 - Kurban olarak adanan hayvan, vâcib kurbanlar cinsinden olmalıdır.
Meselâ hindi veya horoz adamakla nezir yerine gelmez, çünkü horoz ve
hindiden kurban kesilmesi câiz değildir.
2 - Adanan kurban, adayanın kendisine zâten vâcib olan bir kurban
olmamalıdır. Meselâ zengin kimse: "Eğer şu işim olursa bu bayramda
kurban keseyim" dese, kestiği kurban nezir yerine geçmez. Ancak
kurbandan ayrı bir de nezir kurbanı keserse, o takdirde adak yerine
gelmiş olur.
3 - Nezredilen kurban, Allah'a ma'siyet cinsinden olmamalıdır. Oğlunu Allah'a kurban etmeyi adamak gibi.
4 - Nezredilen kurban başkasının malı da olmamalıdır. Ancak kendi malından kurban adanabilir.
5 - Nezredilen kurban yerine getirilmesi muhal bir şey de olmamalıdır.
Geçmiş bir zaman için kurban adamak gibi. Adak kurbanının etinden sahibi
yiyemediği gibi; ailesi, çoluk çocukları, torunları, anası-babası, dede
ve ninesi de yiyemez. Tamamının fakirlere verilmesi şarttır. Şayet bir
miktar yenecek olursa, o yenen miktarın kıymeti sadaka olarak fakirlere
verilmelidir. Kurban bayramında kesmek üzere bir fakirin kurban alması
da bir nevi nezir hükmündedir. O kurbanı kesmek artık fakir üzerine
vâcib olur.
Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Kurban İbadeti
İbrahim Peygamber, oğlu İsmail ile hanımı Hacer'i Mekke'ye yerleştirmiş;
Filistin topraklarına geri dönmüştü. Hazret-i İbrahim ara sıra Mekke'ye
geliyor, oğluyla birlikte dağlara odun toplamaya, yiyecek bulmaya
gidiyorlardı.
Yine Hazret-i İbrahim Mekke'de olduğu bir gündü. Vakit gece yarısından
sonraydı. Hazret-i İbrahim uyuyordu. Rü'yasında bir ses şunları
söylüyordu:
- Ey İbrahim! Allah, oğlun İsmail'i kurban etmeni emrediyor."
Hazret-i İbrahim korkuyla uyandı. Gördüklerinin gerçek olup olmadığını
düşündü. Bu rü'ya Allah'tan mı idi, yoksa Şeytan'dan mı, bir anda
kestiremedi. Fakat içine bir şübhe düşmüştü. Rü'yayı gördüğü vakit,
Kurban Bayramından 2 gün önce idi. Ertesi gün (arefe günü) yine aynı
vakitte, aynı rü'yayı gördü. Rü'yanın Allah'tan olduğuna artık kanaati
gelmeye başlamıştı.
Kurban Bayramının 1. günü de yine aynı rü'yayı görünce, rü'yanın
Allah'tan olduğuna tam kanaat getirdi. "Bu, Allah'ın bir imtihanı" diye
düşündü. Bu gerçekten de bir dostluk imtihanı idi. Dost dostu için
sevdiği herşey'ini feda etmeliydi.
Allah, Hazret-i İbrahim'i kendine Halîl, yani dost seçmişti. Şimdi de
onun bu dostluğa lâyık olup olmadığını denemek istiyordu. Sevdiği en
kıymetli varlığı olan oğlunu kendine kurban etmesini istemesi, bu
yüzdendi. Ancak insanın sevdiği en kıymetli varlığını gözden çıkarması
çok zordu.
Onun için Allah, Hazret-i İsmail'i kurban etme emrini, Hazret-i
İbrahim'e doğrudan doğruya vermemiş; 3 gece üst üste rü'yasında
göstererek yavaş yavaş alıştırmıştı. O günden sonra, insana kabûlü zor
gelen bir haberi birden vermemek, alıştıra alıştıra, yavaş yavaş vermek
âdet olmuştur.
Hazret-i İbrahim, o sabah oğluna ip ve bıçak almasını, birlikte oduna
çıkacaklarını söyledi. Bu onların her zamanki âdetleriydi. Hz. İsmail
hiçbir şeyden şübhelenmemişti. Yanlarına ip, bıçak ve balta alarak yola
koyuldular.
Minâ mevkiine gelince Hz. İbrahim gördüğü rü'yayı yavaş yavaş oğluna
anlatmaya başladı. Allah tarafından büyük bir imtihana tâbi
tutulduklarını bildirdi. Hazret-i İsmail'de, babasının anlattıkları
karşısında en ufak bir üzüntü, tereddüd ve telâş meydana gelmemişti.
Hayatı veren ve alan Allah değil miydi?
Hayatın sâhibi olan Allah, şimdi ondan, verdiği hayatı kendisi için geri
istiyordu. Bundan daha şerefli bir ölüm tasavvur olunabilir miydi?
Hazret-i İsmail bunları düşünerek, tam bir teslimiyet ve tevekkül
içindeydi. Babasına şu cevabı verdi: "Babacığım! Ne ile emrolundunsa o
işi yap. Beni inşâallah sabreden bir insan olarak bulacaksın..."
Oğlunun bu cevabı, Hz. İbrahim'i hem sevindirmiş, hem de
duygulandırmıştı. Gözleri yaşarmıştı. Büyük bir sevgiyle, yüksek bir
îmanın sâhibi olan oğluna bakıyordu. Böyle bir oğul sâhibi olmakla
iftihar ediyordu. Hazret-i ibrahim oğlunu sağ yanına yatırarak Allah'ın
emrini yerine getirmeye hazırlandı.
Oğlunun gözlerini bağlamıştı, bıçağı görerek acı duymasını istememişti.
Bu hâdise, Minâ'da, şimdi kurbanların kesildiği yer civârında cereyan
ediyordu. Hazret-i İbrahim, oğlunun boynuna bıçağı sürmek üzere
Bismillâh çekti. "Ey Rabbim, işte emrini yerine getiriyorum" diye
söylendi. Bıçağı Hz. İsmail'in boynuna sürdü.
Fakat bıçak kesmedi. Çünkü, Allah'ın murâdı, Hz. İsmail'in kurban
edilmesi değildi. Bu hadise ile İbrahim âilesinin sâdakat ve sabırlarını
meleklere ve bütün insanlığa göstermek istiyordu. Bu bir dostluk ve
bağlılık imtihanı idi. Allah dostu olan Hazret-i İbrahim ile oğlu, en
sevdikleri varlıklarını; İbrahim (as) oğlunu, İsmail (as) ise canını,
seve seve Allah'a verebileceklerini isbatlamışlardı.
Allah'a bağlılıklarını tereddütsüz göstermişlerdi. Kısacası bu müthiş
imtihanı en güzel şekilde kazanmışlardı. Hazret-i İbrahim, bıçağı
yeniden İsmail'in boynuna sürmeye hazırlanırken bir ses duydu.
Ses: Ey İbrahim! Sâdık biri kul olduğunu isbatladın. Allah dostu
bulunduğunu herkese gösterdin. Dur artık! İsmail'i kesmene lüzum
kalmadı," diyordu. Hazret-i İbrahim durdu. Etrafına bakındı. Gökten
Hazret-i Cebrâil'in, gözleri sürmeli, boynuzlu bir koç ile yere inmekte
olduğunu gördü.
Cebrâil Aleyhisselâm, Hazret-i İbrahim'i tebrik ediyor: - Ey İbrahim! Bu
koç 40 senedir Cennet'te beslenmektedir. Şimdi oğlun İsmail'in yerine
onu kurban etmen için yeryüzüne gönderildi..." diyordu. Hazret-i İbrahim
sonsuz bir sevinçle oğlunun gözlerini çözdü. Koçu Cebrâil'den alıp
kurban etti.
Allah'ın bu büyük lütfundan dolayı devamlı şükür namazları kıldı. O
günden beri, bütün Müslümanlar, Hazret-i İsmail'in kurtuluşunu kutlama
ve Allah'a şükran borçlarını ödemek üzere, her sene aynı gün kurban
keserler. Kurban kesmek, hâli vakti yerinde olan Müslümanların üzerine
vâcib bir ibâdettiR.
dinahlak.com

************************

KURBAN
• AYET:1-”Şüphesiz namazım,ibadetlerim,hayatım ve ölümüm ortağı olmayan
alemlerin Rabbi içindir.”2-“Rabbin için namaz kıl kurban kes”
• HADİS:” «Kim (mal) genişliği bulur da kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın.»
• KURBAN: ibadet niyeti ile belirli vakitte kurbanlık hayvanı kesmektir.
• Kurban kesmek mal ile yapılan bir ibadettir ve vacibdir. Hicretin ikinci yılında emredilmiştir.
• Kimler Kurban Keser
Aşağıdaki şartları taşıyan kimselerin kurban kesmesi vaciptir:
1) Müslüman olmak,
2) Akıllı olmak,
3) Erginlik çağına gelmiş olmak,
4) Hür olmak,
5) Mukim olmak (Yani misafir olmamak),
6) Nisab miktarı mal veya paraya sahip olmak. (Kurban nisabında mal ve paranın üzerinden bir senenin geçmesi şart değildir.)
• KURBAN KESME ZAMANI
• Kurban kesiminin vakti, kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günüdür. Üçüncü günün akşamından sonra kurban kesilmez.
• KURBAN KESME ŞARTLARI:
• 1)Kesenin “Bismillâhi Allahu Ekber”demesi
• 2- Hayvanın şah damarlarının ve soluk borusunun kesilmesi
• 3-Kişi kurbanı kendisi kesmiyorsa kesene vekalet vermesi.

HANGİ HAYVANLAR KURBAN EDİLİR?
• Hayvanlardan sadece koyun, keçi, sığır,manda ve deve kurban edilir.
Bunlardan koyun ile keçi bir yaşını, sığır ve manda iki yaşını, deve beş
yaşını bitirmiş olmalıdır. Ancak, koyun altı ayını tamamladığı halde
bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olursa kurban edilebilir. Keçi için
böyle bir durum yoktur, bir yaşını doldurması şarttır.
• Koyun ve keçi bir kişi için kurban olur. Sığır, manda ve deve birden yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban edilebilir.
KURBAN EDİLEMEYEN VE EDİLEN HAYVANLAR:
• Tavuk,horoz ve kaz gibi evcil;geyik gibi eti yenen vahşi hayvanlar kurban edilmez.
• Kurbanlık hayvanların şaşı, boynuzsuz kulaklarının delik veya yarılmış
olması, boynuzunun biraz kırık bulunması, dişlerinden birazının
dökülmesi ve topal olması(Ayağının üzerine basamayacak kadar topal
olursa kurban edilmez.) kurban olmalarına engel değildir.
• İki gözü veya bir gözü kör,dişlerinin çoğu düşmüş veya kulakları
kesilmiş,boynuzlarının birisi veya ikisi kökünden kırılmış,kuyruğunun
yarıdan fazlası kopmuş hayvanlardan kurban olmaz.
• KURBANIN ET VE DERİSİNİN PAYLAŞIMI
• Kurbanın eti üçe bölünerek bir kısmı,ev halkı ve misafirlerle
yenir.Bir kısmı fakirlere,diğer bir kısmı da dost ve akrabalara
dağıtılır.Eğer kurban kesen kişi orta halli olup ev halkı kalabalıksa
etin tamamı evde bırakılabilir.
• Kurbanın derisi de hayır kurumlarına bağışlanır.Kullanılacaksa parası bağışlanır.



KURBAN KESİM ŞEKLİ
 Kurban kesim yerine eziyet edilmeden getirilir.Su verilerek kıbleye
doğru yatırılır.Sağ arka ayağı üstte ve boşta kalacak şekilde ayakları
bağlanır.Tekbirler getirilir.Kurban ayeti okunur.Bismillahi Allahu Ekber
denilerek,Kurban kesme şartlarına uygun kesilir.kurban sahibi dilerse
vakti varsa iki rekat şükür namazı kılar.
 Kurbanın önünde bıçak bilememek,kurban kesmemek,kurbana eziyet etmemek kurban edplerindendir.
KURBANIN YARARLARI
 Kurban Müslümanlar arasında yardımlaşmayı sağlar.
 Zenginleri cimrilik hastalığından kurtarır.
 Fakirlerin zenginlere hürmet,zenginlerin de fakirlere şefkat göstermesini sağlar.
 İnsanlar arasında birlik ve beraberlik duygularını geliştirir.
 Toplumda sevgi ve saygı bağları kuvvetlenir.

********************************

ZEKAT



. iNSANIN PAYLAŞMA VE YARDIMLAŞMA İHTİYACI
Aynı toplumun bireyleri olan bu insanların birbirlerine ihtiyaçları
vardır. Böyle bir toplumda komşusu açlık, hastalık çeken bir kişi, kendi
içinden o komşusuna yardım etme gereksinimi duyar. Kendi ailesi için
hazırladığı bir tas çorbasını muhtaç komşusuyla paylaşmak ister.
Doktora, hastaneye gidemeyen komşusunu doktora, hastaneye götürmek
ister. Sonucunda içini manevi bir mutluluk kaplar.

Aynı toplumun bireyleri olan insanların her açıdan birbirlerine
ihtiyaçları vardır. Karşılıklı ihtiyaçların giderilmesi toplum bilincini
güçlendirir. Aynı zamanda bu yardımlaşma ve paylaşmalar toplumdaki
ekonomik ve sosyal dengesizlikleri de önler. Malını fakir ve kimsesiz
ile paylaşmak aradaki sevgiyi artırır, toplumsal dayanışmayı geliştirir.
Başkasının acısını paylaşmak kadar, insana huzur veren diğer bir manevi
haz yoktur. Bir ölüm acısını paylaşmak ne güzel bir davranıştır. Aynı
olayları biz de yaşayabiliriz. Bizim de başımıza öyle şeyler gelmez mi?
2. İSLAM’IN PAYLAŞMA VE YARDIMLAŞMAYA VERDİĞİ ÖNEM
İslam, inananlara her zaman paylaşmayı ve yardımlaşmayı tavsiye eder.
Zira, her varlıklı Müslüman, Yüce Allah'ın ''... ve mallarında muhtaç ve
mahrumların hakkı vardı'' şeklindeki buyruğunu bilmeli ve inanmalıdır.
İslam’da her Müslüman hem kendisinden, hem ailesinden, hem çevresinden,
hem de toplumdan sorumludur. Müslüman kişi, bunlara karşı görevlerini
tam olarak yerine getirmezse dünyada ve ahirette sorumlu olacaktır.
3. PAYLAŞMA VE YARDIMLAŞMA İBADETİ OLARAK ZEKAT
Zekat, kelime olarak ''temizlik, artma, bereket" gibi anlamlara gelir.
Zekat, İslam’ın beş şartından biridir. Mal ile yapılan bir ibadettir.
Dini bir terim olarak zekat, belli bir malın veya paranın belli bir
miktarını Allah rızası için bildirilen yerlerden birine vermektir.
Zekat, yılda bir defa verilir.
4. ZEKATI KİMLERE VERİLİR?
Zekatı belli bir gelir seviyesine ulaşan Müslümanlar verirler. Bir
Müslüman’ın zekat verecek kadar varlıklı sayılmasının şartları vardır.
Bu şartları şöyle belirtebiliriz.
a. Zekat verecek Müslüman’ın borcu olmamalıdır.
b. Temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra belli bir miktar mala sahip
olması gerekir. c. Zekat verebilmek için zekatı verilecek malın
üzerinden bir sene geçmesi gerekir.
ç. Ayrıca zekat vermek için Müslüman, akıllı ve ergenlik çağına girmiş olmalıdır.
5. ZEKATI KİMLERE, NASIL VERMELİYİZ?
Kuran’da belirtildiğine göre zekat şu kimselere verilir:
a. Yoksullar: Bunlar, İslam ölçülerine göre zengin sayılmayan, kazançları geçimleri için yeterli olmayan kimselerdir.
b. Düşkünler: Hiç geliri olmayan yoksullardır.
c. Borçlular: Bunlar, israf etmedikleri halde, borçtan kurtulamayan kimselerdir.
ç. Bazı Yolcular: Yolda kalmış, kimsesiz ve parasız yolcular.
d. Zengin olduğu halde gurbette parasız kalanlar.
e. Allah Yolunda Çalışan Kişiler: Öğrenim yapmak isteyen, ama malı gücü
olmayan kimseler; kendisini bilime adamış, malı bakımdan güçsüz olanlar;
Allah'ın dinini yaymak için uğraşanlar, vatan, millet, Allah yolunda
savaşanlar.
f. Kalpleri Müslümanlığa Isındırılmak İstenenler: Müslümanlığa sıcak
bakan, ona karşı olmayan, İslam’a kazandırılmasında fayda olan insanlar.

Zekat; amca, dayı, hala, teyze ve bunların çocuklarına, akraba ve
komşulara verilebilir. Zekat vermeye, zekat düşecek yakın akrabalardan
başlanmalıdır. Zekat; anne, baba, eş, çocuklar, dede ve nine gibi
bakmakla yükümlü olduğumuz kişilere verilmez. Çünkü, bunlar bakmakla
yükümlü olduğumuz kimselerdir.
Zekat Nasıl Verilmelidir?
Zekat veren kişi, çok dikkatli davranmalıdır. Zekatı alanın ruh halini
hep gözü nünde bulundurmalıdır. Onu incitecek, gücendirecek şekilde
vermemelidir. Zengin, verirken gönülsüz davranmamalıdır. Fakirin başına
kakmamalıdır. Aynı şekilde fakir de alırken ezilmemeli, mahcubiyet
duymamalıdır. Bu konuda Yüce Allah da şu uyarıyı yapmaktadır: "Güzel bir
söz ve bağışlama, eziyete dönüşen bir sadakadan daha iyidir; Allah
zengindir ve halimdir. Ey inananlar! Zekat dahil her türlü sadakanızı
başa kakmak ve eziyete dönüştürmek suretiyle boşa çıkarmayınız. Bu,
inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kişinin tutumudur..."
6. ZEKAT NELERDEN VERİLİR?
Zekat verilecek mallar şunlardır: Altın, gümüş, para, ticaret malları,
koyun, keçi, sığır, manda ve deve. Bu zekatı verilenlerden altının en az
81 gramından; gümüşün en az 561 gramından; en az 81 gram altın
karşılığı ticaret eşyasından; en az 40 koyun ve keçiden; en az 30 sığır
veya mandadan zekat verilir. Bunlardan zekat verilebilmesi için bunların
sahibinin elinde bir yıl kalması gerekir. Ayrıca bunlar, zekat
verecek kişinin zorunlu gereksinimlerinden fazla olanlardır. Bu para ve mallardan kırkta biri zekat olarak verilir.
7. YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA YOLU OLARAK SADAKA
Allah için yoksullara yardım etmek anlamına gelen sadaka, muhtaçlara
karşılıkSIZ yapılan yardım demektir. Ayrıca, her türlü iyilik
anlamlarına da gelir.
Hatta bir güler yüz, tatlı bir söz bile sadaka sayılmıştır. Buna göre
her çeşit iyilik sadakadır ve bunlara sevap verilir. Ayrıca dinimiz
İslam; yol, çeşme, köprü, cami, okul, hastane gibi toplumun sürekli
yararlandığı iyi şeyler yapanların ölümden sonra da sevap kazandıklarını
bildirmektedir. Çünkü bu hayırları yapanlar öldükten sonra da insanlar,
bunlardan yararlanmaya devam etmektedirler. Ramazan ayında varlıklı
Müslümanların yoksullara yaptığı yardıma fıtır sadakası denir. Fıtır
sadakası, Yüce Allah'ın kişiye canını bağışlamış olmasına karşılık bir
şükran davranışı olmak üzere konmuştur. Sadaka-i fıtır, dilimizde ''can,
baş sadakası'' diye de anılır. Fıtır sadakası, yeni doğan çocuklar için
bile verilmesi gerekir.
8. ZEKAT VE SADAKA VERECEK DURUMA GELMEYE ÇALIŞMALIYIZ
İslam, bütün Müslümanların çalışmasını istemektedir. Zira Kuran’da
Allah, şöyle buyurmaktadır: ''Hakikaten insan için kendi çalışmasından
başkası yoktur''. Bu ayetten anlaşılacağı üzere insanın, eğer çalışmazsa
maddi ve manevi olarak hiç bir şey elde edemeyeceği vurgulanmaktadır.
Ayrıca çalışarak alın teri ile elde edilmiş zenginlikle Müslüman,
Allah'ın İslam’ın şartları arasında emrettiği mali ibadetlerden olan Hac
ve Zekatı yerine getirir. Sahibi olduğu malından yoksullara sadaka
verir. Muhtaçlara yaptığı yardımlarla manevi olarak büyük bir haz duyar.

9. YARDIMLAŞMA KURUMLARIMIZ
Özellikle deprem, sel felaketi gibi toplum olarak sıkıntıların daha
yoğun yaşandığı durumlarda insanlar, kendilerini daha da çaresiz ve
kimsesiz hissederler. işte böyle durumlarda toplumsal yardımlaşma
kurumları devreye girer. Bizim de ulus olarak, bu anlamda, dar
günlerimizde bize yardımcı olan bazı kurumlarımız vardır. Bunlardan bir
kısmı şunlardır:
a. Kızılay: Bu yardımlaşma kurumlarımızın başında Kızılay gelir.
Kızılay, ülkemizin neresinde doğal ve toplumsal bir felaketle karşı
karşıya kalınsa, imdadımıza yetişir. Milletimiz de bu kurumumuza her
türlü bağışı ile destek verir. Kızılay, başka ülkelerin
felaketzedelerine de yardım eder .
b. Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu: Bu kurumumuz, özellikle doğal
afetler sonucu annesini ve babasını kaybeden, dünyada kendilerini görüp
gözetecek kimseleri kalmamış bakıma muhtaç çocukları alarak onlara
bakar ve onları büyütür. Dolayısıyla toplum hayatımızın çeşitli
nedenlerle aksayan bir yanını bu kurumumuz, yaptığı hizmetle düzeltir.
Ulusumuz, bu kurumumuza da desteklerini esirgemez. Kimsesiz çocukları
alır, okutur ve iş buluncaya kadar koruma altında tutar.
c. Türk Hava Kurumu: Asker ulus olan Türk halkının sivil kesiminden
özellikle gençlerin pilotluk eğitimi almalarını bu kurumumuz sağlar.
Ayrıca ülkemizde tarım yapılan tarlaların ilaçlanması gibi hizmetler de
bu kurumumuzun uçakları tarafından yapılır. Ayrıca paraşüt eğitimi gibi
eğitimleri de üstlenmiştir. Yardımsever, gönlü zengin, cömert halkımız,
bu kurumlarımızı çeşitli yardım ve bağışlarıyla destekler. Bu yardım
çeşitlerinin başında ise, zekat ve fıtır sadakası gelmektedir. Kurban
derileri de önemli bir destek sağlamaktadır.
dinahlak.com

*****************************

izce bu hadisler bizlere ne yapmamızı ya da ne yapmamamızı tavsiye ediyor?
 “…..Verdiğiniz sözü yerine getirin.Çünkü verilen söz,sorumluluk gerektirir.”
 “…..Onların kusurlarını hoş gör ve onlara güzellikle davran.”
 …..”Rabb’im,halkımı bağışla,onlar ne yaptıklarının farkında değiller.”
 “Allah’ım ben onları seviyor ve merhamet ediyorum.Sen de onlara merhamet et.”
 “Sabredenlere ödülleri hesapsız verilecektir.”
 “….Üzülme Allah bizimle beraberdir….”
 “…Acıkan her hayvan hususunda dikkatli olun,kıyamet günü Allah’a şikayet edilebilirsiniz.”
 “İlim öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz.”
 “Bir millet işlerini danışarak yürüttüğü sürece zillete düşmez.”
 “Hiç kimse kendi emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir.”
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13

**********************

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Empty
MesajKonu: Geri: 8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK   8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 1:16 pm

1. Hoşgörünün yaygınlaştığı bir toplumda aşağıdakilerden hangisinin daha çok görülmesi beklenir?
A) Düşkünlere yardım etme
B) Toplumsal suçları bağışlama
C) Farklı düşüncelere saygı gösterme
D) Duygu ve düşünceleri paylaşma

2. Dini bayramlarda ekonomik durumu iyi olmayan insanlara yapılan
yardımlar, aşağıdakilerden hangisinin işleviyle benzerlik gösterir?
A) Haccın B) Orucun C) Namazın D) Zekatın

3. “….. yolculuğa gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır…”
(Âli İmran, 97)
Türkçesi verilen ayet ile aşağıdakilerden hangisi vurgulanmaktadır? OKS 2005

A) İnsanların Allah’ın emirlerine uymak zorunda olduğu
B) Allah’ın insanlar üzerinde hakkı olduğu
C) Gücü olanların seyahat etmesi gerektiği
D) Hacca gitmenin farz bir ibadet olduğu

4. Zekat veren insanlar hem Allah’a hem de toplumda zor durumda bulunan insanlara karşı
görevlerini yapmış olurlar. Zekat ekonomik yönden durumları iyi olan
insanların içlerinden gelerek yoksul, düşkün ve borçlu insanlara yardım
etmelerine aracılık eder.
Buna göre, aşağıdakilerden hangisi zekatın toplumda yerine getirdiği işlevlerden biri değildir? OKS-2003

A) İnsanlar arasındaki işbirliğini artırması
B) Toplumda dayanışmayı güçlendirmesi
C) Sevgi ve saygının gelişmesini sağlaması
D) Toplumdaki statü farklarını koruması

5. Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan.
Yunus Emre bu şiiriyle, insanlara aşağıdaki mesajlardan hangisini vermek istemiştir? OKS- 2003

A) Dünyanın geçici olduğu
B) Malın, mülkün insanları oyaladığı
C) Malların zamanla el değiştirdiği
D) Mülkün gerçek sahibinin Tanrı olduğu
6. Dinî bir gereklilik olmaksızın, yoksula yardımda bulunmanın
karşılığı olan sözcük aşağıdakilerden hangisidir? DPY 2007 6.sınıf
A) Sadaka
C) Zekât
B) Fitre
D) Fidye
7. Peygamberimizin “Hac Arafat’tır.” sözünde önemi vurgulanan aşağıdakilerden hangisidir? DPY 2007 7 sınıf
A) Vakfe B) Tavaf C) Zemzem D) Sa’y
8. Muhammed (s.a.v.)’in “Veren el, alan elden üstündür.” sözü bizleri daha çok hangi sonuca ulaştırır?
DPY 2006 6. sınıf

A) Zekat ve sadaka verecek duruma gelmek için çalışmalıyız.
B) Sadaka, yalnızca maddi yardımlardan ibaret değildir.
C) Sadaka vermek için zengin olmak gerekmez.
D) Sadaka verenlere Allah katında karşılığı

9. “… Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o tarafa (Mescidi Haram’a)
çevirin…” (Bakara 150) ayetinde verilen mesaj nedir? DPY 2006 7. sınıf

A) Haccın Mekke’de yapıldığı
B) Namazda Kabe’ye doğru yönelmek gerektiği
C) Kabe’ye tavafın da bir ibadet olduğu
D) İmkanı olan her Müslüman’a haccın farz olduğu

10. Bireyler arasında sevgi ve saygı bağlarını güçlendiren, gelir
dengesizliğinin giderilmesine katkı sağlayan ibadet aşağıdakilerden
hangisidir? DPY 2005 5. sınıf

A) Oruç tutmak B) Zekât vermek
C) Namaz kılmak D) Hac’ca gitmek
11. Aşağıdakilerden hangisi Hacc ibadetini yerine getirmiş bir Müslüman da oluşmaması gereken bir duygudur?
DPY 2005 7. sınıf
A) Sağlık ve zenginliğinin şükrünü yerine getirmiş olmanın verdiği huzur
B) Kutsal mekânlarını ziyaret ederek dini bilgilerini pekiştirmeyle gelen sevinç
C) Dünya Müslümanlarıyla birlikte bulunmaktan doğan haz.
D) Davranışlarındaki sorumluluğun bittiği düşüncesinin oluşturduğu mutluluk

12. İnsanların günlük namazlarında yöneldiği Hac ibadetinde de tavaf
edilen Kâbe aşağıdaki şehirlerin hangisinde bulunmaktadır? DPY 2003 4.
sınıf

A) Medine B) Mekke C) Taif D) Cidde

13. Dinimizde bazı ibadetler farz ve sünnet olarak isimlendirilir. Farz:
Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de yapılmasını kesin olarak emrettiği, Sünnet
ise Hz. Muhammed’in yaptığı ve bizlere de öğütlediği davranışlardır.
Buna göre aşağıda verilen davranışlardan hangisi farz ibadetlerden biri değildir? DPY 2003 5. sınıf
A) Beş vakit namaz kılmak
B) Zekat vermek
C) Ramazan orucunu tutmak
D) Teravi namazını kılmak

14. Hac ibadeti sırasında Hacerülesvet’ten başlanarak, soldan gidilmek
koşuluyla yine aynı yerde bitirilmek üzere Kâbe’nin çevresinde, yedi kez
dönmek aşağıdaki terimlerden hangisiyle ifade edilir? DPY 2003 7. sınıf
A) Sa’y B) Vakfe C) Tavaf D) Telbiye

15. İslâmiyet’e göre, aşağıdaki hayvanlardan hangisi kurban olarak kesilemez?
DPY 2002 4. sınıf

A) Koyun B) Sığır C) Horoz D) Keçi


16. Mekke Şehri’nin yüzyıllar boyunca hem dini, hem de ticari
bakımdan Arap yarımadasında önemli bir rol oynamasının önemli nedeni
olarak aşağıdakilerden hangisi sayılmaktadır? DPY 2000 9. sınıf

A) İkliminin yaşamaya elverişli olması
B) Dini merkez olan Kabe’nin burada bulunması
C) Hz. İbrahim’in burada yaşamış olması
D) İlahi dinlerin doğduğu yer olması

17. İlişkilerinde, karşılıklı sevgi ve saygıya önem veren bir toplumda aşağıdakilerden hangisi yaygınlaşmaz?
DPY 1999 5. sınıf
A) Yardımseverlik B) Büyüklere saygı
C) Toplumsal barış D) Bencil davranma

18. Müslümanları yılın belli günlerinde Mekke’de bir araya getiren ibadet hangisidir?
DPY 1998 4. sınıf
A) Namaz B) Oruç C) Hac D) Zekât

19. Aşağıdakilerden hangisi, Allah (C.C.)’ın rızasını kazandırır? DPY 1998 5. sınıf

A) İnsanlara karşı iyi davranmak
B) Evlatlarıyla böbürlenmek
C) Görevini kötüye kullanmak
D) Mal çokluğuyla övünmek

20. Hangisine zekât veremeyiz? DPY 1998 6. sınıf
A) Yoksula B) Borçluya
C) Babamıza D) Muhtaç yolcuya

****************************

KADER VE KAZA
 Kader; Yüce Rabbimizin sınırsız ilmiyle kâinatta olacak şeyleri bilmesi, olacağına göre tayin ve tespit etmesidir.

 Kaza; Yüce Allah’ın (Celle Celaluhü) takdir ve tayin ettiği
şeylerin,Allah (Celle Celaluhü) tarafından meydana getirilmesidir.

 Kader insanı gururdan,irade ise insanı sorumsuzluktan kurtarmak için imanın şartlarından birisi olmuştur.

 “Saadetin ve şekavetin (iyi insan olmanın ve kötülüğün),
bahtiyarlığın ve bedbahtlığın yolunu insan kendi iradesiyle tutar. Ancak
bütün kulların tuttuğu yolları takdir eden ve yaratan Allah’tan başkası
değildir (Celle Celaluhü).

 insanların elinden ihtiyar (seçme özgürlüğü) ve irade tamamen alınmış değildir.

 Bir mühendisin yapmak istediği bir binanın plân ve projesini aklında
tasarlayıp çizmesini “kadere”, o çizmiş olduğu plân ve projenin
doğrultusunda binanın yapılmasını da “kazaya” benzetebiliriz.

 ”Hayır ve şerri (iyilik ve kötülüğü) seçip işlemek insandan, bunu
yapabilme gücünü ve imkânını verip yaratmak ise, Yüce Allah (Celle
Celaluhü) tarafındandır.
 Ayet 1:”Şüphesiz biz her şeyi bir kaderle (Ölçüyle) yaratmışızdır.
 Ayet 2:Sana isabet eden iyilikler Allah’tan kötülükler ise nefsindendir.

 Peygamber Efendimiz :"Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, iman etmiş olmaz."

 TEVEKKÜL:Kulun gerekli tedbirleri aldıktan sonra taktiri Allah’a bırakmasına tevekkül denir.

 Ayet:"Kim Allah'a güvenirse Allah ona yeter"

 Ayet:” şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever”

 “Deveni kazığa bağla ondan sonra tevekkül et”.Hadis-i Şerif.

 KÜLLİ İRADE:Allahu Tealanın sahip olduğu sınırsız iradeye küllî irade denir.

 CÜZ-İ İRADE:İnsanların sahip olduğu Allah’ın iradesine göre sınırlı eksiksiz iradeye cüz-i irade denir.

 İnsan yaptığı amelleri kendi iradesiyle yaptığından sorumlu durumdadır.

 LEVH-İ MAHFUZ:Kainatta olmuş olacak her şeyin içinde yazılı olduğu deftere levh-i mahfuz denir.

 AMEL DEFTERLERİ:Kiramen Katibîn meleklerince yazılan,içinde insanların
iyi kötü amellerinin yazılı olduğu deftere amel defteri denir.

 KADERİN DELİLLERİ

 Bütün varlıkların bir kalıptan çıkmışçasına şekilli olarak yaratılması bir plan ve programı ispat eder.O da kaderdir.

 Kainatta bulunan kitapçıklar da kaderi ispat eder. Örnek:İnsanların
hafızaları,hücrelerindeki genler ağaç ve bitkilerin çekirdek ve
tohumları.vs.

 Peygamberimizin verdiği gelecekle ilgili haberler.örneğin halifeliğin
kendisinden sonra 30 yıl süreceğini haber vermiş ve çıkmıştır.

 Velilerin(Allah dostları)verdiği haberler.Örneğin Muhyittin ibn-i
Arabî mezarının Yavuz Sultan Selim tarafından bulunacağını yüzyıllar
önce haber vermiş ve çıkmıştır.

 Kur’an-ı kerim’in verdiği haberler.Mekke’nin fethedileceğini haber
vermiş ve fethedilmiştir.bu haberler gösterir ki her şey olmadan önce
kaderde yazılıdır.



*************************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Empty
MesajKonu: Geri: 8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK   8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 1:19 pm

"Kader utansın, kahrolsun kader" gibi ifadeleri kullanmak doğru mudur ?
________________________________________
KADERİ SUÇLAYAN o kadar söz var ki, saymakla bitmez.

Kendine söz geçiremeyen, kadere taş atar. Kimseyi suçlayamayan, kaderi
taşlar. Karşısındakine gücü yetmeyen kadere yüklenir. Böyle bir kör
dövüşüdür gider. Kime vurduğunu bilemez, vurduğu yeri göremez, rast gele
hücum eder. Beceriksizliğini, tembelliğini ve bilgisizliğini kendi
üstüne almaz, eline geçen taşı kadere fırlatır, durur.

"Kader utansın" der. Kader ne yapmış ki utansın, kaderin utanacağı neyi
vardır? Gerçekten utanması gereken birisi varsa, o da kişinin kendisidir
aslında… Kader bir suç işlememiş, bir hata yapmamış, bir yanlışa
girmemiştir. Suçu işleyen, hatayı yapan, yanlışa giren kişinin kendisi
olduğu halde; neden kader hatalı olsun?

Geçen zaman içinde daha büyük bir kayba uğramış, daha büyük bir zarar
etmiş, daha büyük bir belaya çarpılmışsa, kadere olan kızgınlığının
dozunu biraz daha arttırır.

Bu sefer ağzından çıkanı kulağı duymaz halde, söylediği sözlerin
nerelere vardığını düşünmez biçimde, açar ağzını, yumar gözünü, Allah
muhafaza “kahpe kader” deyiverir.

Gerçekten insanoğlu garip bir varlık, tuhaf bir yaratık. Plânsız,
programsız iş yapar, bir işe başlarken başını sonunu düşünmez, ele
aldığı işin neye mal olacağını hesaplamaz, kendi eliyle kendini tuzağa
düşürür, köşeye sıkışır kalır.

Bu sefer de ağzının dolusuyla, “Kader unuttu beni”, “Gözü çıkası kader,
ne istedin benden?” gibi bilir bilmez, ileri geri atar tutar. “Kader
kötü bir oyun oynadı” der, fakat kendisi oyunu kuralına göre
oynamamıştır.

Bu gereksiz ve yersiz sözlerin hiçbirinin bir Müslüman’ın ağzından
çıkmaması lazım… İnanan bir insan böyle sözleri söylememesi gerekir.
Söylenmemesi bir tarafa, bu sözlere karşı tavır koymalı, böyle sözlerin
toplumda barınmasına, tutunmasına meydan vermemelidir.

Neden mi? Çünkü kader dediğimiz şey bizim dinimiz, imanımız, inancımız
ve itikat alanımızdır. Daha ilk çocukluk yıllarımızda bize ilk öğretilen
imanın şartlarından biri de kadere iman etmek değil midir? Hayrın da
şerrin de, iyiliğin de kötülüğün de Allah’tan geldiği değil midir?

Kader, Allah’ın bilmesi, her şeyin O’nun bilgisi altında olmasıdır.
Allah’ın ezelden ebede kadar meydana gelecek olayların zamanını, yerini
ve niteliklerini önceden bilmesi ve takdir etmesidir. Yani Yüce Allah,
olmuş olacak, gelmiş gelecek her ne varsa onları önceden plânlıyor,
zamanı gelince de yaratıyor.

Kader bir ölçüdür, bir miktardır. Bir plandır, bir programdır. Kâinat ve
içindekiler, insan ve geleceği her şey Allah’ın takdiri iledir, koyduğu
bir ölçüye göredir.
Kur’an diyor ki:
“Allah’ın emri biçilmiş bir kaderdir.”
(Ahzab, 33:38.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_cool
“Biz her şeyi bir kaderle yarattık.”
(Kamer, 54:49)
“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın. Ama biz onu ancak belirli bir kaderle/miktarla indiririz.”
(Hicr, 15:21)


Kaderin bizimle ilişkisi nasıl gerçekleşiyor? Bizim yetkimiz nereye kadar, yaptığımız işlerde kaderin payı ne kadar?

Allah Teala insanları yaratmış, onlara diğer yaratıklardan farklı olarak
akıl, irade ve güç vermiştir. İnsan, aklıyla ve iradesiyle iyi olanı
seçecek, kötü olandan sakınacaktır veya tam tersini yapacaktır.

İnsanın bu seçme gücüne cüz’î irade diyoruz. Yani kişisel istek, yapma niyeti, yapma eğilimi demektir.
İnsan bir şeyi yapmak ister, bir şeyi yapmaya niyet eder, birçok seçenek
içinden birisini tercih eder, seçer. Allah da, insanın tercih ettiği o
şeyi yaratır.

Meselâ, elimizi kaldırmak istedik, indirmek değil de kaldırma tercihini
yaptık, işte o anda Allah elimizi kaldırma fiilini yaratıyor. Çünkü biz
kaslarımıza, kanımıza, beynimize, hükmedemiyor, söz geçiremiyoruz. Bu
yapma ve yaratma işini Allah yapıyor. Elimizi kaldırdık ve karşımızdaki
adamın suratına bir tokat indirdik.

Tokat vurmayı isteyen kim? İnsan.
Tokadı, adamın suratına indirmeyi yaratan kim? Allah.
Burada sorumlu kim? İnsan.

Yine kolumuzu kaldırdık, karşımızdaki kişinin boynuna attık, ona olan sevgimizi ifade ettik.

Onun boynuna kolumuzu atmayı isteyen kim? Biz.
Kolumuzu karşımızdaki kişinin boynuna atma fiilini yaratan kim? Allah.
Burada sorumlu kim? Biz.

Demek ki, biz ne istiyorsak, hangi işi yapmayı tercih ediyorsak o işi Allah yaratıyor. Ve biz de yapılan işten sorumlu oluyoruz.

İşte Allah’ın bu yaratmasının adı kader programının kaza edilmesi, uygulama alanına konmasıdır.

Allah kâinatı ve kâinat içinde yaşayan bizleri, bizim bedenimizi,
kaşımızı, gözümüzü bir plân içine almıştır. Allah, plânladığı her şeyi
zamanı gelince yaratır. Ancak cüz’î irademize bakan kısmını boş bir
sayfa olarak elimize vermiştir. O boş sayfayı biz doldururuz. Oraya ne
yazmışsak Allah da ona göre yaratır.

Allah dilimizi yaratmış ve dilimize konuşma kabiliyeti de vermiş. Biz
kötü söz söylemeyi tercih edince, Allah o kötü söz fiilini yaratıyor ve
kötü sözler dilimizden dökülüyor. İyi söz söylemeyi tercih edince de
Allah o iyi söz fiilini yaratıyor ve o kötü sözler dilimizden dökülüyor.
Kötü söz söyleyince sorumlu biziz, iyi söz söyleyince de sevilen biziz.

Allah’ın dilimize konuşma özelliğini vermişdir. Fakat biz o dili
kullanmada sorumluyuz. İyi söz de söylesek, kötü söz de söylesek... İyi
söz söyleyince iyi sözü yaratan, kötü söz söyleyince de kötü sözü
yaratan Yüce Allah’tır.
Allah insana akıl gibi iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, hayrı şerden,
doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan, imanı küfürden, cenneti
cehennemden ayırt edebilecek irade gibi bir nimet vermiş. Bütün bu
birbirine ters olan şeyleri de önüne koymuş ve bunları seçme konusunda
insanı serbest bırakmış.
Demiş ki: “Ey kulum, sen hangisini tercih edersen, hangisini yapmak istersen, Ben onu yaratırım.”

Kul seçeneklerden birini tercih ediyor, Allah da o fiili, o işi
yaratıyor. Niyet edip yapan insan mı sorumlu, yoksa o işi yaratan, var
eden Allah mı? Tabii ki, insan… Niye, çünkü isteyen insanın kendisidir.

“Allah isteseydi, ben o kötü işi yapmazdım, o zararlı yolu tercih
etmezdim” denmez. Neden denmez? Çünkü Allah insana akıl ve tercihini
kullanma gibi imkanlar vermiştir. İnsan bunları kullanmakla mükelleftir.

Çalışmayıp tembel tembel yattın, fakir düştün, perişan oldun, sorumlu kim? Sen.
Güzel bir iş buldun, çalıştın, çabaladın, rahat bir hayat geçiriyorsun, kazançlı kim? Sen.
İşveren ne yaptı? Senin yaptığın tercihler istikametinde seni değerlendirdi, hak ettiğini verdi.

Yepyeni bir araba aldın, dümdüz bir yolda giderken, yoldan çıktın, yolun kenarında duran bir kayaya arabayı çarptın.
Yolu yapanı, biraz sonra gelen trafik polisini, arabayı yapan fabrikayı
suçlamaya kalkacak olsan, adama ne derler? Gülerler, değil mi? Çünkü
dikkatsiz olduğun için bir tek suçlu varsa, o da sensin.
Bir de “Zaten bu benim kaderimde varmış” deyip de suçu kadere atabilir misin?

Veya yolda giderken, hızını artırdın, biraz sonra önünde seyreden
arabaya arkadan vurdun. Biraz sonra trafik polisi geldi, kimi suçlu
çıkarır? Seni.
Neden? Çünkü hızlı giden sensin. “Öndeki araba çok yavaş gidiyordu, biraz hızlı gitseydi vurmazdım” diyebilir misin?
Bir de üstüne üstlük, “Ne yapalım kader bu” deyip sorumluluktan kaçabilir misin?

Bir başka örnek: Geldin, viraja çok hızlı bir şekilde girdin, arabayı
toparlayamadın ve uçuruma yuvarlandın. Az sıyrıklarla kurtuldun.
Biraz sonra bir adam geldi, dedi ki: “Ben zaten senin böyle yapacağını
biliyordum, ben seni yukarıdan gördüm, o hızla virajı alamazdın, mutlaka
uçuruma yuvarlanacaktın.”

Şimdi kalkıp o adama, “Suçlu sensin, sen benim uçuruma yuvarlanacağımı bildiğin için ben bu kazayı yaptım” diyebilir misin?
Aynen bu misalde olduğu gibi, bir olayın Allah tarafından bilinmesi, bizi o olayın sorumluluğundan kurtarmaz.
İnsanların dünya nimetlerinden aldıkları paylardaki farklılık, ilâhî adalet yönünden nasıl yorumlanabilir?
________________________________________
Bu soruyu soran bazı kimseler adaletle eşitliği karıştırırlar. Bu
kâinattaki her varlıkta ve her olayda eşitlik değil adalet hakimdir.
İnsan yüzüne bu nazarla baktığımızda gözle kulağın, burunla ağzın eşit
olmadığını ama her birinde tam bir adaletin hükmettiğini görürüz.

Her insanın hayatı müstakil bir eserdir ve dünya kurulalı beri, bu eser
ilk ve son olarak yazılmıştır. Hâl böyle olunca, insanların her birini
içinde bulunduğu bütün şartlarla birlikte düşünmek, başından geçen
farklı hâdiselerle ve imtihan edildiği değişik olaylarla beraber nazara
almak gerekiyor. Bir insan hakkında vereceğimiz hüküm diğerine ölçü
olmuyor. Birisini yükselten aynı hâdise, berikini alçaltabiliyor.
Birinin hakkında hayırlı olan, diğeri için şer olabiliyor. Birinin
nefret ettiğine bir başkası can atabiliyor. Herkes kendi şartları içinde
bir imtihana tâbi tutuluyor. Önemli olan bu şartların farklılığı değil,
bu imtihandan başarıyla çıkmaktır.

Bazı dünya nimetlerinden faydalanma noktasında, insanlar arasında
birtakım farklılıklar görülüyor. İnsanoğlu, böylece, kadere teslim ve
kısmete rıza hususunda da ayrı bir imtihan geçiriyor. Bu imtihanı
kazanan fakirler çok olduğu gibi, kaybeden zenginler de az değildir.
Çünkü, kısmetine razı olmayan insan, ne kadar varlıklı olursa olsun,
daha fazlasına göz dikerek kadere isyan yolunu tutabilir. Yine, dünya
payından az hisse alan nice fakirler de kendilerinden daha düşkün
insanları düşünerek şükür yolunu tutabilirler.

Servet imtihanı oldukça ağırdır. Zekâtını eksiksiz vermek, bununla da
yetinmeyip fakirleri sadakayla sevindirmek, o şaşaaya rağmen tevazu
içinde yaşamak, kalbini dünyaya kaptırmamak ve maddî imkânlarına
güvenmemek bu imtihanın en önemli sorularıdır. Bunlar, nefsin hiç mi hiç
hoşuna gitmez.

Mevki ve makam sahipleri için de benzer bir tablo çizilebilir. Biz kendi
aklımızca, servet ve makam sahiplerinin daha fazla şükür ve ibadet
edeceklerini sanırız. Ama uygulamada çoğu kez bunun aksiyle
karşılaşırız. İbadet ehlinin, genellikle, fakirler ve orta gelirli
kişiler olduklarını görürüz.

Yanlış anlaşılmasın. Zengin olmak ve ileri makamlara çıkmak elbette
istenmeli ve bu konuda gerekli sebeplere baş vurulmalı. Ama, elde
edilemeyince de üzüntüye kapılmadan, gam ve kederde boğulmadan,
“Hakkımda hayırlısı böyle imiş.” denilebilmelidir.

Bir gün bu imtihan meydanı kapanacak. Her şey gerilerde kalacak. Mahşer
meydanına gelen insanlar, oraya imanlarından ve salih amellerinden başka
bir şey getirecek değiller. Bu nokta dikkatten kaçmamalı. Önemli olan,
bu kısa dünya hayatında şöyle veya böyle yaşamak değil, o dehşetli
meydana, dünya imtihanını kazanmış birisi olarak gelmektir. Çünkü, böyle
bir gelişin mükâfatı ebedî saadettir.

Şu nokta da çok önemlidir: Bu dünya hayatını zehir eden hâdiseleri
kendimiz ihdas ediyoruz. Birbirimize yük oluyor, zulmediyor, azap
çektiriyoruz. Kalp kırmaktan, mal gasp etmeye kadar bizi rahatsız eden
her ne varsa, hepsinin arkasında kendi nefsimiz, kendi irademiz yatıyor.
Bunlar olmasa, hepimiz ilâhî takdirle gelen bütün musibetlere karşı
teslim, tevekkül ve rıza ile dayanabilir, sabredebiliriz.

Hâdiseleri güzel yorumlama hissini kaybetmişsek, her şeye menfi nazarla
bakıyorsak, ruhumuzda kıskançlık, hırs, haset hâkim olmuşsa, kanaat
nedir bilmiyorsak dünya hayatımızı kendi elimizle harap ediyoruz
demektir. Artık ne başkalarıyla kavga edelim, ne de kadere itirazda
bulunalım. Dünyanın en ileri makamları da bize verilse, en büyük
servetlerin de sahibi olsak, bu ruh ve bu ahlâk bizde oldukça saadeti
yakalamamız mümkün değildir.

Zenginin zekâtını, sadakasını tam olarak verdiği, “Komşusu aç iken tok
olan benden değildir.” hadisindeki tehditten herkesin korktuğu, güzel
ahlâkın bütün şubeleriyle hâkim olduğu bir beldede insanlar bir cennet
hayatı yaşarlar. Dikkat edersek, bizi rahatsız eden hususlar kaderden
düşen payımız değil, insanların nefislerinden gördüğümüz zararlar,
yanlış davranışlar, haksızlıklar, zulümlerdir.

İnsanlar belli hedeflere, makamlara yahut servetlere iki yolla ulaşırlar. Bunlardan birisi, meşrudur, diğeri gayr-i meşru.

Bir insan, zorbalık, haksızlık veya sahtekârlık yaparak yahut kul
hakkını bir şekilde çiğneyerek bazı menfaatler elde etmiş olabilir.
Şuurlu bir Müslüman, bu tip kazançlara heveslenmek şöyle dursun, onlara
sahip olmaktan Allah’a sığınmak mecburiyetindedir. “Falan hırsızlık etti
de servet sahibi oldu; bana böyle bir fırsat düşmedi.” diyen insanın,
Allah ve âhiret inancı sarsılmış demektir. Bu adamın asıl zararı,
kaybettiği o maddî servetler değil, yitirdiği insanî ve İslâmî
değerlerdir. Buna ağlamalı, buna üzülmeli ve bunlara yeniden kavuşmanın
yollarını aramalıdır.

Servet ya meşrudur, alın terinin neticesi, gayretin mahsulüdür; “doğru
ve dürüst tacir, kıyamet gününde sıddıklar ve şehitlerle beraber haşr
edilecektir” hadis-i şerifindeki müjdeye dahildir veya, gayr-i meşrudur,
haksızdır, üzerinde zulüm damgası vardır. Hz. Mevlâna’nın, “Zalimlerin
malları uzaktan güzel görünür, ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir.”
dediği türdendir.

Kazanç meşru ise sahibine düşman olunmaz, gayr-ı meşru ise ona
heveslenilmez. Her iki halde de bizim başkalarıyla fazla işimiz yok
demektir. Biz haksız kazanç üzerinde durmak istemiyor ve söz konusu
soruyu, “Meşru kazanç noktasında kullar arasında görülen farklılığın
hikmeti nedir?” şeklinde kabul ediyoruz.

Çoğu insan, zengin olmayı ve lüks içinde yaşamayı saadetle karıştırır.
Nice varlıklı insanlar saadetten mahrumdurlar. Öte yandan orta gelirli
yahut fakir nice insanlar da mesut bir ömür geçirirler. Saadet; servet
ve makamla değil, imanla, salih amelle ve güzel ahlâkla yakalanır.
Kader zulmeder mi?
________________________________________
Zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allahta hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşen, verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil,
verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir.
Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer
imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükürle,
mahrum kaldığına sabırla mı karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkanına gelen iki fakire, sırf
merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon
giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti.
Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama
fazla verdi,” diyebilir mi?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti
sebebiyle, tükenmez hazinesinden hepimize nimetler veriyor. Vücudumuzu,
aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz
gıdayı yaratan hep o. Bunları biz çalışarak kazanmadık, hak etmedik. O,
sırf lütfundan dolayı ikram etti.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret... Az nimetlenen kul, birinci
adam gibi isyan yolunu tutarak kendisine zulmedildiğini iddia ederse,
edepsizlik etmiş olur ve ceza görür. Onun vazifesi, verilene
şükretmektir.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan
bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya bizim
için bir imtihan sorusudur. Bu soruya sabırla karşılık verdiğimiz
taktirde derecemiz yükselecektir.
Bütün fiillerimizi Allah yarattığına göre, bizim suçumuz ne?
________________________________________
Bir apartmanın üst katının lütuflarla bodrum katının ise işkence
aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü
içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti
daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında
lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba
uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar
vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve
iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket
etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt
kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye
gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle
değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram,
camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş
bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi
her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de
insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı
verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye
gideceğinin tayini, insanın irade ve tercihine bırakılmıştır. O hangi
düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket
etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait
olmaktadır
“Hidayet Allah’tandır” sözü nasıl anlaşılmalıdır?
________________________________________
Hayır ve şerrin Allah’tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren
ve dalalete düşüren ancak Odur. İnsanlar birbirinin hidayet ve
dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakkın
yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidayet Allah’tandır, o nasip
etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını
ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında
mazur göstermek istemektedirler.

Önce şunu belirtelim. Cenab-ı Hakkın dilediğine hidayet buyurması
caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur.
Lakin yüce rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüzi
iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini
dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı hak onu o yola sevk etmez. Aynı
durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli
bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere başvurduktan sonra neticeyi
Allah’tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur.

İnsan, sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde
etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah’ın emir
ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin
gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Odur. Allah’ın
dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye,
dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir
sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık
misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.
"Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?" sorusuna nasıl cevap vermeliyiz ?
________________________________________
Bu soruyu soranlardan bazıları, hem samimi değil, hem de Türkçe
bilmiyor... Bu iki hususu açıkladıktan sonra sorunun cevabına geçmek
istiyorum.

Soru sahibi niçin samimi değil? Önce onu açıklayayım: her insan vicdanen
bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusu. Bir
kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer
kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan
ediyor.

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin
çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren
fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise
Allahtan. Yâni, biz cüzi irademizle neyi tercih ediyor, neye karar
veriyorsak Cenâb-ı hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip
fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da
Cenâb-ı Hak. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni,
âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut
dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

İşte soru sahibi bu iki fiili bir sayma gafleti içinde. Gelelim asıl
büyük hataya: Adam, yaptığı bütün müspet işlere sahip çıkıyor, “ben
yaptım, ben kazandım” diye göğsünü gere gere anlatıyor bunları... Ama,
sıra işlediği günahlara, yaptığı hatalara, ettiği zulümlere gelince
kadere yapışıyor: Kaderimde bu varmış, diye işin içinden çıkmaya
çalışıyor. Evine giren hırsızı mahkemeye verirken kaderi unutuyor.

“Bu adam” diyor, “Benim evime girdi, şuyumu çaldı, buyumu gasp etti.”
Hırsızın: “Ben masumum. Benim kaderimde soymak, bu zatın kaderinde de
soyulmak varmış.” şeklindeki müdafaasına kızıyor, köpürüyor, çıldıracak
hâle geliyor!.. Ama, sıra kendi işlediği günahlara gelince, utanmadan ve
sıkılmadan o hırsızın müdafaasına sarılabiliyor!..

Böyle birisiyle, kader konusunu ciddî mânâda konuşmak mümkün mü? Gerçek
şu: Biz her türlü işimizde, fiilimizde kaderin mahkûmu değiliz. İhtiyarî
fiillerde, yani kendi irademizle yaptığımız işlerde serbest
bırakılmışız. Bunu vicdanen biliyoruz. Bu fiillerde isteyen biziz,
yaratan ise Cenâb-ı hak...

Zaten dünyaya imtihan için gönderilmiş olmamız da bunu gerektirmiyor mu?
İmtihana giren bir aday dilediği salonda imtihan olamaz. İmtihanı
istediği saatte başlatamaz ve sona erdiremez. Soruların puanlamasını
kendi tayin edemez. Bütün bunlar, onu imtihan eden kimsenin tayini ve
tespiti iledir. Fakat, imtihan başladıktan sonra, cevapları dilediği
gibi verir. İmtihan süresince kendisine müdahale edilmez. Aksi hâlde
buna imtihan denmez.

Şimdi, şu sorunun cevabını arayalım: İnsanlar bu dünyada kendi amel
defterlerini diledikleri gibi doldurmuyorlar mı? İlâhî emir ve yasaklara
uyup uymama konusunda serbest değiller mi? O hâlde, bu adamlar neyin
davasını görüyorlar?!.. Bir yandan, işledikleri günahların
sorumluluğundan kurtulmak için iradelerini inkâra kalkışıyor; diğer
yandan, meselâ, pencerelerini taşlayan ve Allahın sorumlu bile
tutmadığı, küçük bir çocuğu dövmekten de geri durmuyorlar. Bu sahne
onları sorumlu kılmaya ve utandırmaya yetmiyor mu?

Bu soruyu soranlardan bazılarının Türkçe bilmediğinden söz etmiştik.
Geliniz bu soruyu dilbilgisi yönünden inceleyelim: “Mâdem Cenâb-ı Hak,
ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”

Bu cümlede iki tane fiil geçiyor: biri, “yapmak”, diğeri “bilmek”.
Yapmak fiilinin öznesi: ben. Bilmek fiilinin öznesi: Cenâb-ı Hak. Yâni
soru sahibi, “Ben yapıyorum, Allah da biliyor.” diyor. Ve sonra bize
soruyor: Benim kabahatim ne? Ona nazikane şu cevabı veriyoruz: “Senin
kabahatin o işi yapmak.”

Bu konuda Nur Risalelerinden Sözler adlı eserde şu tespit yapılır:
“Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle
taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.” İlim, “bilmek” ya da
“bilgi” mânâsına geliyor. Malûm, “bilinen”, âlim ise “bilen”, yahut
“bilgin”. Bu kaideyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Meselâ, ben bir
gencin fen fakültesinde okuduğunu bilmiş olayım. Bu bilgim ilimdir.
Malûm ise, o gencin o fakültede öğrenci olduğu. İşte, benim ilmim bu
malûma tâbidir. Yani o genç fen fakültesinde okuduğu için, ben de onu
öylece bilirim.

Misâller çoğaltılabilir.

“Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor,” denilmekle, Allahın
âlim olduğu, soru sahibinin ise, o fiili yapacağı peşinen kabul
edilmiştir. İşte o adamın, söz konusu fiili işlemesi malûm, Allahın,
bunu ezelî ilmiyle bilmesi ise ilimdir. Ve bu ilim, malûma tâbidir.

Yukarıda, Sözlerden naklettiğimiz cümlelerin devamında da şöyle buyurulur:
“Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için
esas değil. Çünkü malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve
kudrete istinat eder.”


Bilindiği gibi, bir şeyi, bir hâdiseyi yahut bir fiili bilmek, onun
fâili olmak için yeterli değildir. Bir misâl: Konuşmayı herkes bilir.
Ama, bir insan bu işe teşebbüs etmedikçe ve konuşma fiilini işlemedikçe
onun konuştuğundan söz edebilir miyiz?

Bir başka misâl: Allah Resulü (a.s.m.) İstanbulun fethini müjdelemiştir.
Ama, “fetih” fiilini sultan Mehmet işlediği için “fatih” unvanını o
padişaha veririz. İstanbulu, peygamber Efendimizin(a.s.m.) fethettiği
gibi bir iddiada bulunmayız.

Demek ki, fâil olmak için fiili bilmek yetmiyor. Onu irade etmek, bizzat
teşebbüs etmek ve işlemek gerekiyor. İşte Allah, insanın bütün
amellerini, bütün fiillerini bilir. Ama, iradesini ve kuvvetini sarf
ederek o işi yapan insandır ve her türlü sorumluluk da ona aittir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi; kul, kendi cüzi iradesini, -hayır
olsun, şer olsun- hangi işe sarf ederse, Cenâb-ı Hak onu yaratır.
İstemek kuldan, yaratmak Allahtandır. Fakat, bütün fiilleri Allahın
yaratması, insanı sorumluluktan kurtarmaz... İnsana kuvvet ihsan eden,
her türlü imkânı bağışlayan Allahtır. Kul bu imkânı, bu kuvveti onun
rızasına aykırı olarak kullanırsa elbette sorumlu olur, suçlu olur.

Şöyle bir düşünelim: Bir emniyet mensubu, yetkisini ve silâhını kötüye
kullanarak birisini haksız yere vursa, devlete mi katil denilecektir,
yoksa o görevliye mi? Şüphesiz, katil o görevlidir!.. Şimdi bu görevli,
“Ben o suçu devletin imkânlarıyla işledim. Ne kendi silâhımı kullandım,
ne de kendi mermimi.” şeklinde bir özür beyan edebilir mi?
Özürlü olarak yaratılan insanların bir suçumu vardı ki öyle yaratıldılar?
________________________________________
Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Onun
icraatına karışamaz ve icadına müdahale edemez. İnsanın hücrelerini
yaratan, organlarını tanzim edin ve ona insanî bir hüviyet bahşeden
Allahtır. İnsan bu nimetleri lütfeden Allaha daha evvel bir şey
vermemiştir ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilsin.

Eğer insan, kendisine verilenler mukabilinde Allaha bir şey vermiş
olsaydı, “Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!” gibi
iddialarda bulunmaya; “niye iki tane değil de bir ayak verdin” diye
itiraz etmeye belki hakkı olurdu. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir.
İnsanın, Rabbine karşı ne hakkı var ki, onun yerine getirilmemesi
sebebiyle bir haksızlığa uğramış olsun?

Cenab-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette
pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını
hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf
verirse, o kulundan çok az bir şey almakla ona pek çok şey vermiş olur.
Demek ki zahiren olmasa bile, hakikat da bu o kuluna Allahın lütfünün
ifadesidir.

Tıpkı bir kulunu şehit edip ona cenneti vermesi gibi... Bir insan,
muharebede şehit olur. Bu şehadetle Allahın huzurunda, sıddıkların,
salihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “keşke
Allah bize de harp meydanında şahadeti nasip etseydi” derler.
Binaenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş
sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Bazı kimseler, bu mevzuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık
duygusu ile yanlış düşünseler bile, pek çok kimselerde bu kabil
eksiklikler, Allaha teveccühüne vesile olmuştur. Bu itibarla bir kısım
asi ve nankör kimselerin, bu meseledeki itirazları haksızdır, yerinde
değildir.
Kur'anda pekçok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir? Kalbi
mühürlenen bir insan, iman etmemekten nasıl sorumlu tutulabilir?
________________________________________
Kalp mühürlenmesi, bir kalbin küfür ve isyanla katılaşmak ve kararmak
suretiyle imanı kabul edemez hale gelmesi şeklinde tarif edilir.

Allah Resulü (asm.) buyururlar ki: Her günah ile kalpte bir siyah nokta meydana gelir.

Bir ayet-i kerimede de “Allah kendisine ortak koşulmasını asla
bağışlamaz; bundan başkasını (sair günahları) dilediği kimse için
bağışlar.” (Nisa Sûresi, 48.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_cool
buyrulur. Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre,
kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir
insan, şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse,
her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir.
Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi
âdeta imkânsız hale gelir. Nur müellifinin ifadesiyle, “Salâh ve hayrı
kabule liyakati kalmaz.”

İşte sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resûlüne (asm.) cephe alan, onunla
mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Ve o müşriklerin
kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp
mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir.

İşte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan
müşriklerdir. Yoksa günah işleyen, zulüm eden yahut şirke giren her kişi
için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asr-ı
saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a
girmelerini nasıl izah edeceğiz?!..

Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman
olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri
imkânsız hâle gelenlerdir.

Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşüyorlar.

Çok önemli bir noktaya da kısaca değinmek isteriz: Nur Külliyatında
küfür iki kısımda incelenir: Adem-i kabul ve kabul-ü adem. Adem-i kabul,
yani “iman hakikatlerini kabul etmeme” hakkında “Bir lâkaydlıktır, bir
göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür.” denilir. Kabul-ü ademde
ise küfrü dava etmek ve batıl itikadını ispata çalışmak söz konusudur.
Bu ikinci gurup, küfür cephesinde yer alarak iman ehliyle mücadele
ederler. İşte kalp mühürlenmesi, daha çok, bunlar için söz konusudur.
Daha çok diyoruz, çünkü bu insanlardan da, az da olsa, hidayete erenler,
İslamı seçenler çıkmaktadır.
Kur'an-ı Kerimde; “Allah kime hidâyet verirse doğru yolda olan odur;
kimi de hidâyetten mahrum eder şaşırtırsa, artık imkânı yok, ona yol
gösterecek bir dost bulamazsın.” deniliyor. Burada Allah' ın insanı
zorlaması sözkonusu mu ?
________________________________________
Bu soruda iki şık var: Birincisi Cenâb-ı Hak külli irâdesiyle nasıl
diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu
sorudaki âyet şöyledir: "Men yehdillâhu felâ mudille leh. Ve men yudlil
felâ hâdiye leh: AIlah (C.C) bir kimseyi hidayete erdirirse kimse onu
saptıramaz. O kimi de, dalâlete iterse, kimse onu hidayete getiremez. "
Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, Peygamberlerin gittiği
istikâmetli olandır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme
ve istikametten ayrılma demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve
insana ait yönü ile birer ufûle, birer fonksiyondur. Bu îtibarla,
bunların her ikisini de Allaha vermek gereklidir. Arzettiğimiz gibi, her
fiil Allah tarafından yaratılmaktadır. Allah` ın tasarrufu dışında olan
hiçbir fiil gösterilemez. Dalâleti (yoldan çıkmayı), "Mudil" isminin
gerekçesiyle yaratan, hidâyeti (doğru yola ulaşmayı), "Hâdi" isminin
tecellisine bağlayan ancak Allah (C.C)dir. Evet, ikisini veren de
Haktır.

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir müdahalesi, alakası olmadan,
Allah tarafından zorla yoldan çıkarılıyor veya hidâyete yani doğru yola
sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan
oluyor.

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya
dalâlete düşmede, işlenen bir fiil ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton
ağırlığında bir iş ise, bunun onda birini dahi insana vermek hatadır
Hakiki mülk sahibi Allahtır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.

Bunu bir örnekle izah edecek olursak: Allah hidayet eder ve hidayetinin
vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikirlerini
nurlandırmak, hidayetin birer yoludur. Kurân-ı Kerimi dinlemek, mânâsını
araştırıp derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i
Ekremin (S.A.V) huzuruna gitmek, ders verirken önünde oturmak, onu can
kulağı ile dinlemek; veyahut, bir islam aliminin dersini dinlemek, onun
cenneti andıran iklimine girmek, onun gönülden ifâde edilen sözlerine
kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü ayna yapmak, hidâyet
yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete yakınlamış olur.
Evet, câmiye geliş küçük bir yakınlaşma olsa da, Allah (C.C) camiye
gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allahtır; fakat, bu
hidâyete ermede Allahın kapısını, "kesb" ile yani istemek fiiliyle döven
kuldur.

İnsan, meyhâneye, puthâneye gider; böylece "Mudill" isminin kapısının
tokmağına dokunmuş ve "Beni saptır" demiş olur. Allah da isterse onu
saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa,
insanın elinde o kadar cüzi bir şey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de
dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.

Şöyle bir misâl arz edeyim: Siz, Kurân-ı Kerimi ve vâz u nasihatı
dinlediğiniz keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark
olur. Halbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammediyi
duyarken, vâz u nasihati işitirken, hatta en içten dualara kulak
verirken rahatsız ve tedirgin olur da; "Bu çatlak sesler de ne?" diye
ezanlar hakkında şikayette bulunur.

Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allahtır (C.C). Ama
bir kimse delâletin yoluna girdiyse, Allah (C.C) da, binde 999,9 ötesi
kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı,
dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya afveder.
Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı?
________________________________________
1- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona
karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Senin vücudunun zerrelerini
yaratan, tüm sistemini düzenleyip insanî kimlik bahşeden Allahtır (c.c).
Sen bunları sana lûtfeden Allaha daha evvel bir şey vermemişsin ki,
Onun karşısında bir hak iddia edebilesin..

Eğer sen, sana verilenler karşılığında Allaha bir şey vermiş olsaydın,
"Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda
bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye
belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allaha (c.c) bir şey vermemişsin ki
-Hâşâ- O' na adaletsizlik iddiasında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir
haktan gelir. Senin O' na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de
sana karşı haksızlık edildi!..

Allah-u Teâlâ hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan
olarak... Dikkat etsen; senin altında birçok mahlûkat var ki, pekâlâ
onlara bakıp ne kadar fazla nimetlere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

2- Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette
pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aciz bir mahluk olduğunu,
zayıflığını, ve ihtiyacının ne kadar fazla olduğunu hissettirir. Kalbini
kendisine çevirtip, o insanın duygularını geliştirirse, çok az bir şey
almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki görünüşte olmasa bile,
hakikatte bu ona, Allahın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti
vermesi gibi... Bir insan, savaş esnasında şehit olur. Bu şeh,t olmakla
haşirde kurulacak büyük mahkemede ve Allahın huzurunda, sıddîklerın,
sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke
Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi" derler. Bundan
dolayı, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz.
Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık,
kötümserlik ve aşağılık duygusu ile sapsalar bile, pek çok kimselerde bu
gibi eksiklikler, daha fazla, Allaha yönelmeye vesile olmuştur. Bu
itibarla zararlı böcekler gibi bir kısım kimselerin, bu meseledeki
kayıplarının yayılmaya çalışılması yerinde bir davranış değildir. Bu
konuda esas olan, ebedi hayata aday olan ruhlarında o âleme âit arzuları
uyarmaktır. Bu ârızalıda, ârızaların itmesiyle Hakka yönelmesi;
başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini
gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

"Her işte hikmeti vardır, Abes fiil işlemez Allah. . " Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri
Şerri de Allah mı yaratıyor ?
________________________________________
İslam'a göre hayrı, iyiyi, güzeli yaratan da Allah'tır; şerri, kötüyü,
çirkini yaratan da. "Allah şerri nasıl yaratır?" diyenler var.

Güya bunlar şerri yaratma fiilini Rabbimize yakıştıramıyorlar. Oysa, sanılanın aksine bu O’nun yüceliğinin alametidir.

Güzel cisimlerin resmini gayet iyi yapan bir ressam, çirkin suretleri de
aynı başarıyla resmedebiliyorsa, bu onun sanattaki mükemmelliğini
gösterir. Çirkin varlıkların resmini yapamasaydı, bu bir noksanlık
olurdu. Kötülükleri yaratma konusuna da bu misalle bakılabilir.

Kaldı ki, şerri yaratmak değil, işlemek şerdir.

"Şerri Allah yaratmıyor" diyenlere hemen soralım: Allah yaratmıyorsa, kim yaratıyor?

Bu soruya verilecek her cevapta şirk kokusu var. Yaratmak Allah'a hastır
ve O’nun eşi, benzeri, yardımcısı, ortağı yoktur. Bu meselenin bir
yüzü.

Bir de konunun imtihan yönü var. Eğer Allah, sadece hayrı yaratsaydı,
kötülükler hiç olmazdı. O zaman imtihanın da bir manası kalmazdı. Harama
girmek, günah işlemek, inkar etmek mümkün olmazdı. Herkes mecburen
melek gibi olurdu. Oysa Rabbimizin muradı bu değil. O, kulun kendi
isteğiyle hayra yönelmesini arzu ediyor. Bu sebeple, kulun iradesi neyi
tercih ederse onu yaratıyor.

Mesela, ayaklarla camiye de gidilir, meyhaneye de. Birincisi hayır,
ikincisi şerdir. Allah, kulun dilediğine göre yaratır. Meyhaneye yönelen
ayaklar taş kesilseydi, harama meyleden gözler kör olsaydı, ibadet
etmeyenler belli bir hastalığa yakalansaydı, kulun iradesi kalmazdı.

Şu halde, iyilerle kötüleri ayırmak için, hayrın yanında şerri de
yaratmak hikmetin ta kendisidir. Sanıyorum, bu açıklama, "Allah, şerre
niye mani olmuyor?" sorusunun da cevabıdır.
Mekke’de doğan bir çocukla, dünyanın her hangi bir yerinde doğan
İslam’dan habersiz bir çocuk manevi mesuliyet yönünden bir tutulabilir
mi?
________________________________________
Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza
ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân`ın
hakkıdır. Mahlûkatın O`na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.
Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azi-müşşân`dır. O Sultan-ı
Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O
Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak`ın bütün tasarrufat-ı hakîmane, rahîmâne
ve âdilânedir. Hiç kimse O`nun mahlûkatına O`ndan başka şefkatli ve
merhametli olamaz.

Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi
günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı
Hakk`ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana
rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline
getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli
bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân`dır. Öyle
ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha
şefkatli olamaz.
Kader ve adaletle ilgili mes`elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden
uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu
farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı
ayrı ayrı mes`eleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri
ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla
ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil
olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri
ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi`nde de beyân
buyurulduğu gibi zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada
görülecektir.

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mes`uliyetinin ağırlığı
ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice
hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile
olacaktır.

Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse
birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda
olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak
insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını
bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i
Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.
Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri,
işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü
düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin
kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette
imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete
iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
Anlaşılmayan mes`elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve
öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev`i ibâdettir. Mesela
tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî`nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve
faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir azanın,
kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü
seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir
azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o
azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan
Allah`ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin
tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını
bu anlayış içerisinde aramalıdır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Empty
MesajKonu: Geri: 8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK   8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 1:21 pm

Cenâb-ı Hakk, Kur`an-ı Kerîm`inde:
“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder” (Bakara Sûresi,
âyet: 286.) buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif
etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği
veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek
başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara
çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu
bazı misâllerle açıklayalım:
- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te`hire kalır.
- Ramazan`da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes`ul olmaz.
- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.
Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk`ın Âdil-i Mutlak olduğuna
ve kullan için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer
delildir.

Allahü Teâlâ mutlak- adaletiyle kullarının mes`uliyetlerini bedenî ve
malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân
hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da
sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kullannın akıllarına da
kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icab eder:
İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk`a imân ve O`na
itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm`in
varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri
lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu
bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir
derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse
Allah`ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu
kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi
nisbetinde O`na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını
kazanacak kıuhır akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife
ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın
ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir
insanın, bir islâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı,
bu iki şahsın imtihan şartlanndaki adaletin nasıl izah edilebileceği
idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin
itikattaki imamları olan Mâtüridî`ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin
bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine
ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes`ul
değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı
Eş`arî`ye göre ise, böyle bir kimse Allah`a iman etmese de ehl-i
necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü
benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen`in bu mevzu ile ilgili
açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek
takdim edelim:
"Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan
kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretleri`ne imân ile mükelleftirler. Çünkü,
kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide,
ma`rifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer`î ahkâm ile mükellef olmazlar.
Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl
ile idrâk olunamaz.

Fetret, inkıta manasınadır. Bi`set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i
İlâhî`nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ
Hazretleri`nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda
yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi`set-i Nebeviyye`den
sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir
kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas
dahi ehl-i fetret hükmündedir.

Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibj şerY
ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahü Teâlâ`ya imanın bunlara farz
olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş`arîye`ye göre mücerred akıl
ve nazar ma`rifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allahü Teâlâ`ya imanın
vücûbu şer`i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi
azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe
azab etmeyiz" (İsrâ Sûresi, 15) nass-ı Kur`anîsi de bunu nâtıktır. Fakat
Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ`ya imân etmek fıtrat
muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri`nin hüsnünü idrâk edebilir...
Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı
intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların
azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz...
Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret
azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip,
idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer`iyyenin adem-i icrası haline aittir.
Yoksa, aklen tahsili mümkün olan ma`rifetullahın terkine şâmil değildir.
Binaenaleyh ma`rifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz. Bazı
ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisi, zaman-ı fetrette
yaşadıkları halde akıl ve na-zarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik
edenlerdir, bunlar ehl-i Cennettir. İkincisi, Cenâb-ı Allah`a şerik
ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup
fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım
hakkındadır. "

Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:
"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan
kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk`a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan,
bozulmamış fıtratları kendilerini Allah`ı bilmeye ve birliğine inanmaya
götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes`ul değildirler. Çünkü,
bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla
anlaşılamaz.

Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara
verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son
Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) arasında geçen zaman için kullanılır.
Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya
geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen
bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm`ın sesi ulaşmayan
Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi
dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk`a iman etmenin
bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş`ariye`ye göre
sırf akıl ve fikir Allah`ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah`a
imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân
etmemekten dolayı Cehennem`e konulmazlar. Nitekim, "Biz bir kavme Resul
göndermedikçe azab etmeyiz", âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat
Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk`a iman etmek yaratılış
gereğidir. Herkes aklıyla Allah`ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan
nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine
çarpan, hikmet ve san`atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken,
bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz
görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya
azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab
etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine
getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan
Allah`ı bilmenin terki mânâsına gelmez.
Bundan dolayı, Allah`ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur
sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır:
Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle
Allah`ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi,
Cenâb-ı Allah`a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü,
gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir.
İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."

Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil`ittifak, teferruattaki
hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş`arî`ce,
küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü
teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif
takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin
dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse
sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet
olamaz." (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 385)

Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:
"Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza
görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı
Şafiî ve İmam-ı Eş`ari`ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan
dahi mes`ul olmazlar. Çünkü, mes`uliyet ancak peygamber gönderilmesi ile
tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin
vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mes`uliyet bahis
mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdlan, zamanın geçmesi ve
gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara
vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler."

Burada bir sual akla gelebilir: Peygamberin ismini ve vazifesini işiten,
ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu
ne olacaktır?
Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri`nin aşağıdaki tasnifine
göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan
Hıristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele
almakta ve şöyle buyurmaktadır:

"İnancıma göre, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hıristiyan ve
Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan
maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm`ın daveti
ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:
a. Hazret-i Muhammed`in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar.
b. Hz. Peygamber`in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu`cizeleri duymuş
olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya
Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.
c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber`in ismini
duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu
bunlar Hz. Peygamber`i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan
-hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur" şeklinde
tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa` olan
yalancının biri Allah`ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia
etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü
duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların
durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber`in ismini, haiz bulunduğu
vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak
için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."(İmam-ı Gazali,
İslâm`da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.)

Bugün gerek Hıristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde
İmam-ı Gazali Hazretleri`nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara
rastlamak mümkündür. Hıristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî
hayattan uzak ve Din-i Hakk`ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar
bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın
varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde
bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini
bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi
ihata eden Allahü Azimüşşân`ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette
içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.
Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti
inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne
faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes`uliyetleri, gafil ve
mazlumlarla elbette bir olamaz.

Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hıristiyanlar hakkında Bediüzzaman
Said Nursî Hazretleri`nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:
"Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi`ye (S.A.V.)
bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa`nın
(A.S.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet`le omuz omuza gelecek.
Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa`ya (A.S.)
mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında
bir nev`i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve
musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve
şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında
medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve
küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara
kârdır, diye hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler,
mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı
diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için
mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete
ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı
şeref yapar, sevdirir. " (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s.
103.)

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin
hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları
kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş
bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman
Cezerî`nin Mezâhib-i Erbaa adlı eseriyle, Aliyyü`l-Karî`nin
Şerhu`l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi`1-Ekber adlı eserlerine bakabilirler.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım:
İslâmiyet`te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet
ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler
bilirler ki, Asr-ı Saâdet`te Hazret-i Resulüllah`ın (S.A.V.) kapı
komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi
olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah`ın (S.A.V.) devrinde en
canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke`de yine müşrikler ve
kâfirler vardı. Eğer Mekke`de doğan bir insanın Müslüman olması
gerekseydi, Ebû Cehil`in, Hazret-i Resulüllah`ın (S.A.V.) öz amcası Ebû
Leheb`in de Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim`in
babası Nemrud`un putçusuydu ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisselâm`ın
karısı, Nuh Aleyhisselâm`ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer
taraftan. Firavun, Allah`ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa
(A.S.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun`un karısı
da Allah`a inanan bir kimseydi.

Demek ki, Rabbini arayan ve O`na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile
olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa,
peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten
kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler,
ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm`ı telkin
ederken, anlatırken hâlâ İslâm`dan uzak ve Allah`tan gafil nice insanlar
yok mudur?
Bazıları insan iradesini hiçe sayıyor ve insanın, yaptığı isyanlardan
sorumlu olmadığını iddia ediyorlar. İnsan bütün işlerini bir cebir
altında mı yapmaktadır? Değilse hangi fiillerinden sorumludur?
________________________________________
Her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil
söz konusudur. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle
ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu,
iradesi dışında cereyan ediyor.

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin
çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren
fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise
Allah’tandır. Yâni, biz cüz’i irademizle neyi tercih ediyor, neye karar
veriyorsak Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip
fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da
Cenâb-ı Haktır. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz.
Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden
yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

Aklını doğru çalıştıran bir insan, bu kâinattaki her sistemin ve insan
bedenindeki her organın en güzel ve en faydalı şekilde tanzim edildiğini
düşünmekle şu sonuca varıyor: O halde, ben görme, işitme sıfatlarım
gibi, irade sıfatımı da bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ın razı olduğu
biçimde kullanmalıyım. Ancak böylece, o sıfatın hakkını vermiş ve ondan
en iyi şekilde faydalanmış olurum.

İradelerini, yine kendi iradeleriyle Allah’ın küllî iradesine tabi
kılanlar sonsuz saadet menzili olan cennete gidiyorlar. Bu büyük
sermayeyi nefisleri hesabına kullananlar ise ebedî azap menziline doğru
yol alıyorlar.

Bu noktada, şöyle bir soru hatıra gelebilir: Biz İlâhî iradeyi nasıl
bileceğiz ki, hareketlerimizi, davranışlarımızı ona uygun kılalım?

Allah’ın razı olduğu işler ve haller, peygamberler ve kitaplarla
insanoğluna bildirilmiş. Ama, bu hususta bir zorlama da getirilmemiş.
Yani, insan bu dünyaya kendi iradesi dışında getirildiği halde, ebedî
yolculuğunda cennet ve cehennem şıklarından dilediğini tercih etmekte
serbest bırakılmış.

İşte insan, cüz’i iradesini yerinde kullanarak âhiret menzillerinden
cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak İlâhî
iradesiyle çizmiş: “İman edilecek” “ibadet yapılacak” “günahlardan
sakınılacak” “istikametten sapılmayacak”...

Ama, insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim, Kuran-ı Kerimde
“Dinde zorlama yoktur.” buyurulması İlâhî iradenin bu noktadaki en açık
ve net bir ifadesidir. O halde, insan kendi iradesini istikamet yolunda
ve helâl dairesinde kullanırsa kazanacaktır. Aksi halde zararı çok büyük
olur.
Levh-i mahfuz ne demektir?
________________________________________
Levh-i mahfuz,olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve
mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir
İlâhî muhafaza levhası; İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın
programıdır.

Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Hafıza, başımızdan
geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz
sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün
intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz.


Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir.
Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka
işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak
düşünürüz.

Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet,
bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada
işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.

Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa,
kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada
yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” (koruyan, muhafaza
eden) ismi tecelli eder.

Her şeyin levh-i mahfuzda yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler
akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme
alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok
farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor.
Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle
kaydedilmiyorlar.

İşte her şeyin ve her hadisenin, levh-i mahfuzun defterleri olan imam-ı
mübîn ve kitab-ı mübînde yazılması bunların çok ötesinde bir
keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
Kader hakkında konuşmak tehlikeli mi?
________________________________________
Halk arasında, “kader hakkında konuşmanın tehlikeli olduğu,” şeklinde
yaygın bir kanaat hakim. Bu anlayışta büyük bir yanlışlık söz konusu.

Kader, cüzi irade ve efâl-i ibad (kulun fiilleri) konularında nice
eserler yazılmış. Bunlardan söz etmek, en azından, bir ilim tahsilidir
ve yasak olması düşünülemez. Ama, kaderin bir yönü var ki, ondaki ince
hikmetleri insan idraki kavrayamıyor. Hastalıklar, musibetler, nice
masum insanın ölümüne sebep tabii âfetler gibi. İşte bu sahada insan ne
kadar kafa yorarsa yorsun bir sonuca ulaşamaz. Onun bu âczini ve
ümitsizliğini, şeytan en ileri mânâda istismar eder ve onu ilâhî adalet
konusunda şüphelere düşürür.

Resulullah efendimiz(a.s.m.) Geçmiş kavimlerin çoğunun kader noktasında
sapıklığa düştüklerini ashabına hatırlatmış ve onları kaderin ince ve
derin sırları üzerinde fazlaca durmaktan men etmiştir.

Nur külliyatından harika bir tespit: “Hakikat-ı mutlaka mukayyet enzar ile ihata edilmez.”

Yani, insan aklı sınırlı ve kayıtlı. İlâhî hakikatler ise mutlak, yani
kayıtsız. Bu sınırlı akıl, kaderin o sonsuz hikmetlerini kavrayamıyor,
anlayamıyor. Çoğu tartışmalar da bu sahada cereyan ediyor. İşte, kaderin
bu yönü hakkında ileri-geri konuşmak zarardan başka bir şey getirmiyor.
Ve yasaklanmış
Kadere iman eden kederden emin olur.” sözünü açıklar mısınız? Nasıl oluyor da kadere iman etmek insanı kederlerden kurtarıyor?
________________________________________
Kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır. Mümin olan insan,
gerek kendi nefsinde gerek dış âlemde gördüğü bütün tanzim ve
takdirlerin nice hikmetlerle dolup taştığını ve hepsinin de rahmeti
netice verdiğini düşünür. “Kaderin her şeyi güzeldir.” diyerek, başına
gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.

Dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda
Allahın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur!.kaybettiğine gam
çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara ah! etmez. şöyle olsaydı böyle
olmazdı! yahut, böyle olmasaydı şöyle olurdu! gibi lâfların ruha sıkıntı
vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından
atar. Allaha güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur
bulur!...

Allahın kendisine lütfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle
övünmez, gururlanmaz. Her hayrı ondan bilir, huzur bulur!.kadere
inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar?

Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı? Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle
birlikte sonra neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?..
Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda
umuyorlar?!.Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile, şu aciz insanı nasıl
bu ağır yükün altına sokuyorlar!?.yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr
ruhlardan, kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler mi
var?

İnsan rüzgarın önünde bir yaprak gibi iradesiz bir varlık mıdır?
________________________________________
Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var?” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan iradesinin bir hükmü yoksa ve “insan rüzgarın önünde
sürüklenen bir yaprak” gibi ise, yaptığından mesul değilse, o zaman suç
kavramının bir manası kalmaz. Böyle diyen kişinin, bir haksızlığa
uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmemesi gerekir. “Bu adam benim evimi
yaktı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek
varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi .” demesi icap
eder.

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız
olurdu; kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı.
Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Hâlbuki hiç
kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından
sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul
eder.
Günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa
kaderinde olduğu için çaresiz bir şekilde günahı işlemeye mecbur mu
kalır ?
________________________________________
Meselenin kısaca ifâdesi şudur: İnsanın elinde irâde vardır. Biz buna cüzî irâde, diyoruz. Cena

****************

KAZA VE KADERLE İLGİLİ
ANAHTAR KAVRAMLAR VE AÇIKLAMALAR

KADER (İlim ve İrade Sıfatının Yansımasıdır):
Allah’ın ezeli ilmi ile “bilmesi ve istemesi” sonucunda olacak olan şeyleri takdir etmesi/planlamasıdır.
KAZA (Tekvin Sıfatının Yansımasıdır):
Olayların zamanı geldiğinde Allah'ın “bilmesi ve istemesi” doğrultusunda meydana gelmesidir.

İRADE
Cüz’i İrade
İnsanın “sonlu ve sınırlı” iradesidir.
Külli İrade
Allah’ın sonsuz ve sınırsız iradesi/istemesidir.

KÜLLİ İRADE ALANI (KARELİ ALAN):
Allah’ın ilmi, iradesi ve yaratması ile oluşmuş olan alandır. “Biz her
şeyi/varlığı bir KADER ile yarattık” ayeti bunu ifade eder. Bunlarda
insanın hiçbir rolü/iradesi yoktur. İnsan yaratıldığında CD’nın KARELİ
kısmı “dolu olarak” yaratılmaktadır. Bu dolu kısma ait olan
“kavramları”, YÜCELİK veya ALÇAKLIK sebebi saymak Allah’ın yarattığı
FİİLLERİ “beğenmemek, kibirlenmek” anlamına gelir.

CÜZ’İ İRADE ALANI (GRİ ALAN):
İnsan, “akıl ve irade”yi kullanacak, “vahiy”in ışığında bu alanda
imtihan edilecektir. CD’nin GRİ alanı (bize göre) BOŞ’tur. Ama, Allah
“ezeli ilmi” ile “bu alanda nelerin olacağını/olmayacağını” bilmektedir.
* Allah’ın ilmine göre ‘film çekimi’ bitmiştir,VCD’miz hazırdır. Ama biz
“filmimizdeki iyi veya kötü rolümüzü” bizzat oynamamız gerekir ki “ödül
veya ceza”yı kendi irademizle “yaparak/ yaşayarak / şahit kılarak” hak
etmiş olalım.
* CD’nin boş kısmına son nefesimize kadar SEVAP(+) veya GÜNAH (-)
yazılacaktır. Bu anlamda “Her insan, kendi kaderini kendisi çizer” sözü
doğru ve isabetli bir sözdür.
*İnsanın görevi “akıl-irade ve vahiy” 3’lüsünü kullanarak sürekli olarak (+)lar yazdırmalıdır.
* Günah (-) yazıldığında da onu elindeki VAHİY KALEMİ ile (+)’ya çevirtmelidir.
* CD’ye daha hayattayken yazdıracağımız bazı güzel davranışlar,
“öldükten sonra da” CD’ye OTOMATİK KAYIT yapılmasını sağlar. (“Amel
defteri kapanmayan 3 kişi…8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_wink
* Bu imtihan alanı “kendi içinde” özgürdür. Ancak Külli İrade’nin de KAPSAM alanındadır.

*******************

1. İnsan doğum, yaşam, ölüm ve tabiat olaylarındaki düzeni düşündüğü zaman, bunların bir
rastlantı sonucu olmadığını anlar. Kendini güçsüz hissettiği anlarda bir Yüce Varlığa inanma
ihtiyacını fark eder.
Bu açıklamalar ışığında aşağıdaki yargılardan hangisine ulaşılamaz? OKS 2006

A) İnsan yaşamı ve doğada bir düzen vardır.
B) Üstün bir güce inanma insanın doğası gereğidir.
C) Evrenin yapısı yaratıcının varlığını gösterir.
D) Ahlaklı yaşam, Allah inancının gereğidir.

2. Kur’an, insanları düşünüp araştırmaya teşvik etmiştir. Hz. Muhammed
(S.A.V.) de herhangi bir konudaki değişik düşünce ve yorumlara daima
açık olmuştur.
İslâm’ın bu bakış açısı aşağıdakilerden hangisine yol açmaz? OKS 2004

A) Bağnazlığın artmasına
B) Bilimsel çalışmaların gelişmesine
C) Din anlayışında farklılıkların doğmasına
D) Hoşgörünün yaygınlaşmasına

3. Yüce Allah’ın önceden belirlediği şeyleri zamanı gelince yaratmasına ne denir?
DPY 2000 7. sınıf

A) Kaza B) Kader
C) Tevekkül D) Mucize

4. Toplumsal kurallar, ülkenin dirliğini, huzurunu, dengesini sağlamak
içindir ve uzun deneyimler sonucunda zamanla oluşmuştur. Toplumun
çıkarlarını gözeten bu kurallar, bazen bireysel çıkarlara ters
düşebilirler. Herkesin bu kurallara saygı göstermesi toplumun birlik
içinde yaşamasını sağlar.
Buna göre, toplumsal kuralların bireysel çıkarlara göre oluşturulması aşağıdakilerden hangisine daha çok neden olur?

A) Bireyler arasındaki işbölümünün değişmesine
B) Toplumda görev dağılımının faklılaşmasına
C) Toplumda var olan düzenin bozulmasına
D) Bireyler arasındaki bilgi farklarının azalmasına

5. “Başarmak, bir insanın bütün gücüyle yöneldiği hedefi yakalamasıdır.”
Aşağıdakilerden hangisi bu duruma destek sağlamaz? LGS 1998
A) İnanmak C) Çalışmak B) Kararlı olmak D) Kanaatkâr olmak






6. Kur’an’da Bakara suresi 186. ayette şöyle denilmektedir:
“Kullarım beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara
çok) yakınım. Bana dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu
bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”
Aşağıdaki bilgilerden hangisi ayette dile getirilmemiştir? DPY 2007 7 sınıf

A) Doğru yolu Allah’ın davetine uymakla bulabiliriz.
B) Allah, her duayı duyar ve değerlendirir.
C) Allah, aracıya gerek duymayacak şekilde insanlara yakındır.
D) Amaca ulaşmak için hem çalışmak hem de dua etmek gerekir.

7. İnsanlar toplu halde yaşarlar. Toplumsal yaşamın düzenli ve sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi
için bazı kurallara uyulması gerekir.
Verilenlerden hangisi bu tür bir kural değildir? DPY 2006 5. sınıf

A) Büyüklere saygılı davranmak
B) Küçüklere iyi örnek olmak
C) Başkalarının haklarına riayet etmek
D) Aynı inanca sahip olmak
8. Çeşitli galaksiler, gezegenler ve milyonlarca yıldızdan oluşan evren;
genişliği ve büyüklüğü ile insanları hayrete düşürür. Bu haliyle evren,
benzersiz bir sanatçının eseri olduğu görüntüsünü verir.
Evrene bakış açısı böyle olan birisinin aşağıdakilerden hangisini kabul etmediği söylenebilir? DPY 2004 5. sınıf
A) Allah’ın varlığını
B) Yaratıcının kudretinin büyüklüğünü
C) Evrenin kendi düzenini kurduğunu
D) Yaratıcının bir olduğunu

9. Kullarım sana beni sorduğunda (söyle onlara): “Ben çok yakınım. Bana
dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım
da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”
Verilen ayet meali aşağıdaki konulardan hangisine örnek teşkil eder? DPY 2004 7. sınıf

A) İnsan−Allah ilişkisine
B) Allah−Evren ilişkisine
C) İnsan−Evren ilişkisine
D) İnsan−İnsan ilişkisine

10. Her şeyi bilen, gören, gözeten, denetleyen ve zamanı gelince hesap
soracak olan Allah’a inanan ve buna göre yaşamaya çalışan birisi için
aşağıdakilerden hangisi söylenemez? DPY 2004 9. sınıf

A) Hayatı dünyadan ibaret gördüğü
B) Davranışlarına dikkat ettiği
C) Günah işlemekten kaçındığı
D) Sorumluluk sahibi olduğu



11. Vicdan; iyi ve kötüyü ayırt etmekte kullandığımız, genelde insanı
iyiliklere yönlendiren ve yaptırım gücü olan bir iç kuvvettir. Buna
göre, vicdan hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenemez? DPY 2004 9.
sınıf

A) Her insanda bulunduğu
B) Davranışlarımıza yön verdiği
C) Yaptırımda bulunduğu
D) Dinî bir değer olduğu

12. Aşırı yorgunluk ve uykusuzluğu olan bir kişinin araç kullanması
sonunda kaza yaparak sakat kalması durumunda sorumlu olarak kendisini
görmelidir. Bu durumda kişi öncelikle aşağıdaki yasalardan hangisinin
gereğini yerine getirmemiştir? DPY 2003 8. sınıf

A) Biyolojik yasaların B) Toplumsal yasaların
C) Ekonomik yasaların D) Fiziksel yasaların

13. Hz. Muhammed (SAV) bir sözünde “iman ettim de, sonra dosdoğru
ol” diyerek aşağıdakilerden hangisini vurgulamıştır? DPY 2003 8. sınıf

A) Salih amelin önemini
B) Allah’a iman etmeyi
C) İnanç davranış ilişkisini
D) Yalancılığın kötü olduğunu

14. Hırsızlık yapan bir kişiye neden hırsızlık yaptığı sorulduğunda:
“Ben kader mahkûmuyum, kaderim böyle yazılmış ki bu işi yaptım, elimden
bir şey gelmez.” demiştir.
Parçada sözü edilen kişi için, aşağıdakilerden hangisi daha çok söylenebilir? OKS 2003

A) Yaptıklarından hoşnut olmadığı
B) Sorumluluğu kendinde aramaktan kaçındığı
C) Davranışlarına yön veren etkilerin farkında olduğu
D) Değişmek için içinde bulunduğu durumu anladığı

15. Doğru bir amaca ulaşabilmek için gerekli her çabayı gösterdikten
sonra sonucu Allah(c.c)’a bırakıp O’na güvenmeye ne denir? DPY 1999 7.
sınıf

A) Dua B) Tevekkül C) Kader D) Kaza

16. Kaza ve Kadere inanmak neyin şartıdır?
A) Haccın B) Namazın C) İmanın D) Evrenin

17. Aşağıdakilerden hangisi “Tevekkülü” tanımlar?
A) Bir amaca ulaşabilmek için gereken her şeyi yaptıktan sonra, gerisini Allaha bırakmaktır.
B) Bir amaca ulaşabilmek için “kader ne ise, o olur” diye Allah’a güvenmektir.
C) Bir amaca ulaşabilmek için, büyük insanlara, evliyalara sığındıktan sonra Allah’a güvenmektir.
D) Bir amaca ulaşabilmek için, kurban kestikten sonra gerisini fakirlere bırakmaktır.





18. İslam inancı açısından aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
A) Ateşin yaratılışında bir şer vardır
B) Şer olan ateşin yaratılışının amacı dışında kullanılmasıdır
C) Hayır iyi, şer kötüdür.
C) Kötü veya şer olan insanın iradesini yanlış kullanmasıdır
D) Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır.

19. İnsanın yaptıklarından sorumlu olmasını sağlayan; iyi veya kötü,
hayır veya şerden birini tercih etmedeki sınırlı yeteneğine ne denir?

A) Cüzi irade B) Külli İrade C) Tevekkül D) Şükür

20. Allahın Sonsuz iradesine ne denir?
A) Kudret B) İlim C) Külli İrade D) Tekvin
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Empty
MesajKonu: Geri: 8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK   8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 1:24 pm

MEZHEPLER
Tanım: Sözlük anlamı gitmek, izlemek, gidilen yol demektir. Terim olarak
bir müctehidin, dinin ayrıntılarına ilişkin, kendine özgü kural ve
yöntemlerle oluşturduğu inanç ya da hukuk sistemini dile getirir.

İslâm tarihinde, mezheb kelimesi genel olarak itikadi, siyasi ve fıkhi
görüşlerin hepsi için kullanılmıştır. İlk çıkan mezhepler siyası
mahiyette olup bunlar dini bir kisveye bürünmüşlerdi.

HADİS: " Nitekim, Beni İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya)
bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlardan
bir tanesi hariç hepsi ateştedir."
"Bu fırka hangisidir?" diye soruldu.
"Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!" buyurdular."
Bazı âlimler de hadiste bildirilen rakamın yalnızca çokluğu ifade
ettiğini kabul ederek, eserlerini mezheplerin sayısına önem vermeden
yazmışlardır. Ebul-Hasen el-Eş'arî (v.324/936)

Hicri I. asrın sonlarından itibaren mezheplerin kurucuları, akaid ve
fıkıhtaki görüşlerini beyan ederler, meselelerin hükümlerini
açıklarlardı. Bunlardan okuyanlar ve yazanlar, sözlerini ve
içtihadlarını duyan insanlar, bunların görüş ve açıklamalarına
uyarlardı. Böylece bu zatların görüş ve içtihadları halkın
anlayışlarında bir mezhep olarak yerleşir kalır.

MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ
1- İnsanların anlayış ve idrak seviyelerinin farklı oluşu,
2- Metot ve ölçülerin farklı oluşu. Mesela; Mutezile aklı esas almış ve
nakli buna tabi kılmış, Ehl-i Sünnet nakli esas almış ve aklı bunu
destekleyici mahiyette kullanmış, İslâm filozofları sadece aklı esas
almışlardır.
3- Arap ırkçılığı. Hz. Osman'ın hilafetinin son yıllarında yeniden açık
bir şekilde ortaya çıkarak anlaşmazlıklar üzerinde etkili oldu.
4- Hilafet münakaşaları ve bunun neticesinde ortaya çıkan fitne ve iç savaşlar.
5- İslâmın tanıdığı fikir hürriyeti. İlim adamları ortaya atılan
meseleler üzerinde deliliyle birlikte hakikati arar, fikir ve kanaatını
serbestçe beyan ederdi.
6- Nassların karakteri.Ayet ve hadislerin farklı yorumlara müsait ifadeler içermesi.
7- Zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği de ihtilaflara yol açmıştır.
8- Örf ve âdetlerin değişik olması da mezheplerin çıkış sebeplerinden birisidir.

MEZHEPLER İKİYE AYRILIR :1-İtikadi (İnançla ilgili)mezhepler
2-Ameli mezhepler(Uygulamaya dayalı)
İTİKADİ MEZHEPLER:
1-SELEFİLİK:İlk alimler anlamına gelen bu terim,inançla ilgili
konularda,ayet ve hadisleri yoruma tabi tutmadan kabul eden ehli sünnet
topluluğudur. Maturidilik, Eşarilik çıkmadan önce sünni (kuran ve
sünnete uygun)Müslümanlara hakim olan selef inancı idi.
2-EŞ’ARİLİK: Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı,
kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü. Eş'ârî kelâmında aklın büyük
önemi vardır. Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını
zorunlu kılıyordu .
Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve
selef akidesini esas almıştır.Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de
yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin
edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb
ülkelerine kadar yayılmıştır.
3-MATURİDİLİK:İmam Ebu Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensup
olanların meydana getirdiği topluluğa Matüridiyye denilir. Ehl-i
Sünnet'in Kelâm metodunu daha ziyade doğru ve ilmi bir şekilde başlatan,
akla ve nakle de lâyık oldukları değeri vererek bu iki asla bağlı kalan
ve bu şekilde İslâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî
olmuştur. Çünkü, dinde akla uymayan bir şey yoktur. Matüridî,
Eş'arî'nin verdiği önemden daha fazla akla değer veriyordu.Şu anda bizim
de inançta tabi olduğumuz bu mezheptir.
EŞ’ARİYE VE MATURİDİYYE ARASINDAKİ BAZI AYRILIKLAR
1. Ma'rifetullah: Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir
şeyden sorumlu değildir. Matüridiyye'ye göre peygamber gönderilmezse
bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir.
2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadında peygamber
olabilir. Matüridiyye'ye göre:Erkek olmak peygamberliğin
şartlarındandır.Kadınların peygamber olmaları caiz değildir.
3. Husn ve Kubh: Akıl ile anlaşılamaz. Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile
bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Bir şey emredilmiş ise iyidir,
nehy edilmiş ise kötüdür. Matüridiyye'ye göre: Allah'ın bir işi
emretmesi, o işin aslında güzelliğine delâlet eder. Bir şey mahiyeti
itibarıyla çirkin olduğu için Allah o şeyden nehyeder. Allah'ın bir şeyi
nehyetmesi, o şeyin aslında çirkinliğine veya zararının faydasından
daha çok olduğuna delâlet eder."
4. Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur.
Matüridiyye'ye göre: "Bir kimsenin ye's halinde veya ahirette azabı
görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur.
AMELİ MEZHEPLER:
Şu anda bu sahada dört mezhep var.Çünkü bu mezhepler önceleri daha fazla
idi.Bu dört mezhebin dışındakiler zamanla tabileri tükenerek tarihe
karıştılar.
1-HANEFİ MEZHEBİ: İmam-ı Âzam lâkabıyla şöhret bulan Ebû Hanîfe'ye izâfe
edilen fıkıh ekolünün adı. Ebû Hanife'nin asıl adı Numân, babasının adı
Sâbittir. Ebû Hanîfe H. 80 yılında Kûfe'de doğdu, varlıklı bir ailenin
çocuğu olarak orada yetişti. Irak ve Hicaz Ebû Hanife'nin yetiştiği
dönemde önemli iki ilim merkezi hâlindeydi. Ebû Hanife meseleleri tek
tek ortaya atar, öğrencilerini dinler, kendi görüşünü söyler ve onlarla
konuyu bir ay hattâ daha fazla süreyle münâkaşa ederdi.Bu mezhep bizim
de amalde tabi olduğumuz mezheptir.
2-ŞAFİİ MEZHEBİ: İmam Şafiî (ö. 204/819)'ye nispet edilen fıkıh ekolü.
Muhammed b. İdrîs elKureşî H. 150'de Gazze'de doğmuştur. İmam Şafiî
mutlak, bağımsız bir müctehid olup, fıkıh, hadis ve usûlde imamdı. O,
Hicaz ve Irak fıkhını birleştirici bir yol izledi.
3-MALİKİ MEZHEBİ: Malik b. Enes b. Malik b. Ebi Amir el Asbahî'ye nispet
edilen fıkhî ekolün adı. Büyük fıkıh ekollerinden biri olan Malikî
mezhebinin imamı İmam Malik, Hicrî 93 yılında Medine'de doğmuştur. O,
hayatı boyunca Medine'den başka bir yere gitmemiştir. İlimde ihtiyacı
olduğu her şeyin, sahih bir şekilde Medine'de bulunduğuna inanıyor,
manevî havasını teneffüs ettiği Peygamber şehrinden uzaklaşmak
istemiyordu.
4-HANBELİ MEZHEBİ: Ebû Abdillâh Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânî'ye nispet
edilen mezhebin adı. İslâm'da dört büyük fıkıh mezhebin birisi. Ahmed b.
Hanbel 164/780 yılında Bağdat’ta doğdu. 241/855'te yine orada vefat
etti. Ahmed b. Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö.150/767) öğrencisi ve devrin
ünlü baş kadısı Ebû Yûsuf'tan (ö.182/798.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_cool fıkıh ilmi aldı. Rivâyetle dirayeti birleştiren bir yol izledi.

*****************************

TASAVVUF

Tasavvuf; insanın, kalbî ve rûhî hayat seviyesine çıkarılması, kalbin
saflaştırılması ve letâifin(İnce hassas duygular) asıl
kaynağına(Allah’a) yönlendirilmesidir.
Tasavvuf, İslâm hakikatinin insan vicdanı tarafından duyulup
hissedilmesi mesleğidir. Bu itibarla da onu, yaşadığı hayatın şuurunda
olmayanlar idrak edemeyecekleri gibi, başkalarına ait menkıbelerle
teselli olanlar da anlayamayacaklardır.
Tasavvuf, neticesi itibarıyla, insanın kendi aczini, fakrını, hiçliğini
kavrayarak, varlığının esasını teşkil eden Hakk'ın vücûdunun şuâları ve
sıfatlarının tecellileri karşısında bütünüyle eriyip yok olmanın bir
başka unvanıdır.
Bu ayrı ayrı tariflerden şöyle toplu bir netice çıkarmak da mümkündür:
Tasavvuf, bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılarak, melekî vasıflar ve
ilâhî ahlaka bürünerek, mârifet, muhabbet ve zevki rûhânî yörüngeli
yaşamaktır.
Tasavvufun esası; ibadet ü taate devamla, yüzeysel olan kulluk şuurunun,
derinleştirilerek insan tabiatının önemli bir yanı haline getirilmesi
ve insan için ikinci bir fıtrat sayılan rûhânîliğin elde edilmesiyle,
dünyanın kendisine ve bizim heveslerimize bakan fâni yüzüne karşı bütün
bütün kapanarak, ahirete ve ilahi isimlere bakan çehresine uyanmaktır
Tasavvufun temeli, dînin esaslarına sımsıkı sarılıp, emir ve yasaklarına
da hassasiyetle riâyet ederek, açlığı, uyanıklığı seçip, elden
geldiğince nefsin haz duyduğu şeylerden kaçınmaktır.
Tasavvufun mevzuu; insanın, kalbî ve rûhî hayat seviyesine çıkarılması,
kalbin tasfiyesi ve letâifin merci-i aslîlerine yönlendirilmesidir.

Tasavvufun faydası; insanın meleklik yanlarının ortaya çıkarılması,
taklidi-tahkiki imanın îmânın bir kere de keşfen ve zevken duyulup
yaşanmasıdır.
Tasavvufun erkânına gelince, onların bazılarını şöyle sıralamak mümkündür.
1. Nazarî ve amelî yollarla hakiki tevhide ulaşmak..
2. Hz. Kelâm’ı dinleyip anlamanın yanında Hz. Kudret ve İrâde’nin emirlerini de okuyup temâşâ etmek..
3. Hakk sevgisiyle dolup-taşmak ve O’ndan ötürü de, bütün varlığa “kardeşlik” nazarıyla bakarak herkese güzel davranmak.
4. Her zaman îsâr(İhtiyaç içindeyken başkalarına ikram etmek) ruhuyla
hareket ederek, elden geldiğince başkalarını nefsine tercih etmek..
5. Murâd-ı ilâhîyi kendi murâdâtının(Dilemelerinin) önünde tutarak,
ömrünü “fenâfillâh”(Allah’ta yok olmak), “bekabillâh”(Allah’la
ebedileşmek) zirvelerinde sürdürmeye çalışmak..
6. Simalarda sineleri duyup anlamak ve hadiselerin çehresinde ilâhî esrârı okumak..
7. Mânevî sefer niyetli ve hicret mülâhazalı uhrevîlikleri çağrıştıracak yerlere seferler tertip etmek..
8. Meşrû dairede zevk ve lezzetlerle iktifâ edip, gayr-i meşrû daireye adım atmama mevzuunda kararlı olmak..
9. Dîne hizmet ve bütün insanlığı Hakk’a ulaştırma yolunda bile olsa,
kurtuluşun, yakîn, ihlas ve rızâ yolundan geçtiğini bir an dahi hatırdan
çıkarmamaktır.
Tasavvufla Alâkalı İki Önemli Hata
Bu mevzuda önemli hatalar yapılıyor. Bir grup, Şeriat'ı ihmal ve onu
sanki gereksiz bir seremoni gibi görmekle hata ediyor. Yine Tasavvuf
grupları içinde, bugün yapılan en büyük hatalardan biri de, menkıbe
kahramanı olmak varken, geçmiş büyüklerin menkıbeleriyle avunmaktır. O
menkıbeler, insanları aynı ufka şahlandırabildikleri ölçüde faydalıdır;
yoksa birer avunma, birer teselli, birer anlatma vasıtası olarak
nakledildikleri sürece, fayda değil, zarar getirir. Hatta yapan diğer
grup ise -bunu bilhassa Vehhabilik'te görüyoruz- Tasavvuf adına her şeyi
ya şirk telâkki ediyor, ya da Hind'den, İran'dan, başka dinlerden ve
geleneklerden alınmış görüyor. Halbuki, bu dinlerin hepsinde, hak dinden
kalmış unsunlar vardır. İkinci olarak, 'dîk-ı elfaz' dediğimiz kelime
kıtlığı, uygun tabir bulamamadan dolayı, farklı din veya geleneklerde
bazı manâlar için aynı kelimeler kullanılmış olabilir. Ancak, ehl-i
tasavvufun o lâfızlara yüklediği manâya ve onların hayatına bakmak
lâzım. Böyle yapılmayıp da, lâfızlara takılarak, Tasavvuf'u Hind'e,
Çin'e, İran'a bağlamak, bu mevzuda yapılan bir diğer büyük hatadır.. ve
bu hatalar küçümsenmemelidir.

TASAVVUFLA İLGİLİ TERİMLER
ŞEYH:Bir tarikatın önderine,başında bulunan kişiye verilen ünvandır.
MÜRİD:Bir manevi büyüğün gözetiminde manevi hayatını şekillendirmeye çalışan kimsedir.
MUTASAVVIF:Tasavvufla uğraşan kimselere mutasavvıf denir.
SALİK:Bir tarikatta manevi yol kateden kimselere denir.
VELİ:Allah’ın gözettiği,koruduğu ve bir an bile kendi nefsiyle başbaşa bırakmadığı kimse.Bu makama da velayet denir.
“Şüphesiz Allah’ın veli kullarına korku yoktur,mahzun da olmayacaklardır”
TASAVVUFUN ORTAYA ÇIKIŞI
Tasavvufun kaynağı kitap ve sünnettir.Peygamberimizin yaşadığı zahidane
hayat ve ilgili ayet ve hadisler tasavvufun kaynağını oluşturur.İlk
şekliyle tasavvuf ilk dönemlerden itibaren vardır.Bir sistem olarak
ortaya çıkması İslam coğrafyasının genişlemesinden sonra başlamıştır.
Sistem olarak ilk defa Basra’da ortaya çıkmıştır.İlk önce sofi ismini alan kişi Ebu Haşim Sofi’dir.
Ebu Haşimle başlayan zühd hareketleri kısa zamanda islam dünyasına
yayıldı.Tasavvuf Daha sonraları tarikatla ifade edilmiş ve anılmıştır.
İLK MUTASAVVIFLARDAN BAZILARI
1-İbrahim b.Ethem 2-Zünnun-u Mısri 3-Maruf Kerhi 4-Seriyyi sakati
Daha sonraları çok büyük tarikat önderleri yetişmiştir.İşte bazıları:
1-Abdülkadir-i Geylani 2-İmam-ı Rabbani 3-hoca Ahmet Yesevi
4-Mevlana celaleddin-i rumi

****************************
8. SINIF 4. ÜNİTE ÇALIŞMA SORULARI

1. İslam’ın ilk geldiği yıllarda Müslümanlar, dini konularla ilgili sorunlarını kime danışıyorlardı?
C-Peygamberimize B-Sahabelere C-İmamlara D-Bilginlere

2. Peygamberimizin söz, davranış ve uygulamalarına ne denir?
A-Hadis B-Kelam C-Sünnet Ayet

3. Peygamberimizin vefatından sonra dinin anlaşılması ve yorumlanması
için Müslüman bilginler İslamın hangi temel kaynaklarına bakıp
yorumlayarak ortaya çıkan yeni problemlere çözüm üretmeye
çalışmışlardır?
A-Tefsir ve Hadis B-Tarih ve Coğrafya C-Astronomi-Fizik D-Kur’an ve Sünnet

4. Aşağıdakilerden hangisi din ve din anlayışı arasındaki farklardan biri değildir?
A-Din, Vahye dayanır. Din anlayışı ise vahyin yorumuna dayanır.
B-Din, Allahın Peygamberler aracılığı ile insanlara gönderdiği öğütleri
içerir. Din anlayışı ise, bu öğütlerin insanlar tarafından bulundukları
şartlara göre algılanma ve yorumlanma biçimleridir.
C- Din tektir. Din anlayışları çoktur.
D-Din değişir. Din anlayışı değişmez.

5. Din anlayışı hiçbir zaman neye ters düşmemelidir?
A-Toplumun Özüne B-Dinin Özüne C-İnsanın özüne D-Dünyanın özüne

6. Aşağıdakilerden hangisi “Neden çeşitli konularda aynı yorumlarda bulunmuyoruz?” sorusunun cevabı olamaz?
A- Farklı düşünüyoruz çünkü: Farklı çevreden geliyoruz
B-Hepimizin beğenileri farklı
C-Hepimizin sorunları farklı
D-Hepimizin vücudu, ruhu aynı duygulara ve özelliklere sahip

7. Gidilecek yol, görüş ve akım anlamlarına gelen ve bir din içindeki
görüş, yorum ve anlayış farklılıkları nedeniyle ortaya çıkan oluşumlara
ne denir?
A-Mezhep B-Görüş C-Din D-Grup

8. Aşağıdakilerden hangisi İslam düşüncesinde yorum biçimlerinden biri değildir?
A-Yaşamla ilgili yorumlar B-İnançla ilgili yorumlar,
C-Fıkhi yorumlar D- Tasavvufi yorumlardır.

9. Dinin inanç esasları ile ilgili ortaya çıkan yorumlara ne denir?
A-Fıkhi yorumlar B-İnançla ilgili yorumlar
C- Tasavvufi yorumlar D-Bilimsel yorumlar

10. Aşağıdakilerden hangisi İslam Dininde İnançla ilgili yorumlardan biridir?
A-Mevlevilik B-Hanefilik C-Maturidilik D-Yesevilik

11. İnançla ilgili yorumlar zamanla bir ilim dalı haline gelmiştir. Bu ilim dalı hangisidir?
A-Tefsir C-Kelam D-Hadis D-Fıkıh

12.Allah’ı bir kabul etmeye ve yalnızca onu birlemeye ne denir?
C-Tevhid B-Tekbir C-Şahadet D-İbadet

13.İslam dininde ibadetler ve uygulamaları hakkında açıklayıcı bilgiler veren ilim dalı hangisidir?
A-Tefsir C-Kelam C-Fıkıh D-Hadis

14. I-İbadetlerin uygulamasıyla ilgili ayrıntı konularda gelen sorunlara çözüm bulmak
II-İnsanların hayatını ve dini yaşamasını kolaylaştırmak
III-Dağınık bilgileri bir araya getirerek sistemleştirmek
III-Dini anlamada ve uygulamada metot geliştirmek, doğru kaynağa ve bilgiye ulaşmak
Yukarıda verilen amaçlar hangi yorumların temel amaçlarıdır?
A-Fıkhi B-Tasavvufi C-İnançla ilgili D-Ahlaki

15. Aşağıdakilerde hangisi İslam düşüncesi içersinde yer alan fıkhi yorumlardan biri değildir?
A-Hanefilik B- Malikilik C- Şafiilik D-Eşarilik

16. İmamı Azam Ebu Hanife'nin görüşleri çerçevesinde şekillenen ve
Türkiye'de oldukça yaygın olan fıkhi yorum veya mezhep hangisidir?
A-Şafiilik B-Hanbelilik C-Hanefilik D-Malikilik

17. İslam düşüncesindeki yorum biçimlerinden biri olan ve ahlakla ilgili konular üzerinde yoğunlaşan yorumlara ne denir?
A-Fıkhi Yorumlar B-Ahlaki Yorumlar C-Tasavvufi yorumlar D-İnançla ilgili yorumlar

18. Allah sevgisi, kalp temizliği ve güzel ahlak
Yukarıdaki bu ilkeler hangi yorumların temel ilkeleridir?
A-Tasavvufi yorumların B-Fıkhi yorumların C-Ahlaki yorumların D-İnançla ilgili yorumların

19. Aşağıdakilerden hangisi tasavvufi yorumlar neticesinde ortaya çıkmış oluşumlardan biri değildir?
A-Yesevilik B-Hanefilik C- Mevlevilik D-Bektaşilik

20. Aşağıdakilerden hangisi tasavvufi yorumların yayılmasında öncülük eden ünlü tasavvuf büyüklerinden biri değildir?
A-Hoca Ahmed Yesevi B-Yunus Emre C-Mevlana D-İmam-ı Azam Ebu Hanife

*************************

8. SINIF 3. ÜNİTE TEST SORULARI

1.Peygamberimizin aşağıdaki özelliklerden hangisi bizim için örnek değildir?
A) İnsanlara değer vermesi
B) Verdiği sözde durması
C) Güvenilir olması
D) Yetim olması

2. “…Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluk
gerektirir” (İsra Suresi-34) ayetinde Peygamberimizin hangi örnek
davranışına işaret edilmiştir?
A) Sözünde durması
B) Sabırlı olması
C) Yardımsever olması
D) Zamanı iyi kullanması

3. Hz. Muhammed’e niçin “Muhammed’ül Emin” denilmiştir?
A) Sabırlı olduğu için
B) Dürüst ve güvenilir olduğu için
C) Hoş görülü olduğu için
D) Kimseyi küçümsemediği için

4. “Onlar kendilerine emanet edileni korur, verdikleri sözü yerine
getirirler. Şahitliklerinde de dürüsttürler.” (Mearic -33/33) ayetinde
aşağıdakilerden hangisine değinilmemiştir?
A) Emaneti korumak
B) Şahitlikte dürüst davranmak
C) Akrabayı korumak
D) Verilen sözü yerine getirmek

5. Kur’an-ı Kerim’in önerdiği yardım etme biçiminde aşağıdakilerden hangisi yoktur?
A) Karşılık beklenmeden yapılmalıdır.
B) Gösterişten uzak yapılmalıdır.
C) Kimseyi incitmeden yapılmalıdır.
D) Herkese ilan ederek yapılmalıdır

6. Aşağıdakilerden hangisi İslam’ın koyduğu çalışma ilkeleri arasında yoktur?
A) Doğru davranmak
B) Adil olmak
C) Çalışmaya geç başlayıp erken bırakmak
D) Dürüst olmak







7. Hz. Muhammed altı yaşında annesini ve sekiz yaşında dedesini
kaybetmiştir. Hz. Fatıma dışındaki bütün çocukları Peygamberimiz hayatta
iken vefat etmiştir. Ancak O buna hiç isyan etmemiştir. Bu
peygamberimizin hangi özelliğini gösterir?

A) Sabırlı bir insan olduğunu
B) Hiçbir şeyi umursamayan bir insan olduğunu
C) Güvenilir bir insan olduğunu
D) Hislerini kaybetmiş bir insan olduğunu

8. Hz. Peygamberin, “Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koysalar yine de yolumdan dönmem.” Sözü Onun hangi yönünü göstermez?
A) Cesaret
B) Kararlılık
C) Azim ve gayret
D) Merhamet

9. “Ey Müslümanlar, şayet birinize haksız bir davranışta bulunduysam onu
ödemeye hazırım. Kimin hakkı varsa işte şahsım, işte malım. Gelsin
alsın.” Hadisinden aşağıdaki sonuçlardan hangisi çıkarılamaz?
A) Kul hakkına verdiği önem
B) Söylediğini kendi hayatında uygulaması
C) Müslümanlara örnek olması
D) Müslümanları cesaretlendirmek istemesi

10. Aşağıdakilerden hangisi Peygamberimizin hayvan hakları ile ilgili ortaya koyduğu prensiplerden biridir?
A) Hayvanlara merhamet gösterilmemelidir.
B) Hayvanlara eziyet ve işkence edilmemelidir.
C) Beslenme ve temizliklerine dikkat edilmemelidir.
D) Hayvanlar kulakları yakılarak veya kesilerek işaretlenmelidir.

11. Kur’an-ı Kerimde Allah’ın ilk emri aşağıdakilerden hangisidir?
A) Namaz kılmak
B) İyilik yapmak
C) Oruç tutmak
D) Okumak








12. “İlim müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alsın.” Peygamberimiz bu hadiste ilmin hangi yönüne dikkat çekmiştir?
A) İlmin Müslümanlara ait olduğuna
B) İlmin evrenselliğine
C) Sadece dini ilimlere
D) İlmin sadece Müslüman’a farz olduğuna

13. Kâbe’nin onarılmasında Mekkeliler arasında çıkan anlaşmazlığı
Peygamberimizin hakemliği ile çözülmesi Onun hangi örnek davranışından
dolayıdır?
A) İnsanlara Değer Vermesi
B) Güvenilir bir insan olması
C) Sabır ve cesaret sahibi olması
D) Danışarak İş yapması

14. Herhangi bir canlıya karşı sevgi, şefkat ve acıma duygusuna ne denir?
A) Merhamet
B) Adalet
C) Ahlak
D) Cesaret

15. Peygamberimizin bir konuda karar vermeden önce konuyu iyi bilen
kimselerle fikir alışverişinde bulunması, onların düşünce ve görüşlerini
sorarak karar vermesi hangi örnek davranışını göstermektedir?
A) Merhametli ve affedici olmasını
B) Sabırlı ve cesaretli olmasını
C) Danışarak iş yapmasını
D) Hakkı gözetmesini

16. Peygamberimiz İslam’ı anlatmak için bir gün Taife gitmişti. Ama
Taifliler onu hakaretle karşılayıp, taşlayarak, yollarına dikenler
koyarak şehirden çıkarmışlardı. Peygamberimiz bu olaya çok üzülmüş
olmasına rağmen beddua etmemiş, “Rabbim, halkımı bağışla. Onlar ne
yaptıklarının farkında değiller” demişti. Bu olay peygamberimizin hangi
örnek yönünü göstermektedir?
A) Merhametli ve affedici olmasını
B) Danışarak iş görmesini
C) İnsanlara değer verdiğini
D) Doğayı ve hayvanları sevdiğini







17. Farklılıkları anlayışla karşılamaya, başka insanların inanç ve
düşüncelerine saygılı olmaya ve aynı inancı paylaşan insanların farklı
düşüncelerine tahammül edebilmeye ne denir?
A) Sabır
B) Hoşgörü
C) Bağlılık
D) Doğruluk

18. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır?
A) Hz. Muhammed hata yapan birisini gördüğünde yanlışını güzel bir üslupla düzeltmiştir- Hoşgörülü olmak
B) “Aldatan bizden değildir.” Güvenilir olmak
C) “Hayvanlarınız hususunda Allah’tan korkunuz.” İnsanlara değer vermek
D) Hz. Muhammed ne kimsenin hakkını yerdi ne de kimseye hakkını yedirirdi. Hak konusunda hatır gönül dinlemezdi-Adaletli olmak

19. Peygamberimizin ahlakı nasıldı?
A) İnsan Ahlakı
B) Kur’an ahlakı
C) Din ahlakı
D) Toplum ahlakı

20. Peygamberimizin ismi anıldığında ne getirmeliyiz?
A) Euzu- Besmele
B) Kelime-i Şehadet
C) Kelime-i Tevhid
D) Salâvat
E- Peygamberimize verilen lakap
A-
Peygamberimizin dedesinin ismi
G- Peygamberimiz ............... ahlak örneği olarak gönderilmiştir.
Z- İki günü eşit olan .......................
H- Peygamberimizin Uhut’ta şehit olan amcası
H- Peygamberimiz hangi savaşta, arkadaşlarına danışarak hendek kazdırdı?
E- Peygamberimizin hicret arkadaşı
Y- Peygamberimiz evinin önündeki düşmanlardan gizlenmek için hangi suredeki ayeti okudu?
U-Hangi savaşta peygamberimizin öldüğü sanıldı?
B- Peygamberimiz dünyaya gelmeden ........................ kaybetmiştir.
M- Merhamet etmeyene ..................................... edilmez.
H- Peygamberimizin verdiği sözde durduğunu gösteren anlaşmalardan biri
H-Peygamberimizin suç işleyen soylu bir ailenin kızını cezalandırması onun hangi yönünü gösterir?
D- Peygamberimize sahibini şikayet eden hangi hayvandır?
M- Peygamberimizin torunlarıyla oynaması onun hangi özelliğini gösterir?
İ- Peygamberimizin bir yahudinin cenazesi için ayağa kalkması O’nun hangi özelliğini gösterir?
H- Peygamberimizin Hz. Enes’e hiç kızmaması O’nun hangi yönünü gösterir?
M-Peygamberimiz Mekke’den nereye göçetmiştir?
F- Peygamberimizin kendinden sonra vefat eden çocuğu kimdir?
Ö-Peygamberimizi öldürmek isteyen sahabi
H- Peygamberimizin gençken katıldığı birliğin adı
M-Peygamberimiz nerede doğmuştur?
H- Peygamberimize ilk vahiy geldiğinde kime danışmıştı?
D- Peygamber efendimize annesinin ölümünden sonra kim bakmıştır?
Z- Peygamberimizin zamanını üçe bölmesi O’nun hangi özelliğini gösterir?

*****************************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Empty
MesajKonu: Geri: 8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK   8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_minitimePerş. Ağus. 11, 2011 1:25 pm

8.SINIF 5. ÜNİTE- “DİN VE GÜZEL AHLAK” ÇALIŞMA SORULARI

1. Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kurallarına ne denir?
C-Ahlak.

2.Din ve ahlak arasında nasıl bir ilişki vardır?
C-Din insanları iyiye ve güzele yönlendirip mutlu olmalarını sağlar.
Bunun için de ahlak ilkelerinin davranışlarına yansımasını ister. Birey
ve toplumun mutlu olması güzel ahlakın benimsenmesi ile mümkün olur.

3.Allah kimi insanlığa örek ve model insan olarak sunmuştur?
C-Hz. Muhammed(S.A.V)’i

4.Peygamberimiz; “Müminlerin iman yönünden en üstünü, ……………………….. en iyi olanıdır” buyurmuştur. Cümleyi tamamlayınız.
C-Ahlakça

5. Peygamberimizin ahlakı nasıldı?
C-Kur’an Ahlakı idi.

6. “Ben yalnız …………………… tamamlamak için gönderildim.” Peygamberimizin bu sözünü tamamlayınız.
C-Güzel Ahlakı

7. Kur’an’da “ Gerçekten sen büyük bir ahlak sahibisin.” buyrulmaktadır. Bu ayette geçen büyük ahlak sahibi kimdir?

8.İslam’da övülen ahlaki tuum davranışlara örnek veriniz.
C- Doğruluk, başkalarına maddi yardımda bulunmak(infak), emaneti
korumak, adaletli olmak, Kardeşlik, Hoşgörü ve bağışlama, Alçak
gönüllülük(Tevazu), sözünde durmak, görgülü olmak, insanlara iyi
davranmak ve güzel söz söylemek, savurganlıktan kaçınmak gibi…

9.Kişinin söz, düşünce ve davranışlarına açık, dürüst ve tutarlı olmasına ne denir?
C-Doğruluk.

10. “Özün ve sözün; için ve dışın bir olması şeklinde ifade edilen ahlaki özellik hangisidir?
C-Doğruluk.

11. Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de nereye ulaştırır?
C-Cennete ulaştırır.

12.Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kişinin servetinden harcamada bulunması, ihtiyaç sahiplerine yardım etmesine ne denir?
C-İnfak

13.Dinimizin emrettiği yardımlaşmalar nelerdir?
C-Zekat, fitre

14. Sadaka-i Cariye nedir?
C-Sürekli sevap kazandıran sadaka anlamına gelir ve hayır için yol,
köprü, çeşme, mescit, yoksullar için aşevi, hastane ve okul
yaptırmaktır.

15.Geri alınmak veya saklanmak üzere birine veya bir yere bırakılan şeylere ne denir?
C-Emanet

16.Emanet konusunda duyarlı davranan kimseye ne denir?
C-Güvenilir kimse veya emin insan denilir.

17.İnsanın güvenilir ve emin olması için üç çeşit emaneti koruması gerekir. Bunlar nelerdir?
C-Din, akıl ve beden ve sosyal varlık olma emanetlerini korumak

18. Bir kimse Allahın buyruk ve tavsiyelerine uymakla hangi emaneti korumuş olur?
C-Din emanetini

19. Bir kimse kendisi için en doğru ve yararlı olanı seçmesi, zararlı şeylerden uzak durmasıyla hangi emaneti korumuş olur?
C-Akıl ve beden emanetini

20. Bir kimse ailede ve toplumda bireylerin haklarına dikkat etmesi,
onları aldatmaması ve aralarında adaleti gözetmesiyle hangi emaneti
korumuş olur?
C-Sosyal varlık olma emanetini.

21.Sahip olduğumuz her şey bize kimin emanetidir?
C-Allah’ın

22.Peygamberlerde bulunan en önemli özelliklerden biri olan ve güvenilir olmak anlamına sıfat hangisidir?
C-Emanet

23. Güvenilir bir insanın hangi özellikleri taşıması gerekir?
C-Sözünde durması, ahde vefa göstermesi, yalan söylememesi, emanete ihanet etmemesi.

24. Her şeyin ve herkesin hakkını vermek, ölçüsüzlükten uzaklaşarak orta yolu tutmak ve dengeli davranmaya ne denir?
C-Adalet.

25. Toplumda adaletin uygulanmasıyla ilgili ilkeler nelerdir?
C – Aile içi ilişkilerde, çocuklara yaklaşımda adaletli davranmak
– Eğitimcilerin öğrencileri arasında adaletli davranması
– Yöneticiler emri altındakiler arasında ayrım yapmadan görev aldıkları işleri adaletle yürütmeli
— İşverenler çalışanlarına adaletli davranmalı
— Mal üretip satan kimse, alım-satımda adaletten ayrılmamalı, ölçü ve tartıyı düzgün yapmalıdır.

26.Kardeşliğin hukukunu zedeleyen davranışlar nelerdir?
C-Dargınlık, kusur araştırmak, söz taşımak, can, mal ve namus dokunulmazlığını çiğnemektir.

27.Müminler birbirinin nesidir?
C-Kardeşidir.

28. Kardeşliğin vazgeçilmez şartları nelerdir?
C-İnsanların fikir, düşünce ve yaşam biçimlerine saygı göstermek, eşit
hak ve imkânlardan yararlanmaları için çaba harcamak, onların yardımına
koşmaktır.

29.farklı düşünce ve davranışları anlayışla karşılamak ve bu kimselerle birlikte yaşama erdemini göstermeye ne denir?
C-Hoşgörü

30. İnsanların hatalarını affetmeye, özür dileklerine olumlu karşılık
vermeye ve kusurlarının telafisine imkân tanımaya ne denir?
C-Bağışlama

31.Çoğu zaman öfkeli davranmak neyi engeller?
C-Hoş görülü olmayı ve bağışlamayı

32.Peygamberimizin kendisine ve yakınlarına, Kâbe ve kırıcı davrananlara
kin gütmemesi, sabır göstermesi, Mekke’de on üç yıl boyunca İslam’ı
yaymaya çalışırken çeşitli işkence ve baskılarla karşılaşmış ve göç
etmek zorunda kalmış daha sonra Mekke’yi fethettiğinde bütün bu
kötülükleri yapanlara karşı hangi üstün ahlaki özelliğini göstermiştir?
C-Bağışlayıcılığını.

33. Sahip olunan imkânlar, iyilik ve güzellikler karşısında gurura kapılmamaya ne denir?
C-Alçak gönüllülük(Tevazu)

34.Alçak gönüllü olmanın karşıtı nedir?
C-Kibirlenmek, böbürlenmek ve kendini beğenmişliktir.

35. Peygamberimiz bir hadisinde Münafığın üç alameti vardır. Yalan söyler,…………..” diğer ikisini siz yazınız.
C-Emanete hıyanet eder, sözünde durmaz.

36.İnsanların günlük yaşamda birleriyle olan ilişkilerinde uymaları gereken kurallara ne denir?
C-Görgü kuralları.

37. Ahlak kuralları gibi görgü kurallarının da denetleyicisi kimdir?
Toplum vicdanıdır.

38. İnsanın sahip olduğu mal, sağlık, zaman gibi nimetleri gereksiz yere ve aşırı tüketmesine ne denir?
C-Savurganlık

39.Para ve malı gerektiği yerde ve gerektiği ölçüde esirgemeden vermeye ne denir?
C-Cömertlik

40. Dinimiz harcama konusunda aşırılık olan savurganlığı yasakladığı
gibi, onun zıddı olan ……………. de yasaklar. Orta yol olan cömertliği esas
alır.
C-Cimrilik

************************

Dindar olmak ne demektir?
“Dindar olmak, dinin öğütlerini içtenlikle yerine getirmektir.”
Dindar Olmak Güzel Ahlaklı Olmayı Gerektirir:
 Her toplumda yerine getirilmesi gereken birtakım ahlâk kuralları
vardır. Ahlâk kuralları insanı yaşayışında güzel davranmaya yöneltir. Bu
kurallara uyanlara da “güzel ahlâklı” denir.
 Dindarlık, insanın zorlama olmadan, çıkar gözetmeden, içtenlikle iyi
ve güzel işler yapmasına katkı sağlar. Çünkü din, ahlâkî davranışları
yerine getirmede insanı yönlendirir.
 “Allah, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve
hayatı yaratmıştır.” (67/Mülk suresi, 2) Bu ayette Allah, yeryüzünde
insanın ahlâkî bir sınama içinde olduğunu bildirmiştir.
 Peygamberimizin birçok hadisi dinin güzel ahlâk olduğu konusunda
yoğunlaşmıştır. Hatta peygamberimiz ahlâkla iman arasındaki ilişkiyi,
“Müminlerin iman yönünden en üstünü, ahlâkça en iyi olanıdır.” (Ebu
Davud, Kitabüssünen, Nu.:15) diyerek belirtmiştir.
 “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (29/Ankebût
suresi, 45) İslâmın öğütlediği ibadetlerin insanın ahlâkça yücelmesine
etkileri vardır.
 Dinimize göre insanın Allah’la ilişkisi, insanlar arası ilişkilerine
yansır ve onları yönlendirir. Hz. Peygamberin “Müslüman elinden ve
dilinden herkesin emin olduğu kimsedir.” (Buharî, İman, 4) sözü de
dindar olmanın ahlâklı olmak anlamına geldiğini ifade eder
Din Güzel Ahlaklı Olmama Nasıl Katkı Sağlar:
 Din, yaşamın zorluklarına karşı insana dayanma gücü ve ümit verir. Bu
da onun bunalımlara düşmesini, karamsar olmasını önler. Çünkü Allah’a
dayanmak ve güvenmek insana güç kazandırır.
 Din Güzel ahlaklı birer insan olmamız için bizden bazı isteklerde bulunur:
Dinim Benden Güvenilir İnsan Olmamı İster:
Dinimizin güvenilir bir insan olmamızı ister, bunun için de bazı özellikleri üzerimizde taşımamız gerektiğini söyler.
Güvenilir bir insan olabilmem için şunlara dikkat ederim;
1. Üzerime düşen görevleri yaparım
2. Verdiğim sözde dururum
3.Emanete ihanet etmem
4. Kötülüğe yaklaşmam
5.Hiçbir konuda doğruluktan ayrılmam
6. Kimsenin arkasından konuşmam
7.Kıskançlıktan, yalan ve iftiradan kaçınırım
8. başkalarını hor görmem.





Üzerime Düşen Görevleri Yaparım:
Toplumlar bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri ağrırsa diğer tarafları da
bu durumdan rahatsız olur. Bunun gibi, görev ve sorumlulukların
birileri tarafından yerine getirilmemesi, tüm işleri aksatır. Toplumsal
yaşama katılan herkesin evde, sokakta, okulda, işyerinde yapması
gereken görevleri vardır. Herkesin görevini ve sorumluluğunu en iyi
şekilde yapması gerekir.
• Kur’an’da : “ ...Yaptığınız işlerden mutlaka sorumlu tutulacaksınız..”
(Nuh Sûresi,93) buyurularak herkesin yaptığı işlerden dolayı ahirette
sorumlu tutulacağı haber verilmektedir. O nedenle bir öğrencinin en
önemli görevi derslerine çalışmak, ailesine, vatanına ve milletine
yararlı bir insan olmaktır.
Verdiğim Sözde Dururum:
Yapılan anlaşmaya bağlı kalmaya ve verilen sözü yerine getirmeye sözünde
durmak dendiği bunun dini terim olarak ise; “ ahde vefa” olarak
adlandırılır.
“ Ey İnananlar! Verdiğiniz sözleri ( ahidleri ) yerine getirin...” (Maide,1)
“..Kim Sözünü Yerine Getirir Ve Günahtan Korunursa, Şüphesiz Allah Da Korunanları Sever” ( Al-İ İmran, 76)
Verilen sözleri yerine getirmenin bireysel ve toplumsal pek çok yararları vardır.
Toplumda verdiği sözü yerine getirmeyen insanlardan uzak durulur. Onlarla hiçbir ortak iş yapılmaz.
Peygamber efendimizin bu konuyla ilgili sözünün hatırlatılması.
“Münafığın alameti 3 tür;
1. Söz verir,sözünde durmaz
2. Konuştuğunda yalan söyler
3.Emanete ihanet eder. “
Emanete İhanet Etmem:
 Emanet; Korunmak için birine bırakılan herhangi bir şey anlamına
gelir. Birinin korumamız için verdiği para, eşya emanettir. Aynı zamanda
manevi emanetler de vardır, sağlığımız, aklımız, sorumlu olduğumuz
kimseler de bize emanettir.
 Dinimiz emaneti gözetmemizi öğütlemiştir:“İnananlar, emanetlerini ve verdikleri sözleri yerine getirirler.” Mü’minun,8.
 Allah’ın öğütleri ve sakınmamızı istedikleri de emanettir. (Bkz. Enfal,27)
 Peygamber efendimizin bu konuyla ilgili sözünün hatırlatılması. “münafığın alameti 3tür;…”
 Okulun eşyalarının da bizlere birer emanet olduğu onları hor
kullanmak,sıraları çizmek, yazı yazmak ve kırmanın da emanete hıyanet
olduğu belirtilecek.
 Konularla ilgili hayattan örnekler verilecek öğrencilerin konularla ilgili örnekleri üzende konuşulup tartışılacak.

Kutsal Kitabımız Kur’an_ı Kerim, güzel ahlaklı olmayı öğütler.





Kötülüğe Yaklaşmam:
Kötülük nedir?
 Kötülük, Dinin ve aklın hoş görmediği şeydir. Yalan, hırsızlık, adam öldürmek vb.
 Dinin ve aklın hoş görmediği yani kötü olan huy ve davranış örneklerinin sorularak listelenmesi.
 Kur’anı kerim’de: “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle
yapın.insanlara mallarını ve haklarını eksik vermeyin. Yeryüzünde
bozguncular olarak dolaşmayın.” (Hud,85) buyurulur.,
 Kötülük, insanın yapısına aykırı olan, istenilen beğenilen nitelikte olmayan söz ve davranışlardır.
• İnsan, hem iyilik hem de kötülüğe eğilimli bir varlık olarak
yaratılmıştır. İnsana Allah akıl, irade vermiş, hür iradesiyle yaptığı
davranışlardan sorumlu tutmuştur.
• Her insanın mutlu bir şekilde yaşaması için, kötülüklerden uzaklaşarak, iyiliklere yönelmesi gerekir.
• Çünkü kötülük hem insanın yaratılışına aykırı, hem zararlıdır.Onu mutsuz kılar.
• Kötülük, insanlar arasında sevgi ve güveni ortadan kaldırır. Bu da insanın ve toplumun huzursuz olmasına sebep olur.
• Kötülüğe yaklaşmamam:
 Beni iyiliğe yöneltir. Çünkü iyilik beni mutlu kılar.
 Aklımı ve diğer yeteneklerimi doğru ve yerinde kullanmamı sağlar.
 İnsanlara yararlı söz ve davranışlarda bulunarak, paylaşmanın, yardımlaşmanın, birlik beraberlik içinde yaşamamı sağlar.
 Çevremde sevilen, sayılan, güvenilen bir kimse olmamı sağladığı gibi , Allah’ın da sevgisini kazanırım.
Hiçbir Konuda Doğruluktan Ayrılmam:
Doğruluk ne demektir? sorusunun sorulması.
 Doğruluk insanın düşünce, söz ve davranışlarında bir olması demektir.
 Ayet , hadis ve örnek olaylarla konunun açılması.
 Allah şöyle buyurur:” senden istenildiği gibi dosdoğru ol!”(Hud,112)
 Dosdoğru olmak ne demektir? Dosdoğru olmak için neler yapmak gerektiği tartışılacak.
 Doğru olabilmek için doğru insanlarla beraber olmak gerektiğinin vurgulanması. (Tevbe, 119)
 Peygamberimiz şöyle buyuruyor:” Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik
cennete götürür. Kişi doğruyu söyleye söyleye Allah katında
sıdıklar(doğrular) derecesine çıkar.” (Buhari,edeb,69)
 Doğruluk, insanın sözlerinde, davranışlarında ve düşüncelerinde dürüst
olmasıdır. Diğer bir ifadeyle sözüne güvenilen, sözü özüne,
davranışları da sözüne uyan kimsedir.
 Düşüncede doğru olan, her konuda iyi niyet sahibi, iyiyi, güzeli,
doğruyu arzu eden, insanlar hakkında kötülük düşünmeyen kimsedir.
 Sözünde doğru olan, kendi çıkarları bile olsa doğruluktan ayrılmayan, yalan söylemeyen kimsedir.
 İş ve davranışlarında doğru olan, sözü özüne davranışları sözüne uyan, kimseyi aldatmayan kimsedir.
 İslâm doğruluğu önem vermiş, doğruluk ve adalet üzerine kurulmuş bur Ahlâk toplumu oluşturmayı hedeflemiştir.
Doğruluğun birey ve toplum açısından birçok yararları olduğunu söyleme.
Kimsenin Arkasından Konuşmam:
Gıybet; Bir kimsenin arkasından , yüzüne karşı söyleyemeyeceğimiz ve onun hoşlanmayacağı şeyleri söylemektir.
 Peygamberimizin gıybet hakkındaki sözünün söylenmesi
“Peygamberimiz, ‘Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz?’ dedi.
Yanındakiler, ‘Allah ve onun elçisi daha iyi bilir,’ dediler. ‘Gıybet
birinizin kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır.’ dedi peygamberimiz.
Orada bulunan bir adam, ‘Söylediğim şey ya onda varsa?’ dedi. Bunun
üzerine peygamberimiz ‘Eğer söylediğin şey onda varsa gıybetini yapmış
olursun. Eğer söylediğin şey onda yoksa bu iftira olur.’ dedi.” (Müslim,
Birr, 70)
 Yukarıdaki hadise göre gıybeti iftiradan ayıran farkın ne olduğunun sorulması.
Biri hakkında arkasından hoşlanmayacağı sözleri konuşmak insanların arasının açılmasına neden olur, düzen ve huzuru bozar.
Konularla ilgili hayattan örnekler verilecek öğrencilerin konularla ilgili örnekleri üzende konuşulup tartışılacak.
Kıskançlıktan, Yalan ve İftiradan Kaçınırım:
 Kıskançlık, başkalarının sahip oldukları bazı özellikleri (mal, makam
vb.) çekememek, o kimselerin bu nimetlerden yoksun olmalarını
istemektir. Kıskançlık; haset, çekememezlik olarak da adlandırılır.
 Peygamberimiz kıskançlığın sevaplarımızı azaltacağını ve
iyiliklerimizi yok edeceğini haber vermektedir: “Kıskançlıktan sakının;
ateş odunu nasıl yerse, kıskançlık da iyilikleri öyle yer.” (İbni
Mace, Zühd, 22)
Kıskançlık insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebep olur.
Yukarıdaki hadise göre, Kıskançlık niçin ateşe benzetilmiştir?
Kıskançlık insanlara hangi zararları vermektedir? Tartışınız.
Yalan söylemek, gerçeği saklayıp bunun aksini söylemektir.
 Yalan, insanın onurunu zedeleyen, onu küçülten bir davranıştır.
Dinimiz yalandan kesinlikle uzak durmamızı öğütler. Bundan dolayı
Kur’anıkerim’de, “Yalan sözden kaçının.” (22/Hac suresi, 30), “Kuşkusuz
Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (16/Nahl suresi,
116) buyrulmaktadır
İnsanlar niçin yalan söylerler?
Yalan söylemekten niçin kaçınmak gerekir?
Peygamberimiz de yalanın sonunun felâket olduğunu ve yalandan uzak durulması gerektiğini öğütlemektedir:
“...Yalandan sakının! Çünkü yalan günaha, günah da cehenneme götürür.” (Buharî, Edeb, 69)
 İftira, kasıtlı olarak bir kimseye işlemediği bir suçu yakıştırmaktır.
İftira, suçsuz insanları suçlamaktır ve insan hakkına saygısızlıktır.
İnsan hakkını çiğnemek büyük günahlardandır. İftira ve gıybet eden
kişinin Allah’tan bağışlanma dilemesi yetmez. İftira ettiği kişiden özür
dileyip helâlleşmesi gerekir.
İftira ile ilgili bir örnek olay incelemesi yapılacak.
İftira niçin insan hakkına saygısızlıktır? Tartışınız.
 Dinimiz iftira etmeyi yasaklamıştır: “Siz bu iftirayı, dilden dile
birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi
konuşuyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah
katında çok büyük bir suçtur.” (24/Nur suresi, 15)
Gıybet ile iftiranın farkını hatırlayınız.
Dinimize göre iftira niçin çok büyük bir suçtur?
Başkalarını Hor Görmem:
 Başkalarını hor görmek; onları küçümsemek, onlara yukarıdan
bakmaktır. Başkalarını hor görenler, kendilerinden başkasını
düşünmezler. Yaptıklarıyla çokça övünürler. Kendini beğenmek ve kibir de
denilir.
Başkalarını hor görenler inanlar tarafından sevilmedikleri gibi Allah tarafından da sevilmezler.
Kibirin zıttı “alçak gönüllülük” ise güzel bir huydur ve herkes tarafından sevilir.
 Dinimiz başkalarını küçük görmekten sakınmamızı ister. Allah cc.şöyle buyurur:
İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphe
yok ki Allahkendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.”(Lokman,18.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK Icon_cool
Allah Öfkemizi Yenmemizi İster:
 Öfke, inatlık, azimsizlik ve sabırsızlık, cehalet, görgüsüzlük, israf
insanın kendini geliştirmesinin önündeki bazı engeller olduğu ifade
edilerek bunlardan kaçınmak gerektiği vurgulanacaktır.
Kendini geliştiren insanın (olgun insan) başlıca özellikleri şunlardır:
1.Öfkesini yener, affedici ve hoşgörülüdür. 2. hata yapınca tövbe eder,
özür diler. 3. Azimli ve sabırlıdır. 4.
Araştırıcıdır, doğru bilgiye dayanır. 5. Görgü kurallarına uyar.
6. İsraftan ve savurganlıktan kaçınır.
Öfkenin zararını anlatan bir örnek olay anlatılarak konuya dikkatlerin çekilmesi.
 Öfkenin , insanda engelleme incitme vb. durumlar karşısında görülen saldırganlık ve kızgınlık tepkisi olduğunun belirtilmesi.
Diğer duygular gibi öfkenin de insanın özellikleri arasında olduğu ancak kontrol altına alınması gerektiğinin ifade edilmesi.
 Öfke, insandaki kızgınlık duygusunun aşırı derecede olmasıdır Öfke
anında insan doğru düşünemez ve normal davranamaz. Öfkesini yenemeyen
insan, pişmanlık duyabileceği davranışlarda bulunabilir.
“Keskin sirke, küpüne zarar verir.” sözünü açıklayınız?
 Dinimizin öfkelenmekten sakınmamızı istediğinin vurgulanması.
Allah şöyle buyurur: “Allah’a saygılı olanlar bollukta ve darlıkta da
Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler...”
(Âl-i İmrân, 134) Hz. Peygamber, öfkesini yenen kişileri pehlivan
olarak nitelendirmiştir: “Asıl pehlivan öfkelendiğinde öfkesini yenen
kimsedir.” (Buharî, Edeb, 76)
 Hz. Peygamber bir duygu yoğunluğu olan öfke konusunda bizleri uyarmış
ve başkalarıyla ilişkilerimizde yumuşak huylu ve sabırlı olmamızı
istemiştir. (Ebu Davut, Edeb, 4, Nu.: 4784) Ayrıca Peygamberimiz öfke
anında duygularımızı başka işlere yönelterek öfkemizi azaltabileceğimizi
belirtmiştir. “Biriniz ayakta iken öfkelenirse hemen otursun. Öfkesi
geçerse ne alâ, geçmezse uzansın...” (Ebu Davut, Edeb, 4, Nu.: 4782)
 Atalarımız “Öfkeyle kalkan zararla oturur” diyerek öfkenin kişiye olan zararına dikkat çekmişlerdir.
 Davranışlarımızda asıl olan yumuşak huylu ve sabırlı olmaktır. İnsana
saygı göstererek ve kendimizi başkalarının yerine koyarak düşünüp ona
göre davranmak öfkeyi yatıştırıcı rol oynar. Bununla beraber öfkeli
anımızda Allah’a sığınmak ve öfkemizin geçmesi için dua etmek güzel
davranışlardandır.
Allah, Hatasından Dönmek İsteyenlere Doğruyu Gösterir:
Hatasız kul olmaz sözü tahtaya yazılarak önemli olanın hatadan dönmek olduğunun vurgulanması.
 Bilgisizlik, acele karar vermek, kolaycılık, insanların olayları
yeterince düşünmemeleri onları hatalara sürükleyen nedenlerden
bazılarıdır. Önemli olan hata yapmamaya çalışmak; hata fark edildiğinde
ise pişman olup geri dönmektir.
 Allah Kur’anıkerim’in birçok ayetinde yaptığımız hatalardan pişman
olup dönmemizi istemekte, hatadan dönen insanlara doğruyu göstereceğini
bildirmektedir.
“Ey Muhammed! Ayetlerimize inananlar sana geldiklerinde, ‘Size selâm
olsun. Rabbiniz merhametli olmayı üstlenmiştir. Sizden kim bilmeyerek
bir kötülük yapar da ardından hemen tövbe eder (hatasından döner) ve
kendini düzeltirse (bilsin ki) Allah, çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.’
de.” (6/ En’âm suresi, 54)
“Kim bir kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah’tan
bağışlanma dilerse Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur.” (4/
Nisâ suresi, 110)
“Fakat tevbe eden, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince, onun
kurtuluşa erenler arasında olması umulur.” (28/ Kasas suresi, 67)
Atalarımız, “Zararın neresinden dönersen kârdır.” diyerek bizi uyarmışlardır.
İnsanın hatasından dönmesi kolay bir iş değildir. Çünkü bazen
duygularımız hatadan dönüp doğruyu bulmamıza engel olabilir. Aklımızı
kullanarak yaptığımız hatayı fark edince ondan vazgeçmeliyiz. Kusur
işlediğimiz kişiden de özür dilemeliyiz.
“Yapılan hatadan dönmek erdemdir.” sözünü açıklayınız.
Zorluklarla Baş Etmesini Bilirim:
Dağın zirvesine ulaşmış bir dağcının resmi öğrencilere gösterilerek bu
dağcının çıkarken hangi zorluklarla karşılaşmış olabileceği ve şu anda
neler hissediyor olabileceği sorularak konuya giriş yapılır.
 Ulaşılmak istenen hedeflere doğru yol alırken bir çok zorluklarla
karşılaşabileceğimiz fakat bunlar karşısında yılmadan azimle
,kararlılıkla yürümek gerektiği vurgulanacak. “sabır acıdır, fakat
meyvesi tatlıdır” atasözü hatırlatılacak.
 Güçlükler karşısında Allah’tan yardım istemek gerektiği ifade edilecek.
“Allah’ım gücümüzün dışında bize bir şey yükleme…” (Bakara,286)
Konu öğrencilerinde katılımı sağlanarak genişletilecek
Davranışlarda Doğru Bilgiye Dayanırım:
Bir hikaye ile doğru bilginin önemi kavratılmaya çalışılır.
 Düşünmeden ve araştırmadan hareket etmenin yanlışlığı vurgulanarak zararları belirtilir.
“ey iman edenler, size… bir adam haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra
yaptıklarınıza pişman olursunuz.” (Hucurat,6)
Görgü Kurallarına Uyarım:
Görgü kuralları, insanlar arası ilişkilerde benimsenmesi ve uyulması
gereken kurallardır.ona uyanlar taktir edilir, uymayanlar ise kınanır ve
hoş karşılanmazlar.
 Yemek yerken, büyüklerle ve telefonla konuşurken, toplum içerisinde ve
sınıfta hangi görgü kurallarına uymalıyız? Sorusu üzerinde konuşulması.
 İnsanlar toplum içerisinde ölçülü olmalıdırlar. Görgü kuralları bu
ölçüyü kazandırır,bu kurallara uymak toplumun huzur ve düzeni için
gereklidir.
 Çeşitli zaman ve durumlarda uyulması gereken görgü kurallarının neler
olduğunun öğrencilere sorularak yanlışlıkların düzeltilmesi.
Savurganlıktan Kaçınırım:
Savurganlıktan kaçınırım. Konuyla ilgili ayet ve hadislerin tahtaya yazılması.
“Yiyin,için ama israf etmeyin. Şüphesiz Allah, israf edenleri sevmez.” (Araf,31)
“beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz: ölümden önce
yaşamın, hastalıktan önce sağlığın, işler çoğalmadan önce boş zamanın,
ihtiyarlıktan önce gençliğin, yoksulluk gelmeden zenginliğin”
(feyzülkadir,2/16)
 Savurganlık: kişinin ihtiyaçları dışında, gereksiz ve aşırı harcamada bulunması, elindekini düşüncesizce harcamasıdır.
 Savurganlığın zıttı tutumluluktur. Allah cc. Bu konuda şöyle buyurur:
“eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır,
kaybettiklerinin özlemini çeker durursun” (İsra,29)

************************

DİNLERİ TANIYALIM
1- Din Evrensel Bir Gerçekliktir:
Din: Akıl sahibi insanları, kendi irade ve arzularıyla dünya ve ahirette mutluluğa yönelten ilâhî kurallar bütünüdür.
İnsan topluluklarının bulunduğu bütün zamanlarda ve yerlerde din var
olmuştur. Herhangi bir dine mensup olmayan bir toplum bulmak mümkün
değildir.
Genelde dinlerin üç ortak yönü vardır: 1. İnançla ilgili konular 2. İbadet ve ayinler 3. Ahlâkla ilgili öğütler
Peygamberimiz din duygusunun insanın doğasında bulunduğunu şöyle ifade
etmiştir: "Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar..." (Müslim, Kader, 25)
Allah da bu konuda şöyle demektedir: "O hâlde sen yüzünü ve özünü içten
Allah'ın birliğine inanmış olarak dine yönelt. Yani Allah'ın insanları
yaratmasında esas aldığı fıtrata uygun hareket et..." (30/Rum sure¬si,
30) (*Fıtrat: Yaratılış, tabiat, mizaç, huy anlamlarına gelmektedir.)
İnsan, dinin etkisiyle yaşamını anlamlandırmakta ve şekillendirmektedir.
İnsandaki din duygusunun yansımalarını bazen bir mabette bazen bir
musiki ya da bir edebî yapıtta görebiliriz.
2. Niçin Birden Çok Din Vardır?
Yeryüzünde, farklı ırk ve dillere mensup pek çok ulus ve topluluk
yaşamakta¬dır. Bu toplulukların yaşam biçimleri, zevkleri, yeme ve içme
alışkanlıkları, giyimleri, çevrele¬riyle ilişkileri de farklı özellikler
taşır. Böylesine farklı kültürel özellikler taşıyan toplu¬lukların yüce
bir varlığı algılayışlarının ve ona inanıp yönelişlerinin de farklı
olması kaçınılmaz bir durumdur. Hinduizm gibi…
Yüce Allah, tarih boyunca Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar pek çok
peygamber göndermiştir. Bu peygamberler, insanları evrenin yaratıcısı
olan Allah'ın varlı¬ğına, birliğine inanmaya çağırmışlardır. Allah'ın
güçlü bir yaratıcı olduğunu belirtmiş¬lerdir. İnsanların, yaptıkları
davranışlardan sorumlu olduklarını bildirmişlerdir. Herkesin inanıp
yararlı işler yapmakla yükümlü olduğunu haber vermişlerdir.
Peygamberlerin ortaya koyduğu ve hemen hemen her dinde var olan bu genel
ilkeler, zaman içerisinde insanlar tarafından farklı şekillerde
yorumlanmıştır. Her topluluk, bunları kendi kültürel özelliklerine uygun
hâle getirmiştir. Böylece farklı dinler ortaya çıkmıştır.
Hıristiyanlık, Musevilik (asıllarını kaybedenler) ve İslâm (aslını
korur) gibi…
Yeryüzünde birden çok din olması kaçınılmaz bir durumdur. Hatta aynı
dine mensup olan insanlar arasında bile farklı düşünce, inanış ve
mezhepler yani yorum fark¬lılığına dayalı oluşumlar görülebilmektedir.
Bu, insan doğasından kaynaklanan bir du¬rumdur. Çünkü her insanın
zevkleri, düşünceleri, bir olgu ya da olaya ilişkin değerlen¬dirmeleri
ve yorumları kendine özgüdür.
Tarih boyunca, çeşitli toplumlarda zaman zaman kötülük ve haksızlıklar
yay¬gınlaşmış, ahlâkî ilkeler unutulmuştur. Böylesi olumsuzlukların
yaşandığı bazı toplum¬larda, toplum önderi olarak da niteleyebileceğimiz
bilge kişiler ortaya çıkmıştır. Siddharta Gotama (Buda), Konfüçyüs
bunlardandır. Bu kişiler, insanları haksızlıklardan kaçınmaya, ahlâkî
ilkelere uymaya, insan onuruna yaraşır erdemli bir yaşam sürmeye
çağırmışlardır. Onların bu çağrıları, zaman içerisinde sistemleştirilmiş
ve bir din hâlini almıştır. Dünya üzerinde birden çok din olmasının
nedenlerinden biri de budur.
3-GÜNÜMÜZDE YAŞAYAN BÜYÜK DİNLERİ TANIYALIM:
İlk insandan bu yana insanlığın gelişimi ile birlikte bir çok din ortaya
çıkmıştır. Bunlardan bir kısmı varlığını koruyamamış, bir kısmı da
zamanımıza kadar devam etmemiştir. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâmiyet,
Hinduizm ve Budizm günümüzde yaşayan büyük dinlerdendir.
3.1. YAHUDİLİK:
Yahudilik vahye dayalı en eski dinlerden biridir. Yahudi sözcüğü Ya¬hudi
ırkına ve dinine mensup olma an¬lamına gelmektedir. Yahudiler için
İsrâiloğulları ve İbraniler de denilmektedir. Bunlar, Hz. Musa'ya
bağlılıklarından dolayı Musevî olarak da adlandırılırlar.
Yahudiler, tarih sahnesine Mısır ve Filistin'de çıkmışlardır. Hz.
İbrahim ve Hz. Musa Yahudilerin en önemli peygamberleridir. Yahudiler,
Hz. Süleyman ve Hz. Davut dönemini en görkemli dönemleri olarak anarlar.
Yahudiler dinlerini başka insanlara kabul ettirmeye çalışmazlar.
YAHUDİLİĞİN TEMEL ÖZELLİKLERİ:
Sembolü: Menora denilen yedi kollu şamdan ve altıgen yıldızdır.

Yedi kollu Şamdan (Menora) Magen Dawid (Davut Mührü), Altıgen Yıldız
Tanrı anlayışı: Yahudi inancına göre Tanrı Yahve tek ve her şeyin
yaratıcısıdır. Yahu¬diler Tanrı Yahve'nin kendilerini her türlü
zorluklara karşı koruyup yardım ettiğine inanırlar. Onun adı gereksiz
yere ağza alınmaz. O her türlü benzetmeden uzaktır. Onunla ilgili
herhangi bir suret (resim) yapılmaz.
Kutsal kitapları: 24 kitaptan oluşan Tanah-Torah (Ahdiatik)tır. Tevrat
Tanah'ın ilk kitabıdır. Talmut ise kutsal kitapların yorumudur;
Tanah'tan ayrıdır. Kutsal kitaplarının dili İbrânice’dir.
Peygamber inancı: Peygamberlere inanılır. Hz. İbrahim ve Hz. Musa en önemli peygamberlerdir.
Mabetleri: Sinagog (havra)'dur. Din adamları: Hahamdır. Kutsal günleri: Şabat/cumartesidir. Bu günde hiçbir iş yapılmaz.
İbadetleri: Günlük ve haftalık olmak üzere ikiye ayrılır. Günlük ibadet
sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç vakitte yerine getirilir. Yemek ve
içmekle ilgili kurallar (koşer) titiz¬likle takip edilir.
Bayramları: Yahudiler tarihte geçirdik¬leri sıkıntılardan
kurtuluşlarının yıl dönümlerin¬de, Yahudi yılbaşlarında (Tişri:
Eylül-Ekim) ve Tevrat'ın hatminden sonra bayram yaparlar. Ahiret inancı:
Ahiret inancı vardır. Ölüler toprağa gömülür.
Mensupları: Günümüzde dünyada 15 milyon civarında Yahudi bulunmaktadır.
Yahu¬dilerin çoğu, İsrail'de bulunmaktadır. Yahudiler, Amerika Birleşik
Devletleri'nde ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın pek çok
ülkesinde yaşamaktadırlar.
ON EMİR:

1. "Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah benim. 2.
Benden başka Tanrın olmayacak, varlıkların resimlerini yapmayacak ve
onlara tapmayacaksın.
3. Allah'ın adını boş yere ağzına almayacaksın. 4. Cumartesi gününü
daima hatırlayıp onu kutsal sayacaksın. Haftanın altı gününde çalışacak,
yedincisinde dinleneceksin. Cumartesi günü, Tanrı'ya ayrılmış genel
dinlenme günüdür. O gün ne sen ne oğlun ne kızın ne uşağın ne de
hayvanların kı¬sacası hiçbiriniz çalışmayacaksınız.
5. Anne ve babana hürmet edeceksin. 6. Öldürmeyeceksin. 7. Zina
yapmayacaksın. 8.Çalmayacaksın. 9. Komşuna karşı yalan yere şahitlik
yapmayacaksın.
10. Komşunun evine, barkına, karısına, hizmetçisine, öküzüne, eşeğine
kısacası sana ait olmayan bir şeye göz dikmeyeceksin." (Tevrat-Çıkış
XX:1-17: Tesniye, 5:6-21)
3-2. HRİSTİYANLIK:
Hıristiyanlık vahye dayalı dinlerdendir. Hz. İsa'nın getirdiği dine Hıristiyanlık denilmektedir.
Hıristiyan sözcüğü, “Hristos” sözcüğünden türemiştir. Hristos, Allah’tan
gelen kurtarıcı demektir. Bu dinin taraftarları, Hz. İsâ’ya Hristos
adını vermişlerdir. Daha sonraları Hıristos’a bağlı anlamına gelen
“Hıristiyan” sözcüğü kullanılmıştır.
Hıristiyan sözcüğü İsâ’ya mensup olan anlamına gelmektedir. İslâm
inancına göre Hz. İsa insanları iyilik ve güzelliklere yönlendirmek için
Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Günümüzde
Hıristiyanların çoğunluğu İsa'yı Allah'ın oğlu ve Tanrı olarak kabul
ederler.
Başlangıçta Hıristiyanlık zor koşullar altında varlığını sürdürmüştür.
Ancak Hıristiyanlık Bizans İmparatorluğu’nun devlet dini oluşundan sonra
(M. S. 313) daha kolay yayılmıştır.
Hıristiyanlığın en önemli ayinleri vaftiz ve evharistiya ayinleridir.
Vaftiz: Hıristiyanlığa girebilmek için kilisede din adamı tarafından
çocuğu suya daldırarak ya da üzerine su serpilerek yapılan tören. Bu
işlem Hıristiyanlarca kabul edilen aslî günahtan temizlenmek için
yapılır.
Evharistiya: Hıristiyanların Hz. İsâ ile simgesel bütünleşmesine yarayan ekmek-şarap ayini.
Hıristiyanlıkta başlıca mezhepler şunlardır: * Katolik mezhebi * Ortodoks mezhebi * Protestanlık mezhebi
HRİSTİYANLIĞIN TEMEL ÖZELLİKLERİ:
Sembolü: Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş olduğunun simgesel resmi olan Haç.
Tanrı anlayışı: Baba-Oğul-Kutsal Ruh'tan oluşan üçlü birlik, yani teslis (Threnty) inancı şeklindedir.
Kutsal kitapları: Eski Ahit (Ahd-i Atik) ve Yeni Ahit'ten (Ahd-i cedit)
oluşan Kitâb-ı Mukaddes'tir. Hristiyanlar için bu kitapların içinde
İncilerin yeri çok daha önemlidir. İncil, müjde ve iyi haber anlamına
gelir. Şuan Hristiyanların elinde 4 İncil vardır. Bunlar: Matta,
Markos, Luka ve Yuhanna’dır.
Peygamber inancı: Peygamber inancı vardır. Ancak Hristiyanlar Hz. İsa'yı
bir peygamber olarak değil, Tanrı'nın oğlu ve dolayısıyla Tanrı olarak
kabul ederler.
İbadet yerleri: Kilisedir. Din adamları: Papaz, piskopos, rahip,
rahibe vb. Kutsal günleri: Pazardır. İbadetleri: Günlük ibadetler,
pazar ayinleri ve diğer önemli günlerdeki ibadetler.
Bayramları: Yılbaşı olarak da bilinen Kristmas (Hz. İsa'nın doğumu) ve Paskalyadır.
Dine giriş: Hristiyanlık herkese açık bir dindir. Dine giriş, çoğunlukla kişinin kilisede vaftiz edilmesiyle gerçekleşir.
Ahiret inancı: Öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme inanılır. Ölüler toprağa gömülür.
Mensupları: Dünyada en yaygın din Hristiyanlıktır. Hristiyanların çoğu
Avrupa, Ame¬rika, Asya ve Okyanusya kıta’larında yaşamaktadır.

İSLÂM:
İslâm sözcüğü teslim olmak, bo¬yun eğmek ve kurtuluş yoluna girmek;
esenliği, huzuru, güveni sağlamak anlam¬larına gelir. Müslüman, İslâm’ı
kabul et¬miş kişi demektir. İslâm dini, Hz. Âdem'den beri gelen vahye
dayalı ilâhî dinlerin bir devamı ve son halkasıdır.
Allah'ın varlığım, birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul eden herkes İslâm dinine girmiş olur.
İslâm’ın yorumunu farklı yapan mezhepleri vardır. Bunların bir kısmı inanç, bir kısmı ise ibadetlerle ilgilidir.
İSLÂM’IN TEMEL ÖZELLİKLERİ:
İlah anlayışı: Allah, tektir. O hiçbir şeye muhtaç değil, her şey ona
muhtaçtır. Her¬kesin yardım dileyeceği varlık odur. Allah do¬ğurmamış ve
doğurulmamıştır. Hiçbir şey onun dengi değildir. Evrenin yaratıcısı ve
sahibi odur. Yaşamı da ölümü de yaratan odur. O tektir, hiç¬bir şeye
benzemez.
Kutsal kitabı: Kur'an-ı Kerim'dir. Dili Arapça’dır.
Peygamber inancı: İslâm’da peygamberlere inanmak mümin olmanın bir gereğidir. Hz. Muhammed en son peygamberdir.
İbadet yeri: Mescid ve câmiidir. Ancak İslâm’da Cuma ve bayram namazları hariç, insanlar namazlarını her yerde kılabilirler.
Din adamı: İslâm’da din adamı sınıfı yoktur. Ancak, din hizmetlerini
yürüten görevliler vardır. Camilerde cemaate namaz kıldıranlara ise İmam
denir.
Kutsal ziyaret yeri: Kâbe’nin bulunduğu Mekke, Peygamberin hatıralarıyla dolu Medine kentlerine önem verilir.
İbadetleri: Namaz, oruç, zekât, hac ve benzeri günlük, haftalık, yıllık
ibadetler de var¬dır. Örneğin vakit namazları günlük, cuma namazı
haftalık, bayram namazı yıllık ibadetlerden¬dir.
Bayramları: Ramazan ve Kurban Bayramları olmak üzere iki bayramı vardır.
Ahir et inancı: Öldükten sonra dirilmeye ve ahirete inanma vardır. Ölüler toprağa gö¬mülür.
Dine giriş: İslâm dini bütün insanlara açıktır. Müslüman olmanın bir ön koşulu yoktur.
Mensupları: İslâm dini en yaygın dinlerden biridir. Müslümanlar
sırasıyla, en çok As¬ya'da, Afrika'da, Avrupa'da ve Amerika'da
bulunmaktadır.

1. HİNDUİZM
Hinduizm, Hindistan'da yaşa¬yan insanların din ve inançlarına
verilen addır. Hindu sözcüğü o bölgede bulunan İndus nehrinden
gelmektedir. Hindular kendi dinleri için Sanatana Dharma (Ezelî-Ebedî
Kanun) ifadesini kullanırlar.
* Hinduizmin en belirgin yönü, toplumu kastlara bölmesi ve insanları sınıflara ayırmasıdır:
1. Brahmanlar (rahipler, din adamları) 2. Kşatriya (hükümdar sülâlesi
ve savaşçılar) 3. Vaisya (tüccar, esnaf, çiftçi) 4. Sudra (işçiler)
* Ayrıca kast sistemine dahil edilmeyen, kast dışı kabul edilen paryalar (dokunulmazlar) vardır.
* Kastlar arasındaki ilişkiler sınırlıdır. Ancak aynı kasttan insanlar
birbirleriyle evlenebilir veya birlikte yemek yiyebilirler. Kastlar
arasında geçiş söz konusu değildir. Kast seçilmez, aile¬nin kastı
çocuğun da kastıdır.
* Hinduizmde alçakgönüllülük, hoşgörü, cömertlik, dürüstlük, adaletli
olma yapılması istenilen davranışlardır. Canlılara kıyma, yalan söyleme,
hırsızlık yapma gibi kötü davranışlar ise yasaklanmıştır.
HİNDUİZMİN GENEL ÖZELLİKLERİ:
Sembolü: Om diye telâffuz edilen en kutsal sözcüktür.
Tanrı anlayışı: Hinduizmde Şiva, Vişnu ve Brahma en önemli tanrılar
olarak kabul edilir. Bir Hindu bunlardan Şiva'yı veya Vişnu'yu benimser,
diğerlerini de reddetmez. Çok tanrıcılık gibi gözükmesine karşın, bu
dinde de tek tanrı inancı hissedilir. Tanrı birdir. Bil¬geler onu
çeşitli şekilde adlandırıyorlar." İfadesi bunu özetlemektedir.
Hinduizmde inekler uğurlu ve kutsal sayıldığı için saygı görürler.
Kutsal kitapları: Vedalar, Upanişadlar ve özellikle Bhagavat Gita
(Bagavat Jita) en kutsal sayılan kitaplarındandır. Kitapların dili
Sanskrit’çedir.
Peygamber inancı: Hinduizmde peygamber inancı yoktur. Ancak, Tanrı
Vişnu'nun çe¬şitli devirlerde Rama, Krişna gibi insan biçimine girerek
insanlara yol gösterdiğine inanılır.
Din adamları: Brahman olarak adlandırılır. İbadet yerleri : Mandir. Her köyde bir Hindu mabedi vardır.
İbadet: Bir Hindu sabah erkenden kalkar, yıkanır, tanrısının adını anar,
onun putuna yakarır, hediye sunar ve ilâhi okur. Yönünü doğuya döner,
çevresine su serper. Öğle ve akşam da aynı işlemleri tekrarlar. Evlerde
tanrıların putlarına ayrılmış bir köşe bulunur. Tanrının putu¬na saygı
gösterme, ona zaman zaman yiyecekler sunma, o putu güzel kokularla
tütsüleme, çi¬çeklerle süsleme bir ibadettir. Ayrıca onlara kurbanlar
sunma gibi işler ibadet olarak görülür.
Hinduizmde ruhun başka bir veya birçok bedende yeniden dünyaya gelmesi
diye bili¬nen tenasüh (reenkarnasyon) inancı vardır. Ölen insanların
bedenleri yakılır. Böylece ruh yeni bir bedende yeniden doğma olanağı
bulmuş olur.
Mensuplarının sayısı: Dünyada 800 milyon civarında Hindu bulunduğu sanılmaktadır.
Hindular çoğunlukla Hindistan'da yaşamaktadır.

2. BUDİZM:
Budizm sözcüğü Buda'nın öğretisi veya dini anlamına gelmektedir. Buda
sözcüğü ise "aydınlanmış" anlamında Siddhartha Goatama (Sitarda Gotama)
için kullanılmış bir addır.
Budizm, M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan'da Buda tarafından kurulmuş ve
evrensel nitelik kazanmış yayılmacı bir dindir. Bu din Hindistan'da
doğmasına karşın günümüzde inananları çoğunlukla Hindistan dışında
bulunmaktadır. Budizm, Hint kültürünün hâkim olduğu bir çevrede doğmuş
bir din olmasının etkisini hep üzerinde taşımıştır. Budizm’de de
Hinduizm gibi ruh göçü anlayışı vardır.
Budizm’de de ruhun olgunlaşması için doğum-ölüm çemberinde gidip gelmesi
gerekir. Tenasüh/yeniden doğma Hinduizmdeki gibi devam etmektedir.
Budizm’de insanlar iki gruptur:
1. Rahipler grubu denilen evlenmeyen, sarı elbise giyerek ve başlarını tıraş ettirerek Budizm’e hizmet edenler (Sangha)
2. Budizm’i benimseyen diğer insanlar, yani halk
BUDİZMİN TEMEL ÖZELLİKLERİ:
Sembolü: Sekiz dilimli tekerlek ve Buda heykelidir.
Tanrı anlayışı: Budizmde tanrı¬nın varlığı veya yokluğu ile ilgili bir
ifade kullanılmaz. Ancak bazı Budist mezheplerinde Buda, tanrı konumuna
yükseltilmiş gözükmektedir.
İbadetler: Kutsal metinleri okumak, meditasyon (derin dü¬şünce) ve belli zamanlarda oruç tutma.
Kutsal kitapları: Tripitaka (Üç Sepet) diye anılan üç kitaptır. Kitapların dili Pali dilidir.
Mabetleri: Stupa, pagoda ve vihara (manastır)dır.
Kutsal yerleri: Buda'nın Nepal'de doğduğu Lumbini Koruluğu, Bihar'da
Bodhi Gaya denilen aydınlanma yeri ve ilk vaazını verdiği Benares
yakınlarındaki Sarnath Geyik Parkı'dır.
Ahiret anlayışları: Budizmde de Hinduizmdeki gibi ruhun bir başka
bedende yeniden dünyaya gelmesi anlayışı vardır. Bu dinde ebedî
dinginlik diye tanımlanan Nirvana'ya erişmek en önemli amaçtır. Budizmde
ölüler, reenkarnasyon inancı gereği genelde yakılmaktadır. Ölüle¬ri
yakmayıp toprağa gömmeyi tercih eden mez¬hepler de vardır.
Dine giriş: Budizm, öğretilerini yaymaya çalışan bir dindir. Günümüzde
özellikle batılı ül¬kelerde barışçıl mesajlar taşıyan öğretileriyle
dik¬kat çektiği görülmektedir.
Mensupları: Yeryüzünde yaklaşık olarak 300-400 milyon civarında Budist
yaşamaktadır. Bu din Güney ve Doğu Asya ülkelerinde yaygın¬dır. Bazı
batı ülkelerinde özellikle Zen Budizm’i ilgi görmüş ve yeni taraftarlar
kazanmıştır.
BUDA
Buda Kshatriya (Kşatriya) kastına mensup bir prenstir. O, sarayda rahat
bir hayat yaşa¬maktadır. Ancak mutlu değildir. Ailesi onu mutlu olsun
diye evlendirir ve bir de çocuğu olur.
O, bir gün sarayından çıkıp giderken yolda bir ihtiyar, ertesi gün bir
hasta, üçüncü gün bir cenaze, dördüncü gün de dilenci bir keşiş görür.
Bunlar onun yaşam üzerine derin düşünce¬lere dalmasına neden olur.
Bir gün uşağına elbiselerini verip onun elbiselerini de kendisi alır. O,
önce çileci bir yaşamı benimser; ancak daha sonra çilecilikle bir yere
ulaşı¬lamayacağını anlayıp orta yolu tercih eder. Buda, bir incir
ağacının altında aydınlandığını hisseder ve ondan sonra vaazlar vermeye
başlar.
Buda'nın en önemli amacı arzuları ortadan kaldır¬mak ve dolayısıyla
ulaşılamayan arzuların vereceği ıstırap¬ları dindirmektir. Budizmde
acıları dindirmek ve Nirvana'ya ulaşmak için aşağıdaki esasları
uygulamak gere¬kir: Buna sekiz dilimli yol denir.
* Doğru söz, doğru davranış (iş), doğru geçim (ya¬şam), doğru düşünme,
doğru murakabe (meditasyon), doğru anlayış, doğru düşünce, doğru niyet.
Ayrıca yapılmaması istenilen beş şey şunlardır:
1. Hiçbir canlıya kıymama 2. İçki içmeme 3. Zina etmeme 4. Yalan söylememe 5. Çalmama

4- REENKARNASYON (RUH GÖÇÜ):
Reenkarnasyon Fransızca kökenli bir sözcüktür. Öldükten sonra ruhun
başka bir insan, hayvan veya bitkide yeniden doğarak varlığını
sürdüreceği inancıdır. Bu inancı ifade etmek için tenasüh ve ruh göçü
ifadeleri de kullanılmaktadır.
İnsanların, dünya yaşamının sonunda, bütün yaptıklarının karşılığını
alması ve adaletin ortaya çıkması konusunda iki temel inanış
bulunmaktadır:
1. İnsanın ölümüyle birlikte dünya yaşamının sona erdiği ve bu dünyada
yaptığı iyi ve kötü işlerin karşılığını, kıyamet gününden sonra, öte
dünya denilen ahirette alacağı inancı.
Yahudilik, Hristiyanlık, İslâmiyet ve Zerdüştlük (günümüzdeki Parsîlik)
bu inancı kabul eder. Bu dört dinde tekrar bu dünyaya geri gelme
düşüncesi yani reenkarnasyon inancı söz ko¬nusu değildir. İnsan bu
dünyada bir kere yaşar. İlâhî dinlere göre bu dünya geçicidir. Ahiret
yaşamı ise sonsuzdur. İnsanlar bu dünyada yapmış olduklarının
karşılığını, ceza veya ödül ola¬rak öbür dünyada göreceklerdir.
2. İnsanın ya da başka bir canlının ölümü yani ruhun bedenden
ayrılmasından sonra ey¬lemlerine göre bulunduğu durumdan daha iyi bir
hâle yükselmiş olarak, ya da aşağı bir durum¬da, bir hayvan, bir böcek
hatta bir bitki şeklinde yeni bir bedende dünyaya geleceği inancı.
Eski Mısır'da ve Eski Yunan kültüründe reenkarnasyon inancını
benimseyenler olmuş¬tur. Ancak günümüzde, bu konuyu dinin bir ilkesi
olarak gören dinler Hint dinleridir.
Reenkarnasyon anlayışında, ruh bedenden tamamen bağımsız olarak
varlığını devam ettirir. Bütün canlıların taşıdıkları ruhlar birbirinin
benzeridir. Hinduizme göre ruh Tanrıdan kopmuş, dünya yaşamının
kötülüklerine bulaşarak kirlenmiştir. Tekrar Tanrı ile buluşabilmesi ve
onunla bütünleşebilmesi için arınması ve saflaşması gerekir. Böylece o
ruh Tanrı’ya lâyık bir duruma gelmiş olacaktır.
Hint kültüründeki bu inanç, Hint toplumundaki kast sistemi ile
ilişkilidir. Bu anlayış kast sisteminin yüzyıllarca ayakta kalmasını
sağlamıştır. Geleceği garanti altına almak için in¬sanlar bulundukları
durumlarını değiştirmek istemezler.
İslam’a göre insan bir kere dünyaya gelir, yaşar ve ölür. İnsan öldükten
sonra kıyamet gününe kadar bekler. Kıyametten sonra ahiret yaşamı için
bütün insanlar hep birlikte diriltilirler. İnsan, dünya yaşamında
yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını ahiret yaşamında görecektir.
İslâm reenkarnasyon inancını onaylamaz.
"Nihayet onlardan birine ölüm gelince; 'Rabb'im! Beni geri çevir, belki
yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim.' der. Hayır; bu söylediği
sadece kendi lâfıdır. Tekrar diriltilecekler! güne kadar arkalarında
geri dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır." (23/Mü'minûn suresi,
99-100)
İslâm’da kimse kimsenin günahını yüklenemez. Oysa reenkarnasyon
anlayışına göre kötü bir durumda yaratılmış bir varlık hiç tanımadığı
bir varlığın, ne suç işlediğini bilmediği hâlde, cezasını çekmektedir.
İslâm’da ise insan dünya yaşamı sırasında ne işlemiş ise onun far¬kında
olarak cezasını çekecektir.
Günümüzdeki ileri derecedeki teknik ve bilimsel gelişmelere karşın, ruh
hakkındaki bil¬gimiz oldukça sınırlıdır. Bu konu Kur'an-ı Kerim'de de
belirtilmektedir: "Ya Muhammed! Sana ruhu sorarlar. De ki; ruh Rabb'imin
emrindedir. Ve size, ruh ilminden ancak pek az şey verilmiştir."
(17/İsrâ suresi, 85)
Reenkarnasyon anlayışında bir ruh farklı farklı ve çok sayıda bedene
girerken, İslâm’da ruh ve beden tektir. Yani ruh ve beden bütünlüğü
vardır.
5. NOEL VE YILBAŞI:
Noel; Hristiyanların, Hz. İsa'nın doğum yıl dönümü hatırasına
kutladıkları dinî bir bayramdır. İlk Noel kutlamaları 336 yılında
Roma'da başlamıştır.
Noel, 24 Aralık akşamı kilisede yapılan ayinle ve evlerde yapılan
kutlamalarla başlar. 25 Aralık sabahı kilisede şenlikler yapılır.
Bayramın ikinci günü olan 26 Aralıkta misafirler ağırlanır, ziyafetler
verilir, hastahaneler ve kimsesiz çocuklar ziyaret edilerek
sevindirilir, onlara armağan verilir. Noel'de evlerin ve kiliselerin çam
ağacıyla süslenmesi âdet olmuştur.
Noel baba, kırmızı başlıklı paltosu ve kocaman beyaz sakalı ile temsil
edilen bir kişidir. Onun Noel'de çocuklara çeşitli armağanlar
dağıttığına inanılır.
Noel'in yılbaşı ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Noel dinî bir bayramdır.
Yılbaşını herhangi bir dinle ilişkilendirmek doğru değildir. Milâdî
takvimi kullanan uluslar, 31 Aralık akşamı yeni yılın girişini sevinç ve
neşe içinde kutlamaktadırlar. Yılbaşı kutlamaları ülkemizde de yaygın
olarak yapılmaktadır.
NOEL BABA:
Noel Baba efsanesi Anadolu'da yaşamış Aziz Nikolas ile ilişkilendirilir.
Aziz Nikolas M.S. 300 yıllarına doğru Akdeniz kıyısında Patara olarak
bilinen Demre'de doğmuştur. Onun çocukluk ve gençlik dönemlerinin güzel
olaylarla dolu olduğundan söz edilir. O, Myra'da baş¬piskoposluk
yapmıştır. 6 Aralık 343'te öldüğü ifade edilen Aziz Nikolas'ın anı¬sına
her yıl Hristiyanlar tarafından, 6 Aralıkta dinî törenler düzenlenir.
Aziz Nikolas'ın ünü önce İtalya'da (9. yy.), sonra Almanya'da (10. yy.)
ve diğer Avrupa ül¬kelerinde yayılmıştır. Noel Baba halk arasında
Hristiyanlığın en önemli kültür ögelerinden biri olarak ün kazanmıştır.
Gereksinim sahiplerine ve çocuklara yar¬dımcı olmayı seven Noel Baba'nın
hedi¬yelerini vermek için bacadan indiği ve ar¬mağanları bıraktığı
öyküsü yaygınlaş¬mıştır.
Bugünkü Noel Baba imajı, Ku¬zey Avrupa ülkelerinde, özellikle ilk kez
Almanya'da ortaya çıkmış ve zaman içinde diğer ülkelere yayılmıştır.
6- MİSYONERLİK:
Misyon sözcüğü sözlükte görev, yetki, vekâlet ve bir kimseye bir işi
yapması için verilen özel görev anlamına gelir. Ancak tarihî süreç
içinde bu sözcük daha çok Hristiyanlığı yayma görevi için
kullanılmıştır. Bu görevi yürü¬ten kişiye misyoner; etkinliklerin
tamamına ise misyonerlik denilmektedir.
Misyonerlik etkinlikleri örgütlü olarak öncelikle Hristiyanlıkla
başlamıştır. Hristiyanlık, havarilerin dini yaymayı üstlenmesinden beri
misyonerlik faaliyetlerini sürdürmüştür. Modern anlamda misyonerlik ise
İngiltere'de 1646 yılında Hristiyanlığın yayılması için kurulan bir
ce¬miyetle başladı. 1662 yılında Vatikan'da Propaganda Bakanlığı
kuruldu. Daha sonra diğer Av¬rupa ülkelerinde misyoner yetiştirmek için
okullar açıldı.
Misyonerler özel olarak yetiştirilmiş kişilerdir. Onlar özel program ve
yöntemlerle gö¬revlerini yerine getirirler. Misyonerler yetenekli
gençler arasından seçilerek özel koşullara göre hazırlanmış kişilerdir.
7-BAŞKALARININ İNANÇLARINA SAYGI GÖSTERELİM:
Her insanın kendine özgü bir inancı vardır. İnsanların inanç olarak
benimsedikleri değerler ise kendileri için kutsaldır. İnsanlar dinleri
ve kutsal de¬ğerleri konusunda duyarlıdırlar.
Bizim inançlarımız nasıl kutsal ve değerli ise başkalarının inançları da o ka¬dar değerli ve önemlidir.
Bizler, inançlarımıza saygı gösterilmesini ve inançlarımızın gereği olan
uygulamaları¬mızı rahatça yapmak isteriz. Bu, bizim olduğu kadar
başkalarının da hakkıdır.
İslâmiyet insanların inanç ve yaşayışlarıyla ilgili olarak hoşgörülü
olunmasını istemek¬tedir. Dinimiz hiç kimseye inanç konusunda baskı
yapılmamasını ister. Dinimize göre inanıp inanmama veya herhangi bir
dini seçme bireyin kendisine bırakılmıştır. Yüce Allah bu konuda şunları
bildiriyor:
"Dinde hiçbir zorlama yoktur." (2/Bakara suresi, 256)
"Ey Muhammed, sen öğüt ver; çünkü sen sadece bir uyarıcısın. Sen onlara zor kullanacak değilsin." (88/Gâşiye suresi, 21-22)
"Ey Muhammed! Rabb'in dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi mutlaka
ina¬nırdı. O hâlde sen mi insanları inanmaya zorlayacaksın?" (l0/Yunus
suresi, 99)
"Peygamberin görevi sadece tebliğ etmektir." (5/Mâide suresi, 99)
"De ki: 'Gerçek (bu Kur'an) Rabb'inizdendir.' Dileyen inansın, dileyen inkâr et¬sin..." (l8/Kehf suresi, 29)
"Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (109/Kâfırûn suresi, 6)
Peygamberimiz İslâm’ı kabul ettirmek için insanlara baskı yapmamıştır. Onun daveti iyilik ve güzellikle olmuştur.
Türklerin tarihte kurduğu devletlerde farklı din ve mezheplerden
insanlar bir arada ya¬şamıştır. Bu insanlara dinlerinden dolayı herhangi
bir baskı uygulanmamıştır.
Yurdumuzda Osmanlı Devletinden beri farklı dinlere mensup azınlıklar ile
bir uzlaşma ortamında yaşamaktayız. Diğer din ve inançlara sahip
insanlar, ibadethanelerinde cemaat ön¬derleri ile ibadetlerini yerine
getirmektedirler. Lozan Antlaşması ile varlıkları kabul edilen ve kendi
okullarında eğitim-öğretim gören bu (Rum, Ermeni, Musevî) azınlıklar
dinlerini, örf ve âdetlerine uygun bir şekilde yaşamaktadırlar. Bu
özelliği ile ülkemiz, küreselleşmenin özünü oluşturan uzlaşı ortamında
"dinin çoğulculuğu"nu özümsemiş ve İslâm ülkeleri içerisinde
baş¬kalarının inançlarına saygı gösteren laik portresi ile modern ülke
konumuna gelmiştir.Ülkemiz sahip bulunduğu bu kültürel zenginliği,
dostluk ve uzlaşı anlayışını, din ve vicdan özgürlüğü alanındaki
deneyimlerini diğer dünya ülkeleri ile de paylaşmaktadır.

****************************

“FAKİR BİR ADAM SENİN YANINDA KAPILARIN BİRİNDE OLURSA YÜREĞİNİ KATILAŞTIRMAYACAKSIN VE FAKİR KARDEŞİNE ELİNİ KAPATMAYACAKSIN.”

“SENDEN HER İSTEYENE VER, SENİN EŞYANI ALANDAN GERİ İSTEME.”

“KENDİLERİ MUHTAÇ OLDUKLARI HALDE BAŞKALARINI DAHA ÇOK DÜŞÜNÜRLER.”

“KENDİSİNDEN ÖNCEKİ KİTAPLARI TASDİK EDEN, HER KİTABI SANA İNDİRDİ.
ÖNCEDEN YOL GÖSTERİCİ OLARAK TEVRAT’I VE İNCİL’İNDİRMİŞTİ. O DOĞRUYU
YANLIŞTAN AYIRAN KİTABI İNDİRDİ.” (AL-İ İMRAN,3-4)

“HÜKÜMDE HAKSIZLIK ETMEYECEKSİN.” (TEVRAT/LEVİLİLER 19/15)

“ADİL DAVRAN TAKVAYA YAKIŞAN BUDUR.” (KURAN-I KERİM/MAİDE 13)
“FAKİR BİR ADAM SENİN YANINDA KAPILARIN BİRİNDE OLURSA YÜREĞİNİ KATILAŞTIRMAYACKASIN VE FAKİR KARDEŞİNE ELİNİ KAPATMAYACAKSIN.”
(TEVRAT / TESNİYE 15/7)

“SADAKA VERDİĞİN ZAMAN SOL ELİN SAĞ ELİN NE YAPTIĞINI BİLMESİN DE SADAKAN GİZLİDEN OLSUN.” (İNCİL/MATTA/6-1-15)

“SADAKALARINI AÇIKTAN VERİRSENİZ NE GÜZEL. EĞER ONLARI GİZLEYEREK
FAKİRLERE VERİRSENİZ BU SİZİN İÇİN DAHA İYİDİR VE SİZİN GÜNAHLARINIZI
KAPATIR.”
(KURAN-I KERİM/BAKARA/271)
“ÇALMAYACAKSIN”
(TEVRAT/ÇIKIŞ/20/15)

“NE MUTLU MERHAMETLİ OLANLARA, ÇÜNKÜ ONLARA MERHAMET EDİLECEK.”
(MATTA İNCİLİ 5/7)

“KÖTÜ DÜŞÜNCELER, CİNAYETLER, ZİNA, HIRSIZLIK, YALAN TANIKLIK, KÜFÜR KALPTEN GELİR. İNSANI KİRLETEN BUNLARDIR.”
(MATTA BAB 15)

“İYİLİK YAPARAK KENDİNİ ALLAH’A VEREN KİMSE ŞÜPHESİZ EN SAĞLAM KULPA SARILMIŞ OLUR.”
(KURAN-I KERİM / LOKMAN,22)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
8.SINIF DERS NOTLARI-SERVET ZEYREK
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» 5. sınıf ders notları-servet zeyrek
» 6. sınıf ders notları-servet zeyrek
» 8. sınıf bazı ders notlaRı..Hz Muhammed sav ahlakı
» 9.SINIF YAZILI SORULARI - SERVET ZEYREK
» 6.sınıf ders notları-genel

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: Din Kültürü Dersi-Eğitim Öğretim :: Din Kültürü Ahlak Bilgisi Dersi :: 8.sınıf-
Buraya geçin: