| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Alevilik | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Alevilik Çarş. Ekim 24, 2012 4:09 am | |
| [Linkleri sadece adminler görebilir.]
|
| 001 ÖNSÖZ YERİNE |
| Dünya tarihinde etkili olmuş güçlü kültür ve medeniyetler, devletlerin yıkılıp öldüğü gibi yıkılmazlar ve tamamen ortadan kaybolmazlar. Hiçbir kültür bütünüyle ölmez, başka kültür ve medeniyetlerde farklı biçimlerde tekrar ortaya çıkarlar. Hatta güçlü ve hâkim kültürler, birbirleriyle etkileşim içerisindedirler. Yeni bir din olan İslam`ı benimseyenler de böyle güçlü bir kültür ve medeniyet havzasından geldiği için, kendi kültürlerine ve medeniyetlerine tamamen sırt çevirmemişler ve onları İslam kılıfı altında veya onunla uzlaştırmak suretiyle yaşatmaya devam etmişlerdir. İnsanlar, hal, tavır, tutum, davranış, duygu ve düşünceleri bakımından birbirinden farklıdırlar. Tabiatlarından kaynaklanan bu durum, içinde yaşadıkları toplumsal yapıyla birleşince onların dini hayatlarının farklı biçimlenmesine sebep olmuştur. İslam, kitabî kültürü ve devlet geleneği olmayan bir toplumu medeni bir topluma dönüştürmekle ise başladı. İslam`ın geldiği coğrafyada Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve Manihaizm gibi büyük dinler ve mezhepler varlığını devam ettiriyordu. Ayrıca İslam`ın geldiği dönemde Sasani ve Roma devletleri Arap yarımadasında rakip iki siyasi gücü oluşturmaktaydı. Bu hâkim kültür ve medeniyetler arasındaki mücadele ve rekabet, daha sonraları, İslam`la bu kültürler arasında devam etmiştir. Bütün bu sebepler dini değiştirmedi, ancak insanların İslam`ı farklı şekilde anlama ve algılamalarında etkili oldu. Kur`an`ın indiği dönemden uzaklaşıldıkça ve sosyal gerçeklik değiştikçe, insanlar, doğal olarak bu metinleri anlamada ve Allah`ın muradını tespitte farklı metot ve anlayışlarla Kur’an’a yaklaştıklarından dolayı farklı sonuçlar elde ettiler. Sonuçta farklı anlayıştaki kişi ve grupların, kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir metin haline geldi ve tek bir ayetle ilgili onlarca görüş ileri sürüldü. Hz. Peygamber(SAV)den aktarılan bazı hadisler için de benzer durum söz konusuydu. Neticede her mezhep, fırka, tarikat ve cemaat, farklı bir Kur`an tasavvuru oluşturarak ona Allah`ın yüklemediği misyonlar yüklemiştir. İnsanlar arasındaki görüş farklılıkları ve ayrılıkları, tabii, psikolojik, tarihsel, dini ve sosyolojik bir vakıadır. Her bir din, felsefe ve ideoloji, bu gerçekten nasibini almıştır. İslam tarihinde ortaya çıkan bu oluşumlar, bir din farklılığı değil yaklaşım farklılığıdır. Bu farklılıklar, mutlaklık iddiasında bulunmadıkça, kendisini İslam`ın temsilcisi görmedikçe, başkalarını öteki olarak algılamadıkça birer zenginlik olarak kabul edilebilir. Hz. Muhammed(SAV), vefat ettiğinde, kendinden sonra imam veya halife olacak kişiyi gizli veya açık olarak belirlememiştir. Öyle anlaşılıyor ki, dünyevi işlerin düzenlenmesi toplumun tamamını ilgilendiren bir konu olduğu için, kendi yöneticisini seçme yetkisini bütün Müslümanlara ait bir hak olarak görüyordu. Bu yüzden, Hz. Muhammed(SAV), sahip olduğu hukuki ve siyasi yetkilerini başka birine asla devretmemiştir. Çünkü İslam`da, teolojik olarak, Hıristiyanlıkta olduğu gibi dinî ve dünyevi otoriteyi elinde tutan ruhbanlık sınıfı yoktu. Eğer o, sahip olduğu yetkileri devretmiş olsaydı, böyle bir sınıfın oluşmasına sebebiyet vermiş olacaktı. "İmamlar Kureyş’tendir" rivayetine dayanarak, Sünni âlimlerin hilafeti genel anlamda Kureyş`e tahsis ettiğini görmekteyiz. Şia ise, çoğunlukla, hâkimiyeti Hz. Peygamber(SAV)’in Fatıma’dan olan soyundan gelen 12 kişiye ait olduğunu ileri sürmektedir. Şiî-İmamiyye’nin imamet nazariyesine göre, İmamet konusu dinîn en temel konularından olup, insanların ihtiyarına ve seçimine bırakılması doğru değildir. Bu sebeple Allah`ın peygamber gönderdiği gibi her dönemde bir imam tayin etmesi kendisine vaciptir. Şiî âlimler, Hz. Ali`nin tayinini ispatlamak için pek çok eser yazmış ve yüzlerce ayet ve uydurma rivayetleri delil olarak kullanmışlardır. Şiî siyaset anlayışı ile Tanrı`nın hukuki ve siyasi otoritesini temsil ettiğini iddia eden Katolik Kilisesinin anlayışı arasında benzerlikler vardır. İslam düşüncesini oluşturan itikadi ve siyasi, fıkhi-ameli, mistik ve felsefi düşünce ekolleri, farklı zihniyetlerin din anlayışına yansımaları olarak analiz edildiğinde veya birer zihniyet olarak yapısal analize tabi tutulduğunda beş farklı din anlayışı ve dine yaklaşım biçimi ortaya çıkmaktadır: 1) Tepkisel-Kabilevî Din Anlayışı, 2) Akılcı-Hadarî Din Anlayışı, 3) Gelenekselçi-Muhafazakar Din Anlayışı, 4) Politik-Karizmatik Liderci Din Anlayışı, 5) Keşifci-İnzivacı Din Anlayışı. İnsanlardaki karşı çıkma, protesto etme, şiddet, kızgınlık, gazap ve kavgacılık duygusu, asabiyet ve kabilecilik ruhunun yoğun olduğu kabile toplumlarında ya da bedevî toplumlarda, özellikle de büyük ve hızlı değişimlerin yaşandığı dönemlerde, güçlenerek bir kitle hareketine dönüşebilir. Bu tepkisel-kabileci ruh, her bir dinde ve toplumda farklı şekillerde tezahür edebilir. Ancak temelinde, toplumsal alanda yaşanan köklü değişime tepki göstermek vardır. İslam düşüncesinde tepkisel din söyleminin ya da kabilevi zihniyetin en tipik temsilcileri Hariciler ve kısmen Vehhabilerdir. Çünkü Haricilerin çoğunluğu bedevi hayattan gelme idi. Aralarında şehirli olan çok az kişi vardı. Bu yüzden Harici fikirler, genelde yerleşik hayata geçememiş veya yeni geçmekte olan toplumlara cazip gelmişti. Örneğin Harici grupların Horasan`ın sarp bölgelerinde tutunması, Kuzey Afrika`da çeşitli taraftar toplaması bundan dolayıdır. İnsan, akıl sahibi, düşünen, anlayan, sorgulayan ve olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini araştıran bir varlıktır. Bütün insanlar akıl yetisine ve düşünme gücüne sahip olmakla beraber, bunu tam olarak işletebilmeyi ve verimli bir şekilde kullanmayı başarabilenlerin sayısı sınırlıdır. Akılcı zihniyet/eğilim, kişinin içinde yetiştiği kültürel ortam ve toplumsal yapı, aldığı eğitim ve siyasal ideolojiler sayesinde, dini, sosyal, ekonomik ve politik alanlara yansıyabilir. Akılcı, özgürlükçü, eleştirel ve sorgulayıcı bu zihniyet, insanlık tarihinde özellikle, yerleşik hayata geçmiş hadari/medeni toplumlarda, site devletlerinde ve demokratik sivil toplumlarda daha güçlüdür. Hadari toplumlar, ideal anlamda, teşkilatlı bir siyasi otorite ve devlet geleneğine, yasama ve yürütme organlarına, kurum ve kurallara sahiptirler. Farklı dinler ve farklı etnik gruplar bir arada yaşarlar. Sorumluluk, suç ve ceza bireyseldir. Kitabi kültür ve sistematik düşünce geliştiği için, olaylar ve hadiseler derinlemesine analiz edilir. Bu yüzden farklı fikirlere, eleştirilere tahammül vardır ve istisnai durumlar hariç, kendi fikirlerini başkalarına şiddet ve baskı yoluyla benimsetmek yoktur. Akılcı zihniyet, genelde Arap olmayan entelektüel çevrelerce sistemleştirildi. Akla ve akıl yürütmelere büyük önem veren bu zihniyet mensupları, yabancı din ve kültürlere karşı İslam’ın savunmasını yaptı ve bu konuda yüzlerce eser yazdılar. İslam düşüncesinde, özgün ve akılcı bir Teoloji/Kelam geliştirdiler. Zamanla, akıl, tevil, delil, burhan, nazar, rey, tefekkür, teemmül, tedebbür, istinbat, kıyas ve yakini bilgi kavramları akılcı din söyleminin/zihniyetin bilgi kuramında hakim göstergeleri oldu. İnsanlar, alışık oldukları hayatın devam etmesini ve değişmemesini isterler. Düzen ve istikrardan yana olan insan tabiatı istikrarsızlığa ve kaosa karşıdır. Bu sebeple, çoğu kere, zorunlu ve haklı da olsa yapılan bazı değişikliklere karşı çıkar ve geleneklerinde ısrar eder. Bu durum onu, muhafazakâr ve gelenekçi olmaya zorlar. İnsanlarda, hükmetme ve egemen olma duygusu vardır. Bazı kimseler, diğer insanlara hakim olmak ve onları yönetmek ister. Bu hâkimiyet arzusu, bazen onu, iktidarı ele geçirmeye ve bu yönde siyasi ve fikri çabalar içerisine girmeye sevk edebilir. Bu amaçla içinde doğup büyüdüğü siyasi ve dini kültürden kendini meşrulaştıracak deliller ve motifler bulmaya çalışır. Bazen insanların kendileri, politik-dini bir lider olarak ortaya çıkarlarken bazen de toplumun bu konudaki kabulleri ve kültürleri bazı kimseleri veya soylu aileleri kendileri için kurtarıcı olarak görürler. Bu tutum, imparatoru yarı-tanrı gibi gören Sasanilere ve Eski Yakın Doğu toplumlarında ve Mesih inancının bulunduğu Hıristiyan ve Yahudilikten İslam`a geçenler arasında daha yoğun görülebilir. Özgürlükleri ellerinden alınan, zulüm ve baskı gören bazı insanlar, kendi fikirleriyle ve eylemleriyle politik-sosyal, dini ve ekonomik olumsuzlukları değiştirmede başarısız, yetersiz, aciz ve zayıf kaldıklarına inanmaları halinde, yaşadığı olumsuz toplumsal yapıyı değiştirmek ve gerçeği/hakikati elde etmek için kendi dışında manevi güçler aramaya veya mesih ve mehdi misyonu üstlenmiş otorite kabul edilen karizmatik liderler ve kurtarıcılar üreterek onlardan medet beklemeye başlarlar. Böyle insanlar, ezilmişlik psikolojisi içerisinde sağlıklı düşünemezler ve başkalarının liderliğine ve başkalarının onları yönetme veya yönlendirmesine ihtiyaç duyarlar.Toplumsal bunalımların ve siyasi iktidar mücadelelerinin yaşandığı toplumlarda, mevcut meselelerin çözümünde manevi desteğe ve beşer üstü özelliklere sahip olduğuna inanılan bir kurtarıcı beklenmesi, beşerî, siyasî, kültürel, tarihî ve dinî bir olgudur. Ancak kurtarıcı ve karizmatik lider arayışı, öncelikle beşeridir. Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm, İslamiyet ve diğer bazı din mensupları, bu beşeri psikolojik tutumu, dini alana taşıyarak meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Yahudilerin kurtarıcısı olarak Mesih`i; Hıristiyanların İsa`yı; bazı Müslümanların Haşimi soyundan veya Ali`nin Fatıma`dan devam eden soyundan mehdi veya mehdiler beklemesi, bu fikrin en tipik tezahürleridir.İslam tarihinde, "Dini, insan veya insanlara itaat etmek ya da imama itaate etmek. " olarak algılayan "karizmatik liderci" veya "Kurtarıcı bekleme" şeklindeki politik din anlayışının pek çok tezahürüne rastlamak mümkündür. Bunların başında Aşırı Şii hareketler, Onikimamiyye Şiasi (Usûliler-Ahbâriler), İsmaililik-Hasan Sabbah Fedaileri-, Batınilik, Karmatiler, Zeydilik, Dürzilik, Nusayrilik, Kadiyanilik, Babilik-Bahailik, Şeyhilik, Oniki İmam`in masumiyetini ve imamete hak sahibi olduklarını savundukları sürece Kızılbaşlık ve Alevilik ve benzeri ekoller gelmektedir. Politik-Karizmatik din söyleminin merkezinde Masum İmam , Mehdi ve Mesih fikri bulunmaktadır. Bunların kaldırılması durumunda, bu fırkaların varlık sebepleri ortadan kalkmış olur. Diğer taraftan aşağı yukarı bunların tamamında, ya Haşimi soyundan veya Ali`nin Fatıma`dan olan soyundan (Ehl-i Beyt) bir kişi ya da bu soyla alakası olmayan kişiler, hayatta iken ya da ölümünden sonra, kurtarıcı (Mehdi/İmam/Mesih/Allah`ın hûlul ettiği Resul) olarak beklenmektedirler. Bu misyon, Haşimi soyundan olanlara çoğu kere kendileri dışındakiler tarafından yüklenirken, Haşimi soyundan olmayanlara, daha çok kendilerince yüklenmiştir. Mehdilikle yetinenler olduğu gibi müceddidlikle başlayıp mehdilik, mesihlik ve resullük, daha da ileri giderek ilahlık iddiasında bulunanlar da olmuştur. Aslında Şia`nın siyasal tarihi, 12 imam nazariyesine göre yeniden inşa edilmiş tamamen politik bir tarihtir ve İslam`ın siyasallaştırılması üzerine kurulu bir nazariyedir. İmamları sevmek veya sevmemek dahi dinileştirilmiştir. İslam toplumunun kaderi belli bir soyun ya belli bir dönemden sonra da ortada olmayan gizlendiğine inanılan gözlenen bir kişinin tekeline terk edilmek istenmiştir. Bu yüzden yazdıkları eserlerin tamamında bu nazariye ile ilgilenilmiştir. Sonuç olarak, politik-karizmatik liderci din söyleminin veya zihniyetin, Siyasal iktidarın ilahiliği ve naslar tarafından belirlenmişliği, Velayete iman, zamanın imamına beyat; İmama/İmamlara mutlak itaat; İmamların günahsızlığı; Mehdi/Kurtarıcı beklemek; Ali ve soyuna kutsallık atfetmek, İslam’ın siyasallaştırılması, Kur`an`ın Batıni yorumunu savunmak gibi temel özellikleri bulunmaktadır. İnsan, seven, korkan, endişe duyan, umut eden, özlem duyan, saygı duyan, kutsallaştıran, nefret eden, tutkuları, arzuları ve sezgileri olan duygusal bir varlıktır. Bu duygusallık, bazen kişinin kendisine yönelmesine ve içe dönük bir tecrübeyi yaşamasına sebep olabilir. Tıpkı akıl gibi, sezgi de, insanın dini hayatını şekillendirmede önemli bir rol oynayabilir. Bu yüzden bazı insanlar, dini hayatında ve gerçeği elde etme konusunda, akıldan çok deruni tecrübeye bağlanır. Kutsallaştırılan varlığa olan ilgi ve sevgisi, dini duygu ve tecrübenin merkezine konur ve duygular, heyecanlar, kalbi bilgi ve sezgiler ön plana geçer. Tarih boyunca birçok dinde münferit inzivaya çekilme, sezgi ve ilhamın farklı şekillerde ya da benzer şekillerde, bir çeşit tepkisel hareketler olarak tezahürlerine rastlanmaktadır. İnsan tabiatındaki bu psikolojik eğilimlerin zümreleşmelere ve tasavvufi topluluklara dönüşmesine en müsait zemin, sosyal ve siyasi bunalımların ve hızlı değişimlerin yaşandığı aşırı dünyevileşmiş toplumlardır. Çünkü bu durumlarda fertlerin yaşadığı yalnızlık ve uzlet hissi, onları kurtuluş arayışına sevk eder. İslam düşüncesinde sezgici/keşifci ve irfani din anlayışının temsilcileri arasında Zahidler, Sufiler, Tarikatlar-Yesevilik, Nakşilik, Kadirilik, Alevilik-Bektaşilik, Mevlevilik, Ticanilik, Rıfailik- kısmen Batiniler ve İşraki filozoflar bulunmaktadır. Sezgici/keşifci din anlayışı, tarihte olduğu gibi günümüzde de siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlarda yaşanan bunalımlardan bir kaçış ve aşırı dünyevileşmeye karşı daha farklı bir dünyevileşme biçiminde aynı tarikat adlarıyla veya farklı biçimlerde farklı adlarla bir tepki olarak tezahür etmektedir. Sonuç olarak, deruni tecrübeci/mistik din söyleminin veya zihniyetin, veli ve sufilerin yüceltilmesi, sufi önderlere ve şeyhlere mutlak teslimiyet, metafizik alem hakkında düşünme, varlıkların tek kaynaktan olduğunu kabul, başta insanlar olmak üzere bütün varlıklara karşı sevgi ve hoşgörü, keşif ve ilham merkezli din ve dünya görüşü, akıl düşmanlığı, kelam ve felsefe aleyhtarlığı, kurtuluşa ermişlik iddiası, batıni yorum, sanat ve musikiye yakın ilgi, doğruluğu başkalarınca test edilemeyen öznel ve kontrol dışı kutsal bilgi (keşif ve ilham), mutlak doğruluk iddiası gibi temel özellikleri bulunmaktadır. Şîa`nın imâmeti aynen nübüvvet gibi ilâhî bir makam olarak görmesinin, siyasi mevzuların bir inanç esası olarak kabullenilmesine sebep olduğunu, bunun da tartışmaların büyümesinde ve toplumda huzursuzlukların artmasında etkili olduğunu söyleyebiliriz. Şîa’da iktidar-ulemâ ilişkisi sağlam bir zemine oturtulamamış ve halk ile iktidar arasında güvenli ve sıcak bir ilişki tesis edilememiştir. Bu durum zaman zaman iktidar ile Şiî ulemânın güç mücadelesine sebep olmuş ve iki başlı bir otorite meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu mücadelenin Şiî ulemâyı politize ettiğini, toplumun güven duyması gereken kurumuna itibar kaybettirdiğini söylemek mümkündür.
Türkler arasında faaliyet gösteren mezhepler, sırayla Hariciler, Mürcie, Mutezile, Şia, Zeydiye, İsmaililik, Ehl-i Sünnet`in Matüridi ekolü, Eş`ari ekolü ve Hadis Taraftarları olmuştur. Bunlardan Hariciler, Mu`tezile, Eş`arilik ve Hadis Taraftarları bir ekol olarak tarihe karışırken Matüridilik ve Hanefilik Türklerin çoğunluğu tarafından benimsenen mezhepler olmaya devam etmiştir. Haricilik, Türk bölgelerinde önemli faaliyetlerde bulunmuşsa da onları kendi tarafına çekmekte başarılı olamamıştır. Zeydiliğin ise, Türklerle ilk teması Harun Reşid döneminde, Yahya b. Abdillah`in 170 kişilik taraftarıyla, önce Rey`e, oradan, Cüzcan ve Belh`e, daha sonra Mâverâünnehir`de Türk meliki Hakan`a sığınmasıyla başlar.
Sünnî Siyaset nazariyesine göre, imamların seçimi Müslümanların önde gelenlerine veya kendilerine bırakılmıştır. İç göçlerin başladığı 1950’lerden sonra özellikle kentlerde yaşayan Alevî toplumu, dedeleri arka plana itmiş, maddî desteklerini çekmiştir. Geleneksel Alevîliğin en önemli unsurlarından görgü ve sorgu cemi yapılmaz olmuş,musahiplik unutulmuştur. Dedelik çökmeye yüz tutmuş, toplum dini önderlerini terk etmiştir. 1980`lerden sonra ise Alevî camiaya mensup çoğu yüksek öğretim mezunu bazı kimseler Alevîlik konusunda eser yazmaya başlamış, toplumu yönlendirmeye çalışmışlardır. Bugünün Alevî toplumunu, dedelerin eserlerinden çok yazarların kitapları etkilemektedir. Bu yazarların Alevîliğin kökeni ve mahiyeti ile ilgili değerlendirmeleri bazı noktalarda birbirinden oldukça farklıdır.
Türkiye’de Sünnî ve Alevî topluluklar bir arada yaşama tecrübesi geçirmektedirler. Ülkemizdeki bu büyük iki oluşum yapılanması bakımından Türk Halk İslâmlığının iki kanadını oluşturmaktadır. Türkiye`de Sünnî kesim arasında nasıl farklı dinî gruplaşmalar, teşkilâtlanmalar mevcutsa Alevilik-Bektaşilik çatısı altında da aynı şekilde birbirinden farklı oluşumlar görülmektedir. Bunlar bir tür zenginliktir. Aleviler örgütsel olarak çok parçalıdırlar, teolojik olarak netliğe sahip değiller, dolayısıyla bütün bunlara önyargılar, tarihsel tereddütler de eklendiği zaman Türkiye’deki yapılarını inşa etme konusunda sıkıntılar vardır.
Aleviliği tümüyle tek bir dininin ürünü, tek bir ulusun ürünü olarak görmek tümüyle bilimsel gerçeklere ters düşmektedir. Anadolu Aleviliği tek bir etnik gruba ve kültüre bağlanamaz.
Selçuklularda ve Osmanlılarda "Alevi" sözcüğü kullanılmamıştır. Bu ismin belgelere geçmesi yüz yıllık bir olaydır.
Alevi kavramı ilk zamanlarda Hz.Ali’nin soyundan gelen insanlar için kullanılıyordu ve kavram tam olarak bunu karşılıyordu. Hz.Ali’nin taraftarları ise Şia veya Şia-ı Ali kavramlarıyla ifade ediliyordu.
Alevilik hakkında araştırmalarda bulunan bir yazar, Alevilik konusunda bir gazete ile yaptığı röportajda uzun süredir çalıştığını, ancak Aleviliği çözemediğini ifade ediyordu. Birkaç araştırmacı ise Aleviliği bir “sır” olarak tanımlıyor, kimileri ise Aleviliğin net bir tanımının yapılamayacağını iddia ediyordu. Başka bir kişi ise, ortada birden fazla Alevilik olduğunu söylüyor, Alevilikten değil “Alevilikler”den bahsetmenin daha doğru olacağını belirtiyordu. Bunun sebebi Anadoluda Aleviliğin yazılı kültüre olan yabancılığının da rolü yok değil. İlk önce Aleviliğin orijinleri tanınmalı bundan sonra insanlar değerlendirilmelidir. Yoksa insanlara bakarak Alevilik tanınmaz. Aksi taktirde yapılan araştırmalar sağlıklı sonuç vermez, havada kalır.
15. yy.ın son yarısında yeni bir kavram daha ortaya çıktı . Şah İsmail ’in babası Şeyh Haydar’ın müritleri başlarına kırmızı sarık sarıyorlardı. Bundan dolayı bu müritlere Kızılbaş adı verildi . Daha sonra bu kavram Anadolu’ da ve İran’da ki Şiiler için yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Artık bu coğrafyada Şiilik ve Caferilik ile yeni bir kavram ortaya çıkmıştı: Kızılbaşlık
Ancak Alevi kavramı 19. yy.ın başında Kızılbaş toplulukları ifade etmek için kullanıldı. Kısa bir süre sonra Alevilik kavramı Bektaşilik de dahil, Şiiliğe bağlı olan bütün topluluklar için kullanılmaya başlandı. Günümüzde de kavram aynı anlamda kullanılmaktadır. Alevi Aydını diye öne atılan, ama Alevilikle alakası olmayan bazı insanlar Aleviliğe çeşitli tamınlar getirmekte ve bu suretle insanların beynini karıştırmaktadırlar. |
|
| |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Geri: Alevilik Çarş. Ekim 24, 2012 4:10 am | |
| Konuya Başlarken
Yaklaşık 6 aydır üzerinde çalıştığım ALEVİLİK konusunun yavaş yavaş sonuna geldim. Fakat gördüm ki bu konunun sonu gelmez. Bir ilahiyatçı olmama rağmen bu konu içimde bir muamma gibi duruyordu. Ne idi bu ALEVİLİK denen kavram. Bizim bildiğimiz gibi bir şey miydi, yoksa farklı bir boyutu mu vardı ?
İşte bu merakla kolları sıvadım ve kısıtlı zaman aralığında bu konuya yöneldim. Meseleye tarafsız bakmak niyetiyle öncelikle Alevi kökenli yazarların kitaplarını okudum, onların nazarıyla meseleyi değerlendirmek istedim.
Fakat gördüm ki herkesin kendine göre bir ALEVİLİK tanımı var. Aylardan beri sitelerde ve forumlarda dolaşıyorum. Aleviliğin tanımları, kaynakları, tarihçesi, ritüelleri, inanç ve ibadet esasları üzerine yoğunlaştım. Zaten ilgili bölümlere göz attıkça sizler de bazı ayrıntıları fark edeceksiniz.
Konu benim için içinden çıkılmaz bir hal aldı. Okudukça okuyasım, araştırdıkça araştırasım geldi. Baki ÖZ, Ali Yaman , İskender ÖZDEMİR …gibi Alevi bakış açısına mensup kişilerin eserlerini taradım. Prof.Dr. Sönmez KUTLU’nun sitesinden konumuza ışık tutacak çok değerli ve yönlendirici tespitleri sizlerle paylaşacağım.
İrene MELİKOFF’un objektif bakışıyla Alevilik ve Bektaşilik’in gelişimini inceledim.
Alevi kökenli yazarlar kendilerini ne kadar bilimsel kalmaya zorlasalar da Alevi inanç çerçevesinde yetiştikleri için duygusallıktan kurtulamamışlardır. Bazı Sünni araştırmacılar da Aleviliği Sünnileştirme çabalarına girmişlerdir. Alevilik zor bir konu, araştırmalar sınırlı, yazılı belgeler yok denecek kadar az, daha çok sözlü kültüre dayanmaktadır.
Bir vesile ile gittiğim Erzurum’da kıymetli insan Mehmet KIRKINCI Hoca efendi ile görüşüp Alevilik Nedir adlı kitabındaki bazı soru ve cevapları sitemizde yayınlama adına kendisinden müsaade aldım .
İhsan ÜNLÜ hocamızın TARİHTEN GÜNÜMÜZE ALEVÎLİK-BEKTAŞÎLİK YORUMU adlı seminerine katıldım. Toparladığım bilgileri zihnimde düzenleme imkanı buldum. Bu konudaki her türlü etkinliklere katılmaya da hazırım.
Sonuç olarak gördüm ki Türkiye’de azımsanamayacak kadar Alevi inanca mensup insan var. Fakat Alevilik, İslam Dini içinde yer alan bir oluşum mudur? Yoksa heteredox bir yapı mıdır? Bu sorunun cevabını ilerleyen bölümlerde sizler okudukça anlayacaksınız. Şahsen ben bu konuda tam bir fikir sahibi olamadım. Yukarıda da belirttiğim gibi birçok kişi kendi algılamasına göre bir Alevilik tablosu çizmiş durumda.
Acı bir durum da şu ki; Alevileri ve Aleviliği gerçek olarak tanımlayacak tutarlı bir eser ortada yok. Bunun suçu kime aittir bilemiyorum. Öyle ümit ediyorum ki ilerleyen zaman diliminde Alevilik konusunda kaynaklara dayalı olarak ortaya konulacak akademik çalışmalar yapılacak ve iş “sır” olmaktan çıkacaktır.
Bir takım siyasi sebeplerden dolayı bu inanca mensup insanlar merkezden uzaklaşmış veya uzaklaştırılmıştır. Dolayısı ile medreselerden ve eğitimden mahrum bırakılmışlardır. Din ve bilim konusunda sadece Dede veya Babaların verdikleriyle yetinmek zorunda kalan bu insanlar zamanla medeniyet standartlarının dışında kalmışlardır. Nihayet 1960’lı yıllarda başlayan sanayileşmeyle köyden kente başlayan göçlerle farklı bir dünyaya gözlerini açmışlar, fakat Marxist ve sol zihniyete mensup okumuş bir kesim bu potansiyel gücü, ezilmişlik psikolojisini de iyi kullanarak merkezi otoriteye karşı kışkırtarak düşman haline getirmeye çalışmışlardır.
Şimdi Alevi vatandaşlarımız kendilerine göre haklı olarak Diyanette ve Din Kültürü Ve ahlak Bilgisi derslerinde kendilerine de yer ayrılmasını talep ediyorlar. Bu konuda haksız da sayılmazlar. Fakat kendilerine şu soruyu sormadan da geçemiyorum. Türkiye’de dini içerikli hayatı yaşamanın üzerine sünger çekileli neredeyse 100 sene oldu. Şimdiye kadar sesiniz soluğunuz çıkmadı da şimdi nereden çıktı bu hak arama talepleri.
Dersim’de işlenen katliamların sebepleri neydi ve sorumluları kimlerdi? Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta….. işlenen olayları kimler fişeklediler ve ne amaçla bu gibi olaylar sahnelendi. Bu soruların doğru cevaplarını biran önce öğrenmek istiyoruz. Öyle umuyorum ki bu konular tüm açıklığıyla gün yüzüne çıkacaktır.
Hedefimiz doğru davranışlar sergilemek. Bunun bir önceki adımı doğru inanç, bunun bir önceki adımı ise doğru bilgidir. Yani sağlam bir kaynaktan (VAHİY) doğru bilgiler alamazsak doğru inancı yakalayamayız. Doğru inanca ulaşamayınca da doğru ve tutarlı davranışlar sergileyemeyiz. Bu yüzden Alevi olduğunu söylediği halde gerçek Alevilikle yani mensubu olduğunu söylediği Hz. Ali ile hiçbir paralellikleri olmayan insanlara çok üzülüyorum. Neden namaz kılmıyorsunuz dediğinizde “Kuran’da namaz diye bir şey yok” diyebilecek kadar farklı bir rota çizen, neden Hacca gitmiyorsunuz dediğinizde kalp Kâbe’dir, Kabe’ye gitmeye ne gerek var diyecek kadar kendine göre bir kaçış yolu belirlemiş insanlara Sırâtı müstakim nasıl anlatılır bilemiyorum.
Var mısınız hiçbir etnik veya siyasi saplantıya bulaşmadan doğruları bulmaya. Herkes vicdanıyla ve insafıyla bu işe baş koymadıkça hedefe ulaşmak çok zor. Zira, İbni Sebe zihniyetindeki şeytani güçler ortalığı bulandırmak için var güçleriyle çalışmaya devam edeceklerdir.
Konuya ilgi duyan arkadaşların konuları şöyle bir taramalarını, eksiklerimiz veya yanlışlarımız varsa bir mail ile bildirmelerini rica ediyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi daha yolun başındayım ve daha alınacak çok yolumuz var. Ramazan KOÇ | |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Geri: Alevilik Çarş. Ekim 24, 2012 4:11 am | |
| A Muhabbet Nedir İnsan kime ve ne ölçüd Muhabbet Nedir? İnsan kime ve ne ölçüde muhabbet edecektir?
Muhabbetullah, Allah-ü Teâlâ`nın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir nispetinde kalpte hâsıl olan bir nûrdur. Bu muhabbet ile insan ruhu, kederlerden ve hüzünlerden kurtulur. Sırf sürür ve sevince kavuşur. İnsan ruhunu ulvî kemâle ulaştıran vesilelerin en sağlamı, Allah sevgisidir.
Cenâb-ı Hak, insanın kalbine nihayetsiz bir muhabbet kabiliyeti ihsan etmiştir. Bu sonsuz muhabbet, ancak zât ve sıfatlarıyla nihayetsiz kemâlde bulunan Allah içindir. Yâni, insana lütfedilen bu sevgi kabiliyeti, O`nun Allah`ı sevmesi içindir.
Ayrıca bütün güzellikler, ihsanlar ve ikramlar O’nun Zatının sıfatlarının ve esmasının güzelliğindendir. Muhabbet ettiğimiz ve sevdiğimiz, çiçekler, ağaçlar ve meyveler, yıldızlar, bağlar ve bahçeler ve hatta cennet, Cenab-ı Hakk’ın güzelliğinin birer aynası ve cemalinin birer cilvesidir.
Öyle ise , Cenab-ı Hakk’ın sevgisine mazhar olmak en büyük bir bahtiyarlık ve saadettir.
İnsan bir şeyi yada ondaki kemâl , yahut ondan aldığı lezzet ve gördüğü menfaat için sever . Meselâ , bir Müslüman peygamberleri , evliyaları , irfan ve fazilet sahibi zâtları , onlardaki kemalât için sever. Kendisine ihsan eden kimseleri, onlardan gördüğü lütuf ve ikramları için sever. Yediği yemek ve meyveleri ise lezzetleri için sever.
İnsan, aklen ve vicdanen bilir ki, lezzet aldığı bütün bu mahlûkatın hepsi Allah`ındır. Hepsini O yaratmıştır. Bunlarda tecelli eden bütün kemâl, cemâl ve ihsanlar, hep O`ndan gelmektedir.
Öyleyse, insan kendindeki bu nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, evvelâ ve bizzat Allah`a verecek, diğer bütün muhabbete lâyık zâtları, nimetleri ve ihsanları da Allah için sevecektir.
Bu sebeple, biz Müslümanlar başta Peygamberimiz (SAV) olmak üzere, Dört Halifeyi, Âl-i Beyt`i, bütün Sahâbe-i Kirâmı Allah nâmına, "Allah onları sevdiği ve sevmemizi istediği" için seviyoruz. Eğer bu zâtları, Allah için değil de, sırf kendi şahsiyetleri için sevsek, o zaman Hıristiyanların düştüğü vartaya, tehlikeye biz de düşmüş oluruz. Zira, onlar Hz.İsa`yı (A.S.) Allah`ın bir Resulü, elçisi olarak, Allah nâmına değil de, -hâşâ- Allah gibi seviyorlar. O`nu, Allah`a ortak koşmakla küfre düşüyorlar.
Kur`ân-ı Kerim, insanların dünyevî ve uhrevî bütün davranışlarına ölçü getirmiştir. Konuşmalarına, yiyip içmelerine, ticaretlerine... ölçü koyduğu gibi, fikir ve his âlemlerine de ölçüler koymuştur.
Biz Müslümanlar sınırsız ve nihayetsiz olarak ancak Allah`ı severiz. Sonra Peygamberimizi (SAV) severiz. Ama, O`nu (SAV) -hâşâ- Allah gibi değil, Allah`ın kulu ve Resulü olarak severiz. O`ndaki bütün kemalâtın kendi zâtından değil, Allah`dan olduğuna iman ederiz. O`nun, Cenâb-ı Hakk`ın isim ve sıfatlarının tecellisine en kapsamlı bir ayna olduğunu bilir ve bu itibarla kendisini canımızdan, malımızdan ve akrabalarımızdan daha çok severiz.
Allah ve Resulünden sonra diğer peygamberleri, sonra Dört Halifeyi, sonra diğer sahâbeleri severiz. Sonra da derecelerine göre, bütün evliyâları ve mü`minleri severiz... Böylece, sevgimizde Allah’ın koyduğu ölçülere aynen uyarız.
Allah`ı sevmenin nasıl olacağına gelince, bu hususta Kur`ân-ı Kerîm şu ölçüyü koymuştur:
"De ki: Eğer Allah`a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allah Gafûr`dur, Rahîm`dir."(Âl-i İmrân, 31)
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle buyurulmaktadır:
Allah`a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah`ı seveceksiniz. Madem Allah`ı seveceksiniz, Allah`ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah`ın sevdiği zâta benzemelisiniz. O`na benzemek ise, O`na ittiba etmek (tâbi olmak)tir. Ne vakit O`na ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah`ı seversiniz; tâ ki, Allah da sizleri sevsin"] Bediüzaman Said Nursî, Lem`alar]
Bu âyet-i kerîme ve tefsirinden anlaşıldığı gibi, Allah`ı sevmenin tarzı, Peygamber Efendimize (SAV) uymaya çalışmaktır. Bir mü`min, itikad, ahlâk ve ibadette Resûlüllah`a benzemek ve O`nun getirdiği bütün ahkâmı mümkün olduğu kadar tatbik etmekle Allah`ı sevmiş olur. Ashâb-ı kirâmın büyüklüğü, Resûlüllah`a tâbi olmakta en ileri seviyede olmalarındadır. Bu vadide, Hz.Ali (RA) ve Âl-i Beyt`in de müstesna bir yeri vardır. Öyleyse onları seven her mü`min de, onlar gibi Peygamberimize (SAV) tâbi olmakla mükelleftirler. Hülâsa, Peygamberimiz (SAV), Allah`ın sevdiği, razı olduğu insan modelidir. Bir mü`min O Rehber-i Ekmel`e benzediği ölçüde Allah`ı sevmiş ve O`nun muhabbetini kazanmış olur.
Peygamberimize benzemek ise, fiilleriyle, sözleri ve emirleriyle, hâl ve davranışlarıyla O`nun bütün Sünnetine uymakla mümkün olur. Buna göre, Sünnet-i Seniyye`ye tam riayet etmek isteyen bir mü`min, Resûlüllah Efendimiz (SAV) gibi -farz, vâcib, sünnet- bütün namazlarını kılacak, orucunu tutacak, zengin ise hacca gidecek ve zekât verecek, Kur`an`ı okuyacak, O`nun sevdiklerini sevecek, sevmediklerini sevmeyecek. O`nun ahlâkına mümkün olduğu kadar uymaya çalışacaktır. Elbette, Hz.Ali (RA) ve Âl-i Beyt`i sevmek de, Peygamber Efendimizin (SAV) binler hâllerinden birisidir. Bir Müslüman için, bütün ibadetleri terk ederek, Peygamberimizin sadece bir haliyle hâllenmek, elbette kâfi değildir. | |
| | | | Alevilik | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|