KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6150
Rep Gücü : 14991
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Empty
MesajKonu: Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar   Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Icon_minitimeSalı Mart 31, 2015 1:26 am

Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar

http://alaaddinbasar.com/category/bir-kader-sohbeti/

Çetin pastaneye vardığında, dokuza on vardı. Beş dakika geçmemişti ki Arif Bey kapıda belirdi. Koltuğunda incecik bir de çanta vardı.

Çetin ayağa kalkıp Arif Beyi karşıladı. El sıkışıp oturdular.
— Nasılsın Çetin?
— Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?
— Hamd olsun.
Arif Bey bir süre sustuktan sonra:
— Yanlış hatırlamıyorsam, dedi, Fen Fakültesi’nde okuyordun.
Çetin:
— Evet, dedi , doğru hatırladınız.
— Derslerin nasıl gidiyor? Geçen yıldan bir takıntın var mı?
— Hayır, takıntım yok. Dersler de fena değil. Lâkin rahat bıraksalar!.. Her gün bir tartışma, bir bağrışma, bir kavga… Sakin bir kafayla eve geldiğim pek nâdir…
Arif Bey:
— Tartışmalarınız hep kader üzerine mi? diye sordu.
— Hayır, dedi Çetin. Kader, bugünkü tartışma konumuzdu. Her gün bir başka mesele atılıyor ortaya. Bilen de konuşuyor, bilmeyen de… Tabiî, bilmeyen daha çok konuşuyor. Böyle giderse, herhalde, kantine gitmeye paydos diyeceğim.
Arif Bey gülümsedi:
— Beni de meraklandırdın. Ne sordular kader hakkında?
— Esas olarak iki soru. Ama bunlar üzerinde konuşulurken girilmedik saha kalmadı. Daldan dala atladılar. Ben henüz bir cümleyi tamamlamadan, ikisi iki yandan sorular yağdırıyor, konuyu dağıtıyorlardı. Onun için ciddi hiçbir şey konuşmadık desem yalan olmaz.
Arif Bey başını salladı:
— Niyetleri başka olabilir mi?
— Belki de…
Kısa bir sessizlik oldu.
Çetin:
— Birisi önce şunu sordu?
 “Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”
Daha bu konu bir çözüme kavuşmadan diğeri yeni bir soru attı ortaya:
“Rusya’nın kuytu bir maden ocağında çalışan bir işçi İslâm’ı nasıl bilebilir!?.. Bu adam iman ve İslâm konusunda nasıl sorumlu tutulabilir!?..”
Her iki konuyu da bir sonuca bağlayamadan ayrıldık. Ama, şimdi kararımı verdim:
Onlarla tek tek konuşacağım. Konuyu saptırmalarına izin vermeyeceğim!..
Biraz durakladıktan sonra, üzüntülü bir şekilde:
— Fakat, dedi, itiraf edeyim: Ben de kader konusunda fazla bir şey bilmiyorum!..
Arif Bey:
— Çok açık yüreklisin Çetin, dedi. Bir konuda cehlini bilen ilmin kapısını çalmaya hazır demektir. Çok güzel… Seni tebrik ederim.
Bir süre sustu:
— Sen şu arkadaşlarını bir yana bırak da, bu soruları ilmî bir atmosferde karşılıklı konuşalım.
— …
— Günümüzde çoğu insan kaderi de yanlış anlıyor, adaleti de. Kader dendi mi klişeleşmiş birkaç soru, adalet denilince de eşitlik anlaşılıyor. Bu çok dar bir düşünce ve kısır bir değerlendirme. Halbuki, her iki konu da birer umman… Ben dilimin döndüğü kadar bir şeyler söyleyeyim. Gerekirse yine buluşur, konuları kaynaklarından okur yahut bir bilenden sorar, öğreniriz.
— …
— Önce bir şeyler içelim.
— Siz bilirsiniz… Ben bir sütlü kahve alayım.
Arif Bey garsonu çağırdı:
— Bize iki sütlü kahve.
Devam etti konuşmasına:
— Bak Çetin! Bu tip soruları soranlar üç gruba ayrılır:
Bir kısmının maksadı doğrudan doğruya zihinleri karıştırmaktır. Bu adamlarla ilk konuşulacak konu, şu âlemin yaratıcısına iman meselesi olacaktır. İlahî takdir, ancak Allah’a inananlarla konuşulur… Mimar Sinan’a inanmayan bir meczupla, Süleymaniyenin bahçesinde, Onun mimarlık sanatını tartışmanın ne anlamı var?!..
İkinci grup ise, kader konusundaki birtakım sorularına samimiyetle cevap ararlar. İşte kader konusu ancak bu insanlarla konuşulabilir.
Üçüncü gruba gelince, bunlar gerçekte dine karşı değildirler. Ancak yaşayış tarzları İslâm’a hiç uymaz. Bir takım günahlara girerler. Sonra, bunların âhirette cezayı gerektirdiğini düşününce rahatsız olurlar. Cezaya isyan, onları kaderi tenkit etmeye götürür. İşledikleri günahlar kalplerini durmadan yaralar. O yaralı kalpleriyle kavga edecek birini ararlar… Onu alt etmekle rahat-layacaklarını sanırlar…
Sonra sordu Çetine:
— Bilmem, senin arkadaşların hangi gruba giriyor?
— Bu son gruba.
Arif Bey devam etti:
— Bu adamların sadece sorularına cevap vermekle meseleyi halletmiş olmazsın Çetin! Çünkü; onlar, sorularına cevap aramaktan çok, günahlarına özür arama peşindedirler. Onlara önce kader ve adaletin ne olduğunu iyice anlatmak gerek!…
Kahvesinden bir yudum aldı:
— Biliyorsun, dedi. Kader, bir îman rüknü. “Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olmaz” hakikatini aklı başında her insan kabul eder. Ama gel gör ki, yine de şu haşmetli kâinatı ve içindeki harika varlıkları Hâlık’sız, Yaratıcısız zannedenler çıkabiliyor. İnsan bu çıkmaza girmeyegörsün, artık nefis, kadere iman hususunda ne engeller çıkarmaz ki?!.. Mesele, bir iman meselesidir. Önce, şu hikmetli eserlerin bir ezelî ilim sahibinin takdiri ile vücut bulduklarına iman edilecektir.
Çetin de kahvesini yudumlamaya başladı.
Arif Bey konuşmasını sürdürdü:
— Nitekim, kader şöyle tarif ediliyor:
“Kader, Hak Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini bilip, ezelde o suretle takdir etmesidir.”
İşte, kader konusunda ezberledikleri birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha, tabaka tabaka var edildiğini düşünemiyorlar!… Kaderin bu haşmetli tecellilerini seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, nutfeleri, genleri de bu açıdan değerlendiremiyorlar. Halbuki, bu küçük yaratıklar sanki cisimleşmiş birer plân, birer program… Allah’ın hârika takdirini ve ince hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar.
Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hadise kaderi gösteriyor!..
Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!..
Bu âlemin yüz küsur elementten meydana gelmiş olması, kaderden haber veriyor!..
Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe ayrı özellikler, farklı kabiliyetler yerleştirilmesi, hep kader ile olmuş!..
Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!…
Cennet ve cehennemin yaratılması, İlâhî ilim ile takdir ediliş!… O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiş!…
Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!…
Ve insan, yaradılışı icabı, kadere inanmakla mükellef!..
Bu son cümle Çetinin dikkatini çekmişti:
— Niçin? diye sordu.
— Çünkü, ölçüden tartıdan anlıyor. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir ediyor. Mutfağını, banyosunu, hep yerli yerine koyduruyor. Yarını hakkında planlar kuruyor, hedefler tespit ediyor, kararlar veriyor.
Garson fincanları almaya gelmişti.
Arif Bey devam etti:
— İşte bu yaratılışı onu sorumlu kılıyor. Düşün bir kere: Şu görünen varlıklar içerisinde bizden başka hangi fert kendi yaratılış safhalarından haberdar?
Bu sözler garsonun da dikkatini çekmişti. Bir şeyler dinlemek için işi yavaş tutmaya başladı. Masayı iki defa sildi, bir de kuruladı. “Çabuk ol biraz!” çağrısıyla irkildi ve istemeyerek terk etti masayı.
— Bu varlıkların hangisi kendi varlığını yakinen bilmekte?.. Ne olduğunu, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini bilen hangisi?!.. Güneş mi, Ay mı, ağaçlar mı, yoksa şu akvaryumdaki balıklar mı?!..
Güneş, gezegenlerini sayamaz. Ay, neyin etrafında döndüğünü bilmez. Ağaç; kök nedir, yaprak nedir anlamaz. Bunun içindir ki, onların hiçbiri kadere inanmakla mükellef tutulmamışlar. Ama biz kadere inanmakla mükellefiz.
Çetin, dirseklerini masaya dayamış, Arif Beyi dikkatle dinliyordu.
Arif Bey arkaya yaslandı. Yan masaları şöyle bir süzdükten sonra:
— Hem, kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır, dedi. Kadere inanan bir insan, dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve neticede Allah’ın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur!..
Kaybettiğine gam yemez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara ‘ah’ etmez. ‘Şöyle olsaydı böyle olmazdı’ yahut, ‘böyle olmasaydı şöyle olurdu’ gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah’a güvenerek geleceğe doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!…
Allah’ın kendisine lûtfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı Ondan bilir, huzur bulur!…
Şimdi soruyorum sana:
— Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar? Çalışmayıp, sebeplere teşebbüs etmeyip tembelce oturmayı mı?
Sorusunu yine kendisi cevaplandırdı:
— Hayır!.. Öyleyse neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?.. Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?!.. Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile, şu âciz insanı nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!?.. Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan kendi yıkıcı emelleri hesabına bir şeyler mi bekliyorlar?
Derin bir nefes aldı:
— Son olarak bir konuya daha değinecek ve daha sonra senin sorunun cevabına geçeceğim, dedi. Kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna iman ediyoruz. Hayrın da şerrin de Allah’tan olduğu bazılarınca yanlış anlaşılıyor.
Çetin söze karıştı:
— Affedersiniz, dedi, bu noktayı biraz açıklar mısınız?
— Şunu demek istiyorum:
Konuşma, görme, işitme… Bunların hepsi birer fiil. Hayır olsun şer olsun, bütün bu fiilleri yaratan Allah’tır. İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise “hayır”, aksi halde “şer” olarak isimlendirilir. Zaten Allah’ın birliğine iman eden bir insan, Onu bu kâinatın tek yaratıcısı, bu mevcudatın yegâne Mâliki olarak bilmiş olmuyor mu?
— …
— Öyleyse, bu âlemde görülen her işi, her fiili , Allah’ın yarattığına iman etmesi gerekmiyor mu?
Çetin:
— Bu inceliği iyi kavradım, dedi. Ve sevincini, “bu gece sadece bunu öğrenmiş olsam bile çok kârlıyım,” şeklinde ifade etti.
Arif Bey konuyu biraz daha açmak istiyordu:
— İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz’i iradesini o işi yapmaya sarf eder. Neticeyi yaratan ise Allah’tır. Hakikat böylece bilinmezse, ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil, hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde… Evet, aksi halde… Cümlenin sonunu nasıl getireceğiz?
Çetin:
— Öyle ya! dedi. Aksi halde iş Allah’a ortak koşmaya varır.
Arif Bey:
— Sanırım, dedi, mesele anlaşıldı. Gerekirse ileride yine konuşabiliriz. İstersen birinci sorunun cevabına geçelim:
— İyi olur.

***

Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?



— Nasıldı soru? “Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?” Böyleydi, değil mi?
Çetin:
— Evet, diye tasdik etti.
— Önce şunu belirteyim: Bu sorunun sahibi hem samimi değil, hem de Türkçe bilmiyor… Bu iki hususu açıkladıktan sonra sorunun cevabına geçeceğim.
Bir süre sustu. Sonra:
— Soru sahibi niçin samimi değil? Önce onu açıklayayım:
Her insan vicdanen bilir ki kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusu. Bir kısmı ihtiyari, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ısdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.
— Birer örnek verir misiniz?
— Hay hay, vereyim! Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden.
İşte Çetin! O birinci grup fiillerde istemek bizden, yaratmak ise Allah’tan. Yâni, biz cüz’i irademizle neyi tercih ediyorsak, neye karar veriyorsak Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hak. Biz o ikinci grup işlerden, hareketlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.
İşte soru sahibi bu iki fiili bir sayma gafleti içinde… Ama, işin asıl önemli yanı, bu iddiasına kendisi de inanmıyor… İşlediği günahlarda kaderin onu zorladığını iddia ederken samimi değil!…
Son cümle Çetinin dikkatini çekmişti:
— Bunu nereden bileceğiz? diye sordu.
Arif Bey bu soruya tek kelime ile cevap verdi:
— Yaşayışından!
Çetini bir süre mânâlı bakışlarla süzdü:
— Bak Çetin! dedi. Sana bir misâl vereyim: Bir adam düşünelim. Kaderin kendisini zorladığına, bağladığına ve iradesini elinden aldığına gerçekten inanmış olsun. Bu adam, sabahleyin uyandığında yatağında öylece kalır. Kalkamaz. Kaderini bekler. “Bakayım,” der kendi kendine, “eğer kaderimde kalkmak varsa yataktan kalkarım. Yoksa ben buna nasıl karar verebilirim?!.. Hangi mahkûm, içerisine tıkıldığı hapishane arabasını dilediği yöne sürebiliyor?!..”
Yataktan kalktığını ve evinden ayrılmak üzere dışarı çıktığını düşünelim. Hangi yöne gideceğini bilemez. Zihninde başka şeyler kurar; düşüncelere dalar. Derken farkına varmadan bir yöne doğru yürür. Rastladığı ilk otobüse biner. Nereye gittiğini sormaz. Diyelim, İstanbul’un Fatih semtinde oturan bu adam, Sultanahmet’teki işyerine gidecekken, kendisini otobüs termina linde bulur. Henüz yola çıkmak üzere olan ilk otobüse atlayıp Bursa yolunu tutar.
Çetinin meraklı bakışları arasında sözünü şöyle noktaladı:
— İşte bu meseleyi ancak böyle bir adamla konuşabiliriz.
Ve Çetine sordu:
— Bugüne kadar böyle birisiyle karşılaştın mı?
Çetin gülümsedi:
— Mizah yönünüz de varmış.
— Hayır! dedi Arif Bey. Bu sadece iddianın gülünçlüğü… Gelelim asıl samimiyetsizlik örneğine: Buna samimiyetsizlik demek de az kalır… Bu, doğrudan doğruya, İlâhî rahmete iftira.
İçine çekti. Bir süre sustu. Sonra:
— Adam yaptığı bütün müspet işlere sahip çıkıyor, “Ben yaptım, ben kazandım” diye göğsünü gere gere anlatıyor bunları… Ama, sıra işlediği günahlara, yaptığı hatalara, ettiği zulümlere gelince kadere yapışıyor: Kaderimde bu varmış, diye işin içinden çıkmaya çalışıyor.
Evine giren hırsızı mahkemeye verirken kaderi unutuyor. “Bu adam,” diyor, “benim evime girdi, şuyumu çaldı, buyumu gasp etti.” Hırsızın: Ben masumum. Benim kaderimde soymak, bu zatın kaderinde de soyulmak varmış, şeklindeki müdafaasına kızıyor, köpürüyor, çıldıracak hale geliyor!.. Ama sıra kendi işlediği günahlara gelince utanmadan ve sıkılmadan o hırsızın müdafaasına sarılabiliyor!.. Böyle birisiyle neyi tartışacaksınız?!..
Çetinin başı önündeydi. İki elini birbirine kenetlemiş, kollarını masaya yapıştırmıştı. Dalgınca seyrediyordu ellerini. Başını kaldırdı:
— Haklısınız, dedi. O arkadaşlarımın da bu konuyu enine boyuna düşündüklerini sanmıyorum. Sadece lâf olsun diye konuşuyorlar. Sizin de işaret ettiğiniz gibi kendilerini avutma çabası içindeler.
Arif Bey:
— Gerçek şu, Çetin! dedi. Biz her türlü işimizde, fiilimizde kaderin mahkûmu değiliz. İhtiyarî, yani kendi irademizle yaptığımız faaliyetlerde serbest bırakılmışız. Bunu vicdanen biliyoruz. Bu fiillerde, daha önce de belirttiğim gibi, isteyen biziz, yaratan ise Cenâb-ı Hak…
Bir süre sustuktan sonra:
— Zaten dünyaya imtihan için gönderilmiş olmamız da bunu gerektirmiyor mu? diye sordu. İmtihana giren bir aday dilediği salonda imtihan olamaz. İmtihanı istediği saatte başlatamaz. Soruların puanlamasını kendi tayin edemez. Bütün bunlar, onu imtihan eden amirin tayini ve tespiti iledir. Fakat, imtihan başladıktan sonra, cevapları dilediği gibi verir… İmtihan süresince kendisine müdahale edilmez. Aksi halde buna imtihan denmez.
Şimdi soruyorum sana Çetin; insanlar bu dünya imtihanında diledikleri gibi hareket edemiyorlar mı?
Çetin:
— Edebiliyorlar, diye cevap verdi.
Arif Bey, acı bir gülümsüme ile:
— Öyleyse, dedi, neyin davasını güdüyor bu adamlar?!.. Bir yandan, işledikleri günahların sorumluluğundan kurtulmak için iradelerini bile inkâra kalkışıyorlar; diğer yandan, meselâ, pencerelerini taşlayan ve Allah’ın sorumlu bile tutmadığı, küçük bir çocuğu dövmekten geri durmuyorlar. Bu sahne onları utandırmaya yetmiyor mu?
Bak sana bir olay anlatayım: Bir zamanlar, “kaderin insan iradesini hiçe indirdiğini savunan” birisi, âlim ve ârif bir zâta şöyle der:
“Benim kaderimde namaz kılmak yok, olsaydı kılardım.”
Ve o zattan şu ilginç cevabı alır:
— Ben de yıllardır seni arıyordum, tâ ki kaderimi sorayım. Yarınım hakkında bir şeyler öğreneyim. Ben yıllarca ilim tahsil ettiğim halde, kaderimin ne olduğunu bilemiyorum. Sen kaderinde namaz kılmak olmadığını nasıl bilebildin? Yoksa levh-i mahfuzu mu okudun?!..
Bu sözler karşısında adam neye uğradığını şaşırır, mahcup olur. Ve o zattan özür diler. Daha sonra kader konusunu tatlı tatlı konuşurlar.
Çetinin neşesine diyecek yoktu:
— Çok güzel! dedi. Öyle ya! Ne biliyor ki, kaderinde namaz kılmak yok?
Bir süre masada sessizlik hakim oldu.
Çetin:
— Soru sahibinin Türkçe bilmediğini söylemiştiniz. Bu nasıl oluyor? diye sordu.
Arif Bey:
— Çetinciğim, dedi, gel bu soruyu dilbilgisi yönünden birlikte inceleyelim. Soru nasıldı?
“Mâdem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”
Böyleydi, değil mi?
— Evet.
— Bak Çetin! Bu cümlede iki tane fiil geçiyor: Biri, “yapmak”, diğeri de “bilmek”.
Yapmak fiilinin öznesi: Ben.
Bilmek fiilinin öznesi: Cenâb-ı Hak.
Yâni soru sahibi, “ben yapıyorum, Allah da biliyor,” diyor. Ve sonra bize soruyor: Benim kabahatim ne?
Ona nazikane şu cevabı veriyoruz: Senin kabahatin o fiili yapmak.
Çetin kendi kendine hayıflandı. Bu kadar açık bir hatayı bugüne dek nasıl olmuştu da fark edememişti?!..
Gelelim sorunun cevabına, dedi Arif Bey:
— Bu soru, “ilim malûma tâbidir, malûm ilme tâbi değil,” hükmüyle hâlledilmiş. Âlim; bilen yahut bilgin; ilim ise; bilmek ya da bilgi mânâsına geliyor. Malûma gelince; ona ‘bilinen’ demek en iyisi.
Şimdi bu kaideyi bir misâl ile açıklamaya çalışayım. Bak Çetin, ben senin Fen Fakültesi’nde okuduğunu biliyorum. Bu bilgim ilimdir. Malûm ise, senin o fakültede öğrenci olduğun. İşte, benim ilmim bu malûma tâbidir. Yani sen Fen Fakültesinde okuduğun için ben de seni öylece bilirim. Malûm ilme tâbi olsaydı, ben seni tıpta okuyor bilirdim, sen de tıp öğrencisi olurdun… Bunun misâllerini sen kendi zihninde ve hayalinde çoğaltabilirsin.
Sorunun ilk kısmı nasıldı? “Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor.” İşte bu ifade ile Allah’ın âlim olduğu, soru sahibinin ise, o fiili yapacağı kabul edilmiştir. İşte o adamın, söz konusu fiili işlemesi malûm, Allah’ın, bunu ezelî ilmiyle bilmesi ise ilimdir. Ve bu ilim, malûma tâbidir. Eğer malûm ilme tâbi olsaydı, sorunun şöyle sorulması gerekirdi:
“Madem ben Cenâb-ı Hakk’ın bildiğini yapıyorum, öyleyse ne kabahatim var?!”
Çetin, alt dudağını hafifçe dişleyerek:
— Doğru, dedi. Öyle söylenmiyor. Söylenemez de. Allah’ın ilmi hakkında kim ne konuşabilir?!.
Geriye yaslandı. Esefle başını salladı:
— Yazıklar olsun bize, dedi. Fikrimiz öyle donuklaşmış ki!… Bunda çevremizin tesiri kadar, ailemizin suçu da var. Fakat kabahatin büyüğü bizde; tembelliğimizde…
Arif Bey, şefkat dolu bir sesle:
— Şimdi suçlu aramayı bırakalım, dedi. Hem bundan birşey kazanamayız. Elimizden geldiğince öğrenelim ve öğrendiklerimizi bilmeyenlere ulaştıralım.
Eliyle kaşlarını ovmaya başladı. Bir şey hatırlamağa çalışıyor gibiydi:
— Ne diyecektim?.. Tamam, hatırladım: Bu tip soruları soranların aldandıkları en önemli nokta nedir, biliyor musun?
Sorusuna yine kendisi cevap verdi:
— Zaman mefhumunu yanlış yorumlamak!.. Olay gelecek zamanda ortaya çıkacaktır, ama Allah onu ezelî ilmiyle bilmektedir… İşte bu ilim, insanı zorlayıcı bir unsur olarak gösterilmeye çalışılıyor.
Şimdi soruyorum sana:
— Cenâb-ı Hak bizim şu anda neler konuştuğumuzu biliyor mu?
Çetin:
— Elbette! diye cevap verdi.
— Peki, Onun bu ilmi bizi şöyle veya böyle konuşmaya zorluyor mu?
— Hayır.
— Biz bu sohbeti on gün sonra yapsak durum değişir mi?
— Değişmez.
Arif Bey:
— O halde, dedi, bu noktada, bugün ile on gün sonrasının farkı yok…
Şimdi aynı soruyu, geçmiş zaman için sorayım:
— Biz bu sohbeti on gün önce yapsaydık, Allah’ın bunu bilmesi irademizi hükümsüz kılacak mıydı? Yâni, biz kendi irademizle konuşamayacak mıydık?
— Elbette diye karşılık verdi Çetin.
— Demek ki mâzi, hâl ve istikbâl, yâni, geçmiş zaman, şu an ve gelecek zaman Allah’ın ezelî ilmi için fark etmiyor. Ve her üç halde de ilim malûma tâbi… Biz ne konuştuysak, ne konuşuyorsak yahut ne konuşacaksak Allah, ezeli ilmiyle onu biliyor. Malûm ilme tâbi olmadığı içindir ki, Allah’ın bilmesi bizi zorlamıyor, irademizi bağlamıyor…
Bunu vicdanen bildiğimiz halde aksini nasıl iddia edebiliriz? Nasıl olur da on gün sonra işleyeceğimiz günahlar için böyle bir özre yapışabiliriz?!..
Az önce belirttiğim gibi, bu adamlar Allah’ın zamandan münezzeh olduğunu unutuyorlar. Bu hakikatten gaflet ediyorlar.
Allah’ın hem zâtı ezelî, hem de sıfatları… Bizim ise zâtımız ve sıfatlarımız sonradan yaratılmış… Elbette biz Onun ne zâtını, ne de sıfatlarını lâyıkıyla bilemeyiz… Ezeliyetini, zamandan münezzeh oluşunu hakkıyla kavrayamayız… Nasıl kavrayabiliriz ki, henüz zamanın ne olduğunu bile anlamış değiliz!..
Çetine soran gözlerle baktı:
— Zaman nedir? Nasıl bir şeydir? Aynı anda o nehir içinde her şey akıyor, ama niçin her birine ayrı tesirleri oluyor?.. Çocukları gençliğe tırmandırırken, olgunları ihtiyarlığa doğru götürüyor… İhtiyarları ölüme sürüklüyor. Bu nehir aşağı doğru mu akıyor, yukarı doğru mu?
Şair, haklı olarak soruyor:
 
Nedir zaman nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
Nedir zaman, nedir?
İniş mi yokuş mu?
 
Arif Bey bu mısraları ağır ağır okuduktan sonra sağ elini şakağına dayadı:
— Biz zamanla kayıtlıyız, dedi. Dünümüz var, yarınımız var. Bunlar, ömür denilen hayat süresinin safhaları… Lâkin, bu safhalar hep nisbî, yâni birbirine göre bu isimleri alıyorlar… Bu günümüz, yirmi-otuz saat kadar önce, “yarın” diye yâd ediliyordu. Sabaha çıktığımızda ondan söz ederken, “dün” diyeceğiz. Geçmiş ve gelecek zaman da dün ve yarından farklı değil.
Her gün, her saat, hatta her an ayrı bir âlem… Belli bir anda kâinatta cereyan eden bütün hadiseler, bir an öncesine ve bir an sonrasına göre ayrı ayrı tablolar meydana getiriyorlar. Öyleyse her an bu âlemde ayrı bir levha sergileniyor…
Çetin, başını “hayret” mânâsına sallayarak:
— Enteresan!.. dedi.
Devam etti Arif Bey:
— İşte zaman, sıra sıra dizilen bu tablolarda okunuyor… Yahut, bu tablolar zamanın içinde dokunuyor…
Zaman hakkında çok şeyler söylenmiş. Mâhiyeti ne olursa olsun, gerçek şu ki, varlıkların hareketleriyle, seyirleriyle, konup göçmeleriyle ilgili bir mefhum olan zaman, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı için söz konusu olamaz… Yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyayı, ezelî ilmiyle bilir. Bu ilim Onun kemâlindedir…
Âyet-i Kerime’de ne güzel buyurulur:
“Yaratan bilmez olur mu? O Lâtif ve Habir’dir.”
Kısa bir sessizlik oldu. Arif Bey, birisini arar gibi, etrafı şöyle bir süzdü ve Çetine:
— Ben bir çay içeceğim. Sana da söyleyeyim mi? diye sordu.
— Olur, ben de içerim… İzin verirseniz çaylar gelinceye kadar lavaboda yüzüme bir su serpeyim. Hava biraz ağırlaştı galiba?..
Arif Bey, bir hayli insanın tıka basa oturduğu “küçük mekânda bayağı sıkılmıştı. Ama Çetinin hatırı için ve ona faydalı olma ümidiyle sabrediyordu. Ömründe ciğerlerine hiç bu kadar sigara dumanı girmiş değildi.
— Evet, dedi. Hava gerçekten ağır. Buna bir de konunun ağırlığını ekleyebilirsin.
Biraz durakladı:
— Dilersen çaylarımızı içip caddeye çıkalım, dedi. Parka doğru yürüyelim. İkinci meseleyi orada da konuşabiliriz.
Çetin:
— Çok iyi olur, deyip kalktı.
Arif Bey de çayları söyledi.
Çetin döndüğünde Arif Bey:
— Geçenlerde harika bir yazı okumuştum, dedi. Sen yüzünü yıkarken hatırıma geldi. Özet olarak şöyle: Bir kitaba bakan insan düşünmeli ki, bu kitaptaki her kelime, her satır, her harf yazılmış. O halde bunları yazan zât, yazı cinsinden olmayan, kelimeye, harfe benzemekten münezzeh birisi olmalı!..
— Gerçekten harika!..
— Şimdi bu ifadeleri konumuza tatbik edelim. Şu dünyamız, şu bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler zaman nehrinde durmadan akıyorlar… Ölüme, kıyamete doğru yol alıyorlar… Bu nehri akıtan zât, elbette zamandan münezzehtir. Yâni, onunla bağlı ve kayıtlı değildir… Ve bu nehirde akanların hiçbiri, zamandan münezzeh olmayı lâyıkıyla bilemez.
Çetin, “doğru” mânâsına başını salladı:
— Konuşmalarınız benim için gerçekten faydalı oldu.
Sonra yüzünde acı bir tebessüm belirdi:
— Ancak, bir noktayı belirtmek isterim. Bu soruyu soranların, zamanı yanlış yorumladıklarını söylemiştiniz. Ben ise şöyle diyorum: Bu soruyu soranlar, zamanı hiç düşünmüyorlar…
Arif Bey, gülümseyerek:
— Senin de mizah yönün varmış, dedi.
— Biraz, diye karşılık verdi Çetin.
Çaylar gelmişti. Arif Bey çayından iki yudum aldı:
— Son olarak, sana bir kaideden kısaca söz etmek isterim, diye söze başladı:
“Bir fiili bilmek, onun fâili olmak için yeterli değildir.”
Çetin, soran gözlerle baktı.
Arif Bey:
— Bildiğin gibi fiil, iş mânâsına geliyor. Fâil ise, fiili yapan, icra eden… Bir misâl vereyim:
Konuşmayı herkes bilir, değil mi?..Ama, bir insan bu işe teşebbüs etmedikçe ve konuşma fiilini işlemedikçe onun konuştuğundan söz edilebilir mi?
— Elbette edilemez, dedi Çetin.
Arif Bey:
— Bir misâl daha vereyim, dedi. Emniyet görevlileri, filan adamın falan mağazayı soyduğunu bilirler. Bu bilgileri için onlara hırsız damgası vurulabilir mi? Yahut, bir insan İstanbul’un falan tarihte fethedildiğini bilir. Bu bilgisi için ona fatih diyebilir misiniz?
Çetin, cevap vermek yerine sadece gülümsedi. Devam etti Arif Bey:
— Demek ki fâil olmak için fiili bilmek yetmiyor… Onu irade etmek, bizzat teşebbüs etmek ve işlemek gerekiyor… İşte Allah insanın bütün amellerini, bütün fiillerini bilir. Lâkin, o fiilleri işleyen insandır ve sorumluluk ona aittir.
Daha önce de belirttiğim gibi; kul, kendi cüz’i iradesini, -hayır olsun, şer olsun- hangi işe sarf ederse, Cenâb-ı Hak onu yaratır. İstemek kuldan, yaratmak Allah’tandır. Ama bütün fiilleri Allah’ın yaratması, insanı sorumluluktan kurtarmaz… İnsana kuvvet ihsan eden, her türlü imkânı bağışlayan Allah’tır. Kul bu imkânı, bu kuvveti Onun rızasına aykırı olarak kullanırsa elbette suçlu olur, mesul olur.
Bir süre Çetini süzdü:
— Bir düşünelim, dedi. Bir emniyet mensubu, yetkisini ve silâhını kötüye kullanarak birisini haksız yere vursa, devlete mi katil denilecektir, yoksa görevliye mi?
— Katil elbette o görevlidir, dedi Çetin.
— Evet, katil o görevlidir!.. Şimdi böyle bir görevli, “Ben bu suçu devletin imkânlarıyla işledim. Ne kendi silâhımı kullandım, ne de kendi mermimi,” diye özür beyan edebilir mi?.. Eğer etse, ayrıca devlete hakaret ve iftiradan dolayı cezalandırılması gerekmez mi?..
Derince bir nefes aldı:
— Ne demek istediğimi anladığını sanıyorum!
— Çok iyi anlıyorum, diye karşılık verdi Çetin.
Arif Bey, üzüntülü biraz da öfkeli bir edâ ile:
— Maalesef, dedi, Allah’ın mutlak saltanatına, sonsuz kudretine ve sınırsız merhametine karşı bu küstahça ve nankörce iftirayı yapanlar çıkabiliyor!..
Bir süre sustu. Başını “hayret!” der gibi hafifçe salladı:
— Anlamıyorum, dedi, bu adamlar neye güveniyorlar?!..
---***
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6150
Rep Gücü : 14991
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Empty
MesajKonu: Allah dünyadaki insanları neden eşit yaratmamış? Kimini zengin, kimini fakir, kimini mü’min, kimini kafir? Bu zulüm değil mi?   Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Icon_minitimeSalı Mart 31, 2015 1:27 am

Çaylarını içip kalktılar. Caddeye çıkarak parka doğru yürümeye başladılar.
Arif Bey:
— Ağabeyin ne âlemde, teftişten döndü mü? diye sordu.
— Hayır. Henüz dönmedi.
Uzun bir süre her ikisi de hiçbir şey konuşmadılar. Sessizliği bozan Arif Bey oldu. Yolun iki tarafında sıra sıra uzayıp giden ağaçları göstererek:
— Şu ağaçları her seyredişimde bir hatıramı yeniden yaşarım, dedi. On, on iki yıl öncesiydi. Bir Eylül sonu… Yapraklar yeni yeni sararmaya başlamıştı. Ama bütün ağaçlarda yeşil hâkimdi… Ertesi sabah uyandığımızda her tarafı bembeyaz bulduk. Kar, beklenenden çok daha erken yağmıştı. Biraz garipsedik, ama pek fazla değil… Fakat, sokağa, hele bu caddeye çıktığımda hayretler içinde kaldım. Ağaçların o kocaman dalları   bütünüyle kırılmıştı…
— Gerçekten enteresan!
Arif Bey:
— Bu olay, dedi, yıllardır düşünemediğim bir hikmeti, bir sırrı öğretti bana. Niçin önce yapraklar sararıp dökülüyorlar da sonra kar yağıyordu? İşte o zaman anladım… Kar yapraklara yüklenince, dallar dayanamayıp kırılmıştı…
— Asıl enteresan tarafı burasıymış, dedi Çetin.
Arif Bey:
— Aslında hayret edilecek o kadar çok şey var ki! Cenâb-ı Hak her şeyde sonsuz hikmetini gösteriyor. Ama, biz insanlar gaflet ile o hikmet ve rahmet tecellilerini göremiyor, yahut gereği gibi tefekkür edemiyoruz. Meselâ, biz şu anda yürüyebiliyorsak ne sayede biliyor musun?.. Evvelâ kalbimizden beynimize, ciğerimizden gözümüze kadar bütün bedenimizin muntazam çalışması sayesinde… Sonra şu kâinatın, bütün gezegenleriyle, yıldızlarıyla, en küçük bir aksaklık olmaksızın faaliyet göstermesi sayesinde… Öyle değil mi?
Çetin, “evet” mânâsına, başını salladı.
Devam etti Arif Bey:
— Ne kanımızın hassas deveranı bizim elimizde, ne gezegenlerin muhteşem seyahatleri… Hepsi Allah’ın kudretiyle dönüyor, Onun hikmetiyle vazife görüyorlar… Gel gör ki, bunlar çoğu zaman unutuluyor veya hiç düşünülmüyor…
Şu kadar para biriktireceğim… Gelecek yıl şunu alacağım… Bu akşam bize buyurun… Yarın pikniğe çıkalım… Derken, geçiyor ömür. Her gün yüz binlerce insan kabir âlemine göçüyor ve bu seyahatin farkında olanlar, öteye hazırlık yapanlar az, hem de çok az!..
Parka gelmişlerdi. Pek az kişi vardı. Arif Bey:
— İstersen havuzun kıyısına inelim, dedi.
— Olur, diye karşılık verdi Çetin.
İndiler. Kısa bir süre dinlendiler.
Arif Bey:
— İkinci soruyu bir daha tekrar eder misin? dedi.
Çetin tekrarladı soruyu:
Rusya’nın kuytu bir maden ocağında çalışan bir işçinin İslâm dinini bilmesi mümkün değildir. Bu adam, âhirette nasıl sorumlu tutulabilir?!..
Arif Bey:
— Çetinciğim, dedi. Şu nokta üzerinde iyice bir düşünmek gerek:
Annesine hakaret, babasına isyan eden, en yakın dostlarını dar zamanlarında yüzüstü bırakan, ‘benden sonra tufan’ felsefesiyle yaşayan bir adam; bakıyorsunuz, Rusya’daki tanımadığı birinin îmanını dava etmeye kalkışıyor!.. Hemen kararınızı veriyorsunuz: Bu adamın derdi başka!…
Kendisiyle biraz konuşuyor, iç âlemini kurcalıyorsunuz. Karşısına menhus bir gaye çıkıyor!.. Nedir, bilir misin?
— …
— Allah’ın adaletine itiraz!.. Bu soru, müzmin bir hastalığın dışa vuran görüntüsünden başka bir şey değil. Bunun için, meselenin esasına, bir derece, inmekte fayda görüyorum. Önce, İlâhî adalet hakkında birkaç hususu belirtmek isterim… Bilmem ne dersin?
— Nasıl isterseniz.
— Zulmün tarifini iyice bellemek gerek: Zulüm, başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruftur.
Allah hakkında bu muhâldir… Çünkü mülkün Ondan başka sahibi yoktur…
Gerçeği böylece tespit ettikten sonra adalet konusuna girebiliriz… Adalet, başlıca iki esas üzerine kurulu: Birincisi, “ihkak-ı hak”, yani her yaratığa, her hayat sahibine, varlığının devamı için gerekli her şeyin en güzel şekilde verilmesi…
Bedenimize bir göz atalım:
Organlarımızın hangisinin yerini veya şeklini beğenmiyoruz?.. Hangisinin vazifelerine itirazımız var?.. Sayılarını noksan mı buluyoruz, fazla mı?..
Göz yüze, parmak ele takılmış. İki kulağa karşılık bir ağzımız var. Ayaklarımız altta, başımız üstte yer almış. Bu İlâhî tanzime kim itiraz edebilir?!..
Her bir ağaç, her bir hayvan, her bir çiçek, her molekül, her atom ve semadaki her sistem “ihkak-ı hakkı” güneş gibi göstermiyor mu?..
İnsanoğlu adaletin bu tecellisi üzerinde çok durmuş ve onu anlamada hayli yol kat etmiş… Astronomiden biyolojiye, tıptan jeolojiye kadar yazılan bütün eserler, bir bakıma, bu hakikatin tefsiri…
Adaletin diğer yönü ise, her ferdin lâyık olduğu mükâfatı, yahut cezayı görmesi ve kişilerin haklarının birbirinden alınması…
İşte, akıl ve vicdan emrediyor ki, adaletin birinci yönünün sonsuz bir hikmetle işlediğini gören insan, âhiretle ilgili bu ikinci yönüne de iman ile, teslim ile mukabele etsin. Ama, gel gör ki, çoğu insan bu gerçeğin gafili. Niceleri, âhiretteki tecelliyi bu dünyada arıyorlar. Zaten, adalet tartışmalarının çoğu bu yanlış arayıştan kaynaklanmıyor mu?
O sırada, parkın üzerindeki yolda, bir karartı belirdi. Onu bir düdük sesi takip etti. Gece bekçisiydi bu. Yolun kenarında durdu. Bir süre Arif Beyle Çetini süzdü. Sonra yoluna devam etti.
Arif Bey:
— Bu adamın bize bakması bana neyi hatırlattı biliyor musun?
Çetin, Arif Beyin yüzüne, soran gözlerle baktı.
Cevap verdi Arif Bey:
— Bu bekçi, vazifesi icabı ne var ne yok kabilinden bu parka uğradı. Bizi seyrederken konuştuğumuz konuyu, bizi bu parka getiren sebepleri, içinde bulunduğumuz ruh halini kavrayabildi mi?
— Elbette ki hayır.
— Ya ne yaptı? Şöyle bir bakıp geçti. İşte bizim şu kâinata, içindeki olaylara, bitkilere, hayvanlara ve nihayet insanlık âlemine bakışımız da onunkinden pek farklı değil!..
Şu anda sen ve ben, birer derya olan iç âlemlerimizden, ancak kelimelere döküp dışarı vurabildiklerimize vâkıf oluyoruz… Gerisinin gafiliyiz. Yeryüzünde yaşayan beş milyardan fazla insanın iç dünyalarından habersiziz. Bugüne kadar nelerle karşılaştılar? Ne gibi imtihanlardan geçtiler? Nefisleri neler istedi? Şeytan onlara neleri telkin etmeye çabaladı. Akılları, kalpleri ve vicdanları neleri kabul etti, nelere meyletti, nelere razı oldu? Bundan sonra daha ne gibi hadiselerle yüz yüze gelecekler?.. Bütün bunları bilemiyoruz…
Nasıl can verecekler? Kabirde nasıl bir muameleye tâbi tutulacaklar? Mahşere nasıl çıkacaklar? O dehşetli meydanda ne gibi sıkıntılar çekecekler? O mizanda nasıl ve ne kadar zaman hesap verecekler? Sıratı hangi vasıtayla ve ne süratle geçecekler? Geçemeyenler cehennemin hangi tabakasında ne gibi azaplar görecekler?.. Bunlardan ve daha nice gaybî hadiselerden haberimiz yok…
Buna rağmen, Allah’ın mutlak adaletini şu dar ve geçici dünya menzilinde hakkıyla görme çabası içindeyiz.
Ne tuhaf, değil mi?!..
Bir süre sustu:
— Sana bir şey sorayım Çetin, dedi.
— Buyurun.
— Biz Allah’ın kullarıyız ve Ona karşı birçok vazifemiz var. Öyle değil mi?
— Evet.
— Bu vazifeler içerisinde, Onun mutlak adaletini tam mânâsıyla kavramak da var mı?
— …
— Yok elbette! Çünkü, buna hiçbir kul güç yetiremez. Ve insanlar böyle bir imtihana tâbi tutulsaydı hiçbiri kazanamazdı… O halde, kendi asli vazifelerimizi bir yana bırakıp, haddimizi aşan sahalara niçin giriyoruz?!..
Çetin:
— Haklısınız, dedi. Her insan kendi üzerine düşen görev için kafa yormalı… Bu yapılmayınca böyle konularla avunmaya çalışıyorlar. Sizin tabirinizle, herkes bir özür kapısı arıyor.
Arif Bey, ‘evet’ mânâsına başını salladı ve parmağıyla Çetinin kafasını işaret ederek,
— İnsan kafası bir harika!.. dedi. İçerisinde, on milyar hücreden ve sayısız liften meydana gelen mükemmel bir tezgâh taşıyor. O beyin tezgâhında Allah’ın rahmetine isyan ve adaletine itiraz dokunmamalı!.. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin Kahhar ve Cebbar da olduğu unutulmamalı!..
Arif Bey, alnına dökülen saçlarını, eliyle, yukarı doğru topladı. Daha sonra, parktaki çiçekleri göstererek:
— Şu çiçeklere bak! dedi. Hepsi ayrı renkte, ayrı şekilde… İnsanlar da öyle… Hiçbiri diğerine benzemiyor… Dünyadaki bütün insanları burada hazır kabul et. Bu altı milyar insan içerisinde birbiriyle her bakımdan aynı olan iki fert göremezsin. Bir ağacın bütün yapraklarını incele. Yüzde yüz uygunluk gösteren iki yaprağa rastlamazsın… Deniz sahiline in. Birbirine tıpa tıp uyan iki çakıl taşı bulamazsın… Çık semaya, yıldızları incele. Her yönüyle birbirine tam uyan iki yıldız göremezsiniz…
Bütün bu suretler âlemi, tek bir hakikati haykırıyor:
“Bize suret veren bir zat var!”
İşte, “suret vermek” bir hakikat… Bu hakikat bir Musavviri, bir suret vericiyi gösteriyor. Yaratmak da ayrı bir hakikat… Bir Hâlıkı, bir yaratıcıyı bildiriyor. Daha böyle nice hakikat sayılabilir. İşte, adalet de ayrı bir hakikat… Bu hakikat da bir Âdili gösteriyor…
Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsnasından birisi de, ‘çok âdil’, ‘en âdil’, ‘mutlak âdil’ mânâsına gelen “Âdl” ismi…
Geçenlerde, Peygamber Efendimizin doksan dokuz Esma-i Hüsna’yı saydığı hadis-i şeriflerini okudum. Adaletle ilgili sorulara çok sık muhatap olduğumdan olacak, Âdl isminden önce ve sonra gelen isimler dikkatimi çekti.
Âdl’den önce Basir ve Hakîm; Âdl’den sonra ise Lâtif ve Habir isimleri sayılmıştı…
Şöyle düşündüm:
“Her şeyin her şeyini her an gören” ve “yaptığı her işini hikmetle yapan” Allah, elbette mutlak âdildir.
“En ince şeyleri bilip, kullarına sezilmez yollardan lütuflarda bulunan” ve “her şeyin iç yüzünden haberdar olan” Allah, elbette sonsuz derecede âdildir.
Diğer isimleri de aynı şekilde tefekkür edebiliriz:
Rahman ve Rahim olan Allah, şüphe yok ki, kullarına adaletle muamele eder.
Kahhar ve Cebbar olan Allah, muhakkak ki, adaleti en iyi tatbik edendir.
Gaffar ve Settar olan Allah, kulunu cezalandırırsa, artık o bunu hak etmiş demektir…
Öyle değil mi?
Onun adaletine itiraz edenler, kalp ve ruhlarını ne ile tatmin edebilirler?
Her ikisi de bir süre konuşmadılar. Çetin, bakışlarını yerdeki belli bir noktadan ayırmıyor, düşünüyor, düşünüyordu…
Arif Bey, onu bir süre süzdü:
— Şimdi gelelim malûm sorunun cevabına, dedi.
Çetin, “bir dakika!” mânâsına, baş parmağını kaldırdı:
— Affedersiniz, dedi, konuşmanızın başında bir noktaya temas etmiştiniz!..”
— Ne demiştim?
— Çoğu insan, eşitlikle adaleti karıştırıyor, demiştiniz.
— Evet, öyle!… Gerçekten, çokları adaletle eşitliği bir sayıyor, bunları birbirine karıştırıyor. Halbuki, mutlak eşitlik, yâni, her şeyin her yönden aynı olması, adalete zıt!..
— Nasıl yani?
— Anlatayım, dedi Arif Bey… Önce insanların icraatlarından bir iki misal vereyim:
Bilirsin, bir şâir, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, o şiirin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısrayı da kasidenin tamamını gözeterek kaleme alır. Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu… İlk mısra başa gelir, son mısra dipte kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler.
Bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik, bu düzeni harap eder.
Bir ressam da öyle değil mi?.. O, çizdiği her bir tabloda, her şeyi yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa, onu onunla boyar. Kime ne gerekliyse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar…
İşte Çetin! Bu kâinat da mükemmel bir kaside, muazzam bir fabrika ve harika bir tablo gibi. Bizim vazifemiz, bu İlâhî eserdeki sonsuz adalet tecellilerini hayretle ve hayranlıkla seyretmek…
--***--

Eşitlik Adalet mi?


Arif Bey, çantasını açtı. İçinden üç tane dergi çıkardı. Başka bir şey de yoktu çantada:
— Biliyorsun, dedi, her ay “İlim ve Araştırma” dergisinde bir yazım yayınlanıyor. Belki lâzım olur diye bunlarda üçünü yanıma aldım. Her üçüne de ilgi duyacağını tahmin etmiştim.
Dergilerden birini seçti. İçinden bir yazı arayıp buldu. Çetine uzatarak:
— Bu yazıda eşitlik konusunu işledim. Ben çeşmeye varıp bir su içmek isterim. Bu arada sen de yazıya bir göz atsan iyi olur.
Çetin, parkın sönük lâmbalarının elverdiği ölçüde yazıyı okumaya başladı:
EŞİTLİK GÜZEL Mİ?
“Eşitlik güzel midir?” konusunda bir anket yapsanız, umarım, çoğu kimse sorunuzu tuhaf karşılayacak, “bunun da sözü mü olur?” diyecektir. Ama, meseleye dikkatle yaklaşsalar ibretle görürler ki, hemen bütün güzelliklerin kaynağında “eşit olmamak” yatar.
Şu kâinat yaratılmadan, bütün varlık âlemi yoklukta eşittiler. Cenâb-ı Hakk bu âlemi yaratmayı irade buyurunca bu eşitliğin de ömrü sona erdi.
Kâinat sarayı, bildiğimiz kadarıyla, yüz yedi elementle, yani yüz yedi tip taşla bina edildi. Böylece değişiklikler ve aykırılıklar da başlamış oldu. Zaten, “saray” dediniz mi, mutlak eşitlik kalmaz ortada. Merdivenlerle kanepeleri, panjurlarla kandilleri eşit kılabilir misiniz? Sarayı güzel yapan da bu başkalıklar, değil midir?
İşte, kâinat böylesine başkalıklarla bezendi ve sonunda bu sarayda bambaşka misafirler boy gösterdiler. Yosunundan meyve ağaçlarına kadar bütün bitkiler, karıncasından devesine kadar çeşit çeşit hayvanlar kafileler halinde dünyaya geldiler ve bu âlemi şenlendirdiler
Ve en sonunda başkaların başkası “halifeler halifesi” ufukta göründü: İnsan.
Bilindiği gibi, varlık alemi üç ana gruba ayrılıyor. Cansızlar, yarı canlılar (bitkiler) ve canlılar. Mutlak eşitliği bu sınıflandırmaya uyarak biraz tahlil edelim.
İşe cansızlardan başlayalım:
Cansızların eşit olması için ya güneş taşlaşacak, ya taş alev saçacak; ya bütün hava su olacak veya bütün denizler havaya uçacaktı. Meselâ, Güneş Sisteminde eşitlik olsaydı bu durumda herhalde Dünya Güneş’in gezegeni olmayacak, Ay da Dünya’nın eteğini bırakacaktı; her gezegen Güneş kadar büyüyecek, hepsi alev kesileceklerdi.
Kaldı ki, eşitlik için hiç olmazsa, “iki taraf” bulunması gerekmez mi? Halbuki her şey eşit olunca, her şey bir şeye iner.
Bitkilerin eşitliğine gelince, lâleden elma ağacına, ısırgan otundan çama kadar bütün bitkilerin eşit olması halinde, milyonu aşkın çeşitteki güzellikler bire inecek, ortada bir tek bitki çeşidi kalacaktı.
Cenâb-ı Hak bütün hayvanları da bir tek nev’i olarak yaratabilirdi. Ama, o zaman bülbül şakımasından serçe cıvıltısına, aslan kükreyişinden kedi miyavlamasına, öküz böğürtüsünden kuzu melemesine, kurbağa viyaklamasından sinek vızıltısına kadar bütün sesler bire iner, bu harika âhengin yerini monoton bir uğultu alırdı.
 Diğer yandan, böyle bir eşitlik için ya balığın kavağa çıkması, ya bülbülün denize girmesi lâzım.
Gelelim insan nevine:
Ruhla beden eşit olsaydı, ortada ne ruh kalırdı, ne beden. İnsan, ancak ruhunun sultan, her organının da birer nefer olmasıyla güzelleşir. Sultan neferle eşit olursa ortada devlet kalmaz.
Ruh, mahiyetini ancak Yaratan’ın bildiği harika bir âlem. Bu âlemde çok değişik ülkeler var. Ruhun güzelliği akıl, kalp, hafıza, hayal gibi ana unsurların; sevgi, korku, merak, endişe gibi değişik hislerin bütününden ortaya çıkıyor. Bunları eşitlerseniz güzellikten eser mi kalır?
Ruhta uzaktan uzağa görebildiğimiz bu gerçeği, bedende çok daha açık seyredebiliriz:
Göz kapağımızla diz kapağımız aynı özellikte mi?
Göğüs çatımızla kafatasımız, içlerinde aynı şeyleri mi saklıyorlar?
Beyin hücresiyle tırnak hücresi aynı vazifeyi mi görüyorlar?
Akciğerle karaciğeri nasıl bir tutabiliriz? O zaman, alyuvarlarla akyuvarları da eşitlememiz, gözümüzün akıyla karasını birbirlerine katmamız gerekmez mi?
Organlar arasında eşitlik sağlamaya kalkarsak, ortada hiçbir şey kalmaz. Kalsa bile dövülmüş et gibi bir şey kalır ki, ona da neyin organı diyeceğiz?!..
Eşitliğin güzel olduğu bir tek saha var: Hukuk… Kanun karşısında herkesin eşit olması.
Ama, çoğu insanımız bu mânâyı pek de hatırlamıyor. Ve eşitlik denilince dünya nimetlerinden aynı miktarda faydalanmayı anlıyor.
Herkesin bir başka türlü imtihan edildiği bu dünya meydanında, böyle bir eşitliği ancak hayal âleminde yakalayabiliriz.
Farklı imtihanların soruları da farklı olur. Çirkin sandığımız hadiselerin altında yatan derin hikmetleri ve gizli güzellikleri bu dünyada görmemiz mümkün değil. Onun için, eşitlik münakaşaları ve kader tartışmaları da kıyamete dek sürecek gibi görünüyor.
•••
Çetin, yazıya tek kelimeyle hayran kalmıştı.
Arif Bey:
— Bir noktaya da kısaca değinip bu konuyu kapamak istiyorum, dedi.
— …
— Eşitlik konusunda şöyle düşünmemiz gerekiyor:
İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı; her şeyden önce, anne, baba ve evlat mefhumları kalır mıydı ortada?.. Ve yine böyle bir eşitlikte âmiri ve memuruyla, çiftçisi ve tüccarıyla, öğretmeni ve öğrencisiyle, işçisi ve işvereniyle bir bütün teşkil eden cemiyet hayatından artık söz edilebilir miydi?
Elini Çetinin omzuna hafifçe vurdu:
— Çetinciğim, dedi, biz varlık âlemindeki farklı tecellileri ibretle seyretmeli ve şu geçici dünya hayatında insanların değişik imtihana tâbi tutulmalarını da bu şuurla değerlendirmeliyiz… Hikmeti, ancak âhirette anlaşılabilecek bazı farklılıkları, hemen itirazla karşılamamalıyız!..
Ve devam etti:
— Dünya bir imtihan salonu ve imtihanlar çeşitli.. Zengin ayrı imtihan oluyor, fakir ayrı…
Zengin, kazancını meşru yolla elde edip etmemekten imtihan oluyor… Zekâttan, sadakadan imtihan oluyor… Şefkatten, merhametten imtihan oluyor…
Fakir ise sabırdan, kıskançlıktan, hasetten ve en önemlisi kadere itiraz edip etmemekten imtihan oluyor.
Biraz durakladı:
— Başkalıklar hep hikmet dolu. Ama insan aklı bunu anlamaktan âciz. Şimşek çakıyorsa; bulutların yükleri aynı olmadığındandır; biri negatiftir, diğeri pozitif.
Sonra şöyle sürdürdü konuşmasını:
— İnsanlığı bir bütün olarak düşünürsek, şu dünya, her an milyonlar, belki milyarlarca çeşit imtihana sahne olmakta… Kendisine rüşvet teklif edilen bir görevli, hastalıktan inleyen bir biçare, haram bir çehreyle karşılaşan genç… Ve daha niceleri… Hep imtihan oluyorlar. Sadece sorular farklı, o kadar.
Bakışlarını, Çetine çevirdi:
— Çetinciğim, dedi, bunu böyle bilip, bu dünya imtihanında kul olduğumuzu unutmayacak ve haddimizi aşmayacağız. Ne kendi nefsimize, ne de bir başkasına Allah’tan daha merhametli olamayacağımızı hatırdan çıkarmayacağız. Fuzulî avukatlığını yaptığımız o sakat, kör yahut fakir insanlar hep Allah’ın kulları… Onları yokluk karanlıklarından kurtarıp varlıkla şereflendiren O. Annelerinin rahimlerinde her şeyden habersiz olarak geçirdikleri o dokuz aylık devreyi safha safha tanzim eden O. Şu anda hepsi Onun verdiği can ile yaşıyor, Onun taktığı organları kullanıyor, Onun dünyasında geziyor, Onun güneşiyle aydınlanıyorlar…
Ve hepsi âhiret yolcusu… Onun huzuruna çıkacak, Ona hesap verecekler. Salih kullar Onun Cennetine varacaklar. Küfür ve isyan yolcuları ise Onun azabına uğrayacaklar.
Şunu da unutmamak gerek:
Kimin hakkında neyin hayırlı olduğunu biz bilemeyiz!.. O, bir İlâhî sırdır. Biz gerek kendi nefsimize, gerekse başkalarına karşı vazifemizi elden geldiğince yapmakla mükellefiz.
Çetin:
— Çok doğru! dedi. Gerisi sadece boş boğazlık.
Arif Bey:
— O kadarla da kalmaz. En akılsız adam bile vicdanen bilir ki, kadere ve adalete itiraz onu cennete götürmez, ancak cezaya uğratır.
Arif Bey bir süre sustu. İçini çekerek:
— Bu kadar basit bir hesabı, ne yazık ki, bazı insanlar yapamıyorlar!..dedi
--***---

Dünyanın ıssız bir köşesinde Allah’ı duymamış bir insan sorumlu mudur?


Bu sözleri uzun süren bir sessizlik takip etti. Arif Bey saatine baktı.
— Vakit hayli ilerlemiş. Hava da serinliyor. İstersen sorunun cevabını vereyim de kalkalım.
— Yoruldunuz herhalde. Sizi fazla meşgûl ettim.
— Hayır öyle düşünme. Ben bunu bir vazife telâkki ederim.
— Teşekkür ederim.
Arif Bey:
— Şunu hemen belirteyim, dedi. Bu, zannettiğin gibi, yeni bir mesele değil. Asırlar önce tartışılmış, halledilmiş, rafa kaldırılmış… Şu kadar var ki, ‘Rusya’daki işçi’ denmemiş de ‘ıssız bir dağda, cemiyet hayatından habersiz yaşayan bir adam’ denmiş… Yahut buna benzer bir başka tip üzerinde konuşulmuş.
Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyet-i kerîme var. Meâli şöyle:
“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmez.” (Bakara Sûresi, 286)
Yani, her şeye taşıyabileceği kadarını yükler. Herkesi güç yetirebildiği işlerle mükellef kılar.
Teklif: “Vazife vermek; zor bir şey istemek; İlâhî emirleri yerine getirme ve yasaklardan sakınmayla görevlendirmek” mânâlarına geliyor.
Âlimlerimiz, bu İlâhî hüküm üzerinde hayli durmuşlar ve âyet-i kerîmeyi çeşitli yönlerden tefsir etmişler.
Fâkihler, bu âyeti fıkıh yönünden, kelâm âlimleri ise itikat yönünden incelemişler. Bu ikinciler, âyette geçen ‘güç yetme’ meselesini akıl yönüyle ele almış ve şu mânâda birleşmişler:
Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve cemiyet hayatından habersiz olan bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.
Çetin:
— Mücerret akıl mı dediniz?.. Pek anlayamadım. Biraz açıklar mısınız?
— Türkçe’sini tam olarak vermek çok zor, dedi Arif Bey… Bir peygambere muhatap olmamış kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz, yalnız başına bir akıl…
İşte, böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda, değişik görüşler ileri sürülmüş:
İtikat imamlarından, İmam Mâturîdî Hazretleri, “insanın, kendi aklını kullanarak bir yaratıcısının olduğunu bilmeye güç yetiremiyeceği” hükmüne varır. Ve onun Allah’a inanmaktan sorumlu tutulacağını, diğer iman rükünlerinden ve ibadetlerden mesul olmayacağını ifade eder.
Bir diğer itikat imamı olan İmam Eş’arî Hazretleri ise, böyle bir insanın, peygamber olmaksızın, Allah’ı bilmesinin de mümkün olamayacağı fikrini savunur ve bu adamın bir taşa bile tapsa necat ehli, yani kurtuluşa erenlerden olacağını söyler.
Görüldüğü gibi, her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu:
Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumlu!..
Sözünü şöyle noktaladı:
— Şüphesiz, hakikati en iyi bilen Allah’tır. Onun ilmine havale ederiz.
Arif Bey, elini Çetinin omzuna vurarak:
— Bilmem, bir şeyler anlatabildim mi? dedi.
— Sağ olun. Teşekkür ederim. Cidden çok istifade ettim.
— Öyleyse kalkalım, dedi Arif Bey.
Çetin başıyla tasdik etti.
Kalktılar. Birkaç adım atmışlardı ki, Arif Bey durdu ve yolun üst tarafındaki belediye parkını göstererek:
— Bak Çetin, dedi. Şurası bir zamanlar kabristandı. Sonraları maalesef parka çevrildi… Bu da başka bir dert… Üniversite yıllarımda hep o kabristanın önünden geçerdim. Hele bir kabir vardı ki, dikkatleri fazlasıyla çekerdi. Yere doğru, otuz kırk derece eğilmiş, devrilmeye hazır vaziyette bekliyordu. Bazı haylaz gençler, onu, işi aksi giden bir tüccara, bazıları da okuldan atılmasına ramak kalmış bir öğrenciye benzetirlerdi… Allah affetsin!…
Şimdi o yan yatan kabir de yok ortada, dik duranlar da… Sanki o beldeden ölüler göç etmişler; yerlerini yeni, ölüm yolcularına bırakmışlar… Nöbet bizde Çetin!… Gel öyle şeyler konuşalım ki, ötede hesaba çekildiğimizde yüzümüz kızarmasın!.. Öyle fikirlerle dolalım ki, orada mahcup olmayalım!.. Öyle yerlere gidelim ki, sonu azaba çıkmasın!.. Öyle işler görelim ki, neticede pişman olmayalım!..
Yürümeye başladılar. Parkın çıkış kapısına kadar birşey konuşmadılar. Çetin düşünüyor, durmadan düşünüyordu. Yıllardır belki de ilk defa bu kadar düşünme fırsatı bulmuştu. Daima konuşmuş, hep anlatmış, durmadan sormuştu… Halbuki susmak, dinlemek ne güzel şeydi!..
Sessizliği bozan Arif Bey oldu:
— Cenâb-ı Hak, insanların, zerre kadar dahi olsa, yaptıkları hayır ve şerrin karşılığını göreceklerini Kur’an-ı Kerim’de bize haber veriyor. Yaratan böyle buyururken, biz bu cüz’i ilmimizle İlâhî kader ve adâlet hakkında nasıl olur da ileri geri konuşabiliriz?!..
Allah, o sonsuz ilmiyle şu semâdaki her yıldızı, her meleği bildiği gibi, zemin yüzündeki her canlıyı, denizdeki her balığı da biliyor… Denizin dibindeki yosunları da biliyor, atmosferin dibinde boy gösteren ormanları da. Bedenimizi bildiği gibi, onda dolaşan kanımızı ve o incecik nehirde yüzen alyuvarlarımızı, akyuvarlarımızı da biliyor…
Biraz durakladı:
— Ruhumuzu bildiği gibi, onda cevelan eden iyi ve kötü duygularımızı, aklımızdan geçen doğru ve yanlış fikirlerimizi de biliyor.
Elini gökyüzüne uzatarak:
— Bak şu Samanyoluna!, dedi. Bir sis nehri gibi, değil mi?.. O nehir, sayısız yıldızlardan meydana gelmiş. Dünyamızı oraya götürsek, o âlemde bir zerre gibi kalacak… Üzerinde yaşayan bu kadar bitki, hayvan ve insan görülemez, seçilemez olacak… Haddimizi bilmek istiyorsak; ya dünyamızı orada hayal edelim; yahut hayâlen oraya gidip, yeryüzüne bakalım. Bu uçsuz bucaksız kâinatta zerre kadar dahi kalmayan insanın, kaderi ve İlâhî adaleti tam olarak anlamaya kalkışmasındaki tuhaflığı görelim.
Yol ayrımına gelmişlerdi.
Arif Bey, şefkatli bakışlarla Çetini bir süre süzdü:
— Haydi Allah rahatlık versin; ağabeyine de selâm söyle, diyerek ayrıldı.
Çetin, arkasından, uzun süre hürmet ve minnet dolu bakışlarla süzdü Arif Beyi. Birkaç saatlik sohbette sanki beş-on yıl ömür sürmüştü. Kendisini o kadar olgunlaşmış hissediyordu…
Şimdi, başka bir âlemde yaşıyor gibiydi…

***
Çetin, o gece neşesinden saatlerce uykuya geçemedi. Birkaç kez yataktan kalktı. Bir süre oyalandı, biraz kitap okudu.
Kesinlikle kararını vermişti. Bundan sonra çok okuyacaktı. Bunu fikir münakaşalarında yenik düşmemek için değil, fikir sahibi olmak için yapacaktı. Ve kaderden başlayacaktı… Bu konuda çok eksiği olduğunu, Arif Beyle konuştuktan sonra çok daha iyi anlamıştı. Onunla her şeyi konuşmaya fırsat bulamamışlardı. Sadece arkadaşlarının o gün ortaya attıkları iki sorunun cevapları üzerinde durmuşlardı. Ama kader konusu bu iki sorudan ibaret değildi. Nitekim Arif Bey de bu noktaya kısaca değinmişti.
Evet, evet! Okuyacak hem de çok okuyacaktı! Ve sonra, Arif Beyle yine görüşecekti. Ama bu defa, görüşmeleri bir başka olacaktı. Çünkü artık kader konusunda bir şeyler araştırmış, okumuş, düşünmüş bir Çetin olarak çıkacaktı onun karşısına.
Bir süre de bu düşüncelerle uykuya geçemedi.
Ertesi gün fakülteye şöyle bir uğradı. Öğleye kadar dersi yoktu. Mühendislik fakültesine gitmeye ve Muratı bulmaya karar verdi. Arif Beyle görüşmelerini ona anlatmak, neşesini onunla da paylaşmak istiyordu. Çünkü, Muratta kendi fakültesinde Çetinin aynı konumundaydı. Ona da aynı maksatla sıkça sorular sorulur, onun da zihni karıştırılmak istenirdi. Ama Murat öyle kolay yutulacak cinsten değildi. Okuyan, araştıran biriydi. Olsun, yine de Arif Beyin fikirlerini ona mutlaka nakletmeliydi. Çok faydalanacak ve çok sevinecekti.
Fakülteye vardığında hemen programa baktı. Murat o anda derste olmalıydı. Bekledi. Ders bitiminde onu buldu. Birlikte kantine gittiler.
Çetinin neşesi her halinden belliydi. Daha düne kadar içine kapanmış ve birçok arkadaşından ilgisini kesme noktasına gelmiş olan Çetini bu derece rahat ve mutlu görmek Muratı da çok sevindirmişti.
Çetin, olanları Murata bir bir anlattı. O anlattıkça Murat hayret ve takdir hislerini dile getiriyor ve o gece kendisini aramadığı için Çetine sitem etmekten de geri durmuyordu.
Sonunda anlaştılar. Arif Beye bu defa birlikte gideceklerdi.
Çetin, birkaç hafta sürekli okudu, araştırdı. Şimdi kendisini bir başka hissediyordu. Bu konuda artık bir şeyler bilmenin rahatlığı içindeydi. Yine de Arif Beyle bir kez daha görüşmeli ve böylece kader konusunu bir süre için de olsa noktalamalıydı. Çünkü daha araştıracağı çok konu ve okuyacağı çok kitap vardı.
Görüşmelerinin üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti ki, Çetin, Arif Beyi telefonla aradı. Önce, gösterdiği yakın ilgi ve verdiği faydalı bilgiler için kendisine tekrar teşekkür etti ve konuya ilgi duyan bir arkadaşıyla birlikte kendisini son kez rahatsız etmek istediğini bildirdi.
Arif Bey:
— Olur ama, benim teklif edeceğim yerde buluşmamız şartıyla, dedi.
Buluşma yerimiz bizim ev olacak.
Çetin, ummadığı bir teklifle karşı karşıyaydı:
— Bilmem nasıl olur? Arkadaşımla ilk kez görüşeceksiniz. Acaba sıkılır mı? diye düşünüyorum.
Arif Bey:
— Bu hafta evde yalnızım. Kimseyi rahatsız etme endişeniz olmasın, diyerek ısrarını sürdürdü. Hem, gerektiğinde kütüphanemden de faydalanma yoluna gideriz. Sohbetimiz daha verimli olur.
Çetin ne kadar özür dilediyse de dinletemedi. Sonunda Arif Beyin dediği oldu. Cumartesi günü, yani üç gün sonra, Muratla birlikte onu evinde ziyaret edeceklerdi.
Arif Bey tam telefonu kapayacaktı ki:
— Ha! Bir dakika! dedi. Bir şey hatırıma geldi. “İlim ve Araştırma” dergisinin son sayısında “adalet” konusunda bir yazım neşredildi. İstersen arkadaşınla birlikte bir okusanız iyi olur.
Çetin bu habere çok sevinmişti. Hayalen iki ay öncesine gitti. Arif Beyin, aynı dergide yayınlanan bir yazısını parkta okumuş ve çok faydalanmıştı. Bu yazı da onun gibi güzel ve faydalı olmalıydı. Hem, Muratı bu yazıyla, bir bakıma, Arif Beyle tanıştırmış olacaktı. Böylece evde yapacakları sohbet için de bir alt yapı kurulmuş olurdu. Konuşmaları daha bir samimi hava içinde geçerdi.
Ertesi gün elinde dergiyle Muratın yanına gitti. Arif Beyin, “Adaleti Kavramak” başlıklı yazısını buldu. Murata gösterdi.
Konu Muratın da dikkatini çekmişti. “Tam bana göre,” diye memnuniyetini dile getirdi ve yazıyı birlikte okumaya başladılar:

ADALETİ KAVRAMAK



Her insan, hayatı boyunca başından geçen bütün hadiseler, alâkadar olduğu bütün meseleler ve ruhunda kaynayan bütün düşünce ve hislerle ayrı bir eser sergiliyor. Bu eserin, tamamına beşer olarak sadece kendisi vâkıf. Gel gör ki, o bile eserini kelimesi kelimesine hıfzetmiş değil. Baş sayfalara doğru gidildikçe unuttuğu şeyler çoğalır.
Hâl böyle olunca, bir insanın bir başkası hakkında bildikleri ne kadar üstünkörü, ne kadar sathî, ne kadar gelişigüzeldir!
Her insanın hayatına ayrı bir eser dedik. Biz bu milyarlarca eserden bazılarının sadece isimlerini biliyoruz. Bir kısmının ancak bazı yönlerine vâkıfız. Diğer bir kısmını da şöyle bir görmüş geçmişiz. Bu üç sınıfın dışında kalan milyarların ise yüzlerini dahi görmüş değiliz.
İşte, sayısını dahi bilmediğimiz bunca insanın hukukullah ve hukuk-u ibadla (kul hakkıyla) ilgili her çeşit düşünce, niyet ve fiillerine vâkıf olmadıkça İlâhî adaleti kavrayamayız.
 Nedir hukukullah?
Başta, Allah’ın varlığına iman, birliğini tasdik, mukaddes Zâtını bütün noksan sıfatlardan tenzih.
Sanatını tefekkür, cemâline muhabbet ve kemaline hayret, nimetlerine hamd etmek.
Azamet ve celâline karşı korku içinde bulunmak.
Emirlerine sımsıkı sarılmak, yasak kıldıklarının semtine uğramamak. “Yaklaşma!” dediğinin gölgesinden tiksinmek, “Uğraşma” dediğinin kokusundan iğrenmek.
Ve daha niceleri.
Kulların hukukuna gelince, en kısa ifadesiyle, hem bir kul olan nefsimizin, hem de diğer nefislerin maddî-manevî haklarına riayet etmemiz ve onları her çeşit tehlikelerden korumamız.
Elimizi başkasının malından, dilimizi gıybetten uzak tutmamız. Organlarımızı, duygularımızı, servet ve makamımızı meşru hudutlar dahilinde kullanmamız…
Gelelim bir başka sahaya:
İnsan, zaman şeridinin sadece küçük bir bölümünü ve ancak üstünkörü seyredebiliyor. Bilgisi kısır, ufku dar. Ruhlar âleminde başlayan ve Cennet yahut Cehennemle son bulacak olan beşer yolculuğunun yalnız elli altmış senelik bir bölümünü görebiliyor. Halbuki, adaletin önemli bir cephesi “zalimlerin cezalandırılması”, “zerre kadar da olsa hayır, yahut şerrin neticesiz kalmaması”,  “hayaline dahi tahammül mümkün olmayan o azabın tadılması” ve “o akıl almaz saadetlerin bahşedilmesi”dir.
İnsan, altmış yılın sonsuzluk yanında hiçe indiğini, tamamının saadetle geçse de ruhu doyurmadığını, hep elemle dolsa da bir önem taşımadığını kavrayabilse, meselenin özüne yanaşacaktır.
Yoksa, ölüm hadisesiyle bu dünya rahminden dışarı atıldığını, hakikî hayatın ondan sonra başladığını bilmezse kendisini aldatır.
Her insanın bedeni bir elbise gibi. Kısa bir imtihandan sonra, ölüm kanunuyla o kumaş sökülür, her ip eski yerini alır. Ama bu arada çok şeyler olmuş, o bedende misafir kalan ruh, ya iman, ilim ve güzel ahlâkla dolarak göçmüş, yahut azabı hak ederek ayrılmıştır.
Bunu unutan ve hadiseler içerisinde kendini kaybeden bir ruh adaleti kavrayamaz.
•••
Ruhunu unutan insan, bedeniyle, eviyle, işyeriyle oyalanır. Kalbinin açlığını, başkasının servet ve makamına hasetle tatmin etmek ister. Kıskandığı o şaşaaların arkasında da tatmin olmak isteyen başka ruhlar olduğunu bilmezlikten gelir. Mevcut hâlin, o ruhların lehine mi, aleyhine mi olduğunu bilemez. Artık bu insan adaleti tam mânâsıyla nasıl anlayabilir?
İnsan, hangi musibetin hangi ruhu ne kadar yükselttiğini, yahut hangi debdebenin hangi insanı nerelere düşürdüğünü hakkiyle bilemiyor. Bu hâliyle İlâhî adaleti nasıl kavrayabilir?
•••
Elem ve lezzet bu âlemde iç içe. İkisi de hem cefanın hem de sefanın tohumunu saklar. Elemlere sabır, ihsanlara şükür; ikisi de insanı lütuf beldesine götürür. Aynı şekilde hastalıklara isyan, yahut sıhhatin kadrini bilmemek; ikisi de kahır zindanına düşürür.
Kısacası, önemli olan akıbettir, yolculuk değil; hedeftir, vasıta değil.
Adaleti bundan gafil olarak düşünenler hakikati bulamaz, ancak kendilerini oyalar, aldatırlar.
•••
Her ikisi de yazıyı çok beğenmişlerdi.
Çetin, Arif Beyle ilk görüşmesinde de benzer şeyler işitmişti. Ama onlar çok kısa ve öz idi. Şimdi konuyu çok daha iyi anlamıştı.
Muratın ise merakı iyiden iyiye artmıştı. Üç günü iple çekecekti.
Beklenen gün geldi. Çetinle buluştular ve Arif Beyin evine doğru yola koyuldular.

***

Allah, hidayeti dilediğine verir


Arif Bey gençleri candan ve çok samimi bir şekilde karşıladı ve misafir odasına aldı:
— Bu ev sizin, dedi. Ben yaşça ağabeyiniz sayılırım, ama konuşmalarımızın, daha çok, bir arkadaş havası içinde geçmesini isterim, diye ekledi. Ama önce bir şeyler yiyelim.
Gençler kahvaltı yaptıklarını söylediler.
— Öyleyse bir şeyler içelim. Çayım hazır. Size kahve yahut meyve suyu da ikram edebilirim, dedi.
Gençler çayı tercih ettiler.
Arif Bey, mutfağa gitti. Muratla Çetin odayı hayretle seyrediyorlardı. Kendilerini bir evde değil, büyük bir kütüphanede hissetmişlerdi. Burası ne oturma odasına benziyordu, ne de misafir odasına.
Murat, hissiyatını, “Arif Bey çok değişik bir insan,” sözleriyle dile getirdi.
Çay faslından sonra, Çetin konuya giriş yaptı.:…
— Arif ağabey, dedi, Murat, okuma meraklısı, kültürlü ve değerli bir arkadaşımdır. Sizinle geçenlerde yaptığımız sohbeti kendisine aktardığımda, oldukça ilgi duydu. “O sohbette bulunmayı çok isterdim,” diye bana bir hayli sitem etti. Ben de kendisini sizinle tanıştırmaya söz verdim. Ziyaretimizin sebebi öncelikle tanışmak.
Bununla birlikte, “Muratın size bir takım soruları da olacak,” diyerek sözü Murata bıraktı.
Murat teşekkürlerini kısaca ifade ettikten sonra:
— Geçenlerde yaptığımız bir tartışmadan söz etmek isterim, diyerek konuya girdi: Adamın, dedi, ne dinle ilgisi var, ne kitapla. Ama nereden duymuşsa duymuş, bir âyet meâliyle çıktı karşıma. Kur’anda, “Allah, hidayeti dilediğine verir,” buyuruluyormuş. O halde, yanlış yola giden insanların hidayetten nasipleri yok demekmiş. Öyleyse nasıl olur da âhirette sorumlu tutulabilirlermiş.
Kendisine bir şeyler söyledimse de ikna olmadı. Çünkü öncelikle, ikna olmaya niyeti yoktu. Sorusunu, öğrenmek için değil kafa karıştırmak için soruyordu.
Üzüntüyle dolu bir derin nefes aldı:
— Gerçi, dedi, ben de pek doyurucu şeyler söyleyememiştim doğrusu.
Biraz durakladı:
— Her ne kadar sarsılmadımsa da, bu sorunun gerçek cevabını, en iyi şekilde öğrenmeye karar verdim, dedi. Henüz işin başındayım. Bu görüşmemizi benim için bir mutluluk, bir fırsat ve kaderin bir cilvesi olarak kabul ediyorum. Bu konuda beni aydınlatırsanız memnun kalırım.
Arif Bey, her zamanki gibi candan bir üslûpla başladı konuşmasına:
— Gerçekten de, dedi, kaderin çok ince sırları var. İnsan    idrakinin bunları kavraması imkânsız. Ben de bir ay önce hidayet konusunda uzun bir araştırma yaptım ve elde ettiğim bilgileri fişledim. Makalemi yazıya dökmeme fırsat kalmadan burada sizinle karşılaştık ve bana böyle bir soru tevcih ettiniz. Bu da kaderin ayrı bir cilvesi.
Hayretini paylaşmak istercesine, bakışlarını gençlerin gözlerinde gezdirdi. Sonra:
— Kader, adalet ve hidayet konularında çokça soruya muhatap olmuşumdur. Bir defasında bir grup genç daireye geldiler. Kader konusunda kendilerine sorulan, kafa karıştırıcı, bir takım soruları bana aktardılar.
Bir an için, soruları bir tarafa bırakıp iç âlemimde bir durum tahlili yaptım:
— Ne tuhaf bir tablo, dedim, kendi kendime. Bazı çevreler şu gençlerin zihinlerini bulandırmak, fikirlerini çelmek için uygun bir zemin aramışlar, sözü dolaştırıp kader bahsine getirmişler, bütün bunları iradeleri ile bir plân dahilinde sinsice gerçekleştirmişler ve sonunda, utanmadan ve sıkılmadan, insan iradesini inkâra kalkışmış, günah ve isyanlarda insanın bir suçu olmadığını iddiaya cüret edebilmişlerdi.
Bu düşüncelerimi gençlere de aktardım:
— Ben, kendi dediğine kendisi dahi inanmayan bu kişileri bir tarafa bırakıp, konuyu bir ilmî atmosferde incelemek isterim, dedim
Daha sonra kader konusunda konuşmaya başladık.
Arif Bey:
— Son sözlerim bu sohbetimiz için de geçerli, diyerek konuya şöyle bir giriş yaptı:
— Önce şu noktanın çok iyice belirlenmesi gerek: İslâm tevhit dinidir. Tevhit, “birlemek”, “bir bilmek” mânâsına geliyor. Allah’ın Zâtı birdir, şeriki yani ortağı ve yardımcısı yoktur.   Gerçeği böylece tespit etmeye “tevhid-i zat” deniliyor. Sıfatlar için de tevhit söz konusu. Şöyle ki:
Allah’ın zatında olduğu gibi sıfatlarında da şeriki yoktur. Bütün sıfatları kadimdir, yani hiçbirinin evveli yoktur. Aynı şekilde bütün sıfatları bâkidir, hiçbirinin sonu yoktur.
Ve yine Allah’ın her sıfatı mutlaktır; başka birisinin sıfatları bu sıfatların icraatını kayıtlayamaz.
Mahlûkatın ise hem evveli vardır, hem ahiri ve bütün sıfatları kayıtlıdır. Mahlûkun, sıfatları da mahlûk oldukları için, bunlar İlâhî sıfatlara ortak olamazlar. Buna da “tevhid-i sıfat” diyoruz.
Bununla birlikte, bu dünyada İlâhî fiillerin büyük kısmı, sebepler eliyle icra ediliyor. Sebepleri inkâr etmek imkânsız; ama onlara tesir vermeyi de İslâm’ın tevhit inancı kabul etmiyor.
Bir kaç saniye sustu:
— İsterseniz bir misâl vereyim, dedi. Meselâ, rızkımıza toprak sebep kılınmış. Fakat, şuuru, iradesi ve kudreti olmayan, açlık nedir, mide nedir bilmeyen toprak, rızıkların yaratılışında bir sebep olarak istimâl ediliyor. Rızkımız onun eliyle bize takdim ediliyor.
Ve tok bir sesle:
— Ama, dedi, biz rızkımızı topraktan değil Rahman ve Rezzak olan Rabbimizden biliyoruz. Toprak onun bir tezgâhı ve icraatının bir perdesi.
Bütün İlâhî isimler böyle değerlendirilecek ve hepsinin bütün tecellileri Allah’tan bilinecektir. “Ondan başka İlâh yoktur,” diyen bir mümin, gerçeği böylece tespit etmek mecburiyetinde. İmanı ona bunu emrediyor.
Arif Bey, soran gözlerle gençlere baktı:
— Bunları niçin anlattım? diye sordu. Ve şöyle sürdürdü konuşmasını:
Tevhit inancının bir gereği de “bütün hayırları Allah’tan bilmek.” Hidayet de en büyük bir hayır olduğuna göre, o da ancak bütün kalpleri yaratan, onlara iman, marifet ve muhabbet kabiliyeti yerleştiren, bu kabiliyetin inkişafı için de kitaplar indiren, peygamberler gönderen Allah’tan bilinecek ve Ondan beklenecektir.
Murat, konuşulanları emer gibi dinliyordu. Bir harf olsun kaçırmadığı belliydi.
Devam etti Arif Bey:
— Bildiğiniz gibi, Allah’ın bir ismi de Hâdi, yani hidayet edici, hidayete erdirici.
Rızıklara toprağı, ışığa güneşi, meyveye ağacı ve çocuğa ebeveyni vesile kılan Allah, hidayete de, peygamberleri, mürşitleri, âlimleri sebep kılmış.
Bu kutlu zevat, hidayete erdirme bakımından da Allah’ın ortağı olmadığını çok iyi bilirler.
Hakkı tebliğ etme, gerçeği anlatma vazifesini büyük bir hassasiyetle yerine getirirler. Sonra, sözlerinin kalplerde yer etmesi, yeşermesi, meyve vermesi için hidayeti Allah’tan beklerler; Ona yalvarır ve Ona sığınırlar.
“Peygamberler üzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur,” meâlinde birçok âyet-i kerime var. Hepsinde peygamberlerin hidayete birer sebep oldukları, ama Hâdi’nin, yani hidayete erdiricinin, ancak Allah olduğu ders verilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6150
Rep Gücü : 14991
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Empty
MesajKonu: Geri: Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar   Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Icon_minitimeSalı Mart 31, 2015 1:28 am

Allah, kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez


Murat, konuşulanları emer gibi dinliyordu. Bir harf olsun kaçırmadığı belliydi.
Devam etti Arif Bey:
— Bildiğiniz gibi, Allah’ın bir ismi de Hâdi, yani hidayet edici, hidayete erdirici.
Rızıklara toprağı, ışığa güneşi, meyveye ağacı ve çocuğa ebeveyni vesile kılan Allah, hidayete de, peygamberleri, mürşitleri, âlimleri sebep kılmış.
Bu kutlu zevat, hidayete erdirme bakımından da Allah’ın ortağı olmadığını çok iyi bilirler.
Hakkı tebliğ etme, gerçeği anlatma vazifesini büyük bir hassasiyetle yerine getirirler. Sonra, sözlerinin kalplerde yer etmesi, yeşermesi, meyve vermesi için hidayeti Allah’tan beklerler; Ona yalvarır ve Ona sığınırlar.
“Peygamberler üzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur,” meâlinde birçok âyet-i kerime var. Hepsinde peygamberlerin hidayete birer sebep oldukları, ama Hâdi’nin, yani hidayete erdiricinin, ancak Allah olduğu ders verilir.
Kısa bir sessizliğin ardından:
— Ve, dedi, Allah kimsenin hidayeti seçmesine muhtaç değildir.
Düşünelim bir kere:
Şu masmavi sema… Şu gözler kamaştıran Güneş… Şu yemyeşil orman… Şu seyrine doyum olmaz deniz… Bunların hepsi güzel ve bunda kimsenin şüphesi yok.
Kör bir insan bütün bu güzelliklerden habersiz yaşarken âniden gözü açılsa ve bu güzelleri seyre koyulsa, onun bu seyri ile eşyanın güzelliği artar mı dersiniz?
Murat, soruyu çok ilginç bulmuştu. Sorunun cevabı açıktı, ama Arif Beyin demek istediğini keskin zekâsıyla hemen kestirmişti. Kısa fakat yoğun bir düşünceye daldı:
— Elbette ki hayır, diye karşılık verdi.
Devam etti Arif bey:
— Onun gözünün açılmasıyla ne Güneş parlaklaşır, ne sema berraklaşır. Burada kazanan sadece ve sadece o şahsın kendisidir…
İşte hidayet de kalp gözünün açılması… Maddî gözün görmesi, âleme bir şey ilave etmediği gibi, bir insanın hidayete ermesi de Allah’ın kemaline, hâşâ, bir ziyadelik getirmez… Burada da kazanan yine o şahsın kendisidir.
Kadere iman rüknünün en büyük bir esası, “hayrı ve şerri Allah’ın yarattığı, ama hayra rızası olmakla birlikte şerre rızasının bulunmadığı”dır. Nur Külliyatında, “hidayet büyük bir nimettir, vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir,” buyurulur. Cenâb-ı Hak, kullarına ihsanını tattırmak için, peygamberler gönderilmiştir. O halde bir kul, Hak elçilerini dinlemeyerek bu nimete karşı kalp gözünü kapatırsa kabahat kendisine aittir.
Arif Bey, bakışlarını bir noktada yoğunlaştırdı. Sonra Murata dönerek:
— O arkadaşlarının, sözünü ettikleri âyet-i kerime meâli doğru, ama onların değerlendirmeleri eksik. Art niyetli oldukları şundan belli: Âyetin sadece orta bölümünü nakletmişler. Bak ben âyetin tamamını bulup sana okuyacağım.
Yerinden kalktı. Çalışma masasından bir tomar fiş getirdi ve aramaya başladı. İşte buldum, dedi.
Bak! Âyet-i kerimede ne buyuruluyor:
“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi O bilir.” (Kasas Sûresi, 56)
 
Arif Bey Murata:
— Gördün mü dedi, sana bu âyetin sadece şu orta kısmını okumuşlar. Âyetin nüzul sebebi düşünülse İslâm’ın ne kadar ulvi bir din olduğu çok daha iyi anlaşılır. Ama yarım bilgi insanı yoldan çıkarmaktan öte bir işe yaramıyor.
Çetin,
— Nüzul sebebi mi dediniz? Biraz açar mısınız?
Arif Bey, hafifçe gülümsedi:
— Ben de, kendimce güya, biraz sadeleştireyim demiştim. Aslı, “sebeb-i nüzul.” Yani, âyetin inişine, nâzil oluşuna sebep olan olay.
Kısa bir sessizlik oldu:
— Bakın! dedi Arif Bey. Ne kadar ibretli bir sahne:
Allah Resulünün (a.s.m.) amcası ölüm döşeğindedir. Bu zat aynı zamanda Hazret-i Ali efendimizin de pederi. Hak Elçisi (a.s.m.), kendisine büyük emeği geçen bu zatın iman ile göçmesini candan arzu eder. Bunun üzerine sözünü ettiğimiz âyet nazil olur.
Bir tarafta peygamberlerin sultanı, beride evliyanın sertacı… Ve âyet-i kerime hidayet edicinin ancak Allah olduğunu net biçimde ortaya koyuyor.
Derince bir nefes aldı:
— Bir bu tabloya bakın, dedi, bir de teslise, yani “üç İlâh safsatasına” inanan ve papazlara günah bağışlama yetkisi veren Hıristiyanlığa nazar edin. Aradaki azim farkı hemen göreceksiniz.
İslâm tevhit dinidir, peygambere bile hidayet yetkisi vermez. Hıristiyanlık ise Peygamberi İlâhlaştırır ve papaza günah bağışlatır.
Sonra, elbette, dedi, Hz. İsa’nın (a.s.) zamanındaki gerçek Hıristiyanlığı kast etmiyorum. Sözüm, tahrif edilmiş İncil’e dayanan ve hak din olma özelliğini kaybetmiş Hıristiyanlığa.
Biraz durakladı:
— Her ne ise, dedi, biraz konu dışına çıktık.
Çetin söze karıştı:
— Ama çok iyi oldu.
Arif Bey, gülümseyerek devam etti konuşmasına:
— Eğer, dedi, hidayetle ilgili âyetleri, insanların cüzi iradelerinin hiçbir değeri olmadığı şeklinde anlasak, o zaman peygamber göndermeyi, kitap indirmeyi ne ile izah edeceğiz?!..
Murat, hayretini gizleyemedi:
— Konunun bu yönünü hiç düşünmemiştim, dedi.
Biraz durakladıktan sonra:
— Gerçi bunu soru sahibi de bilmiyor ya! dedi. Onun meselesi insanların, günahlardan sorumlu olmadıkları anlayışını yaymak. Bu soru onun için sadece bir vasıta.
Arif Bey:
— Haklısın, diye tasdik etti Muratı. O noktaya da geleceğim.
Sonra şöyle devam etti konuşmasına:
— Ben hidayetle ilgili çalışmamı yaparken, Kur’anda hidayet kelimesi geçen bütün âyetleri tek tek inceledim. Ve hayretle gördüm ki, Allah’ın hidayete erdirmediğinin veya erdirmeyeceğinin haber verildiği bütün âyetlerde mutlaka kulun cüz’i iradesine atıflar yapılmış.
İsterseniz, dedi, bunlardan birkaçını sizlere okuyayım.
Bu teklife, Muratın cevabı:
— Çok memnun kalırım, şeklinde oldu.
Arif Bey, elindeki fişleri karıştırmaya başladı. Buyurun işte birisi diye bir fiş uzattı Murata. Murat âyet meâlini ağır ağır okumaya başladı:
 
“Allah, zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez,”   (Bakara Sûresi, 258)
 
İşte iki âyet-i kerime daha, diyerek fişleri masaya koydu. Âyet meâlleri şöyleydi:
 
“Allah, kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez.”    (Bakara Sûresi,264)
 
“Allah, fasıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.”    (Tövbe Sûresi, 24)
 
Bu üç âyet-i kerimeden, kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğrenmiş bulunuyoruz: Zulüm, inkâr ve fısk.
Murat, konuşulanları emer gibi dinliyordu. Bir harf olsun kaçırmadığı belliydi.
Devam etti Arif Bey:
— Bildiğiniz gibi, Allah’ın bir ismi de Hâdi, yani hidayet edici, hidayete erdirici.
Rızıklara toprağı, ışığa güneşi, meyveye ağacı ve çocuğa ebeveyni vesile kılan Allah, hidayete de, peygamberleri, mürşitleri, âlimleri sebep kılmış.
Bu kutlu zevat, hidayete erdirme bakımından da Allah’ın ortağı olmadığını çok iyi bilirler.
Hakkı tebliğ etme, gerçeği anlatma vazifesini büyük bir hassasiyetle yerine getirirler. Sonra, sözlerinin kalplerde yer etmesi, yeşermesi, meyve vermesi için hidayeti Allah’tan beklerler; Ona yalvarır ve Ona sığınırlar.
“Peygamberler üzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur,” meâlinde birçok âyet-i kerime var. Hepsinde peygamberlerin hidayete birer sebep oldukları, ama Hâdi’nin, yani hidayete erdiricinin, ancak Allah olduğu ders verilir.
Kısa bir sessizliğin ardından:
— Ve, dedi, Allah kimsenin hidayeti seçmesine muhtaç değildir.
Düşünelim bir kere:
Şu masmavi sema… Şu gözler kamaştıran Güneş… Şu yemyeşil orman… Şu seyrine doyum olmaz deniz… Bunların hepsi güzel ve bunda kimsenin şüphesi yok.
Kör bir insan bütün bu güzelliklerden habersiz yaşarken âniden gözü açılsa ve bu güzelleri seyre koyulsa, onun bu seyri ile eşyanın güzelliği artar mı dersiniz?
Murat, soruyu çok ilginç bulmuştu. Sorunun cevabı açıktı, ama Arif Beyin demek istediğini keskin zekâsıyla hemen kestirmişti. Kısa fakat yoğun bir düşünceye daldı:
— Elbette ki hayır, diye karşılık verdi.
Devam etti Arif bey:
— Onun gözünün açılmasıyla ne Güneş parlaklaşır, ne sema berraklaşır. Burada kazanan sadece ve sadece o şahsın kendisidir…
İşte hidayet de kalp gözünün açılması… Maddî gözün görmesi, âleme bir şey ilave etmediği gibi, bir insanın hidayete ermesi de Allah’ın kemaline, hâşâ, bir ziyadelik getirmez… Burada da kazanan yine o şahsın kendisidir.
Kadere iman rüknünün en büyük bir esası, “hayrı ve şerri Allah’ın yarattığı, ama hayra rızası olmakla birlikte şerre rızasının bulunmadığı”dır. Nur Külliyatında, “hidayet büyük bir nimettir, vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir,” buyurulur. Cenâb-ı Hak, kullarına ihsanını tattırmak için, peygamberler gönderilmiştir. O halde bir kul, Hak elçilerini dinlemeyerek bu nimete karşı kalp gözünü kapatırsa kabahat kendisine aittir.
Arif Bey, bakışlarını bir noktada yoğunlaştırdı. Sonra Murata dönerek:
— O arkadaşlarının, sözünü ettikleri âyet-i kerime meâli doğru, ama onların değerlendirmeleri eksik. Art niyetli oldukları şundan belli: Âyetin sadece orta bölümünü nakletmişler. Bak ben âyetin tamamını bulup sana okuyacağım.
Yerinden kalktı. Çalışma masasından bir tomar fiş getirdi ve aramaya başladı. İşte buldum, dedi.
Bak! Âyet-i kerimede ne buyuruluyor:
“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi O bilir.” (Kasas Sûresi, 56)
 
Arif Bey Murata:
— Gördün mü dedi, sana bu âyetin sadece şu orta kısmını okumuşlar. Âyetin nüzul sebebi düşünülse İslâm’ın ne kadar ulvi bir din olduğu çok daha iyi anlaşılır. Ama yarım bilgi insanı yoldan çıkarmaktan öte bir işe yaramıyor.
Çetin,
— Nüzul sebebi mi dediniz? Biraz açar mısınız?
Arif Bey, hafifçe gülümsedi:
— Ben de, kendimce güya, biraz sadeleştireyim demiştim. Aslı, “sebeb-i nüzul.” Yani, âyetin inişine, nâzil oluşuna sebep olan olay.
Kısa bir sessizlik oldu:
— Bakın! dedi Arif Bey. Ne kadar ibretli bir sahne:
Allah Resulünün (a.s.m.) amcası ölüm döşeğindedir. Bu zat aynı zamanda Hazret-i Ali efendimizin de pederi. Hak Elçisi (a.s.m.), kendisine büyük emeği geçen bu zatın iman ile göçmesini candan arzu eder. Bunun üzerine sözünü ettiğimiz âyet nazil olur.
Bir tarafta peygamberlerin sultanı, beride evliyanın sertacı… Ve âyet-i kerime hidayet edicinin ancak Allah olduğunu net biçimde ortaya koyuyor.
Derince bir nefes aldı:
— Bir bu tabloya bakın, dedi, bir de teslise, yani “üç İlâh safsatasına” inanan ve papazlara günah bağışlama yetkisi veren Hıristiyanlığa nazar edin. Aradaki azim farkı hemen göreceksiniz.
İslâm tevhit dinidir, peygambere bile hidayet yetkisi vermez. Hıristiyanlık ise Peygamberi İlâhlaştırır ve papaza günah bağışlatır.
Sonra, elbette, dedi, Hz. İsa’nın (a.s.) zamanındaki gerçek Hıristiyanlığı kast etmiyorum. Sözüm, tahrif edilmiş İncil’e dayanan ve hak din olma özelliğini kaybetmiş Hıristiyanlığa.
Biraz durakladı:
— Her ne ise, dedi, biraz konu dışına çıktık.
Çetin söze karıştı:
— Ama çok iyi oldu.
Arif Bey, gülümseyerek devam etti konuşmasına:
— Eğer, dedi, hidayetle ilgili âyetleri, insanların cüzi iradelerinin hiçbir değeri olmadığı şeklinde anlasak, o zaman peygamber göndermeyi, kitap indirmeyi ne ile izah edeceğiz?!..
Murat, hayretini gizleyemedi:
— Konunun bu yönünü hiç düşünmemiştim, dedi.
Biraz durakladıktan sonra:
— Gerçi bunu soru sahibi de bilmiyor ya! dedi. Onun meselesi insanların, günahlardan sorumlu olmadıkları anlayışını yaymak. Bu soru onun için sadece bir vasıta.
Arif Bey:
— Haklısın, diye tasdik etti Muratı. O noktaya da geleceğim.
Sonra şöyle devam etti konuşmasına:
— Ben hidayetle ilgili çalışmamı yaparken, Kur’anda hidayet kelimesi geçen bütün âyetleri tek tek inceledim. Ve hayretle gördüm ki, Allah’ın hidayete erdirmediğinin veya erdirmeyeceğinin haber verildiği bütün âyetlerde mutlaka kulun cüz’i iradesine atıflar yapılmış.
İsterseniz, dedi, bunlardan birkaçını sizlere okuyayım.
Bu teklife, Muratın cevabı:
— Çok memnun kalırım, şeklinde oldu.
Arif Bey, elindeki fişleri karıştırmaya başladı. Buyurun işte birisi diye bir fiş uzattı Murata. Murat âyet meâlini ağır ağır okumaya başladı:
 
“Allah, zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez,”   (Bakara Sûresi, 258)
 
İşte iki âyet-i kerime daha, diyerek fişleri masaya koydu. Âyet meâlleri şöyleydi:
 
“Allah, kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez.”  (Bakara Sûresi,264)
 
“Allah, fasıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.”  (Tövbe Sûresi, 24)
 
Bu üç âyet-i kerimeden, kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğrenmiş bulunuyoruz: Zulüm, inkâr ve fısk.

**

Zulüm, inkâr ve fısk


Arif Bey, elindeki fişleri karıştırmaya başladı. Buyurun işte birisi diye bir fiş uzattı Murata. Murat âyet meâlini ağır ağır okumaya başladı:
“Allah, zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez,”   (Bakara Sûresi, 258)
 
İşte iki âyet-i kerime daha, diyerek fişleri masaya koydu. Âyet meâlleri şöyleydi:
“Allah, kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez.”  (Bakara Sûresi,264)
“Allah, fasıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.”  (Tövbe Sûresi, 24)
Bu üç âyet-i kerimeden, kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğrenmiş bulunuyoruz: Zulüm, inkâr ve fısk. 
Bunların üçü de insanın cüz’i iradesiyle ilgili. Zulmü işleyen, küfre giren, fısk yolunu tutan, yani haktan ayrılan ve günah yoluna giren insanın kendisidir. Bu cinayetlerine ceza olarak da hidayet nimetinden mahrum kalmıştır. Tıpkı kendi gözüne kast eden bir meczubun, görme duygusunu kaybetmesi gibi.
Bakın dedi Arif Bey:
— Bu mânâya kuvvet veren bir âyet daha okuyayım size:
 
“Onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında dalâleti (sapıklığı) satın almışlardır. Ticaretleri kendilerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara Sûresi, 16)
 
Murat:
— Bunları not etmeme müsaade eder misiniz, diyerek elini fişlere uzattı.
Arif Bey:
— Sen yazıncaya kadar ben de birisine telefon açayım, diyerek odadan ayrıldı.
Çetin:
— Ben de not almak isterim, dedi ve sandalyesini Murata doğru iyice yaklaştırdı. Büyük bir neşe içinde not tutmaya başladılar. Telefon görüşmesinin uzamasını da fırsat bilip Arif Beyin konuşmalarından bazı can alıcı noktaları kaydettiler.
Arif Bey:
— Özür dilerim. Sizi biraz beklettim, diyerek masadaki yerini aldı.
Şimdiye kadar okuduğum âyetler, hidayetten mahrum kalanlarla ilgili idi. Ve bütün âyetlerin ortak noktası: Bu sonuca kulun kendi cüzi iradesini yanlış kullanılmasının sebep olduğu.
Aynı şekilde, hidayete ermekte de yine kulun cüz’i iradesi esas kılınmış. Ben size bu konuda, sadece bir âyet-i kerimenin meâlini okumakla yetineceğim, dedi ve hidayetle ilgili fişleri yeniden taramaya başladı.
— Bakınız, şu âyette Rabbimiz ne buyuruyor:
 
“De ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de hidayet buyuruyor.” (Ra’d Sûresi, 27)
 
Bu âyet-i kerime açıkça ifade ediyor ki, kul kendi iradesiyle Allah’a gönül verdiği takdirde hidayet şerefine erişiyor.
Arif Bey:
— Önemli gördüğüm bir noktaya da kısaca temas etmeden geçemeyeceğim, dedi.
Cenâb-ı Hakk’ın her isminin muktezası, yani “o isimden beklenen”, “o ismin gereği” ayrı ayrıdır. Kadir isminin muktezası, “her şeye güç yetirmek”tir. Aynı şekilde, Hakim isminin gereği, “abes yani boş, faydasız iş yapmamak”tır. Âdil isminin gereği ise “hiç kimseye ve hiçbir şeye zerre kadar zulmetmemek, her hak sahibine hakkını noksansız vermek”tir.
Şimdi bütün isimler birlikte düşünüldüğünde şöyle bir tefekkür levhası çıkıyor karşımıza:
Cenâb-ı Hak, Kadir isminin tecellisiyle insanı semalardan daha büyük yaratabilirdi; ama Hakîm ismi, insanın hâli hazırdaki cüssesiyle yaratılmasını istediğinden Hakîm ismi Kadir isminin tasarrufunu sınırlamış oluyor. Aynı şekilde, Allah mutlak irade sahibidir ve her dilediğini icra edebilir. Ama Âdil ismi bu dilemenin hikmet ve adalet dairesinde olmasını gerektiriyor ve İlâhî icraatlar böylece ortaya konuluyor.
Allah’ın, hidayeti dilediğine vermesiyle ilgili âyet-i kerimeleri de bu noktadan değerlendirmek gerek.
Sağ eliyle kaşlarını iki kez ovdu:
— Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar, diye sözünü tamamladı. Elbette, bir sorunuz yoksa, demeyi de ihmâl etmedi.
— Çok enteresan, dedi, Murat. Bu inceliği çok güzel yakalamışsınız.
Sonra sürdürdü konuşmasını:
— Öyle ya! Rabbimiz bir kulunu sebepsiz ve hikmetsiz olarak niçin sapıklığa sürüklesin? Onun sapıklığına razı olsaydı, uyarıcı peygamber gönderir miydi? Demek ki, kul sapıtmışsa, Cenâb-ı Hak, onun kalbinde dalâlet yaratmışsa, bu sonucu kulun kendisi hazırlamış demektir. İlâhî rahmet ve adaletten ancak bu beklenir.
Arif Bey, masanın üzerinde kenetlediği ellerini bir süre dalgınca seyrettikten sonra:
— Çok güzel, dedi. Zaten, insanoğlu sadece rahmet kavramını bir düşünebilse, bu konuda hiçbir problemi kalmayacak.
Sonra, bakışlarını Murat ve Çetinde sırayla gezdirerek:
— Duymuşsunuzdur, dedi: Kur’an’ın, Fatiha sûresinde, Fatihanın da besmelede, bir öz olarak, bulunduğunu büyük âlimlerimiz ve yine büyük veliler beyan ediyorlar.
Besmelede rahmet hâkimdir. Allah ismini takip eden Rahman ve Rahim isimlerinin her ikisi de rahmet ifade ederler. Biri, başta rızık olmak üzere, bu dünyadaki bütün rahmet tecellilerine işaret ediyor; diğerinde ise âhiretteki ebedî saadetin müjdesi gizli.
Bir âyet-i kerimede, Resululah Efendimize (a.s.m.) hitaben, “biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik,” buyurulur. Bir başka âyette de, “Rabbiniz kendi nefsine (zatına) merhameti yazdı”(En’am Sûresi, 54) müjdesi verilir.
Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, Allah’ın, akıl ve şuurla şereflendirdiği ve arza halife tayin ettiği bu en güzide mahluku hakkında, hayır dileyeceğinden şüphe edilmez. Zira, insanın bu noktaya kadar geçirdiği bütün safhalar lehine tecelli etmiştir, herbiri ayrı bir hayır, ayrı bir kerem, ayrı bir inayet olarak onun başından aşağı adeta yağdırılmıştır. Ama şu var ki, bu bahtiyar kul, hidayet şerefine erip ermemekte serbest bırakılmıştır.
Sonra:
— Bilirsiniz, dedi, bu dünyanın bir sonraki menzili olan âhiretin iki ayrı beldesi var: Cennet ve cehennem.
Bunlardan birincisi hidayete erenlerin, diğeri ise ona sırt çevirenlerin diyarı.
Murat:
— Doğru, diye Arif Beyi tasdik etti. Fikirlerinizden, çok faydalandım. Biraz durakladı. Yutkundu:
— Bir noktayı daha açıklığa kavuşturmanızı özellikle arzu ediyorum.
— Buyurun sizi dinliyorum.
Murat:
— Duyduğum kadarıyla, dedi, Kur’an-ı Kerimde bazı kulların kalplerinin mühürlendiğinden söz ediliyor. “Allah’ın hidayeti dilediğine verdiği,” gerçeğiyle, bu İlâhî haberi nasıl bağdaştıracağız.
— Önce şunu söylemek isterim. Benim fikrim diye bir şey söz konusu değil. Ben felsefeci değilim. Ve bu konular da akılla çözülecek cinsten değil. İlâhî hakikatlere, günümüz ifadesiyle metafizik gerçeklere, fikir yürütmeyle değil, Kur’an’a ve Allah Resulünün (a.s.m.) beyanlarına hakkıyla muhatap olmakla ulaşılabilir. Biz buna kafa yoruyoruz. Bu konuda yazılmış değerli eserleri inceliyoruz ve bir şeyler anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz.
Bir hadis-i şerifle konuya girmek isterim. Allah Resulü (a.s.m.) buyururlar ki:
 
“Günah işlendiği zaman kalpte bir kara leke hasıl olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse, kalp yine parlar.”
 
Şirk ise en büyük günah:
 
“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (sair günahları) dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi,48)
 
Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk. Bir insan şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi kaplar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi imkânsız hale gelir. Nur Müellifinin ifadesiyle, “Küfür …istidad-ı însânîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabûle liyâkati kalmaz.”
İşte sözünü ettiğiniz âyet-i kerime, Allah Resülüne (a.s.m.) cephe alan, ona karşı şirk namına mücadele veren, harp eden müşrikler hakkında nâzil olmuş. Ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiş.
Gençlerin bakışlarında hayret ve sevinç iç içeydi.
Arif Bey sözünü şöyle noktaladı:
— Kendilerine hidayet kapısı kapananlar bu noktaya varan bedbaht guruptur. Yoksa her günah işleyen, her zulüm eden için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asr-ı saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz.
Öyle ya, dedi Murat:
— Her şirke girenin kalbi mühürlenseydi hiçbir müşrik Müslüman olamazdı. Demek ki, kalbi mühürlenenler sizin de izah ettiğiniz gibi, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenler.
Çetin söze karıştı:
— Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşmüş oluyorlar!
Arif Bey, Murata sordu:
— Bilmem bu kadar yeterli mi?
Murat, bu açıklamalardan çok memnun kalmıştı. Hidayet konusu onun iç âleminde tam olarak yerini bulmuştu. Ruhunda sevinç ve heyecanın kaynaştığı yüzünden açıkça okunuyordu:
— Teşekkür ederim, dedi, gerçekten çok istifade ettim. Bu gün hayatımın en mutlu günlerinden birini yaşadım, desem yalan olmaz. Bu güzel sohbetin saatlerce devam etmesini isterim. Fakat, sizleri daha fazla yormak da istemiyorum. Hem aklım hem kalbim fazlasıyla tatmin oldular, tekrar teşekkür ederim.
***

Kafir, iradesini kullanarak kafir olmuştur


“Günah işlendiği zaman kalpte bir kara leke hasıl olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse, kalp yine parlar.”
Şirk ise en büyük günah:
“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (sair günahları) dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi,48)
Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk. Bir insan şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi kaplar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi imkânsız hale gelir. Nur Müellifinin ifadesiyle, “Küfür …istidad-ı însânîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabûle liyâkati kalmaz.”
İşte sözünü ettiğiniz âyet-i kerime, Allah Resülüne (a.s.m.) cephe alan, ona karşı şirk namına mücadele veren, harp eden müşrikler hakkında nâzil olmuş. Ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiş.
Gençlerin bakışlarında hayret ve sevinç iç içeydi.
Arif Bey sözünü şöyle noktaladı:
— Kendilerine hidayet kapısı kapananlar bu noktaya varan bedbaht guruptur. Yoksa her günah işleyen, her zulüm eden için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asr-ı saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz.
Öyle ya, dedi Murat:
— Her şirke girenin kalbi mühürlenseydi hiçbir müşrik Müslüman olamazdı. Demek ki, kalbi mühürlenenler sizin de izah ettiğiniz gibi, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenler.
Çetin söze karıştı:
— Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşmüş oluyorlar!
Arif Bey, Murata sordu:
— Bilmem bu kadar yeterli mi?
Murat, bu açıklamalardan çok memnun kalmıştı. Hidayet konusu onun iç âleminde tam olarak yerini bulmuştu. Ruhunda sevinç ve heyecanın kaynaştığı yüzünden açıkça okunuyordu:
— Teşekkür ederim, dedi, gerçekten çok istifade ettim. Bu gün hayatımın en mutlu günlerinden birini yaşadım, desem yalan olmaz. Bu güzel sohbetin saatlerce devam etmesini isterim. Fakat, sizleri daha fazla yormak da istemiyorum. Hem aklım hem kalbim fazlasıyla tatmin oldular, tekrar teşekkür ederim.
Çetin, sıkılarak:
— Bilmem ki, bir soru da ben sorsam nasıl olur?
Arif Bey:
— Buyurun, dedi ve ilave etti: Ama bilirsiniz, hürriyetler karşılıklı. Sizin soru sorma hürriyetiniz kadar, benim de cevap vermeme hürriyetim var. Tahmini konuşmak, lâf olsun diye bir şeyler söylemek istemem. Bilmemeyi utanç saymak gibi bir âdetim de yoktur.
Bu sözler Çetini ve özellikle de Muratı çok rahatlatmıştı. Konuşmalarını çok daha samimi bir hava içinde ve daha rahat yapabileceklerdi.
Çetin:
— Affedersiniz, diye söze başladı. “Benim iki sorum olacak: Birisi: Halk arasında, “kader hakkında konuşmak tehlikelidir,” şeklinde yaygın bir anlayış var. Bu konuda ne düşünürsünüz?
Diğeri: Tabii âfetler kader yönünden nasıl yorumlanabilir?
Arif Bey:
— Bu iki soru ilk bakışta farklı gibi görünüyor, ama aslında aynı temele dayanıyorlar, diye söze başladı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
— Kaderden söz etmenin tehlikeli olduğu anlayışında, önemli bir yanlışlık söz konusu. Kader denilince, her şeyin İlâhî ilimle en güzel şekilde takdir edildiğini anlıyoruz. Etrafımızda gördüğümüz her şey bir yönüyle, yaratıcısının varlığını gösterdiği gibi, bir yönüyle de İlâhî takdirin harika cilvelerini sergilemekte.
Öte yandan, kader konusunda, cüz’i irade ve efâl-i ibad (yani kulun fiilleri) konusunda nice eserler yazılmış. Bunlardan söz etmek, en azından, bir ilim tahsilidir ve yasaklanması düşünülemez. Ama, kaderin bir yönü var ki, ondaki ince hikmetleri insan idraki kavrayamıyor. Hastalıklar, musibetler, nice masum insanın ölümüne sebep olan zelzeleler ve diğer tabii âfetler gibi… İşte bu cihet üzerinde insan ne kadar kafa yorarsa yorsun bir sonuca varamaz. Onun bu âczini şeytan en ileri seviyede istismar eder ve onu İlâhî adalet konusunda şüphelere düşürür. Resulullah Efendimiz (a.s.m.) geçmiş kavimlerin çoğunun kader noktasında sapıklığa düştüklerini ashabına hatırlatmış ve kaderin bu yönü üzerinde fazlaca durmaktan ümmetini men etmiştir.
Arif Bey, gençlere:
— Kur’an-ı Kerimde, Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır’ın seyahatlerine yer verilir. Bilmem hiç okudunuz mu? diye sordu.
Her ikisi de okumadıkları ifade ettiler.
— İşte bu kıssa, dedi, bu tip itirazlara karşı en güzel bir cevap.
Kısaca özetleyeyim:
Hz. Hızır, ilm-i ledün denilen hadiselerin hikmet yönünü bilme hususunda İlâhî lütfa mazhar olmuş bir zat; bir peygamber.
Hazret-i Musa (a.s.) bu zattan hikmet dersi almak ister. Hz. Hızır onun arkadaşlık teklifini, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin,” şeklinde ilginç bir gerekçe ile reddetmek ister. Ve sözünü şöyle tamamlar:
“(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”
“Hz. Musa’nın, ‘İnşallah sen beni sabreden bir kul olarak bulacaksın, senin emrine de karşı gelmem,” demesi üzerine arkadaş olurlar. Hz. Hızır bu arada bir de şart koşar: Sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”
Bir gemiye binerler. Hz. Hızır gemiyi yaralamaya başlar. Hz. Musa dayanamayıp itiraz eder. Hz. Hızır’ın ikazı üzerine, ‘unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme…’ şeklinde özür beyan eder. Yolculuğa devam ederler. Hz. Hızır küçük bir çocuğu öldürür. Hz. Musa buna da itiraz eder. Hz. Hızır kendisini tekrar ikaz edince, Musa aleyhisselâm:
— Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme,… der.
“Daha sonra bir köye uğrarlar, kimse onları misafir etmez. Hz. Hızır o köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı doğrultur. Hz. Musa, biraz da sitem karışımı bir üslupla, böyle yapmasının hikmetini sorunca, Hz. Hızır, ‘arkadaşlığımız burada sona eriyor; şimdi sana sabredemediğin şeylerin içi yüzünü haber vereceğim,’ der.”
Gemiyi yaralamasından başlar: “Zâlim bir hükümdarın sağlam gemilere el koyduğunu, gemiyi bu yüzden ayıplı kılmak istediğini söyler. Öldürdüğü çocuğun babasının salih bir zat olduğunu, çocuğun onları azgınlığa ve nankörlüğe boğmasından koktuğunu ifade eder. Duvar tamirine gelince, o duvarın altında bir hazine bulunduğunu, evdeki iki yetim çocuğun büyümelerine kadar duvarın yıkılmaması gerektiğini, onun için tamir yoluna gittiğini anlatır.
Ve bütün bu işleri, kendi hevesiyle değil, İlâhî ilhamla yaptığını özellikle vurgular.
Murat ve Çetin kıssayı dikkatle dinlemişlerdi. Çok memnun kaldıkları her hallerinden belliydi.
Arif Bey, sordu:
— Bu kıssada dikkatinizi en fazla neler çekti?
Kısa bir sessizlik oldu.
— İsterseniz, dedi, soruyu şöyle sorayım: Sizce bu kıssadan alacağımız hisse nedir? Allah kelâmında yer almış bu kıssa ile ne gibi öğütler, dersler veriliyor?
Murat, biraz doğruldu ve bir elini masaya koydu diğerini yanağına yumruk gibi sıkarak yanağına dayadı:
— Hz. Musa kitap sahibi büyük bir peygamber… O bile İlâhî hikmeti tam olarak bilemediğine göre biz boşuna kendimizi yoruyoruz.
Sonra şöyle sürdürdü konuşmasını:
— Bir de içimi şöyle bir his kapladı: Beşerin iradesi dışında cereyan eden olaylara kendilerince yorumlar getirenler, bir bakıma Hz. Hızırı taklide kalkışmış oluyorlar. Ancak o bütün bunları İlâhî ilhamla söylüyordu, bunlar ise nefislerinin sözlerini aktarıyorlar.
Kısa bir süre sessiz kaldı:
— Yahut, şeytanın telkinlerini, diye tamamladı sözünü.
Arif Bey Çetine dönerek:
— Murattan güzel şeyler dinledik. Bilmem senin de bir ilaven olacak mı?
Çetin, derin düşüncelere dalmıştı. Arif Beyin sorusuyla, istemeyerek ayrıldı o zevkli âlemden:
— Ben “İnşaallah” kelimesi üzerinde bir düşünceye dalmıştım. Hz. Musa, “eğer Allah dilerse beni sabreden bir kul olarak bulacaksın,” dediği halde, üç olaya bile tam sabredemedi ve Hızırla arkadaşlıkları son buldu.
Hafifçe dudak büktü:
— Bilmem yanlış mı düşünüyorum? Demek ki diyorum, kendi kendime, Allah, Hz. Musa’nın (a.s.) sabrına müsaade etmedi. Burada kalakalıyorum. Sonrası için sizden bir şeyler dinlemek isterim.
Arif Bey, gençlerin ikisini de tebrik etti:
— Çok ilginç noktalar yakalamışsınız. Ben de bu kıssa hakkında bazı şeyler söylemek isterim. Ama öncelikle Çetinin sorusunu cevaplandırmam gerek, dedi.
Konuşmasını şöyle sürdürdü:
— Nur külliyatında, “Ehl-i hakikat gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler” buyurur. Hakikat ehli denilince en başta peygamberler hatıra gelir. Onlar bile gaybî şeylerden, yani görünmeyen, gizli olaylardan ve bilinmeyen hikmetlerden, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bildirdiği kadarına vakıf olabilirler. Peygamberlik görevlerini yürütürken, olayların zahirine bakar, onların ilâhî emirlere uygun olup olmadığına nazar eder, ona göre hükmederler. Hadiselerin altında yatan bütün ilâhî hikmetleri bilmeleri bazen bu kutsi görevlerinde aksamaya yol açabilir. Bu hikmete binaen kendilerine bütün olayların içi yüzleri, hikmet yönleri bildirilmemiştir. İşte bu kıssa bunun en güzel bir örneğidir.
Sonra Çetine sordu:
— Bu kadarı yeterli mi?
Çetin,
— Teşekkür ederim, dedi. Siz konuşurken kalbime şöyle bir mânâ da doğdu: Bizler Allah Elçisini (a.s.m.) aynen taklit etmekle görevliyiz. Olayların içi yüzlerini bilemediğimize göre, onları olduğu gibi kabul etme ve gereğini yapma durumundayız. Peygamberler de Hz. Hızır gibi olayların hikmet yönünü bilse ve ona göre hareket etselerdi, ümmetleri onları nasıl taklit edeceklerdi?!.. Vefatlarından sonra herkes dilediği gibi hareket edecek ve kendilerine karşı çıkanlara, ‘sen bu işin hikmetini bilmezsin’ diyerek suçlarını örtbas etmeye çalışacaklardı.
Arif Bey, Çetinin dikkatine hayran olmuştu. İlk görüşmelerinden bu yana hayli yol aldığı belliydi.
Devam etti konuşmasına:
— Ben kıssanın ayrı bir yönü üzerinde duracağım, dedi. Dikkat edilirse, seçilen üç olay adeta birer sembol. Birincisi insanların mallarına gelen zararları, ikincisi canlarına, çoluk çocuklarına, yakınlarına gelen musibetleri, üçüncüsü de din düşmanlarının ve hak yoldan sapan kimselerin dünyada nâil oldukları yardımları, ihsanları temsil ediyor. Ve bize bir kul olarak kendi vazifemizi yapıp, ötesine karışmamak düşüyor.
Arif Bey, başını önüne eğerek düşünceye daldı. Bir şeyi hatırlamaya çalışıyor gibiydi:
— Yeri gelmişken, dedi, Muhyiddin Arabî’den bir nakil yapmak isterim:
Muhyiddin Arabî, kıssada geçen üç olayla Hz. Musa’nın (a.s.) başından geçen üç olay arasında ilgi kurar. Bunlardan ikisi şu an hatırlayamadım. Birisi şöyle idi: Hz. Musa’yı da annesi bir sandığa koyup Nil nehrine atmıştı. Ama bu atışın “Zahiri helâk, batını necat idi.” Yani görünüşte annesi onu boğulmaya terk ediyordu. Halbuki, o böylece ölümden kurtulmuş, bununla da kalmayıp Firavunun sarayına yerleşmişti. Hz. Hızır’ın gemiyi yaralaması da böyle idi.
Konuşmasını sürdürdü:
— Hz. Hızır, Hz. Musa’ya (a.s.) “kendisiyle arkadaşlık etmeye güç yetiremeyeceğini,” söylemekle ona ilk gaybî haberi de vermiş oluyordu. Bu haberini bir teselli cümlesiyle tamamlamıştı:
“(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”
Değerli kardeşlerim,dedi Arif Bey:
— Ben bu teselli cümlesinde aynı zamanda büyük bir müjdeyi hisseder gibi oluyorum: İnsanoğlunun, kadere itiraz noktasına varmamak şartıyla, musibetler anında gösterdiği sabırsızlıktan dolayı ceza görmeyeceği konusunda bir teselli veriliyor bu âyetle.
Yerinden kalktı. Kütüphaneye doğru yürürken:
— Bakın, bu mânâyı ders veren bir yer okuyayım size diye söyleniyordu.
Bir kitap getirerek masanın üstüne koydu. Kısa süren bir aramayla sözünü ettiği konuyu buldu:
— Sabır hakkında güzel bir bahis, dedi. Ama ben size sadece şu kısmını okuyayım:
 
“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’âlini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet, musibetin darbesine karşı şekva sûretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva Ona olmalı, Ondan olmamalı. Hazret-i Yâkub Aleyhisselâm’ın: “İnnemâ eşkû bessî ve huznî ilâllah.” demesi gibi olmalı.Yâni: Musîbeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.”                                                                                                            Mektûbat
 
Benim söyleyeceklerim bu kadar, dedi Arif Bey:
— Zaten kıssadan alınacak en büyük dersi Murat başta söylemişti:
“İnsan aklının İlâhî hikmetleri ve kaderin derin sırlarını anlamaktaki aczi, Hz Musa’nın (a.s.) şahsında bütün beşere ders veriliyor.”
Arif Bey; Murat ve Çetini kısa bir süre süzdükten sonra:
— Hayret! dedi. “Biz ne cüretle bu yola girmeye cesaret edebiliyoruz?”
Murat, Arif Beye:
— Haklısınız, diye karşılık verdi. Aklımızın âcizliği her hâlimizden belli. Öyle olmasa fakültede bütün notlarımız yüz olurdu. Bir tek bilim dalını bile hakkıyla anlamaktan âciziz. Ama, iş din sahasına dökülünce herkes bilgin kesiliyor, herkes hüküm yürütmeye kalkışıyor.
Çetin söze karıştı:
— Demek ki, insanda aklı yanlış yola sevk eden başka bir şey var. Ben şimdi, nefsin varlığını çok daha iyi anlıyorum.
Arif Bey, gerçekten güzel tespitler diye tebrik etti gençleri:
— Ben, dedi, Çetinin sözünü bir başka gerçekle tamamlamak istiyorum: “İnsan küçük âlem, âlem büyük insandır,” buyurulur. İşte küçük âlemdeki bu nefis de şeytandan haber veren bir ip ucu. Piyasada dolaşan yanlış sözlerin arkasında, eğer cehalet yatmıyorsa, mutlaka nefis ve şeytan bulunuyor demektir. Bu böyle biline!..
Çetin, sitemli ve sert bir edâ ile,
— Öyle ama bu insanlar da sanki aldanmaya can atıyorlar!. Niçin uyuyorlar şeytanın sözüne?
Murat,
— Gerçekten önemli bir nokta diyerek Çetini tasdik etti. Bu konuda insanların yanıldıkları en önemli nokta sizce nedir, diye sordu Arif Beye.
Arif Bey:
— Ben, dedi, bu konu üzerinde bir zamanlar bir hayli düşünmüştüm. Ve Nur Külliyatından bir cümle bana büyük ufuklar açmıştı. İç âlemimde önemli bir yer tutan bu cümle ezberimde. Size de okuyabilirim:
 
“Vacibul vücudûn Zat-ı akdesi başkalara hiç bir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir.”
 
Mümkinat, mahlûkat mânâsına geliyor. Arada bir nüans farkı var, ama şimdilik kalsın. Allah’ın Zatı gibi efali yani fiileri, işleri, icraatı da mahlûkatınkine benzemiyor. Öyle ise, bizim sınırlı ve âciz aklımızda şekillenen hikmet ve adalet anlayışıyla İlâhî hikmet ve adaletin kavranması mümkün değil. Az önce sözünü ettiğimiz kıssadan bu dersimizi almıştık. Ama ben size bir misâl vereyim. Belki konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur:
Mânâ yüklü bakışlarını gençlerin gözlerinde bir süre gezdirdikten sonra:
— Bakın değerli kardeşlerim,dedi. Siz bir insan resmini nasıl çizersiniz? Resimden pek anlamam ama, her halde önce kafasından başlayarak bütün bedenin genel bir profilini ortaya koyarsınız. Sonra kaşları gözleri, ağzı yerleştirirsiniz.
Başını “hayır, hayır!” mânâsına hafifçe salladı:
— Ama, Allah bir insanı böyle yaratmıyor, dedi. Önce insan bedeninin ince ve kaba bütün hatlarını, her türlü özelliklerini bir noktada topluyor. Sonra o noktayı açıyor. Bunu yaparken ne başından başlıyor ne ayaklarından. İçiyle ve dışıyla bütün bedeni birlikte inşa ediyor.
Arif Bey gençlerin hayret dolu bakışları altında şöyle sürdürdü konuşmasını:
— Bir örnek daha vereyim, dedi. Evimizdeki eşyadan her birini bir başka mağazadan satın almışızdır. Çünkü, bunların her biri ayrı bir sanayi dalının ürünü. Koltuk, avize, halı, bilgisayar, buzdolabı… Bunların arkalarında ayrı fabrikalar, farklı tezgâhlar var. Ama bakın, kâinattaki icraatlar hiç de öyle değil:
— Kâinat tek bir fabrika. Ama, insandan tutun, milyonlarca nevi hayvana, bitkiye kadar her varlık bu fabrikada yapılıyor, dokunuyor. Meselâ, çiçeklerin yaratılışında sebep olarak güneşin de bir payı var. Bu, neye benzer bilir misiniz? Avizenin ışığından halının desenlerinin teşekkül etmesine.

***

Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır…



Arif Bey gençlerin hayret dolu bakışları altında şöyle sürdürdü konuşmasını:
— Bir örnek daha vereyim, dedi. Evimizdeki eşyadan her birini bir başka mağazadan satın almışızdır. Çünkü, bunların her biri ayrı bir sanayi dalının ürünü. Koltuk, avize, halı, bilgisayar, buzdolabı… Bunların arkalarında ayrı fabrikalar, farklı tezgâhlar var. Ama bakın, kâinattaki icraatlar hiç de öyle değil:
— Kâinat tek bir fabrika. Ama, insandan tutun, milyonlarca nevi hayvana, bitkiye kadar her varlık bu fabrikada yapılıyor, dokunuyor.
Meselâ, çiçeklerin yaratılışında sebep olarak güneşin de bir payı var. Bu, neye benzer bilir misiniz? Avizenin ışığından halının desenlerinin teşekkül etmesine.
Bir iki misâl daha vereyim:
Denizlerin suları karalara tankerlerle taşınmıyor.
Lâmbamız, odamızdan bir milyon üç yüz bin defa daha büyük.
Ve odalar, lâmbanın etrafında dönüp duruyorlar.
Çetin de Murat da Arif Beyi dikkatle dinliyorlardı. Dudaklarından “enteresan”, “harika” gibi kelimeler dökülüyordu.     Bazen de “bunları
hiç düşündüğümüz yok!” der gibi dudak büküyorlardı.
Arif Bey gençlerin konuya yakın ilgi duymalarından memnun kalmıştı.
— Bakın, dedi, insanın ruh âleminin ve kalp dünyasının terbiyesinde de benzer tecelliler görülüyor: Hikmetini bilemediğimiz nice olaylarla insan kalbi halden hâle giriyor. Bazen nimetlere karşı şükür hissiyle doluyor, bazen da belâ ve musibetlerle aczini çok daha iyi anlı
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:yor ve Rabbine gönülden sığınıyor. Sadece Ondan yardım diliyor ve yalnız Ona güveniyor.
“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra derecesine göre diğer salih kullara gelir”
Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.
Demek ki, her musibeti, her hastalığı yahut her tabii afeti mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.
Sonra kitabın yapraklarını karıştırmaya başladı:
— Bakın, dedi. Bu konuda çok harika bir tespit var. Yerinden bizzat okuyalım:
“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” Sözler
İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş?
Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o alem için de sürdürmeli. Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?
Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı, vazife gördüğü gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor.
İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız insanlığın hiçbir fonksiyonunu ifâ edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.
İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihikader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hadiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte.
Bedihikader, mânevî kaderden haber veriyor. Bedihikaderin her şeyi güzel olduğu gibi, mânevî kaderin de her hadisesi güzel.
Arif Bey, kısa bir süre durakladı:
— Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç dedi. İnsan kendi iradesini İlâhî iradeye uygun olarak, yani rıza yolunda ve istikamet çizgisinde kullanırsa bütün fiilleri güzelleşir.
Çirkinliklerin tamamı, bu iradenin nefis yolunda, yahut şeytanın emriyle kullanılmasından doğuyor.
Kısa bir duraklamadan sonra gençlere bir soru yöneltti:
— Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında bir kul olarak bize düşen görev nedir bilir misiniz?
Sorusunu yine kendi, cevaplandırdı:
— Bu gibi hadiselerde, derhal anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlayacağız.
O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.
Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.
“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir” hadisinden dersimizi tam alarak bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat edeceğiz. Karşılaştığımız her hadiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendireceğiz ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda bir rahmet tecellisi arayacağız.
Arif Bey:
— Bilmem bir şey anlatabildim mi, dedi ve sözlerini, sizler kendi iç âleminizde daha güzelini kurabilir ve şekillendirebilirsiniz, diye noktaladı.
Murat:
— Çok istifade ettik dedi. Ama bunu nefse anlatmak da oldukça zor. İnsan nefsi, güzel dendi mi kendi hoşuna giden, ona haz veren, zevk veren şeyleri anlıyor. Bunun ötesi onun için hep çirkin, hep musibet, hep belâ. Bu konuyu bu asrın insanlarına hele gençlerine anlatmak oldukça zor.
Derin bir nefes aldı. Ama, dedi, gerçek de bundan başkası değil.
Doğru söylüyorsun diye Murat’ı tasdik etti Arif Bey:
— İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı çok yanılır. Okula gitmemek ve oyun oynamak nefsin hoşuna gider. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları gösterir onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.
Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hadiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel oluğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir,” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada. Şu var ki, bazı olaylar bizzat güzeldir, bazıları ise neticeleri itibariyle.
Arif Bey, bakışlarını âdeta boşluğa gömdü. Kısa bir dalgınlıktan sonra:
— İşte, dedi “kahrın da hoş, lütfun da hoş,” diyenler, bu makama varmış üstün insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.
Çetin,
— Siz, dedi güzelliği ikiye ayırdınız. Bizzat güzel ve neticeleri itibariyle güz
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6150
Rep Gücü : 14991
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Empty
MesajKonu: Geri: Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar   Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Icon_minitimeSalı Mart 31, 2015 1:28 am

Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır.


Arif Bey, çenesini iki avuç arasına alarak bir süre bekledi:
— Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi? Öte yandan, sıhhat bizzat güzeldir, hastalık ise neticesi itibariyle güzel.
İnsanın muhatap olduğu hadiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi.
Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kul olduğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar, büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.
Murat, çok memnun kalmıştı:
— Gerçekten öyle! dedi.
Devam etti Arif Bey:
— Gece ve gündüz, bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren cemal ve celal tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, güzün karası ve akı, semavat ve arz, erkek ve kadın ve daha nice çiftler bu zincirin diğer halkaları.
Kalktı:
— Size konumuzla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâlini okumak isterim, dedi. Kütüphanesinden bir Kur’an Meâli getirdi. Bakara Sûresinin 216. Âyetinin meâlini okumaya başladı:
“Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız. Halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.”
Sonra açıklamada bulundu:
Âyet-i Kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh.
Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiği zaman harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmet içinde kalır. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi olur.
Gençleri kısa bir süre süzdü:
— Şimdi soruyorum size, dedi: Dünyada, ölümden daha ileri bir musibet düşünebilir misiniz? Âyet, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar olduğunu bildirmekle, dünyanın diğer musibetleri için bizlere bir teselli vermiş olmuyor mu?
Sonra:
— Bakın, dedi, Cenâb-ı Hak, bir hadis-i kudsîde ne buyuruyor:
        “Rahmetim gazabımı geçti.”
İsmini hatırlayamadığım bir kâmil insan bu hadis-i kudsîye şu mânâyı veriyor:
“Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”
Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen bazı hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen senenin ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmazlar mı?
Arif Bey bir süre durakladı:
— Ama, dedi, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir.
Sonda, şöyle sürdürdü konuşmasını:
— Az önce ne demiştim? Her musibet mutlaka kahır değildir. Musibetler için şu şıklardan birisi veya birkaçı birden geçerli.
Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar:
— Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir.
— Veya, günahlarımıza kefarettir, acımızı bu dünyada çektirir; ebedî âleme bırakmaz.
— Yahut, insan kalbini mahlûkattan ve geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.
— Bir başka açıdan, musibetler insan için sabır imtihanıdır, bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.
— Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır.
Umumî musibetlerde bunların hepsinin de ayrı hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret…
Münferit belâlarda ise, bana göre en selâmetli yol, şu olsa gerek:
Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim.
Böylece hem nefs terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.
Çetin:
— Bir soru da ben sorayım, diyerek konuşmaya katıldı:
İlâhî adaletle ilgili soruların çoğu, insanların sosyal hayattan aldıkları payla ilgili oluyor. Zenginlik-fakirlik meselesi sıkça gündeme geliyor. İnsanlar arasındaki geçim farklılıklarını, mevki ve makam ayrılıklarını kader yönünden nasıl açıklarsınız?
Murat, söze karıştı:
— Bir zamanlar bu sosyal problem, ideolojik mânâda ele alınır ve gençlerin sol görüşlü olması için çokça istismar edilirdi, dedi.
Sonra şöyle devam etti:
— Ama şimdi, durum çok değişti. Konu ideolojik olmaktan tamamen çıktı gibi. Herkesin menfaat kavgası verdiği bir ortamda, bu tip sorular, büyük çoğunlukla, mücadelede yenik düşen takımdan geliyor. Galip gelseler, belki böyle bir soru hayallerinden bile geçmeyecek.
Arif Bey Muratın tespitlerini çok beğenmişti. Yaşının çok üstünde bir şahsiyet sergileyen Muratın değerlendirmeleri de aynı şekilde idi. Soruları da dolu doluydu. Çok okuyan biri olduğu her hâlinden anlaşılıyordu.
Murat doğru söylüyor diye söze başladı Arif Bey:
— Ama ben işin o yanı üzerinde durmayacağım. Hangi dönemde, hatta hangi asırda sorulursa sorulsun, ‘böyle bir sorunun cevabı ne olmalı?’ noktasından hareket edeceğim.
Öncelikle bir noktayı açıklamak isterim:
Toplum hayatında, yüksek makamlara çıkmak, servet sahibi olmak çoğu insanımızın ortak arzusudur. Ama kâinattaki rahmet tecellileriyle bu arzumuz birlikte değerlendirildiğinde şöyle bir gerçekle karşılaşırız: Bu dünya bizim sandığımız gibi, bir saadet yeri değil. Eğer öyle olsaydı, dünyayı bize beşik, güneşi lamba yapan, bitkileri ve hayvanları hizmetimize veren Rabbimiz, bize de hayvanlar gibi dertsiz, tasasız bir hayat sürdürebilirdi. Bizi toplum hayatının içine atmaz; bitmek tükenmek bilmeyen problemlerle uğraştırmazdı.
Sonra:
— En şerefli mahlûk olan insan, en büyük çilelerin hedefi!. Ne kadar enteresan değil mi? Bu nokta üzerinde çok iyi düşün-mek gerek!..
Nasıl değerlendirirsiniz bilmem ama, bence bu düğüm ancak şu gerçekle çözülür:
“Bu dünya insanların imtihan meydanıdır. Gerçek saadet ve azap diyarı ölüm ötesindedir.”
Bilirsiniz bir hadis-i şerifte, “dünyada rahat yoktur,” bir başkasında ise “dünya âhiretin tarlasıdır,” buyurulur. Bu iki peygamber kelâmını birlikte düşündüğümüzde şu gerçek ortaya çıkar: Tarlada rahat yoktur.
İnsan bir ömür boyu çalışır ve günah olsun, sevap olsun bütün mahsûlünü âhirete gönderir. Demek ki, önemli olan tarlada çok kalmak, çok yiyip içmek değil bir şeyler derleyerek köye dönmektir. Günümüz insanları saadeti tarlada arıyor ve bu konuda birbirleriyle kıyasıya yarışıyorlar. Ve bu yarışta herkes yorulduğu için de kimse rahat yüzü görmüyor.
İlâhî ferman, insanın bu dünyada imtihan edildiğini defalarca nazara verir. Bu Rabbani ikaz çerçevesinde şu gerçeği hemen kavrarız: İmtihanda rahat yoktur.
İmtihan evrakı: Amel defterimiz. Bir ömür boyu aralıksız bir şeyler yazıyoruz, âhirette okumak üzere.
Ve bütün amellerimizi dünya tarlasına ekiyoruz; mahsûlünü âhirette derlemek üzere.
Bir hadis-i şerifte de,şöyle buyurulur: “İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar,”
Hepimiz aynı rüyanın içinde olduğumuz için kavgamız sürüp gider. Az sonra uyanacağımızı bilsek, hele rüyada yaptıklarımızdan uyandığımızda hesaba çekileceğimizi hesaba katsak haksız kazancın semtine uğramayız. Ama insanlar bunun farkında değiller. Bu da imtihan sırrının bir cilvesi…
Arif Bey, kısa bir süre sessizce durdu:
— İnsanlar sürekli imtihan olduklarını bilseler hiç böyle yaparlar mı? dedi.
Ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
— Olaylar da organlar kadar muntazam. Hepsinin bir vazifesi var. İnsanoğlunu ya cennete doğru götürüyorlar, yahut cehenneme.
Bu dünya imtihanında sorular çok çeşitli. Ama hepsi hikmetli, hepsi faydalı. Fakat nefsimiz bunlardan bir kısmından hoşlanıyor, bir başka çeşidinden de nefret ediyor. Halbuki, ölçü nefsimiz değil. Biz, sorulara müdahale etme gücüne de sahip değiliz. Ama, aklımızı, irademizi doğru kullanabilsek o hoşlanmadığımız sorulardan da fazlasıyla fayda görebiliriz.
Sonra:
— Ne dersiniz? diye sordu gençlere.
Çetin, bu soruya karşılık:
— Hoşlanmadığımız sorulara bir örnek verir misiniz? teklifinde bulundu.
Arif Bey:
— Hastalıklar, musibetler, ihtiyarlık ve ölüm gibi, diyerek, gençlere Abdulkadir Geylanî hazretlerinin bir sözünü aktardı:
       “Acılara sabırla karşılık verdiler, tatlı oldu”
Evet, dedi Arif Bey:
— Acılar da birer imtihan sorusu. Cevabı: Sabır. Meyvesi ise o tatlı cennet nimetleri.
Sonra, devam etti konuşmasına:
— Yine imtihanda adaylara farklı sorular da sorulabiliyor. Aday bu farklılığa itiraz etme hakkına da sahip değil. Onun vazifesi kendisine sorulan soruya doğru cevap vermek.
Gelelim asıl konumuza:
— Bazı dünya nimetlerden faydalanma noktasında insanlar arasında bir takım farklılıklar görülüyor. İnsanoğlu, böylece, kadere teslim ve kısmete rıza hususunda da ayrı bir imtihan geçiriyor.
Bu imtihanı kazanan fakirler çok olduğu gibi, kaybeden zenginler de az değil. Çünkü, kısmetine razı olmayan insan, ne kadar varlıklı olursa olsun, daha fazlasına göz dikerek kadere isyan yolunu tutabilir. Yine dünya payından az hisse alan nice fakirler de kendilerinden daha düşkün insanları düşünerek şükür yolunu tutabilirler.
İnsanoğlu çok hususta olduğu gibi, burada da bir yanılma içerisinde.
Servet imtihanı oldukça ağır… Zekâtını eksiksiz vermek, bununla da yetinmeyip fakirleri sadakayla sevindirmek, o şaşaaya rağmen tevazu içinde yaşamak, kalbini dünyaya bağlamamak ve maddî imkânlarına güvenmemek bu imtihanın en önemli soruları. Bunlar, nefsin hiç mi hiç hoşuna gitmez.
Mevki ve makam sahipleri için de benzer bir tablo çizilebilir.
Biraz durakladı:
— Düşünüyorum da, dedi, biz kendi aklımızca, servet ve makam sahibi insanların daha fazla şükür ve ibadet edeceklerini sanırız. Ama uygulamada çoğu kez bunun aksiyle karşılaşırız. İbadet ehlinin, genellikle, fakirler ve orta gelirli kişiler olduklarını görürüz.
Bu noktada bir açıklama gereği duydu:
— Yanlış anlaşılmasın, dedi. Zengin olmak ve dünyaca muteber makamlara çıkmak elbette istenmeli ve bu konuda gerekli sebeplere baş vurulmalı. Ama elde edilemeyince de üzüntüye boğulmayıp, “hakkımda hayırlısı böyle imiş,” denilmeli.
Bir gün bu imtihan meydanı kapanacak. Her şey gerilerde kalacak. Mahşer meydanına hesap vermek üzere gelen insanlar, oraya imanlarından ve salih amellerinden başka bir şey getirecek değiller. Bu nokta dikkatten kaçmamalı. Önemli olan, bu dünyada şöyle veya böyle yaşamak değil, o dehşetli meydana, dünya imtihanını kazanmış birisi olarak gelmektir. Çünkü böyle bir gelişin mükâfatı ebedî saadet.
Ve ilave etti:
— Dünya imtihanı hakkında daha çok şey söylenebilir. Fakat ben kısa keserek, sorunuzun bir başka yönü üzerinde durmak istiyorum.
Şu hususun önemle dikkate alınması gerek: İnsanlar belli hedeflere, makamlara yahut servetlere iki yolla ulaşırlar. Bunlardan birisi, meşrudur, diğeri gayr-i meşru.
Bir insan zorbalık veya sahtekârlık yaparak yahut kul hakkını daha başka bir şekilde çiğneyerek bazı menfaatler elde etmiş olabilir. Şuurlu bir müslüman, bu tip kazançlara heveslenmek şöyle dursun, onlara sahip olmaktan Allah’a sığınmak mecburiyetindedir.
“Falan hırsızlık etti de servet sahibi oldu; bana böyle bir nasip düşmedi,” diyen insanın, Allah ve âhiret inancı sarsılmış demektir. Bu adamın asıl zararı, kaybettiği o maddî servetler değil, yitirdiği insanî ve İslâmî değerlerdir. Buna ağlamalı, buna üzülmeli ve bunlara yeniden kavuşmanın yollarını aramalı.
Yerinden kalktı. Masanın öte ucunda yığılı kitaplar arasından birini seçti ve yapraklarını çevirmeye başladı:
— Müsaade ederseniz, dedi, size daha önce yayınlanmış bir yazımdan iki paragraf okumak isterim. Buldum, dedi, işte şu yazı. Ve sözünü ettiği paragrafları ayakta okumaya başladı:
“Servet ya meşrudur, alın terinin neticesi, gayretin mahsulüdür; ‘Doğru ve dürüst tacir, kıyamet gününde sıddıklar ve şehitlerle beraber haşr edilecektir,’ hadis-i şerifindeki müjdeye dahildir.
Veya, gayr-i meşrudur, haksızdır, üzerinde zulüm damgası vardır. Hz. Mevlâna’nın, “Zalimlerin malları uzaktan güzel görünür, ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir,” dediği türdendir.
Kazanç meşru ise sahibine düşman olunmaz, gayr-ı meşru ise ona heveslenilmez. Her iki halde de bizim başkalarıyla fazla işimiz yok demektir.”
Kitabı yerine koyarak koltuğuna oturdu ve şöyle sürdürdü konuşmasını:
— Ben haksız kazanç üzerinde durmak istemiyorum. Sizin sorunuzu da, “meşru kazanç noktasında kullar arasında görülen farklılığın hikmeti nedir?” şeklinde kabul ediyorum.
Böyle bir kazanca talip olanlar, bu vadide gerekli her türlü gayreti gösterirler, sebeplere harfiyen uyarlar. Ama neticede, bu insanlardan bir kısmının dünyadan aldıkları pay, diğerlerinden daha fazla olabilir. İşte kader bu kısım için konuşulabilir.
Tekrar kalktı:
— Size çok hikmetli ve ibretli bir bahis okumak isterim, dedi.
Kitaplıktan bir kitap seçti:
— İsterseniz ben yerini bulayım siz bizzat okuyun, diyerek kitabı masaya koydu. Böylece beni sürekli dinlemekten de bir derece kurtulmuş olursunuz.
Sözünü ettiği bahsi arayıp buldu ve Çetine uzatarak, lütfen, dedi, şu iki paragrafı okur musunuz?
***

Güzel gören güzel düşünür.


Eser Nur Külliyatından Mektûbat idi ve Arif Beyin işaret ettiği sayfada şunlar yazılıydı:
“Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcib-ül Vücud’a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir. Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise, illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz. Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebatî olmadık?” Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır. Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkeza kıyas et.
“Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza…
Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek imkânat ve ademiyat nev’inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Hak’tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?” Mektûbat
Gençlerin bakışlarında, bir şeyler hissetmenin hazzı ile, konuyu tam kavrayamamış olmanın ezikliği âdeta iç içeydi.
Murat, nezaket dolu ifadelerle biraz açıklama rica etti.
Arif Bey:
— Hangi cümlelere takıldınız? diye sordu.
— Adem, imkânat, vücut mertebeleri, illet kelimelerini biraz açsanız iyi olur.
Arif Bey:
— Kelimeler üzerinde fazlaca durmak yerine, bu parçada verilen temel mesaj hakkında konuşmak isterim, dedi. Ama, diye ekledi: İsterseniz birkaç kelimenin lûgat mânâlarını kısaca söyleyeyim. Vücut, varlık mânâsına geliyor. Zıddı ise adem, yani yokluk. Vücut mertebeleri denilince hemen hatırımıza gelen, cansızlar, yarı canlılar, hayvanlar ve insanlar oluyor.
Şimdilik bu kadarı yeterli, dedi ve gençlere şunları anlattı:
— Varlıkla yokluk arasındaki mesafe sonsuz. Var olan büyük bir şerefe kavuşmuştur, isterse taş olsun, ateş olsun, yıldız olsun.
Cansızla yarı canlı arasındaki mesafe de sonsuz. Bitki olan, büyük bir nimete kavuşmuştur, isterse yonca olsun, geven olsun, kavak olsun.
Bitkiyle hayvan arasındaki mesafe yine sonsuz. Canlı olmak büyük şeref. İsterse böcek olsun, tavuk olsun, tavşan olsun.
İnsana gelince, onunla hayvan arasında o kadar büyük bir mesafe var ki, bir insana “hayvan” demek büyük bir hakaret  telâkki ediliyor; isterse o hayvan bülbül olsun, kanarya olsun, ceylan olsun.
Varlık nimetinden kendisine düşen büyük paya razı olmayan ve kadere âdeta küsen nefislere şu soruyu soralım:
Küçük bir bahçesi olmayan insan ve ormana hükmeden aslan. Bu iki şıktan hangisini seçersiniz.
Şıklara devam edelim:
Denize girme imkânını çoğu zaman bulamayan insan ve denizden hiç çıkmayan balık.
Uçağa senede birkaç kez binmeye güç yetiremeyen insan ve havada her gün saatlerce uçan kuş.
Yüzde yüz yünlü kumaş giymeye çoğunlukla muvaffak olamayan insan ve bir ömür boyu yün giyen koyun.
Kısacası, bütün yoksullukların kıskacında kıvranan bir insan ve hiçbir sıkıntısı, derdi, çilesi olmayan herhangi bir hayvan.
Her nefis, böyle bir tercih sorusunu saçma bulur ve “insanlık olmayınca dünyanın hiçbir zevkini, sefasını istemem,” der.
Okuduğumuz parçada çok güzel vurgulandığı gibi, hiç kimse varlık nimetinden eline geçen hisseyi az bulup şikayet etme hakkına sahip değil. Ancak nâil olduğu ihsanlara karşı şükürle mükellef.
Gerçekten de öyle değil mi? diye sordu:
— Bir hayvanın, “niçin insan olmadım,” diye şikayet edebilmesi için şöyle bir varsayımdan yola çıkması gerekiyor:
“Daha dünyaya gelmeden insanla hayvan bir imtihana tabi tutulmuş olacaklar. Hayvan o imtihandan geçer not aldığı halde insan alamayacak. Buna rağmen insanlık şerefi buna verilecek, o ise hayvanlıkta kalacak.”
Böyle bir imtihana kimse girmiş değil. Ne bitkiler böyle bir tecrübede cansızları gerilerde bırakmışlar, ne hayvanlar bitkileri, ne de insanlar hayvanları.
Her şey ve herkes, yoktan var edilmişler, yani yokluktan kurtulup varlığa kavuşmuşlar. Ve yine, herkes ve her şey kazandıkları varlık mertebeleri için şükürle mükellef bulunuyorlar.
Bu açıklamalar her ikisinin de çok hoşuna gitmişti. Murat sevincinden uçacak gibiydi:
— Tespitleriniz gerçekten çok güzel! Dedi.
Arif Bey:
— Teşekkür ederim, diyerek devam etti konuşmasına:
Bakın genç kardeşlerim! Mimar Sinan, camisini yaparken istediği taşı arzu ettiği gibi yontturmuş ve dilediği yere koymuş. Böylece harika bir sanat eseri çıkmış ortaya. Şimdi kapının girişine düşen bir taş, “ben niye kubbenin tam ortasında yer almadım,” diyebilir mi? Derse ne olur? Mimar onu o şereften de mahrum bırakır ve camisinin semtine bile uğratmaz.
Yine bu eserde olacak sanırım, harika bir tespit var:
       “İnsan sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir.”
Parmak uçlarındaki farklılıklar bunun bir göstergesi. Bu başkalık her yanımızı kaplamış. Ameliyatlarda doku uyuşmazlığı sebebiyle, bir başka bedenden değil de, aynı bedenden alınan bir parçanın kullanılması da bunun açık bir delili. Bedenlerimizdeki bu başkalıklar gösteriyor ki, asıl farklılığımız ruhlarda gizli. Çünkü, beden ruhun elbisesi hükmünde. Elbiselerin farklılığı ruhlardan ileri geliyor.
Akıl, kalp, hayâl, hafıza, gibi ruhun temel birimleri her insanda mevcut, tıpkı herkeste baş, gövde, el, ayak bulunması gibi. Ama bunlar arasında o kadar farklılık var ki! İşte bu başkalık insanların toplum hayatlarına da yansıyor.
Murat:
— Bu konuda ben de az kafa yormuş değilim, dedi. Zihnimde birtakım şeyler teşekkül etti, ama tatmin edici bir sonuca da ulaşamadığımı itiraf etmem gerekir.
Arif Bey:
— Bu başkalıkların, dedi, en önemli hikmeti, İlâhî ilmin ve kudretin sonsuzluğuna delil olmaları. İnsanların yaratılışı fabrikasyon gibi değil. Aynı kâinat fabrikasının mahsûlleri olmalarına rağmen aralarında müthiş farklılıklar var. Bir koyun da, bir kaplan da kâinatın mahsûlü, ama ne kadar başkalık arz ediyorlar. Bir çam da, bir lâle de kâinatın meyveleri, hiç birbirlerine benziyorlar mı? İşte neviler arasındaki bu farklılık insanlar arasında da geçerli. Sanki insanların her biri ayrı bir nevi gibi…
Bir koyunla diğer bir koyunun başlarından geçen olaylar büyük ölçüde yakınlık gösterirler. Bazı küçük farklar görülür. Şu çayırda otlamamış da berikinde otlamıştır. Ama her iki halde de otlama fiili vardır ve bu fiil her ikisinde de aynıdır. Ama, insanlarda işlenen aynı fiil çok başkalıklar gösterir. Meselâ, yürüme fiilini ele alalım. Bir kumarhaneye, bir kütüphaneye, bir devlet dairesine, dükkâna, hasta ziyaretine ve daha nice farklı mekânlara giren insanların her biri değişik işler görürler. Ayrı manzaralar seyreder, farklı sohbetlerde bulunurlar. Ve sonuç olarak, farkı yanlışlıklar yapar yahut değişik sevaplar işlerler.
Her insanın hayatı müstakil bir eserdir ve dünya kurulalı beri, bu eser ilk ve son olarak yazılmıştır. Hâl böyle olunca insanların her birini içinde bulunduğu bütün şartlarla birlikte düşünmek, başından geçen farklı hadiselerle ve imtihan edildiği değişik olaylarla beraber nazara almak gerek. Bir insan hakkında vereceğimiz hüküm diğerine ölçü olmuyor. Birisini yükselten aynı hadise, diğerini alçaltabiliyor. Birinin hakkında hayırlı olan, diğeri için şer olabiliyor. Birinin nefret ettiğine beriki can atabiliyor.
Arif Bey, Murat’ın omuzuna hafifçe dokunarak:
— Sen ve Çetin de iki ayrı nevi gibisiniz.
Sonra,
— Geliniz, dedi, sizinle hayalî bir beldeye gidelim. Bütün insanları takva ile, salih amellerle bezenmiş olsunlar. Orada yaşayan herkes, kul hakkına riayet ve hürmet konusunda azamî hassasiyet göstersin.
Gençler sözün nereye varacağını merakla bekliyorlardı. Devam etti Arif Bey:
— Elbette bu beldede yaşayan insanlar da zengin-fakir, amir-memur, işçi-işveren, sıhhatli-hasta, genç-ihtiyar, sakat-sağlam gibi daha bir çok ikili özelliklere sahip olacaklar.
Zenginin zekâtını, sadakasını tam olarak verdiği, “komşusu aç iken tok olan benden değildir,” hadisindeki tehditten herkesin korktuğu, güzel ahlâkın bütün şubeleriyle hâkim olduğu bu beldede insanlar bir cennet hayatı yaşarlar.
Bir süre durakladı ve üzüntülü bir eda ile:
— Şunu söylemek istiyorum, dedi: Bu dünya hayatını zehir eden hadiseleri kendimiz ihdas ediyoruz. Birbirimize yük oluyor, zulmediyor, azap çektiriyoruz. Kalp kırmadan tutun, mal gasbetmeye kadar bizi rahatsız eden her ne varsa, hepsinin arkasında kendi nefsimiz, kendi irademiz yatıyor.
Bunlar olmasa, hepimiz Rabbimizden gelen ve ruhumuz için bir terakki vesilesi olan bütün musibetlere karşı teslim, tevekkül ve rıza ile dayanabilir, sabredebiliriz.
Hadiseleri güzel yorumlama hissini kaybetmişsek, her şeye menfi nazarla bakıyorsak, ruhumuzda kıskançlık, hırs, haset hakim olmuşsa, kanaat nedir bilmiyorsak dünya hayatımızı kendi elimizle harap ediyoruz demektir. Artık ne başkalarıyla kavga edelim, ne de kadere itirazda bulunalım. Dünyanın en ileri makamları da bize verilse, en büyük servetlerin de sahibi    olsak bu ruh ve bu ahlâk bizde oldukça saadeti yakalamamız mümkün değil…
Şu nokta da çok önemlidir:
— Çoğu insan, zengin olmayı, lüks içinde yaşamayı saadetle karıştırırlar. Nice varlıklı insanlar saadetten yoksundurlar. Saadetin servetle pek alâkası yok.
İşte size bir saadet reçetesi:
“Güzel gören güzel düşünür.”   Münazarat
“Evet”, diye bir iç çekti Arif Bey:
— Güzel gören ve güzel düşünen mesuttur.
Murat, affedersiniz diyerek söze karıştı:
— Az önce tevekkülden söz ettiniz. Bu konu da oldukça yanlış anlaşılıyor ve üzerinde ileri geri konuşuluyor.
Çetin de Murat’ı tasdik ederek:
— Ben de bu konuda oldukça sıkıntı çektim, dedi. Özellikle fakültedeki arkadaşlarımdan… Bazıları tevekkülü tembellik olarak göstermek istiyorlar ve bazı tasavvuf kitaplarındaki bir takım ifadeleri de buna delil olarak getiriyorlar.
Murat, derin bir nefes aldı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
— Değil tasavvufla, namazla oruçla bile alâkası olmayan bu adamların büyük evliyalardan bu konuda nakiller yapmalarına önceleri çok hayret ediyordum. Daha sonra anladım ki, onlar bu büyük zatların eserlerini hiç okumuş değiller; Bütün yaptıkları İslâm aleyhinde yazmayı meslek edinmiş bir takım odakların fikirlerini bana aktarmaları. Bütün bilgi hazineleri okudukları bir iki kitap ve takip ettikleri bir iki köşe yazarı.
Haklısın diye tasdik etti Arif Bey:
— Beni de en çok üzen, dedi, toplumumuzda okuma alışkanlığının oldukça azalmış olması. Herkes hazır lokma peşinde. Araştırmacı sayımız oldukça düşük.
Sonra yerinden kalktı:
— Bu konuya girmeden, size meyve ikram etmek isterim. Hem de biraz dinlenmişte oluruz.
Gençlerin:
— Zahmet etmeyin, teşekkür ederiz, yollu sözlerini dinlemeden mutfağa doğru yürüdü.
***

Tevekkülün temelinde iman yatar


Murat, derin bir nefes aldı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
— Değil tasavvufla, namazla oruçla bile alâkası olmayan bu adamların büyük evliyalardan bu konuda nakiller yapmalarına önceleri çok hayret ediyordum. Daha sonra anladım ki, onlar bu büyük zatların eserlerini hiç okumuş değiller; Bütün yaptıkları İslâm aleyhinde yazmayı meslek edinmiş bir takım odakların fikirlerini bana aktarmaları. Bütün bilgi hazineleri okudukları bir iki kitap ve takip ettikleri bir iki köşe yazarı.
Haklısın diye tasdik etti Arif Bey:
— Beni de en çok üzen, dedi, toplumumuzda okuma alışkanlığının oldukça azalmış olması. Herkes hazır lokma peşinde. Araştırmacı sayımız oldukça düşük.
Sonra yerinden kalktı:
— Bu konuya girmeden, size meyve ikram etmek isterim. Hem de biraz dinlenmişte oluruz.
Gençlerin:
— Zahmet etmeyin, teşekkür ederiz, yollu sözlerini dinlemeden mutfağa doğru yürüdü.
•••
Meyvelerini yerken konu dışı birtakım konuşmalar yaptılar. Bir ara Çetin yeniden tevekkül konusuna girmek istediyse de Arif Bey müsaade etmedi:
— Biraz daha sabredelim, dedi.
Meyve faslından sonra, tevekkül konusuna yeniden döndüler.
Arif Bey kütüphaneden bir lûgat getirerek: İsterseniz tevekkülün mânâsını önce buradan okuyalım, sonra üzerinde konuşuruz, dedi ve “tevekkül” maddesini okumaya başladı:
“Allah’a güvenmek, sebeplere teşebbüs ettikten sonra Onu vekil telâkki edip neticeye karışmamak.”
Lûgatı kapadı:
— Tevekkül bir neticedir, dedi. İnsanı o hedefe götüren basamaklar ise Nur Külliyatından Sözler adlı eserde şöyle sıralanır:
“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”
Saadet-i dareyn iki dünya saadeti mânâsına geliyor. Demek ki, tevekkül o soru sahiplerinin sandığı gibi, tembellik edipte dünya hayatını mahvetmek değil, aksine her iki dünya saadetinin de anahtarı.
Sonra:
— Bilirsiniz, dedi, insan bir işi ya bizzat kendisi yapar yahut bunu başaramayacağını anlayınca bir başkasının vekâletine müracaat eder. Kendini müdafaadan âciz olan insanların avukat tutmaları gibi. Yahut mühendise gerekli bilgileri verdikten sonra, “artık sen güzel bir plân çiz,” diyerek evine dönen adam gibi.
Hayat safhalarımızı şöyle bir hayâlimizden geçirelim. Anne rahminde bize iki kol, bir ağız, bir burun, iki kulak lazım olduğunu kime söyledik ve bu konuda kime tevekkül ettik de, her şeyden habersiz, sürdürdük gelişmemizi? Annemizi ve babamızı vekil etmediğimiz açık. Her ikisi de bizim gibi bir zamanlar aynı safhalardan geçmiş âciz varlıklar. Hem bizim o andaki hâlimizden hiçbirinin haberi yok ve hiçbirinin kudreti o karanlık menzile erişemiyor.
Biz o rahim odasında kendimizden habersiz, beklemeye koyulduk ve her işimiz en güzel şekilde görüldü.
Süremiz dolunca bu dünyaya gönderildik. Şimdi de bir başka şekilde yine tevekkül sayesinde rahat yaşıyoruz. İlâcımızı kullandıktan sonra şifâ için hiçbir şey yapmıyor, sadece bekliyoruz. Tohumumuzu ektikten sonra köyümüze dönüyor ve bekliyoruz. Yediğimiz yemeklerin hücrelerimize en güzel bir şekilde taksimini, kiminin kan, kiminin et, kiminin saç haline gelmesini bekliyoruz. Başımızı yastığa koyduktan sonra saatlerce sürecek yolculuğumuz için hiçbir endişeye kapılmıyor ve uykuya geçmemizi bekliyoruz.
Misâlleri çoğaltabilirsiniz.
Murat:
— Çok doğru, dedi, biz çoğu zaman sadece bekliyoruz. Bir şeylerle uğraşırken bile, bir taraftan da bekliyoruz.
Çetin söze girdi:
— Kendi bedenimizde bir tesire sahip değilken, tutuyoruz, kâinatın yürüyüşüne, hadiselerini akışına yön vermeye kalkıyoruz. Ne kadar garip, değil mi?
Arif Bey:
— Şimdi soruyorum, dedi. “Tevekkül etmeyen insanlar bütün bu işleri kendileri görmediklerine göre kime tevekkül ediyorlar da rahat yaşıyorlar?”
Odada bir süre sessizlik hâkim oldu.
Murat:
— Doğru dedi. Onlar da bir şeye güveniyorlar, ama bunun farkında değiller.
Çetin söze karıştı:
— Belki de onların tek teselli kaynağı düşünmemek. Öyle ya! Düşünseler birisine tevekkül ettiklerini mutlaka anlamaları gerekir…
Arif Bey, Sözler mecmuasından ezbere okuduğu vecizeyi tekrar etti:
“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”
— Tevekkülün temelinde iman yatar. İnsan Allah’a iman e der ve Ona tevekkül eder. Bunu yaparken tevhit ve teslim safhalarından geçer.
Tevhit, her şeyin tek yaratıcısının, tek mâliki ve tek hâkiminin Allah olduğunu bilmek, bunun şuuruna ermektir. Şu varlık âlemi tümüyle bir fabrika gibi çalışıyor ve bu fabrikanın tek sahibi Cenâb-ı Hak. Biz tohumumuzu toprağa ektiğimizde şöyle düşünürüz:
Bu tohumun sebze veya meyve olması için dünyanın dönmesi, baharın gelmesi, yağmurun yağması, havanın aralıksız çalışması lâzım. Bütün bir kâinat düzenli faaliyet gösterecek ki benim ektiğim tohum mahsûl verebilsin. Öyle ise, ben toprağa attığım tohumu Allah’ın kudretine, rahmetine, hikmetine teslim etmiş oluyorum.
Bu tohumun beklenen sonucu vermesi için uymam gereken bir takım kanunlar var; onlara da harfiyen riayet ederim. Bu kanunların elinde bir şey yok, ama onlara uymayan hedefe ulaşamıyor. Artık benim için yapacak bir şey kalmaz, Allah’a tevekkül ile rahat ederim. Tarlanın yahut bostanın başını beklemem, başka işlere koyulurum. Çünkü orada, durmamla gitmem o çekirdek için hiç fark etmez; artık benim ona yapacağım bir şey kalmamıştır.
Bir bakıma hâl diliyle o tohum da tevekkül eder, ben de. İşi gören görür. İrademiz dışında çok şeyler olur. Ve ben, dün ektiğim tohumu bugün bir mahsûl olarak görürüm karşımda.
Eğer umduğum verimi alamazsam, o zaman, “hakkımda hayırlısı bu imiş,” derim. Zira, ben bir kul olarak, cüz’i irademi kullanmış bulunuyorum. Artık küllî iradeden ne gelirse onda bir hayır aramak durumundayım.
Bakın gençler, dedi Arif Bey:
— Bir noktaya özellikle dikkatinizi çekmek isterim: İlâhî irade ile görülen bütün işlerde sonsuz hayırlar var. Bunun nice delilleriyle karşı karşıya bulunuyoruz.
Bu kâinat, şu hazır hâli, İlâhî irade ile almış. Ve bu âlemin her şeyi güzel, her şeyi faydalı.
Kâinat fabrikasının mahsûlleri de hikmet ve rahmet dolu. Bütün botanik kitapları, biyoloji kitapları ve anatomi kitapları bu hikmetlerle âdeta kaynaşıyor. O halde bu küllî iradeden gelen hadiseleri ve neticeleri de aynı şuurla değerlendirmek mecburiyetinde değil miyiz?
Arif Bey, ayağı kalkarak:
— İsterseniz biraz ara verelim, dedi. Birer kahve içsek iyi olur. Dinlenmiş de oluruz.
Çetin de ayağı kalkmıştı:
— İzin verirseniz, kahveyi ben yapmak isterim, dedi.
Birlikte mutfağa gittiler.
Arif Bey, kendisine bir süre yardımcı olduktan sonra Murat’ın yanına döndü.
Az sonra Çetin kahveleri getirmişti.
Kahve faslında, Arif Beye Çetinden bir teklif geldi:
— Affedersiniz, dedi bir konuda sizden kısaca bilgi almak isterim.
Arif Bey:
— Bildiğimi esirgemem.
— Sizinle görüşmemizin ardından kendimi okumaya verdim. Hemen her gün sistemli olarak bir süre fikri eserler okuyorum. Bazen dinlenmek için şiir okuduğum da oluyor. Fakültedeki derslerim buna engel değil. Başkalarının boş konuşmalara, eğlenceye harcadığından çok daha az bir zaman ayırıyorum okumaya. Ama bu süre içinde çok şey öğrendiğimi görüyor, ömürlerini bir hiç uğruna tüketenlere cidden acıyorum.
Biraz uzattım herhalde! Kitap okumada belli bir metot takip ediyor değilim. Bunun bir eksiklik olduğunu düşünüyor ve bu konuda tavsiyelerinizi bekliyorum.
Arif Bey:
— Öncelikle çok memnun olduğumu ifade etmek isterim diye başladı söze.
Birkaç yıl önce, çok ilginç bir yazı okudum:
Bir zat Peygamber Efendimizin yanına gelerek çok unutkan olduğunu ve ne yapması gerektiğini sorar. Efendimizin cevabı çok enfes: Elini kullan. Yani okuduklarını yaz.
Ben de o günden beri, okuduğum eserlerden dikkatimi çeken, hoşuma giden kısımları kurşun kalemle hafifçe işaretlerim. Okuma faslının sonunda, yeniden başa döner, işaretlediğim kısımları ayrı fişlere yazarak dosyalarım. Kitaptaki işaretleri silmeyi de ihmâl etmem.
Yerinden kalktı ve yarı klasör boyunda üç tane kalın klasör getirdi. Üçü de fiş doluydu. Klasörleri masanın üzerine koydu.
— Bu ikisi dedi, henüz konu yönünden sınıflandırılmamış. Bu üçüncüsünde, aynı konudaki fişleri bir araya getirmişim.
— İsterseniz diye ekledi, biraz ara verelim. Fişlere biraz göz atın.
Çetin ve Murat fişleri incelemeye koyuldular.
Arif Bey tekrar kalktı. Kütüphaneden bir kitap aldı. Odada gezinerek okumaya başladı.
Gençler Arif Beyin tuttuğu notlara hayran kalmışlardı. Cümleler özenle seçilmişti. Hepsi mânâ yüklüydü. Tümünü incelemeleri mümkün değildi. Onun için, fişleri seri bir şekilde gözden geçirdiler ve kaderle ilgili olanları özellikle seçtiler.
Arif Bey, masadaki yerini alarak, gençlere:
— Nasıl buldunuz? Sorusunu yöneltti.
Murat:
— Bunların her biri, bir makalenin çekirdeği. Her dosya da bir veya birkaç kitabın özeti gibi.
Sonra ekledi:
— İyi ki Çetin eve ilk geldiğimizde bu soruyu sormadı. Yoksa bu fişlerin başında geceler, kader konusuna belki de hiç giremezdik.
Çetin:
— Ben dedi, elimdeki klasörün ancak üçte birine göz atabildim ve kaderle ilgili iki fişi işaretledim.
Murat:
— Benim de üç fiş özellikle dikkatimi çekti.
Arif Bey, tebessüm ederek:
— Anlaşıldı, dedi. İşin henüz yarısına bile gelmemişsiniz. Ve demek istiyorsunuz ki, bizim bu eve bir kez daha gelmemiz lazım.
Gençler gülüştüler.
— Doğrusu, biraz da öyle, dedi Murat.
Sonra, seçtiği cümlelerden birincisini okudu:
“Beşerde cihet-i ızdırar kudretullahın şahidi, cihet-i ihtiyar da iradetullahın şahididir.” (Elmalı’lı M. Hamdi Yazır)
Bu cümleyi biraz açar mısınız, diye rica etti.
Arif Bey:
— Cihet-i ızdırar, insanın iradesi dışında başına gelen hadiseler, yahut bedeninde icra edilen faaliyetler. Bunların tamamı İlâhî kudretle yaratılıyor. Dileyen de O, yaratan da. İnsan bunları düşündükçe, kendinde ve bütün bir varlık âleminde faaliyet gösteren İlâhî kudret karşısında aczini, en ileri mânâda, hissetmeli. Bu his, onu kulluk şuuruna götürür.
Nedir kulluk şuuru? Ben bu konuda fazla bir şey söylemeyecek, sadece Allah Resulünün (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmekle yetineceğim:
Alıntı :
“İçinizde Allah’ı en çok seven benim. Bununla beraber
Allah’tan en fazla da ben korkarım.”
Cihet-i ihtiyarın İlâhî iradeyi göstermesi, kanaatimce şöyle oluyor:
İnsan kendi iradesiyle bir işi gördüğünde şöyle düşünmeli: Ben bu işi yapmaya karşı, önce iç âlemimde bir istek hissettim. Sonra bu işi yapmaya karar verdim. Daha sonra kudretimi ve diğer sıfatlarımı bu işe yönlendirdim. Bu hâl gösteriyor ki, şu alemde yapılan sonsuz faaliyetler de mutlaka irade edilmişler, sonra icra sahasına konmuşlar.
Murat, teşekkür ederek ikinci cümleye geçti:
“Bir abd bir belâya giriftar oldukta, onun eleminden Hakk’a şikayet ederse sabrına zarar vermez. Ancak Hakk’ın gayrına şikayet etmeyip, nefsini zapt etmeli.
Şikayet eden kimse,.., kazaya değil makzi olan şeye razı olmamış bulunur. Halbuki bize, “makzi olan şeye razı olun,” diye hitab olunmadı.” A.Avni Kunuk
— Son kısmı da biraz açıklasanız memnun olurum.
Arif Bey:
— Sanırım, dedi, “makzi” kelimesine takıldınız. Kaderin bir plan, bir program olduğunu daha önce söylemiştik. Kaderde olan bir şeyin icra edilmesine kaza diyoruz. Makzi ise, “kaza olunan, icra edilen şey” demek oluyor. Meselâ, bir cümleyi yazmayı planlamak kader, yazmak ise kazadır. Makzi de yazılan cümledir. Aynı şekilde, insanın hastalanması kaderinde varsa, hastalandığında bu kader kaza edilmiş demektir. Makzi ise hastalıktır. Bize, “makziye razı olun,” diye bir teklif yapılmış değil. Öyle olsaydı tedavi olmak günah olurdu. Demek ki, hastalık geldiğinde bunun Hakkın bir takdiri ve kazası olduğunu bilip rıza ile karşılamak, itiraz ve isyan yolunu tutmamak, öte yandan tedavi için gerekli tedbirleri de almak durumundayız.
Arif Bey:
— Bilmen bir şey anlatabildim mi? diye tamamladı sözlerini.
Murat bu açıklamadan tam tatmin olmuştu. Kendisine teşekkür etti. Sonra, Çetine dönerek:
Müsaade edersen bir cümle daha okuyayım, sonra söz senin, dedi.
Ve Hz. Mevlâna’nın harika bir tespitini okumaya başladı:
“Hattın, resmin çirkinliği nakkaşın çirkinliği değildir…. Nakkaşın kuvveti odur ki, o nakkaş hem çirkin, hem de güzel resim yapabilir.” Mesnevi
Bir sonraki paragrafta, bu ifadelere enfes bir açıklama getirilmişti:
“Gayet mahir bir ressam, pek çirkin bir şahsın resmini aslına mutabık surette tersim etse, bu tasvire san’at itibariyle gayet güzeldir, denir. Fakat, surete çirkin deneceği de şüphesizdir. Binaenaleyh tasvir hasen (güzel) ve suret kabihtir (çirkindir).” A. Avni Konuk
Arif Bey:
— “Şerrin, yaratılmasının değil işlenmesinin şer olduğu,” üzerinde daha önce durmuştuk, dedi. Bu yazılanlar o konuya güzel bir misâl olabilir, demekle yetindi.
Sonra, Çetin dönerek:
— Sıra sende, dedi.
Çetin:
— Benim okuyacaklarım kaderle doğrudan ilgili değil. Ama çok hoşuma gittiler. Muratın da dinlemesini isterim, diyerek seçtiği iki fişi okudu.
Birincisi İmam Gazali’ye aitti:
“Şehvet ve gazap şeytanın giriş yollarının en büyüklerindendir. Gazap aklı yok eder. Çocuğun elinde topaç bir eğlence olduğu gibi, kızan insan da şeytanın elinde bir eğlencedir.
İblisin kapılarından diğerleri de haset ve hırstır. Kul bir şeye haris(hırslı) oldu mu, hakkı görmekten kör ve hakikati duymaktan sağır olur.”
İkinci fiş ise Feridüddin Attar’a aitti:
“Batından batına tâ Âdeme kadar, dünyaya gelen bunca çocuğu, bu dünya, karnında boğdu öldürdü.
Nice beyler, bedenlerini karıncalara verdiler.
Nice aslanlar cisimlerini mezara ısmarladılar.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6150
Rep Gücü : 14991
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Empty
MesajKonu: Geri: Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar   Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar Icon_minitimeSalı Mart 31, 2015 1:29 am

Hayır da şer de Allah’tandır



Arif Bey, yerinden kalktı:
— İsterseniz bu faslı kapayalım, dedi. Yeni bir konuya geçmeden, size biraz kuru yemiş ikram etmek isterim. Sanırım kahvaltı yapalı dört beş saat geçti. Yanında çay da iyi gider.
Ama diye ekledi:
— İsteyene meşrubat da getirebilirim.
Gençlerin, “zahmet olur, teşekkür ederiz” yollu itirazlarını hiç dinlemedi bile. Çünkü, artık yeterince samimi olmuşlardı. Onu kırmayacaklarından kesinlikle emindi
Arif Bey, gençlerin önüne kuru yemiş tabaklarını koydu. Ardından çayları getirdi:
— Buyurun, dedi. Noksanıyla kabûl edin.
Meyve ve çay faslında genellikle aktüel konularda konuştular. Biraz da dinlenmiş oldular.
Ve yeniden başladılar kader sohbetine…
Murat, “affedersiniz,” diyerek söze girdi :
— Konuşmalarınızdan gerçekten çok faydalandım, dedi.
Her konu diğerinden güzel, her birinden şahsen ayrı faydalar edindim.
Bu giriş faslından sonra, şöyle sürdürdü konuşmasını:
— Cüz’i irade konusunda bir şeyler söylemenizi rica edeceğim. Çünkü, görüyorum: İnsanoğlu çok şeyler yapıyor, çok eserler sergiliyor. İradesi cüz’i ise bu kadar çok sonuca nasıl ulaşabiliyor? İnsan, bazılarının sandığı gibi gerçekten büyük bir güç sahibi mi, yoksa hiç mi kuvveti yok?
Aynı soru irade için de geçerli. Her şeyi irade edebiliyor mu, yoksa hiçbir şey irade edecek güçte değil mi? Bu noktada çok çelişkili sözler söyleniyor. Hangisinin doğru olduğu konusunda insan tereddütte kalıyor.
Bilmem siz ne dersiniz?
Arif Bey, Muratın sorusuna önce tatlı bir tebessümle karşılık verdi:
— Bu konu asırlarca önce tartışılmış ve sonuca bağlanmış, dedi. Ama gel gör ki, kader konusunda ileri geri konuşanlar bunlardan çok uzakta bulunuyorlar. Cebriyecilerden söz etseniz onları tanımadıklarını söylerler. Ama konuştuklarını özetlerseniz, karşınızda “Cebriye” mezhebini bulursunuz. Bunun tam tersini savununlar da “Mutezile” nedir bilmezler, ama fikirleri onlarla tam bir uyum gösterir, paralellik arz eder.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadis-i şeriflerinde ümmetinin ileride yetmişüç fırkaya ayrılacağını haber verir ve bunların sadece birisinin kurtuluşa erdiğini, diğerlerinin “nar ehli” olacaklarını bildirir. O tek zümreyi de “benim ve ashabının yolunda gidenler” şeklinde tarif eder, yani ehl-i sünnet cemaatı. İşte o yetmiş iki fırkadan birisi Cebriyeciler, bir diğeri de Muteziledir.
Cebriyeciler, cüz’i iradeyi hiçe sayarlar ve insanın, yaptığı bütün işlerde, rüzgârın önündeki bir yaprak gibi iradesiz olduğuna inanırlar. İnsanda iki çeşit faaliyet olduğunu görmezlikten gelirler. Yani insanın kendi cüz’i iradesiyle işlediği ihtiyari fiillerle, ıstırarî fiileri, yani iradesi dışında meydana gelen işleri aynı kabul ederler. Kalbin çalışmasıyla elin yazı yazması arasındaki farkı göremezler. Saçların büyümesiyle, bir inşaatın yükselmesini aynı kabûl ederler. Sürüklenerek götürülmeyi yürümekle bir sayarlar. Onlara göre, uykuya geçmekle yoldan geçmek eşittir.  Her fiil bir cebir altında işlenir ve insan iradesi diye bir şey yoktur.
Mutezileye gelince onlar, birincilerin aksine, insanın kendi fiillerini kendisinin yarattığına inanacak kadar ileri giderler.
İşte İslâm’ın çizdiği istikamet çizgisi bu iki sapık görüşün aşırılıklarından uzaktır. Kul, ihtiyarî fiillerde, kendi cüz’i iradesiyle neyi arzu eder, neye meyleder ve ne yapmaya karar verirse, Allah onu yaratır. Istırarî fiilerde ise dileyen de Allah’tır, yaratan da.
Mutezile, kulu kendi fiilinin yaratıcısı kabûl ederken, şöyle yanlış bir değerlendirmeden yola çıkar:
Şerleri ve kötülükleri, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasını onun izzetiyle güya bağdaştıramaz. Ve bunları insanın bizzat kendisinin yarattığını iddia eder. Halbuki hayır olsun şer olsun ne kadar fiil varsa hepsini yaratan Allah’tır ve Nur Külliyatında güzelce izah edildiği gibi, “kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.” Yani şerri yaratmak şer değil, onu kazanmak, işlemek şerdir. Bu konuyu ilk görüşmemizde Çetinle de biraz konuşmuştuk.
Sadece bir misâl vereyim:
Konuşmak bir mucize. İnsanın bir fikri söylemeye karar vermesi, aklın o şey için gerekli kelimeleri dizmesi, bu noktada beyinden faydalanması, hafızadan yararlanması, zihinde kurulan cümlenin ağızdan kelimeler hâlinde dökülmesi ancak İlâhî kudretle meydana gelebilir.
Söylenen söz doğru olsun, yalan olsun konuşma her iki halde de Allah’ın yaratmasıyla ortaya çıkar. Söz yalan olursa şer olur, doğru olursa hayır.
Demek oluyor ki, hayır ve şer, işlenen fiilin sıfatıyla ilgili terimler.
Aynı şekilde, yürümek bir fiil. İnsanın kolunu kaldırıp indirmesi halinde yetmişten fazla kimyevî reaksiyon oluyormuş. Ayaklarının hareketi için de bunu benzer bir rakam telaffuz edilebilir. Demek ki, yürüme hadisesini yapan, yaratan insan değil. İnsan sadece yürümeye karar veriyor, yürümeyi ise Allah yaratıyor. Bir insan, hayırlı bir iş görmek üzere yola çıkmışsa, yürümesi hayırdır, zararlı bir iş görmeğe gidiyorsa yürümesi şerdir. Her iki halde de yürümeyi Allah yaratır.
Misâlleri çoğaltabiliriz.
İşte bir mümin, “hayır da şer de Allah’tandır,” derken bu mânâyı dile getirmiş oluyor.
Mutezile, bu inceliği yakalayamamış ve istikamet çizgisinden sapmış. Cebriyeciler ise, insanın iradesini yok saymakla, o sapıklığı karşı cephede sergilemişler.
Demek ki, bir müslüman, namazda Fatiha’yı okurken, “bizi sırat-ı müstakime hidayet et” diye Rabbine yalvardığında, her türlü aşırılık gibi cebriyeci ve mutezile olmaktan da Allah’a sığınmış oluyor.
Her neyse, bu konuda bu kadar yeter sanırım.
Çetin:
Henüz tamam olmadı sayın ağabeyim, diye Arif Beyi nazikâne ikaz etti. Cüz’i irade ne demek? Bu konuya biraz daha açıklık getirmek gerekiyor.
Murat:
— Evet! diyerek tasdik etti Çetini. Zaten konuya “cüz’i iradenin ne olduğu” sorusuyla başlamıştık. Siz daha can alıcı bir nokta üzerinde durdunuz. İnsan iradesini yanlış yorumlayan iki cereyan üzerinde bizleri yeterince aydınlattınız. Çok teşekkür ederiz. Ama insan iradesi niçin cüz’i oluyor, bu kadar farklı iş gören bir irade için neden bu tabir kullanılmış. İnsan arı gibi, ipek böceği gibi tek bir iş yapmıyor ki iradesi cüz’i olsun.      Ben bu konuda bir şeyler söylemenizi rica etmiştim.
Arif Bey:
— Haklısınız, dedi. Münakaşalar, daha çok, sözünü ettiğim hususlarda odaklanıyor. Cüz’i iradenin ne olduğunu sormak bir seviye meselesi, ince bir düşünce eseri. Şimdiye kadar değişik kimselerle kader konusunu defalarca konuştuğum halde, kimse bana böyle bir soru sormadı.
Kısa bir süre sustu. Derin bir nefes aldı:
— Hayret! dedi. İnsanoğlu bedenindeki her organın ne olduğunu ve neye yaradığını soruyor öğreniyor, ama ondan çok daha önemli olan ruh dünyası hakkında bu tip soruları pek sormuyor. Halbuki beden ruhun hizmetkârı, elbisesi, yuvası. Önemli olan ruh.
“Akıl nedir, kalp nedir? Sevgi, korku ve daha nice hissiyat ve latife bize niçin verilmişler? Bunları nasıl kullanmalıyız?” gibi hayatî sorular üzerinde duranlar hemen yok gibi. Sizi tebrik ederim.
Biraz durakladı ve soran gözlerle Murata baktı:
— Eğer çok yorulmadıysanız, cüz’i iradeyi anlatmadan önce cüz’i ve küllî terimleri üzerinde kısaca durmak isterim. Bu terimler cüz ve küll ile karıştırıldığından onlara da değinmeme müsaade ediniz. Gerçi bunları anlatmadan, doğrudan cüz’i iradeye de geçebilirim. Ama, madem ki bu konulara ilgi duyuyorsunuz. Okuyacağınız eserlerde bu terimler mutlaka geçecektir. Yeri gelmişken bunlardan da söz edelim.
Murat:
— Ben size zahmet vermediğimi bilsem, sabaha kadar sohbete devam etmenizi isterim, dedi.
Ve ilave etti:
— Biz misafiriz. Ev sahibine tâbiyiz.
Çetin de benzer cümlelerle Muratı destekledi.
Arif Bey, teşekkür ederim diyerek başladı konuşmasına:
— Küll için ‘bütün,’ cüz için ise ‘parça’ deniliyor. Yani bir ağaç külldür, dalı ise onun cüz’ü. Beden küll, el ise ondan bir cüz’. Aynı şekilde, kâinat küll, yer küremiz ise onun bir cüz’ü.
Bu terimler tevhit bahislerinde sıkça geçer:
Küll kimin mahlûku ise, cüz’ de onundur. Bedeni kim yarat-mışsa, el de onun mahlûkudur. Dünya kimin ise, kâinat da Onun eseridir. Ağacın mâliki kim ise, yaprağın mâliki de o olacaktır.
Bunları birbirinden ayırmak, yani ayrı yaratıcılara isnat etmek, akıl alacak şey değil.
Bu konu uzun sürer, bu kadarla yetinelim.
Küllî denilince, bir topluluğun, bir grubun ortak ismi anlaşılır. Meselâ, “insan” küllî bir mânâdır; her bir insan bu küllî mânânın cüz’i bir ferdidir. “Canlı” dediğinizde küllî bir mânâdan söz etmiş olursunuz. Bunun cüzi fertleri ise bütün insanlar, hayvanlar, cinler ve meleklerdir.
Bu terimler de yine tevhit bahsinde ayrı bir yönüyle işlenir. Bir nevin mâliki kim ise, fertlerin de mâliki ancak o olabilir. Bir balığı yaratan, bütün balıkların Halıkı, bir ağacı halk eden bütün ağaçların mâliki olacaktır.
Arif Bey:
— Bu kadar yeter sanırım. Şimdi artık “cüz’i irade”ye geçebiliriz. İşe yine tariften başlayalım.
Cüzi irade şöyle tarif ediliyor:
“Bir anda ancak bir şeye yönelebilen, çok işi birlikte dileyemeyen irade.”
Demek oluyor ki, irademizin cüz’iliği küçüklük mânâsına değil.
İnsan, iki kelimeyi birlikte söyleyemiyor. Aynı anda iki yöne bakamıyor. İki meseleyi beraberce düşünemiyor. Bu ve benzeri bütün işlerinde “teakup” denilen “sıra ile iş görme” söz konusu.
İşte, insanın görmesi, işitmesi, düşünmesi gibi iradesi de cüz’i. İki ayrı şeyi birlikte irade edemiyor. Önce birini irade edecek, onu takiben diğerini dileyecektir.
Burada önemli bir noktaya temas etmek isterim:
— İnsan bedeninde yetmiş trilyondan fazla hücre olduğu söyleniyor. Her hücrenin de nice fonksiyonları var. İnsan bir anda iki şeyi irade edemezken, bedenindeki bu sayısız faaliyetler ne ile izah edilecektir? Demek ki, insan kendine malik değil. O bir kuldur. Bedeni, onun cüz’i iradesiyle değil, küllî bir irade ile tanzim ve idare ediliyor.
Çetin:
— Gerçekten de, biz içimizdeki hiçbir olaya karışamıyoruz, ama işin tuhaf tarafı bazıları, “bu işleri kim görüyor,” diye bir kez olsun düşünme zahmetine de girmiyorlar.
Murat söze karıştı:
— Düşünseler dedi, “bunu başkaları takip edecek ve onlar hiçbir şeye aldırmaksızın gaflet içinde yaşamanın tadını çıkaramayacaklar.
Bu sözlere Arif Bey de Çetinde tebessüm ettiler.
Arif Bey:
— Güzel bir tespit, dedi. Ama korkunun da ecele faydası yok. Halbuki insan böyle yapacağına, kendisinin malik değil mülk olduğunu iyice bir düşünse şu gerçeğe ulaşır:
“Madem ki, hiçbir organım, hiçbir hücrem başıboş değil, öyle ise ben de başıboş olamam! Yine, madem ki, iç âlemimde cereyan eden bütün işler hikmetli ve faydalı, o halde ben, “ne dünyama ne de âhiretime fayda sağlamayan” boş işlerin peşini bırakmalıyım. Bedenimdeki her hücre, semadaki her yıldız ve kâinattaki her sistem İlâhî emre uygun hareket ettiklerine göre, ‘Ben başıboş olamam! Kulluk görevlerimi eksiksiz yapmalıyım!’”
Sonra, düşüncesini genelleştirir:
— Ben kendi iç âlemime karışamadığım gibi, ağacın içinde işleyen fabrika da onun kendi hüneri değil. Şu ağacı, elma, bu ağacı da armut verecek şekilde düzenleyen, programlayan bir hikmet, bir kudret, bir ilim var.
Ve yine, ben kan nehrimde akan al ve akyuvarlardan habersiz olduğum gibi, deniz de içindeki balıklardan habersiz.
Sema yıldızlarını tanımıyor.
Ben saçımı kendim yapmadığım gibi, ağaçlar da yapraklarını kendileri takmıyorlar. Ormanlar, dağın hüneri değil. Güneş de ışığına sahip olamaz.
İşte kâinatta meydana gelen bu sonsuz işler, birlikte nazara alındığında, küllî ve mutlak bir iradeyi açıkça gösterirler.
Şöyle bir düşünelim. Bu âlemde birbirinden farklı ne kadar çok fiil birlikte icra ediliyor! Her an, mikroplar âleminden, bakterilerden, al ve akyuvarlardan, böceklerden, kuşlara, insanlara varıncaya kadar nice canlılar ölümü birlikte tadıyorlar. Onların yerleri ise, boş kalmıyor. Yine o an içinde bir o kadar, hatta daha fazla varlık hayatı tadıyorlar.
Yine sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok canlı hastalanırken, aynı anda bir o kadarı da şifâ buluyorlar.
Niceleri izzete doğru tırmanırken, niceleri zillete doğru yuvarlanıyor.
Kimileri henüz yemeklerini yerken, başkaları açlığa yaklaşıyorlar.
Her biri bir İlâhî ismin tecellisini gösteren böyle sonsuz ve birbirinden farklı, hatta çoğu zaman birbirine zıt fiilleri birlikte icra etmek ancak küllî bir iradenin işidir.
İşte insan o cüz’i iradesini ölçü tutarak ve onun aczine, noksanlığına bakarak bu sonsuz tasarrufları hayret ve hayranlıkla düşünür; imanı kemâle erer.
Arif Bey derin bir nefes aldı:
— Bakın gençler, dedi, cüz’i irade bizim için ne büyük bir sermaye, ne eşsiz bir şeref! İnsandan başka ne kadar canlı varsa, hepsinin istidadı sınırlı. Bu dünyada sadece belli işler görebiliyorlar. Balık sadece yüzme biliyor, fakat havada uçamıyor. Arı da sadece bal yapıyor, ama ipek öremiyor. Elma ağacından zeytin, ceviz ağacından domates beklemiyoruz.
Cansız varlıklarda bunun bir başka şekilde sergilendiğini görüyoruz. Her element hangi özelliklere sahip kılınmışsa ondan sadece o sahada istifade edilebiliyor.
Ben sizce mâlum olan bu gerçekleri şunun için tekrarlıyorum:
Bütün bu varlıklara cüz’i irade de verilmemiş. Niçin? Çünkü Cenâb-ı Hak, Hakîmdir, her işi hikmetlidir. Hiçbir şeye ve hiç kimseye gereksiz ne bir organ takar, ne bir hissiyat yerleştirir. Şimdi, arıya cüzi irade verildiğini farz edelim. Bal yapmaktan başka bir iş göremeyen bu hayvan iradesini nasıl kullanacaktır?
Gençlerin yüzlerinde bir şeyler anlamanın parıltıları belirmişti. Ama, bakışlarında yine de soru hâkimdi. Konuşmanın varacağı noktayı daha net bilmek istiyor gibiydiler.
Arif Bey devam etti konuşmasına:
— O hayvanlar gidecekleri yere ilham ile gidiyor, rızıklarını buluyorlar ve yine ilham ile menzillerine dönüyorlar. Ama insan öyle mi? Bu âlemde onun bambaşka bir yeri var. O neyi irade ederse ilmini, kudretini ve diğer sıfatlarını o yönde kullanabiliyor.
Meslek gruplarına bakın. Doktorundan, mühendisinden, tüccarına, sanayicisine kadar bütün meslekler hep insan istidadının meyvesi. Her birinin arkasında cüz’i irade görülüyor. Yani, “şu adam cüz’i iradesini bu sahada kullanmış ve bu mesleğin sahibi olmuş,” diyoruz.
Keder ve endişe yüklü derin bir nefes alarak:
— Fakat işin bir de acı yönü var, dedi. Bu büyük sermaye yanlış kullanılınca da akla hayale gelemeyecek şerler sergileniyor. Hırsızından dolandırıcısına, katilinden soyguncusuna, sarhoşundan eroin müptelâsına kadar uzanan bir dizi haram yolcuları, batıl müptelâları….
Bilirsiniz insan az bir sermayeyi yerinde kullanırsa bir miktar kâr eder, yanlış kullandığında ise zararı yine dar bir çerçevede kalır. Ama büyük bir sermaye ile işlenen kâr da büyüyor, zarar da. Onun içindir ki Cennete de Cehenneme de, diğer canlılar değil de, insan aday kılınmış.
Ve bu iki menzilin temelinde de yine cüz’i irade yatıyor.
İradelerini, yine kendi iradeleriyle Allah’ın küllî iradesine tabi kılanlar Cennete gidiyorlar. Bu büyük sermayeyi nefisleri hesabına kullananlar ise ebedi azap menziline doğru yol alıyorlar.
Murat, bir dakika diye söze karıştı:
— Şu son iki cümlenizi biraz açmanızı isteyeceğim. İrademizi İlahi iradeye tabi kılmamızdan söz ettiniz. Bu bana çok orijinal geldi. Kalbim bir şeyler hissetti, ama biraz açıklama yapmanız gerekiyor.
Arif Bey, Muratın dikkatine ve zekâsına hayran kalmıştı. O demese de bu konuya zaten girecekti. Ama, onun bir tek cümleyi bile kaçırmadan konuyu dikkatle takip etmesi çok hoşuna gitti.
Bu takdir hislerini kendisine de ilettikten sonra:
— Bak dedi, Murat! İnsana her ne verilmişse, ister duygu olsun, ister organ olsun hepsinin ayrı vazifeleri var. Bunları yerli yerinde kullanması için de kendisine akıl verilmiş. Kişi, aklını kullanarak bir işi yapmaya karar veriyor; bunu kendi hür iradesiyle yapıyor. Daha sonra kudret, görme, işitme gibi sıfatların yardımıyla o işi tahakkuk ettiriyor.
Hayret dercesine dudak büktü:
— İnsanoğlu, dedi, harika bir yaratılışa sahip. Duyu organlarını, meselâ, görmesini kendi iradesiyle belli bir sahaya yönlendirebildiği gibi, kendi iradesini de iyiye yahut kötüye yönlendirebiliyor.
İşte bu noktada, ruhun varlığı çok net biçimde görülüyor. Görme ve işitme gibi, anlama ve irade etme de ruhun sıfatları. Bu sıfatları kullanan, belli sahalara yönlendiren ruhun bizzat kendisi.
Her ne ise, o konuya girecek değilim.
İşte aklını doğru kullanan bir insan, bu kâinatta her sistemin yerli yerine konulduğunu, en güzel ve en faydalı şekilde tanzim edildiğini, kendi bedeninde de her organın en mükemmel ve en faydalı şekilde yaratıldığını ve bedende en uygun yerini aldığını düşünmekle şu sonuca varıyor:
O halde, ben görme, işitme sıfatlarım gibi irade sıfatımı da bütün alemlerin Rabbi olan Allah’ın razı olduğu sahalarda kullansam o sıfatın hakkını vermiş ve ondan en iyi şekilde faydalanmış olurum.
Diyebilirsiniz ki:
— Biz İlâhî iradeyi nasıl bileceğiz ki, hareketlerimizi, davranışlarımızı ona uygun kılalım.
Sorusuna yine kendisi cevap verdi:
— Bunun cevabı gayet açık. İlâhî irade, yani insanın nasıl hareket etmesi, nelere uyup, nelerden sakınması gerektiği peygamberler ve kitaplarla bildirilmiş. Ama, bu hususta insanoğluna bir zorlama da getirilmemiş. Yani, insan bu dünyaya kendi iradesi dışında getirildiği halde, ebedî yolculuğunda cennet ve cehennem şıklarından dilediğini tercih etmekte serbest bırakılmış.
İşte insan, kendi iradesini yerinde kullanarak âhiret menzillerinden cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak İlâhî iradesiyle çizmiş; “İman edeceksiniz,” “ibadet yapacaksınız,” “zekât vereceksiniz,” “haram yemeyeceksiniz,” “kumar oynamayacaksınız,” “istikamet çizgisinden ayrılmayacaksınız,” gibi emir ve yasaklarıyla bu iradesini ortaya koymuş.
Ama, az önce de belirttiğim gibi, insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim, Kuran-ı Kerimde “dinde zorlama yoktur” buyurulması İlâhî iradenin bu noktadaki en açık ve net bir ifadesidir.
O halde, insan kendi iradesini yine kendi iradesiyle istikamet yolunda ve helal dairesinde kullanırsa kazanacaktır. Aksi halde zararı çok büyük olur.
Arif Bey sözünü böylece tamamladı. Bakışlarını Murat ve Çetin üzerinde dolaştırarak,:
— Bilmem bir şeyler anlatabildim mi? diye sordu.
Her ikisi de teşekkürlerini dolu cümlelerle ilettiler Arif Beye.
***

Nereden çıktı bu musibet?


Vakit hayli ilerlemişti. Murat, artık yeni bir soru sormayacaktı. Fakat, merak ettiği bir konu vardı. Onu sormadan edemezdi. Biraz sonra terk edeceklerdi bu evi. Arif Beyle artık kim bilir ne zaman görüşeceklerdi. Ondan kader konusunda faydalanabileceği eserleri sorması gerekirdi. Adam bir hayli yorulmuş olmalıydı. Ağır bir konuda saatlerce sohbet yapmak kolay değildi.  Olsundu. Zaten bu işi zevkle yapmıyor muydu?. Her halinden bunu okumak mümkün değil miydi?
Murat bu düşüncelerle, önündeki kuru yemiş tabağını donuk bakışlarla bir süre seyretti.
Sonunda kararını verdi:
— Sizi hayli yorduğumuzun farkındayız. Son olarak sizden bir tavsiye alıp müsaade isteyeceğiz. Kader konusunda hangi eserleri okumamızı tavsiye edersiniz?
Arif Bey:
— Önce şu yormak, yorgunluk, zahmet kelimelerini kaldıralım. Biz bu dünyaya yatmaya değil, çalışıp yorulmaya geldik.
Sonra:
— Ben, dedi, bu konuda bir hayli kitap okudum. Her birinden ayrı fikirler edindim. Ama sana bunlardan birisini özellikle tavsiye edeceğim:
Nur Külliyatından Sözler adlı eserin “Yirmi Altıncı Söz”ü: “Kader Risalesi.”
Eser gerçekten harika! Bazı yerlerini ileride birlikte okuyabiliriz. Ama önce bu risaleyi dikkatlice bir oku.
Arif Bey, biraz yemiş aldıktan sonra, kütüphaneden Sözler’i getirip Murata uzattı.
Murat, avucuna aldığı birkaç fındıkla bademi uzun fasılalarla ağzına atıyor, bir taraftan da “Kader Risalesi”ni okuyordu. İki sayfadan sonra parmağını kitabın arasına koyarak kitabı kapattı.
Arif Beye dönerek:
— Bu konuyu tek başıma kavramam, herhalde, çok güç olacak, dedi. Sizden bir ricada bulunayım. Eserin anlaşılmasına yardımcı olmak üzere, bazı temel cümlelerin açıklamasını bu gece dinlesem iyi olur. Sonra yine tamamını okur ve gerekirse sizi rahatsız ederim.
Arif Bey Muratın dinamizmine hayran kaldı. Ağır bir konuda uzun bir sohbet yaptıkları halde hâlâ “devam!” diyordu. Bu güzel bir şeydi. Onu kıramazdı.
— Olur, dedi. Öyleyse şu çalışma masasına geçelim. Okuduğumuz parçaları birlikte görebilelim.
Masaya geçtiler.
Arif Bey, birinci sayfaya şöyle bir göz attı. Her cümle ayrı bir önem taşıyordu ve değişik bir mesaj yüklüydü. Bunların hepsini açıklamasına gecenin bu saatinden sonra imkân yoktu. Sayfanın ortalarından şu cümleyi okudu gençlere:
 
“Kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler.”
 
Ve kısaca açıkladı:
— Burada iki ayrı gerçek birlikte sunulmuş: Birisi, “kader nefsi gururdan kurtarır.” Diğeri de, “cüzi irade ile insan, sorumluluğu üzerine alır.” İşlediği günahların cezalarını çekmeyi hak eder.
Bu iki mesajın açıklaması, bir bakıma, şu âyet-i kerimenin de tefsiri demek olacak.
 
“Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır, sana isabet eden her kötülük nefsindendir” (Nisa Sûresi, 79)
 
Kader nefsi gururdan nasıl kurtarıyor? Önce bu konu üzerinde duralım:
Bir arı düşününüz. İrade ve akıl sahibi olmuş olsun. Şimdi bu arı, yaptığı bal ile övünmek yerine Rabbine şükredecek, hamd edecektir. Ve diyecektir ki, “ben bal yapacak şekilde programlanmasaydım bu balı yapamazdım. Ben kendime sahip değilim, Allah’ın mahlûkuyum. Baharı O getiriyor. Çiçekleri O açtırıyor. O halde gururun mânâsı yok!”
İşte o arı böyle düşünmekle gerçeği bulacaktır. Ama onun nefsi itiraz edip diyecektir ki, “sen de kilometrelerce mesafe kat ettin, şu kadar çiçeği dolaştın, üzerlerinde çalıştın!”
Arının kendi nefsine cevabı şöyle olacaktır:
Karasinekler de aynı işleri görüyorlar, ama onlardan bal çıkmıyor. Kaldı ki, kanatlarımı da O takmış, uçtuğum mekânlar da Onun.
Gerçekten de bal yapımı için gerekli bütün şartları Allah hazırlamış ve programlamış. Arının hissesi, tembelce oturmayı terk edip uçmaya niyetlenmesi. Bundan ötesi, hep İlâhî fiillerle icra ediliyor.
İnsanoğlu, daha dün denecek kadar kısa bir süre önce uçak yapabildi. Arının ise kendisi uçuyor. O halde, uçma fiilinden bal yapma fiiline kadar hepsi birer İlâhî sanat, Rabbani birer ihsan. Bunların hiçbiri arının kendi hüneri değil.
Gençler dikkat kesilmişlerdi. Murat sanki kendinden geçmişti. Şimdi, sanata, teknolojiye, medeniyete bir başka gözle bakmaya başlamıştı.
Nitekim, Bediüzzaman hazretleri bilim adamları için “mülhem keşşaflar” tabirini kullanıyor. Arı ilhama mazhar oluğu gibi, onlar da bir başka şekilde bu ilhamdan nasiplenmişler. Öyle ise, yaptıkları keşiflerde, ortaya koydukları buluşlarda nefislerini aşırı derecede kabartmak yerine, bu gerçeği düşünüp, Allah’a şükretmeliler.
Dünya işlerindeki başarılarımız gibi kulluk görevimizle ilgili ve ebedi saadetimize bakan işler de yine, bize bağışlanan kabiliyetler, sağlanan imkânlarla gerçekleşiyor. Bunlarda bizim hissemiz az, hem çok az.
İsterseniz bir misâl vereyim:
— Dinin direği olan namazı düşünelim. Bu büyük hayırda bizim hissemiz ne kadar?
Namaz için gerekli şartları maddeler halinde şöyle bir sıralayalım:
— Namazı Allah emretmiş.
— Nasıl kılacağımızı Allah Resulü (a.s.m.) öğretmiş.
— Namaz kıldığımız mekân Allah’ın.
— Dünyayı döndürmekle namaz vaktimizi getiren O.
— Abdest aldığımız su da onun, okumamıza yardım eden hava da.
— Tükürük bezlerimiz çalışmasa, bir tek kelime okumamız mümkün olmaz.
— Namazda okuduğumuz Kur’an âyetlerini de O, inzâl buyurmuş.
— Bütün bunlara muhatap olacak bir ruha sahip kılınmışız.
— Ve namaza müsait bir bedenimiz var.
Bunların hiçbiri bizim irademizle olmuş şeyler değil.
Geriye ne kalıyor:
— Namaz kılmaya yahut kılmamaya karar vermek.
İşte, insanın cüz’i iradesine bu kadar bir hisse düşüyor. O halde insan, yaptığı ibadet ile övünemez, ancak bu şerefe mazhar olduğu için Rabbine şükreder.
Düşünelim bir kere:
İnsanın ruhu, aklı, hafızası ve bütün duyguları bu şekilde programlanmış olmasaydı ne ibadet yapabilirdik, ne de bizim elimizle bir keşif, bir buluş gerçekleşirdi.
Aynı şeyi beden için de söyleyebiliriz.
Arif Bey, bakışları çakılmışçasına bir noktaya uzun süre baktı. Sonra:
— Yıllar öncesi kalbimi derinden yaralayan, ruhumu ıstıraba boğan bir hatıramı kısaca nakletmek isterim, dedi. Hatıra dediğim, görünüşte basit bir olay: Okuduğum bir yazı.
Sözde bir bilim dergisine göz atıyordum. Kâinat ve insan hakkında yeni bir keşif, ortaya çıkarılmış taze bir buluş var mı diye. Aradığım yazıyı buldum ama bana çok pahalıya mal oldu.
Yazar insan bedenindeki harika nizamı güzelce anlatıyor ve yazısını şöyle bağlıyordu:
 
“İşte doğa bize böyle bir beden vermiş. Bu bedenin tamamı bir yana, sadece baş parmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”
Güzel bir nokta yakalamış, fakat çok çirkin bir şekilde anlatmıştı.
Her ne ise diye kafasını salladı:
— Biz güzel tarafına bakalım. Demek ki, bütün buluşlar, keşifler, sanatlar bir yönüyle, baş parmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik, ne kaşık, ne de çekiç.
Çetin söze karıştı:
— Hayırlı işlerde cüz’i iradenin hiç mi hissesi yok? diye sordu.
Arif Bey, bu soruyu şöyle cevaplandırdı:
— İnsan, cüz’i iradesini kullanmasa hiçbir şey yapamaz; oturduğu yerde kalakalır. Ama hatırlayacaksın, az önce, hayır- şer konusunu işlerken “yürüme fiilini” misâl vermiştik. Aynı şekilde, bütün fiilleri dileyen, isteyen, cüz’i iradesini o işin meydana gelmesi yönünde kullanan insandır. Ancak, bu dilemenin ötesinde onun yaptığı bir şey yok. Bütün fiilleri Allah yaratıyor.
İnsan, kendisine en büyük bir ikram olan “irade” sıfatını yanlış yerlerde, Rabbinin emrine zıt, rızasına aykırı şekilde kullanırsa, elbette bütün sorumluluk ona aittir.
Bu noktada cüz’i irade hatırlanacak ve suçu kadere yükleme cinayetinden sakınılacaktır.
Arif Bey:
— Bilmem anlaşıldı mı? diye bir soruyla tamamladı konuşmasını.
Çetin:
— Teşekkür ederim.
Daha sonra, soran gözlerle baktı Murata:
— Bilmem, dedi, Muratın bir sorusu olur mu?
Murat:
— Ben şimdi sadece dinleyeceğim. Sonra bu eseri iyiden iyiye okuyacak ve soru hakkımı, gerekirse, daha sonra kullanacağım.
Arif Bey, bir sonraki cümleyi de okudu gençlere. Bu cümlede, işlediği günahların sorumluluğundan kurtulmak için kadere yapışan, fakat kendilerine ihsan edilen iyiliklerle gururlanan kimselerin düştükleri hataya dikkat çekiliyordu. Gerçi bu konuyu Çetinle konuşmuşlardı. Ama Murat için kısa bir açıklama gerekirdi:
— Bugün dedi, kader meselesi gerçeğin tam tersiyle yorumlanıyor. Ve devam etti:
— Adam, bütün iyilikleri kendi nefsine mâl ediyor. Bilmiyor ki, o iyiliği işlemesine imkan tanıyan ve yardımcı olan ruh da, beden de, o bedeni kuşatan kâinat da onun kendi malı değil. Ama, kötülüklere gelince kadere yapışıyor. Düşünmüyor ki, bunlar Rabbi tarafından yasaklanmış. Ve o, bu yasağa rağmen nefsinin arzusuyla günaha talip oluyor.
Kaldı ki, günahlarını kadere yüklemekle cennete gidemeyeceğini de pekâla biliyor.
Böyle bir insanın kaderi bellidir:
— Günah ve isyana devam etmek, tövbe kapısına yanaşmamak ve sonunda azap diyarına varmak.
Son olarak, bir gerçeği de kısaca ifade edeyim:
İlâhî emirler gibi, yasaklar da kulun kendi menfaati içindir. Emirler cennete teşvik, yasaklar cehennemle tehdittir. Kul salih amel ile cennete doğru koşar, takva ile yani günahlardan sakınmakla da cehennemden kaçar. O koşuş da, bu kaçışta insanı İlâhî rahmete ulaştırır.
Arif Bey bakışlarını kitapta gezdirmeye devam etti ve sayfanın sonundaki şu cümleyi okudu gençlere:
 
“Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.”
 
Mânen terakki etmeyen avam denilince bunun aksi zihnimizde şöyle canlanır: Manen terakki eden havas zümresi, ermiş insanlar, evliya, asfiya.
Bu kutlu zatların, bu seçkin kişilerin, bu Hak dostlarının kader anlayışları bir başkadır. Onlar tam bir teslimiyet içindedirler. Çoğu işlerini İlâhî ilhamla görürler.
Hazreti Mevlânâ, bu yüce insanların hâlini bir misâlle bize de hissettirmek ister. Denizde yüzen bir insanla, denize düşmüş bir cismin hareketini mukayese ederek şöyle der:
 
“Birincinin hareketi kendindendir. İkincisini ise, deniz hareket ettirir.”
Bu özel bir durumdur. Biz genele dönelim. Yani, avamın kadere bakışı nasıl olmalı, bunun üzerinde duralım:
Nur Müellifi, bu insanların musibetlerde ve maziye gömülmüş olaylarda kaderi hatırlamalarını tavsiye eder ve bunun faydasını da ümitsizliğe düşmemek ve gereksiz yere üzülmemek şeklinde belirler.
Birer misâl vereyim:
Mazide kaçırdığı bir fırsat için bir ömür boyu üzülüp dövünmenin insana hiç faydası yoktur, ama zararı kesindir. Bu adam, maziyi kadere havale etmeli, “bunda da bir hayır vardır,” diyerek hayatını çileden, azaptan kurtarmalıdır.
Bir kazaya uğramış ve yaralanmış kişi, “şöyle olmasaydı böyle olurdu, yahut keşke falan firmanın otobüsüne binseydim,” gibi sözler sarf etmek yerine, bunu kaderin bir tecellisi bilmeli ve tedavi çarelerine bakarak sabretmelidir. Çünkü olay onun iradesi dışında meydana gelmiştir ve geri dönüş de imkansızdır. Böyle bir adam için kadere iman tam bir teselli kaynağı olur.
Ama insan, yaptığı isyanlar için ve istikbâle ait olaylar hakkında bu şekilde düşünemez. Çünkü, işlediği günah için önünde tövbe etme imkânına sahiptir. Öncelikle bu yola girmelidir. Aksi halde, isyana ve sefahate devam eder gider. Öte yandan, bu günahlar bir insanın hakkına tecavüz şeklinde ortaya çıkmışsa, o kulun hakkının ödenmesi gerekir. İşi kadere yükleyip muhatabını mağdur edemez.
Bunlar isyana örnek.
İstikbâle gelince, insan, kaderinin ne olduğunu bilmediğine göre, cüz’i iradesini kullanmak mecburiyetindedir. O, kendine düşen görevi yaptıktan sonra, tevekkül yoluna girebilir. Yoksa tembelce oturamaz.
Sayfayı gözden geçirmeye devam etti.
— Bakın dedi, şu cümle de önceki konumuzu açıklayıcı mahiyette:
 
“Hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır.”
 
Bu harika tespiti bir misâlle açıklamak isterim:
— Anne rahminde bize takılan her cihaz bir sual yani bir sorudur. O suallerin cevabını bu dünyada bulmuşuzdur. Meselâ, ayak bir sualdir. O sualin cevabı yürüyecek mekândır.
Mide bir başka soru; bütün rızıklar o sualin cevapları.
Göz ayrı bir soru; cevabı güneş, ay ve bütün ışık kaynakları.
Bir diğer soru :Kulak. Cevabı bütün sesler âlemi.
İşte bütün bu sorular da cevaplar da Hak’tandır.
Bu misâlde olduğu gibi, işlediğimiz bütün iyilikleri Allah emretmiştir. Buna sual diyoruz. Onları işlememiz için gerekli bütün şartları da yine O hazırlamış. Bunlar da o sualin cevapları.
Az önce bu konu üzerinde durmuştuk. Bu kadarı yeter sanırım.
Arif Bey, bu açıklamalardan sonra ikinci sayfaya geçti ve şu cümleyi okudu:
 
       “Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.”
 
Hayrı da şerri de Allah’ın yarattığı üzerinde daha önce yeterince durmuştuk. Şimdi sadece, yine bu külliyatın bir başka yerinde geçen harika bir misâli aktarmakla yetineceğim.
 
“Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû’-i kesbiyle, sû’-i istimaliyle   ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû’-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.” Mektûbat
 
Demek oluyor ki, ateşin yaratılışı şer değil, ama ona dokunmak şer. Ve biz o ateşi, meselâ, bir soba ile kuşattığımız taktirde onun şerrinden emin oluruz ve onunla yemeğimizi pişirebiliriz.
Şerler olmasaydı, dünya imtihanı da olmazdı. Ve cennetten de söz edilemezdi.
Arif Bey, kitaba göz gezdirmeğe devam etti:
— Bakın, dedi. Daha önce konuştuğumuz bir konuya açıklık getiren enteresan bir cümle:
 
“Kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler.”
 
Gençlerin bakışlarından bir tereddüt okunuyordu. Kısa bir sessizlik oldu.
Çetin:
— Affedersiniz, dedi, bu konuyu ne zaman konuştuk.
Arif Bey, Murata dönerek:
— Sen hatırlayabildin mi? diye sordu.
— Özür dilerim, dedi. Ben de hatırlayamadım.
Arif Bey:
— Hani dedi, ‘kaderden söz etmenin mahsurlu olduğu söyleniyor” demiş ve bu konuda benden bir açıklama istemiştiniz. Ben de Kur’an-ı Kerimden Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır’ın (a.s.) seyahatini size nakletmiştim. İşte burada o konu işleniyor.
Hakiki illet: “Bir olayın meydana gelmesinin, yaratılmasının gerçek sebebi.” Zahiri illet ise “o şeyin görünürdeki sebepleri.” Bu sebepleri insanlar kendi akıllarınca ileri sürerler. Ama bunlar bir tahminden öteye geçmez.
Bize göre falan musibet şu sebepten dolayı meydana gelmiştir. Bunu böyle bilir ve böylece iddia ederiz. Halbuki, o olayın gerçek sebebi, yani İlâhî takdirin asıl hikmeti bizim idrak sahamızın çok ötelerinde kalır. Zaten, kader konusundaki birçok münakaşalar da bu noktadan kaynaklanmıyor mu?
Bu konuda, Nur Küliyatında geçen harika bir tespiti de size aktarmak isterim:
 
   “Hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez.”
 
Yani insan aklı sınırlı ve kayıtlı… İlâhî hakikatler ise mutlak, yani kayıtsız. İşte bu sınırlı akıl o sonsuz ve mutlak hikmetleri kavrayamıyor, anlayamıyor. Çoğu tartışmalar da bu sahada cereyan ediyor. Kaderin bu kısmı hakkında ileri geri konuşmak zarardan başka bir şey getirmiyor. Ve yasaklanmış!..
Arif Bey, kitabın yapraklarını çevirmeye devam etti:
— İşte, dedi, burada en çok münakaşa edilen bir konunun reçetesi var:
 
       “İlim malûma tâbidir, malûm ilme tabi değildir”
 
Bu konu üzerinde Çetinle bir hayli durduk sanırım. Konuyu birlikte okursanız iyi olur.
Arif Bey, gençleri şöyle bir süzdü. Yüzlerinde yorgunluktan eser yoktu. Ama bu konuda daha fazla konuşmak da istemiyordu. Bazı noktaları zamana bırakmak, gençlere okuma, inceleme, kafa yorma fırsatı vermek gerekiyordu. Zaten vakitte hayli geçmişti.
Kitabı kapadı:
— Bu konuyu burada noktalayalım, dedi. Sonraki kısımları şimdilik kalsın. Gerekirse tekrar görüşürüz. Veya ben o konuları elimden geldiğince açıklayıp “İlim ve Araştırma Dergisi”nde yayınlarım.
Sözlerini:
— Bilmem ne dersiniz? diye noktaladı.
Murat, bu soruya:
— İkinci şık daha faydalı olur, diye karşılık verdi.
•••
Saat on ikiye yaklaşmıştı ki, gençler müsaade isteyerek evden ayrıldılar.
Arif Bey, iki gence bir iman rüknü konusunda yardımcı olmanın hazzını iliklerine kadar duyuyordu. Yattığı zaman başında müthiş bir ağırlık ve ağrı hissetti. Çok yorulmuştu. Ama o, bundan son derece mutluydu. Çünkü, insanlara faydalı olmak için gayret göstermiş ve bu yolda yorulmuştu.
Aksi de olabilirdi.

http://alaaddinbasar.com/nereden-cikti-bu-musibet/
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Bir Kader Sohbeti - Alaaddin Başar
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» dua ile kader değişir mi? Allahın ata, kaza ve kader namında üç kanunu
» KADER DEĞİŞİRMİ..eller kader işareti taşırmı
» Değişen kader MUALLAK KADER- KADERi MUALLAK
» Vahdet-i Vücut ne demektir ? Prof.Alaaddin Beşer-Vahdet-i şuhud vs konular
» Kader Kavramı

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: İslami ilimler ve dini kültür :: İtikad-İnanç-Kelam-Felsefe-
Buraya geçin: