KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Alevilik

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6111
Rep Gücü : 14922
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Alevilik Empty
MesajKonu: Alevilik   Alevilik Icon_minitimeÇarş. Ekim 24, 2012 4:09 am

[Linkleri sadece adminler görebilir.]


001 ÖNSÖZ YERİNE

Dünya tarihinde etkili olmuş güçlü kültür ve
medeniyetler, devletlerin yıkılıp öldüğü gibi yıkılmazlar ve tamamen
ortadan kaybolmazlar. Hiçbir kültür bütünüyle ölmez, başka kültür ve
medeniyetlerde farklı biçimlerde tekrar ortaya çıkarlar. Hatta güçlü ve
hâkim kültürler, birbirleriyle etkileşim içerisindedirler. Yeni bir din
olan İslam`ı benimseyenler de böyle güçlü bir kültür ve medeniyet
havzasından geldiği için, kendi kültürlerine ve medeniyetlerine tamamen
sırt çevirmemişler ve onları İslam kılıfı altında veya onunla
uzlaştırmak suretiyle yaşatmaya devam etmişlerdir.
İnsanlar, hal,
tavır, tutum, davranış, duygu ve düşünceleri bakımından birbirinden
farklıdırlar. Tabiatlarından kaynaklanan bu durum, içinde yaşadıkları
toplumsal yapıyla birleşince onların dini hayatlarının farklı
biçimlenmesine sebep olmuştur.
İslam, kitabî kültürü ve devlet geleneği olmayan bir toplumu medeni bir topluma dönüştürmekle ise başladı.
İslam`ın
geldiği coğrafyada Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve Manihaizm
gibi büyük dinler ve mezhepler varlığını devam ettiriyordu. Ayrıca
İslam`ın geldiği dönemde Sasani ve Roma devletleri Arap yarımadasında
rakip iki siyasi gücü oluşturmaktaydı. Bu hâkim kültür ve medeniyetler
arasındaki mücadele ve rekabet, daha sonraları, İslam`la bu kültürler
arasında devam etmiştir. Bütün bu sebepler dini değiştirmedi, ancak
insanların İslam`ı farklı şekilde anlama ve algılamalarında etkili oldu.
Kur`an`ın indiği dönemden uzaklaşıldıkça ve sosyal gerçeklik
değiştikçe, insanlar, doğal olarak bu metinleri anlamada ve Allah`ın
muradını tespitte farklı metot ve anlayışlarla Kur’an’a
yaklaştıklarından dolayı farklı sonuçlar elde ettiler. Sonuçta farklı
anlayıştaki kişi ve grupların, kendilerini meşrulaştırmak için
kullandıkları bir metin haline geldi ve tek bir ayetle ilgili onlarca
görüş ileri sürüldü. Hz. Peygamber(SAV)den aktarılan bazı hadisler için
de benzer durum söz konusuydu. Neticede her mezhep, fırka, tarikat ve
cemaat, farklı bir Kur`an tasavvuru oluşturarak ona Allah`ın yüklemediği
misyonlar yüklemiştir.
İnsanlar arasındaki görüş farklılıkları ve
ayrılıkları, tabii, psikolojik, tarihsel, dini ve sosyolojik bir
vakıadır. Her bir din, felsefe ve ideoloji, bu gerçekten nasibini
almıştır. İslam tarihinde ortaya çıkan bu oluşumlar, bir din farklılığı
değil yaklaşım farklılığıdır. Bu farklılıklar, mutlaklık iddiasında
bulunmadıkça, kendisini İslam`ın temsilcisi görmedikçe, başkalarını
öteki olarak algılamadıkça birer zenginlik olarak kabul edilebilir.
Hz.
Muhammed(SAV), vefat ettiğinde, kendinden sonra imam veya halife olacak
kişiyi gizli veya açık olarak belirlememiştir. Öyle anlaşılıyor ki,
dünyevi işlerin düzenlenmesi toplumun tamamını ilgilendiren bir konu
olduğu için, kendi yöneticisini seçme yetkisini bütün Müslümanlara ait
bir hak olarak görüyordu. Bu yüzden, Hz. Muhammed(SAV), sahip olduğu
hukuki ve siyasi yetkilerini başka birine asla devretmemiştir. Çünkü
İslam`da, teolojik olarak, Hıristiyanlıkta olduğu gibi dinî ve dünyevi
otoriteyi elinde tutan ruhbanlık sınıfı yoktu. Eğer o, sahip olduğu
yetkileri devretmiş olsaydı, böyle bir sınıfın oluşmasına sebebiyet
vermiş olacaktı.
"İmamlar Kureyş’tendir" rivayetine dayanarak,
Sünni âlimlerin hilafeti genel anlamda Kureyş`e tahsis ettiğini
görmekteyiz. Şia ise, çoğunlukla, hâkimiyeti Hz. Peygamber(SAV)’in
Fatıma’dan olan soyundan gelen 12 kişiye ait olduğunu ileri sürmektedir.
Şiî-İmamiyye’nin imamet nazariyesine göre, İmamet konusu dinîn en temel
konularından olup, insanların ihtiyarına ve seçimine bırakılması doğru
değildir. Bu sebeple Allah`ın peygamber gönderdiği gibi her dönemde bir
imam tayin etmesi kendisine vaciptir. Şiî âlimler, Hz. Ali`nin
tayinini ispatlamak için pek çok eser yazmış ve yüzlerce ayet ve uydurma
rivayetleri delil olarak kullanmışlardır. Şiî siyaset anlayışı ile
Tanrı`nın hukuki ve siyasi otoritesini temsil ettiğini iddia eden
Katolik Kilisesinin anlayışı arasında benzerlikler vardır.
İslam
düşüncesini oluşturan itikadi ve siyasi, fıkhi-ameli, mistik ve felsefi
düşünce ekolleri, farklı zihniyetlerin din anlayışına yansımaları olarak
analiz edildiğinde veya birer zihniyet olarak yapısal analize tabi
tutulduğunda beş farklı din anlayışı ve dine yaklaşım biçimi ortaya
çıkmaktadır:
1) Tepkisel-Kabilevî Din
Anlayışı,
2) Akılcı-Hadarî Din
Anlayışı,
3) Gelenekselçi-Muhafazakar Din
Anlayışı,
4) Politik-Karizmatik Liderci Din
Anlayışı,
5) Keşifci-İnzivacı Din Anlayışı.
İnsanlardaki karşı çıkma, protesto
etme, şiddet, kızgınlık, gazap ve kavgacılık duygusu, asabiyet ve
kabilecilik ruhunun yoğun olduğu kabile toplumlarında ya da bedevî
toplumlarda, özellikle de büyük ve hızlı değişimlerin yaşandığı
dönemlerde, güçlenerek bir kitle hareketine dönüşebilir. Bu
tepkisel-kabileci ruh, her bir dinde ve toplumda farklı şekillerde
tezahür edebilir. Ancak temelinde, toplumsal alanda yaşanan köklü
değişime tepki göstermek vardır. İslam düşüncesinde tepkisel din
söyleminin ya da kabilevi zihniyetin en tipik temsilcileri Hariciler ve
kısmen Vehhabilerdir. Çünkü Haricilerin çoğunluğu bedevi hayattan gelme
idi. Aralarında şehirli olan çok az kişi vardı. Bu yüzden Harici
fikirler, genelde yerleşik hayata geçememiş veya yeni geçmekte olan
toplumlara cazip gelmişti. Örneğin Harici grupların Horasan`ın sarp
bölgelerinde tutunması, Kuzey Afrika`da çeşitli taraftar toplaması
bundan dolayıdır.
İnsan, akıl sahibi, düşünen, anlayan, sorgulayan ve
olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini araştıran bir varlıktır.
Bütün insanlar akıl yetisine ve düşünme gücüne sahip olmakla beraber,
bunu tam olarak işletebilmeyi ve verimli bir şekilde kullanmayı
başarabilenlerin sayısı sınırlıdır. Akılcı zihniyet/eğilim, kişinin
içinde yetiştiği kültürel ortam ve toplumsal yapı, aldığı eğitim ve
siyasal ideolojiler sayesinde, dini, sosyal, ekonomik ve politik
alanlara yansıyabilir. Akılcı, özgürlükçü, eleştirel ve sorgulayıcı bu
zihniyet, insanlık tarihinde özellikle, yerleşik hayata geçmiş
hadari/medeni toplumlarda, site devletlerinde ve demokratik sivil
toplumlarda daha güçlüdür. Hadari toplumlar, ideal anlamda, teşkilatlı
bir siyasi otorite ve devlet geleneğine, yasama ve yürütme
organlarına, kurum ve kurallara sahiptirler. Farklı dinler ve farklı
etnik gruplar bir arada yaşarlar. Sorumluluk, suç ve ceza bireyseldir.
Kitabi kültür ve sistematik düşünce geliştiği için, olaylar ve
hadiseler derinlemesine analiz edilir. Bu yüzden farklı fikirlere,
eleştirilere tahammül vardır ve istisnai durumlar hariç, kendi
fikirlerini başkalarına şiddet ve baskı yoluyla benimsetmek yoktur.
Akılcı zihniyet, genelde Arap olmayan entelektüel çevrelerce
sistemleştirildi. Akla ve akıl yürütmelere büyük önem veren bu zihniyet
mensupları, yabancı din ve kültürlere karşı İslam’ın savunmasını yaptı
ve bu konuda yüzlerce eser yazdılar. İslam düşüncesinde, özgün ve akılcı
bir Teoloji/Kelam geliştirdiler. Zamanla, akıl, tevil, delil, burhan,
nazar, rey, tefekkür, teemmül, tedebbür, istinbat, kıyas ve yakini bilgi
kavramları akılcı din söyleminin/zihniyetin bilgi kuramında hakim
göstergeleri oldu.
İnsanlar, alışık oldukları hayatın devam etmesini
ve değişmemesini isterler. Düzen ve istikrardan yana olan insan tabiatı
istikrarsızlığa ve kaosa karşıdır. Bu sebeple, çoğu kere, zorunlu ve
haklı da olsa yapılan bazı değişikliklere karşı çıkar ve geleneklerinde
ısrar eder. Bu durum onu, muhafazakâr ve gelenekçi olmaya zorlar.
İnsanlarda,
hükmetme ve egemen olma duygusu vardır. Bazı kimseler, diğer insanlara
hakim olmak ve onları yönetmek ister. Bu hâkimiyet arzusu, bazen onu,
iktidarı ele geçirmeye ve bu yönde siyasi ve fikri çabalar içerisine
girmeye sevk edebilir. Bu amaçla içinde doğup büyüdüğü siyasi ve dini
kültürden kendini meşrulaştıracak deliller ve motifler bulmaya çalışır.
Bazen insanların kendileri, politik-dini bir lider olarak ortaya
çıkarlarken bazen de toplumun bu konudaki kabulleri ve kültürleri bazı
kimseleri veya soylu aileleri kendileri için kurtarıcı olarak görürler.
Bu tutum, imparatoru yarı-tanrı gibi gören Sasanilere ve Eski Yakın Doğu
toplumlarında ve Mesih inancının bulunduğu Hıristiyan ve Yahudilikten
İslam`a geçenler arasında daha yoğun görülebilir.
Özgürlükleri
ellerinden alınan, zulüm ve baskı gören bazı insanlar, kendi
fikirleriyle ve eylemleriyle politik-sosyal, dini ve ekonomik
olumsuzlukları değiştirmede başarısız, yetersiz, aciz ve zayıf
kaldıklarına inanmaları halinde, yaşadığı olumsuz toplumsal yapıyı
değiştirmek ve gerçeği/hakikati elde etmek için kendi dışında manevi
güçler aramaya veya mesih ve mehdi misyonu üstlenmiş otorite kabul
edilen karizmatik liderler ve kurtarıcılar üreterek onlardan medet
beklemeye başlarlar. Böyle insanlar, ezilmişlik psikolojisi içerisinde
sağlıklı düşünemezler ve başkalarının liderliğine ve başkalarının onları
yönetme veya yönlendirmesine ihtiyaç duyarlar.Toplumsal bunalımların ve
siyasi iktidar mücadelelerinin yaşandığı toplumlarda, mevcut
meselelerin çözümünde manevi desteğe ve beşer üstü özelliklere sahip
olduğuna inanılan bir kurtarıcı beklenmesi, beşerî, siyasî, kültürel,
tarihî ve dinî bir olgudur. Ancak kurtarıcı ve karizmatik lider arayışı,
öncelikle beşeridir. Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm, İslamiyet ve
diğer bazı din mensupları, bu beşeri psikolojik tutumu, dini alana
taşıyarak meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Yahudilerin kurtarıcısı
olarak Mesih`i; Hıristiyanların İsa`yı; bazı Müslümanların Haşimi
soyundan veya Ali`nin Fatıma`dan devam eden soyundan mehdi veya mehdiler
beklemesi, bu fikrin en tipik tezahürleridir.İslam tarihinde, "Dini,
insan veya insanlara itaat etmek ya da imama itaate etmek. " olarak
algılayan "karizmatik liderci" veya "Kurtarıcı bekleme" şeklindeki
politik din anlayışının pek çok tezahürüne rastlamak mümkündür. Bunların
başında Aşırı Şii hareketler, Onikimamiyye Şiasi (Usûliler-Ahbâriler),
İsmaililik-Hasan Sabbah Fedaileri-, Batınilik, Karmatiler, Zeydilik,
Dürzilik, Nusayrilik, Kadiyanilik, Babilik-Bahailik, Şeyhilik, Oniki
İmam`in masumiyetini ve imamete hak sahibi olduklarını savundukları
sürece Kızılbaşlık ve Alevilik ve benzeri ekoller gelmektedir.
Politik-Karizmatik
din söyleminin merkezinde Masum İmam , Mehdi ve Mesih fikri
bulunmaktadır. Bunların kaldırılması durumunda, bu fırkaların varlık
sebepleri ortadan kalkmış olur. Diğer taraftan aşağı yukarı bunların
tamamında, ya Haşimi soyundan veya Ali`nin Fatıma`dan olan soyundan
(Ehl-i Beyt) bir kişi ya da bu soyla alakası olmayan kişiler, hayatta
iken ya da ölümünden sonra, kurtarıcı (Mehdi/İmam/Mesih/Allah`ın hûlul
ettiği Resul) olarak beklenmektedirler. Bu misyon, Haşimi soyundan
olanlara çoğu kere kendileri dışındakiler tarafından yüklenirken, Haşimi
soyundan olmayanlara, daha çok kendilerince yüklenmiştir. Mehdilikle
yetinenler olduğu gibi müceddidlikle başlayıp mehdilik, mesihlik ve
resullük, daha da ileri giderek ilahlık iddiasında bulunanlar da
olmuştur.
Aslında Şia`nın siyasal tarihi, 12 imam nazariyesine göre
yeniden inşa edilmiş tamamen politik bir tarihtir ve İslam`ın
siyasallaştırılması üzerine kurulu bir nazariyedir. İmamları sevmek veya
sevmemek dahi dinileştirilmiştir. İslam toplumunun kaderi belli bir
soyun ya belli bir dönemden sonra da ortada olmayan gizlendiğine
inanılan gözlenen bir kişinin tekeline terk edilmek istenmiştir. Bu
yüzden yazdıkları eserlerin tamamında bu nazariye ile ilgilenilmiştir.
Sonuç olarak, politik-karizmatik liderci din söyleminin veya zihniyetin,
Siyasal iktidarın ilahiliği ve naslar tarafından belirlenmişliği,
Velayete iman, zamanın imamına beyat; İmama/İmamlara mutlak itaat;
İmamların günahsızlığı; Mehdi/Kurtarıcı beklemek; Ali ve soyuna
kutsallık atfetmek, İslam’ın siyasallaştırılması, Kur`an`ın Batıni
yorumunu savunmak gibi temel özellikleri bulunmaktadır.
İnsan, seven,
korkan, endişe duyan, umut eden, özlem duyan, saygı duyan,
kutsallaştıran, nefret eden, tutkuları, arzuları ve sezgileri olan
duygusal bir varlıktır. Bu duygusallık, bazen kişinin kendisine
yönelmesine ve içe dönük bir tecrübeyi yaşamasına sebep olabilir. Tıpkı
akıl gibi, sezgi de, insanın dini hayatını şekillendirmede önemli bir
rol oynayabilir. Bu yüzden bazı insanlar, dini hayatında ve gerçeği elde
etme konusunda, akıldan çok deruni tecrübeye bağlanır. Kutsallaştırılan
varlığa olan ilgi ve sevgisi, dini duygu ve tecrübenin merkezine konur
ve duygular, heyecanlar, kalbi bilgi ve sezgiler ön plana geçer. Tarih
boyunca birçok dinde münferit inzivaya çekilme, sezgi ve ilhamın farklı
şekillerde ya da benzer şekillerde, bir çeşit tepkisel hareketler
olarak tezahürlerine rastlanmaktadır. İnsan tabiatındaki bu psikolojik
eğilimlerin zümreleşmelere ve tasavvufi topluluklara dönüşmesine en
müsait zemin, sosyal ve siyasi bunalımların ve hızlı değişimlerin
yaşandığı aşırı dünyevileşmiş toplumlardır. Çünkü bu durumlarda
fertlerin yaşadığı yalnızlık ve uzlet hissi, onları kurtuluş arayışına
sevk eder. İslam düşüncesinde sezgici/keşifci ve irfani din anlayışının
temsilcileri arasında Zahidler, Sufiler, Tarikatlar-Yesevilik, Nakşilik,
Kadirilik, Alevilik-Bektaşilik, Mevlevilik, Ticanilik, Rıfailik- kısmen
Batiniler ve İşraki filozoflar bulunmaktadır. Sezgici/keşifci din
anlayışı, tarihte olduğu gibi günümüzde de siyasal, toplumsal ve
ekonomik alanlarda yaşanan bunalımlardan bir kaçış ve aşırı
dünyevileşmeye karşı daha farklı bir dünyevileşme biçiminde aynı tarikat
adlarıyla veya farklı biçimlerde farklı adlarla bir tepki olarak
tezahür etmektedir. Sonuç olarak, deruni tecrübeci/mistik din
söyleminin veya zihniyetin, veli ve sufilerin yüceltilmesi, sufi
önderlere ve şeyhlere mutlak teslimiyet, metafizik alem hakkında
düşünme, varlıkların tek kaynaktan olduğunu kabul, başta insanlar olmak
üzere bütün varlıklara karşı sevgi ve hoşgörü, keşif ve ilham merkezli
din ve dünya görüşü, akıl düşmanlığı, kelam ve felsefe aleyhtarlığı,
kurtuluşa ermişlik iddiası, batıni yorum, sanat ve musikiye yakın ilgi,
doğruluğu başkalarınca test edilemeyen öznel ve kontrol dışı kutsal
bilgi (keşif ve ilham), mutlak doğruluk iddiası gibi temel özellikleri
bulunmaktadır.
Şîa`nın imâmeti aynen nübüvvet gibi ilâhî bir makam
olarak görmesinin, siyasi mevzuların bir inanç esası olarak
kabullenilmesine sebep olduğunu, bunun da tartışmaların büyümesinde ve
toplumda huzursuzlukların artmasında etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Şîa’da iktidar-ulemâ ilişkisi sağlam bir zemine oturtulamamış ve halk
ile iktidar arasında güvenli ve sıcak bir ilişki tesis edilememiştir. Bu
durum zaman zaman iktidar ile Şiî ulemânın güç mücadelesine sebep olmuş
ve iki başlı bir otorite meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu mücadelenin
Şiî ulemâyı politize ettiğini, toplumun güven duyması gereken kurumuna
itibar kaybettirdiğini söylemek mümkündür.

Türkler arasında
faaliyet gösteren mezhepler, sırayla Hariciler, Mürcie, Mutezile, Şia,
Zeydiye, İsmaililik, Ehl-i Sünnet`in Matüridi ekolü, Eş`ari ekolü ve
Hadis Taraftarları olmuştur. Bunlardan Hariciler, Mu`tezile, Eş`arilik
ve Hadis Taraftarları bir ekol olarak tarihe karışırken Matüridilik ve
Hanefilik Türklerin çoğunluğu tarafından benimsenen mezhepler olmaya
devam etmiştir. Haricilik, Türk bölgelerinde önemli faaliyetlerde
bulunmuşsa da onları kendi tarafına çekmekte başarılı olamamıştır.
Zeydiliğin ise, Türklerle ilk teması Harun Reşid döneminde, Yahya b.
Abdillah`in 170 kişilik taraftarıyla, önce Rey`e, oradan, Cüzcan ve
Belh`e, daha sonra Mâverâünnehir`de Türk meliki Hakan`a sığınmasıyla
başlar.

Sünnî Siyaset nazariyesine göre, imamların seçimi Müslümanların önde gelenlerine veya kendilerine bırakılmıştır.
İç
göçlerin başladığı 1950’lerden sonra özellikle kentlerde yaşayan Alevî
toplumu, dedeleri arka plana itmiş, maddî desteklerini çekmiştir.
Geleneksel Alevîliğin en önemli unsurlarından görgü ve sorgu cemi
yapılmaz olmuş,musahiplik unutulmuştur. Dedelik çökmeye yüz tutmuş,
toplum dini önderlerini terk etmiştir. 1980`lerden sonra ise Alevî
camiaya mensup çoğu yüksek öğretim mezunu bazı kimseler Alevîlik
konusunda eser yazmaya başlamış, toplumu yönlendirmeye çalışmışlardır.
Bugünün Alevî toplumunu, dedelerin eserlerinden çok yazarların kitapları
etkilemektedir. Bu yazarların Alevîliğin kökeni ve mahiyeti ile ilgili
değerlendirmeleri bazı noktalarda birbirinden oldukça farklıdır.

Türkiye’de
Sünnî ve Alevî topluluklar bir arada yaşama tecrübesi geçirmektedirler.
Ülkemizdeki bu büyük iki oluşum yapılanması bakımından Türk Halk
İslâmlığının iki kanadını oluşturmaktadır. Türkiye`de Sünnî kesim
arasında nasıl farklı dinî gruplaşmalar, teşkilâtlanmalar mevcutsa
Alevilik-Bektaşilik çatısı altında da aynı şekilde birbirinden farklı
oluşumlar görülmektedir. Bunlar bir tür zenginliktir. Aleviler örgütsel
olarak çok parçalıdırlar, teolojik olarak netliğe sahip değiller,
dolayısıyla bütün bunlara önyargılar, tarihsel tereddütler de eklendiği
zaman Türkiye’deki yapılarını inşa etme konusunda sıkıntılar vardır.

Aleviliği
tümüyle tek bir dininin ürünü, tek bir ulusun ürünü olarak görmek
tümüyle bilimsel gerçeklere ters düşmektedir. Anadolu Aleviliği tek bir
etnik gruba ve kültüre bağlanamaz.

Selçuklularda ve Osmanlılarda "Alevi" sözcüğü kullanılmamıştır. Bu ismin belgelere geçmesi yüz yıllık bir olaydır.

Alevi
kavramı ilk zamanlarda Hz.Ali’nin soyundan gelen insanlar için
kullanılıyordu ve kavram tam olarak bunu karşılıyordu. Hz.Ali’nin
taraftarları ise Şia veya Şia-ı Ali kavramlarıyla ifade ediliyordu.

Alevilik hakkında araştırmalarda bulunan bir yazar, Alevilik konusunda bir gazete ile yaptığı röportajda uzun
süredir
çalıştığını, ancak Aleviliği çözemediğini ifade ediyordu. Birkaç
araştırmacı ise Aleviliği bir “sır” olarak tanımlıyor, kimileri ise
Aleviliğin net bir tanımının yapılamayacağını iddia ediyordu. Başka bir
kişi ise, ortada birden fazla Alevilik olduğunu söylüyor, Alevilikten
değil “Alevilikler”den bahsetmenin daha doğru olacağını belirtiyordu.
Bunun sebebi Anadoluda Aleviliğin yazılı kültüre olan yabancılığının da
rolü yok değil. İlk önce Aleviliğin orijinleri tanınmalı bundan sonra
insanlar değerlendirilmelidir. Yoksa insanlara bakarak Alevilik
tanınmaz. Aksi taktirde yapılan araştırmalar sağlıklı sonuç vermez,
havada kalır.



15. yy.ın son yarısında yeni bir kavram daha ortaya çıktı . Şah
İsmail ’in babası Şeyh Haydar’ın müritleri başlarına kırmızı sarık
sarıyorlardı. Bundan dolayı bu müritlere Kızılbaş adı verildi . Daha
sonra bu kavram Anadolu’ da ve İran’da ki Şiiler için yaygın olarak
kullanılmaya başlandı. Artık bu coğrafyada Şiilik ve Caferilik ile yeni
bir kavram ortaya çıkmıştı: Kızılbaşlık



Ancak Alevi kavramı 19. yy.ın başında Kızılbaş toplulukları ifade
etmek için kullanıldı. Kısa bir süre sonra Alevilik kavramı Bektaşilik
de dahil, Şiiliğe bağlı olan bütün topluluklar için kullanılmaya
başlandı. Günümüzde de kavram aynı anlamda kullanılmaktadır.
Alevi
Aydını diye öne atılan, ama Alevilikle alakası olmayan bazı insanlar
Aleviliğe çeşitli tamınlar getirmekte ve bu suretle insanların beynini
karıştırmaktadırlar.



Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6111
Rep Gücü : 14922
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Alevilik Empty
MesajKonu: Geri: Alevilik   Alevilik Icon_minitimeÇarş. Ekim 24, 2012 4:10 am

Konuya Başlarken

Yaklaşık 6 aydır üzerinde çalıştığım ALEVİLİK konusunun yavaş yavaş
sonuna geldim. Fakat gördüm ki bu konunun sonu gelmez. Bir ilahiyatçı
olmama rağmen bu konu içimde bir muamma gibi duruyordu.
Ne idi bu ALEVİLİK denen kavram. Bizim bildiğimiz gibi bir şey miydi, yoksa farklı bir boyutu mu vardı ?


İşte bu merakla kolları sıvadım ve kısıtlı zaman aralığında bu konuya yöneldim.
Meseleye
tarafsız bakmak niyetiyle öncelikle Alevi kökenli yazarların
kitaplarını okudum, onların nazarıyla meseleyi değerlendirmek istedim.



Fakat gördüm ki herkesin kendine göre bir ALEVİLİK tanımı var.
Aylardan beri sitelerde ve forumlarda dolaşıyorum. Aleviliğin tanımları,
kaynakları, tarihçesi, ritüelleri, inanç ve ibadet esasları üzerine
yoğunlaştım. Zaten ilgili bölümlere göz attıkça sizler de bazı
ayrıntıları fark edeceksiniz.



Konu benim için içinden çıkılmaz bir hal aldı. Okudukça okuyasım, araştırdıkça araştırasım geldi.
Baki ÖZ, Ali Yaman , İskender ÖZDEMİR …gibi Alevi bakış açısına mensup kişilerin eserlerini taradım.
Prof.Dr. Sönmez KUTLU’nun sitesinden konumuza ışık tutacak çok değerli ve yönlendirici tespitleri sizlerle paylaşacağım.



İrene MELİKOFF’un objektif bakışıyla Alevilik ve Bektaşilik’in gelişimini inceledim.

Alevi kökenli yazarlar kendilerini ne kadar bilimsel kalmaya
zorlasalar da Alevi inanç çerçevesinde yetiştikleri için duygusallıktan
kurtulamamışlardır.
Bazı Sünni araştırmacılar da Aleviliği Sünnileştirme çabalarına girmişlerdir.
Alevilik zor bir konu, araştırmalar sınırlı, yazılı belgeler yok denecek kadar az, daha çok sözlü kültüre dayanmaktadır.

Bir
vesile ile gittiğim Erzurum’da kıymetli insan Mehmet KIRKINCI Hoca
efendi ile görüşüp Alevilik Nedir adlı kitabındaki bazı soru ve
cevapları sitemizde yayınlama adına kendisinden müsaade aldım .



İhsan ÜNLÜ hocamızın TARİHTEN GÜNÜMÜZE ALEVÎLİK-BEKTAŞÎLİK YORUMU
adlı seminerine katıldım. Toparladığım bilgileri zihnimde düzenleme
imkanı buldum.
Bu konudaki her türlü etkinliklere katılmaya da hazırım.



Sonuç olarak gördüm ki Türkiye’de azımsanamayacak kadar Alevi inanca
mensup insan var. Fakat Alevilik, İslam Dini içinde yer alan bir oluşum
mudur? Yoksa heteredox bir yapı mıdır? Bu sorunun cevabını ilerleyen
bölümlerde sizler okudukça anlayacaksınız. Şahsen ben bu konuda tam bir
fikir sahibi olamadım. Yukarıda da belirttiğim gibi birçok kişi kendi
algılamasına göre bir Alevilik tablosu çizmiş durumda.



Acı bir durum da şu ki; Alevileri ve Aleviliği gerçek olarak
tanımlayacak tutarlı bir eser ortada yok. Bunun suçu kime aittir
bilemiyorum. Öyle ümit ediyorum ki ilerleyen zaman diliminde Alevilik
konusunda kaynaklara dayalı olarak ortaya konulacak akademik çalışmalar
yapılacak ve iş “sır” olmaktan çıkacaktır.



Bir takım siyasi sebeplerden dolayı bu inanca mensup insanlar
merkezden uzaklaşmış veya uzaklaştırılmıştır. Dolayısı ile medreselerden
ve eğitimden mahrum bırakılmışlardır. Din ve bilim konusunda sadece
Dede veya Babaların verdikleriyle yetinmek zorunda kalan bu insanlar
zamanla medeniyet standartlarının dışında kalmışlardır.
Nihayet
1960’lı yıllarda başlayan sanayileşmeyle köyden kente başlayan göçlerle
farklı bir dünyaya gözlerini açmışlar, fakat Marxist ve sol zihniyete
mensup okumuş bir kesim bu potansiyel gücü, ezilmişlik psikolojisini de
iyi kullanarak merkezi otoriteye karşı kışkırtarak düşman haline
getirmeye çalışmışlardır.



Şimdi Alevi vatandaşlarımız kendilerine göre haklı olarak Diyanette
ve Din Kültürü Ve ahlak Bilgisi derslerinde kendilerine de yer
ayrılmasını talep ediyorlar. Bu konuda haksız da sayılmazlar. Fakat
kendilerine şu soruyu sormadan da geçemiyorum. Türkiye’de dini içerikli
hayatı yaşamanın üzerine sünger çekileli neredeyse 100 sene oldu.
Şimdiye kadar sesiniz soluğunuz çıkmadı da şimdi nereden çıktı bu hak
arama talepleri.



Dersim’de işlenen katliamların sebepleri neydi ve sorumluları
kimlerdi? Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta….. işlenen olayları kimler
fişeklediler ve ne amaçla bu gibi olaylar sahnelendi. Bu soruların doğru
cevaplarını biran önce öğrenmek istiyoruz. Öyle umuyorum ki bu konular
tüm açıklığıyla gün yüzüne çıkacaktır.



Hedefimiz doğru davranışlar sergilemek. Bunun bir önceki adımı doğru
inanç, bunun bir önceki adımı ise doğru bilgidir. Yani sağlam bir
kaynaktan (VAHİY) doğru bilgiler alamazsak doğru inancı yakalayamayız.
Doğru inanca ulaşamayınca da doğru ve tutarlı davranışlar
sergileyemeyiz. Bu yüzden Alevi olduğunu söylediği halde gerçek
Alevilikle yani mensubu olduğunu söylediği Hz. Ali ile hiçbir
paralellikleri olmayan insanlara çok üzülüyorum. Neden namaz
kılmıyorsunuz dediğinizde “Kuran’da namaz diye bir şey yok” diyebilecek
kadar farklı bir rota çizen, neden Hacca gitmiyorsunuz dediğinizde kalp
Kâbe’dir, Kabe’ye gitmeye ne gerek var diyecek kadar kendine göre bir
kaçış yolu belirlemiş insanlara Sırâtı müstakim nasıl anlatılır
bilemiyorum.



Var mısınız hiçbir etnik veya siyasi saplantıya bulaşmadan doğruları
bulmaya. Herkes vicdanıyla ve insafıyla bu işe baş koymadıkça hedefe
ulaşmak çok zor. Zira, İbni Sebe zihniyetindeki şeytani güçler ortalığı
bulandırmak için var güçleriyle çalışmaya devam edeceklerdir.



Konuya ilgi duyan arkadaşların konuları şöyle bir taramalarını,
eksiklerimiz veya yanlışlarımız varsa bir mail ile bildirmelerini rica
ediyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi daha yolun başındayım ve daha
alınacak çok yolumuz var.
Ramazan KOÇ
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6111
Rep Gücü : 14922
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Alevilik Empty
MesajKonu: Geri: Alevilik   Alevilik Icon_minitimeÇarş. Ekim 24, 2012 4:11 am

A Muhabbet Nedir İnsan kime ve ne ölçüd
Muhabbet Nedir? İnsan kime ve ne ölçüde muhabbet edecektir?


Muhabbetullah, Allah-ü Teâlâ`nın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir
nispetinde kalpte hâsıl olan bir nûrdur. Bu muhabbet ile insan ruhu,
kederlerden ve hüzünlerden kurtulur. Sırf sürür ve sevince kavuşur. İnsan ruhunu ulvî kemâle ulaştıran vesilelerin en sağlamı, Allah sevgisidir.

Cenâb-ı Hak, insanın kalbine nihayetsiz bir muhabbet kabiliyeti
ihsan etmiştir. Bu sonsuz muhabbet, ancak zât ve sıfatlarıyla nihayetsiz
kemâlde bulunan Allah içindir. Yâni, insana lütfedilen bu sevgi kabiliyeti, O`nun Allah`ı sevmesi içindir.

Ayrıca bütün güzellikler, ihsanlar ve ikramlar O’nun Zatının
sıfatlarının ve esmasının güzelliğindendir. Muhabbet ettiğimiz ve
sevdiğimiz, çiçekler, ağaçlar ve meyveler, yıldızlar, bağlar ve
bahçeler ve hatta cennet, Cenab-ı Hakk’ın güzelliğinin birer aynası ve
cemalinin birer cilvesidir.

Öyle ise , Cenab-ı Hakk’ın sevgisine mazhar olmak en büyük bir bahtiyarlık ve saadettir.

İnsan bir şeyi yada ondaki kemâl , yahut ondan aldığı lezzet ve
gördüğü menfaat için sever . Meselâ , bir Müslüman peygamberleri ,
evliyaları , irfan ve fazilet sahibi zâtları , onlardaki kemalât için
sever. Kendisine ihsan eden kimseleri, onlardan gördüğü lütuf ve
ikramları için sever. Yediği yemek ve meyveleri ise lezzetleri için
sever.

İnsan, aklen ve vicdanen bilir ki, lezzet aldığı bütün
bu mahlûkatın hepsi Allah`ındır. Hepsini O yaratmıştır. Bunlarda
tecelli eden bütün kemâl, cemâl ve ihsanlar, hep O`ndan gelmektedir.

Öyleyse, insan kendindeki bu nihayetsiz muhabbet kabiliyetini,
evvelâ ve bizzat Allah`a verecek, diğer bütün muhabbete lâyık zâtları,
nimetleri ve ihsanları da Allah için sevecektir.

Bu sebeple, biz Müslümanlar başta Peygamberimiz (SAV) olmak üzere,
Dört Halifeyi, Âl-i Beyt`i, bütün Sahâbe-i Kirâmı Allah nâmına, "Allah onları sevdiği ve sevmemizi istediği"
için seviyoruz. Eğer bu zâtları, Allah için değil de, sırf kendi
şahsiyetleri için sevsek, o zaman Hıristiyanların düştüğü vartaya,
tehlikeye biz de düşmüş oluruz. Zira, onlar Hz.İsa`yı (A.S.) Allah`ın
bir Resulü, elçisi olarak, Allah nâmına değil de, -hâşâ- Allah gibi seviyorlar. O`nu, Allah`a ortak koşmakla küfre düşüyorlar.

Kur`ân-ı Kerim, insanların dünyevî ve uhrevî bütün davranışlarına
ölçü getirmiştir. Konuşmalarına, yiyip içmelerine, ticaretlerine... ölçü
koyduğu gibi, fikir ve his âlemlerine de ölçüler koymuştur.

Biz Müslümanlar sınırsız ve nihayetsiz olarak ancak Allah`ı severiz.
Sonra Peygamberimizi (SAV) severiz. Ama, O`nu (SAV) -hâşâ- Allah gibi değil, Allah`ın kulu ve Resulü olarak severiz.
O`ndaki bütün kemalâtın kendi zâtından değil, Allah`dan olduğuna iman
ederiz. O`nun, Cenâb-ı Hakk`ın isim ve sıfatlarının tecellisine en
kapsamlı bir ayna olduğunu bilir ve bu itibarla kendisini canımızdan,
malımızdan ve akrabalarımızdan daha çok severiz.

Allah ve Resulünden sonra diğer peygamberleri, sonra Dört Halifeyi,
sonra diğer sahâbeleri severiz. Sonra da derecelerine göre, bütün
evliyâları ve mü`minleri severiz... Böylece, sevgimizde Allah’ın koyduğu
ölçülere aynen uyarız.

Allah`ı sevmenin nasıl olacağına gelince, bu hususta Kur`ân-ı Kerîm şu ölçüyü koymuştur:

"De ki: Eğer Allah`a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun ki,
Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allah
Gafûr`dur, Rahîm`dir."
(Âl-i İmrân, 31)

Yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle buyurulmaktadır:

Allah`a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah`ı seveceksiniz.
Madem Allah`ı seveceksiniz, Allah`ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o
sevdiği tarz ise Allah`ın sevdiği zâta benzemelisiniz. O`na benzemek
ise, O`na ittiba etmek (tâbi olmak)tir. Ne vakit O`na ittiba etseniz
Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah`ı seversiniz; tâ ki, Allah da
sizleri sevsin"] Bediüzaman Said Nursî, Lem`alar]


Bu âyet-i kerîme ve tefsirinden anlaşıldığı gibi, Allah`ı sevmenin
tarzı, Peygamber Efendimize (SAV) uymaya çalışmaktır. Bir mü`min,
itikad, ahlâk ve ibadette Resûlüllah`a benzemek ve O`nun getirdiği bütün
ahkâmı mümkün olduğu kadar tatbik etmekle Allah`ı sevmiş olur. Ashâb-ı
kirâmın büyüklüğü, Resûlüllah`a tâbi olmakta en ileri seviyede
olmalarındadır. Bu vadide, Hz.Ali (RA) ve Âl-i Beyt`in de müstesna bir
yeri vardır.
Öyleyse onları seven her mü`min de, onlar gibi
Peygamberimize (SAV) tâbi olmakla mükelleftirler. Hülâsa, Peygamberimiz
(SAV), Allah`ın sevdiği, razı olduğu insan modelidir. Bir mü`min O
Rehber-i Ekmel`e benzediği ölçüde Allah`ı sevmiş ve O`nun muhabbetini
kazanmış olur.

Peygamberimize benzemek ise, fiilleriyle,
sözleri ve emirleriyle, hâl ve davranışlarıyla O`nun bütün Sünnetine
uymakla mümkün olur. Buna göre, Sünnet-i Seniyye`ye tam riayet etmek
isteyen bir mü`min, Resûlüllah Efendimiz (SAV) gibi -farz, vâcib,
sünnet- bütün namazlarını kılacak, orucunu tutacak, zengin ise hacca
gidecek ve zekât verecek, Kur`an`ı okuyacak, O`nun sevdiklerini sevecek,
sevmediklerini sevmeyecek. O`nun ahlâkına mümkün olduğu kadar uymaya
çalışacaktır. Elbette, Hz.Ali (RA) ve Âl-i Beyt`i sevmek de, Peygamber
Efendimizin (SAV) binler hâllerinden birisidir. Bir Müslüman için, bütün
ibadetleri terk ederek, Peygamberimizin sadece bir haliyle hâllenmek,
elbette kâfi değildir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Alevilik
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
»  Alevilik Kronolojisi
»  Türkiye`de Alevilik Tarihi
» Alevilik ile ilgili KAVRAMLAR
» Alevîlik Nasıl Ortaya Çıkmıştır?, Bir Mezheb midir, Siyasî bir fırka mıdır?
» ALEVİLİK NEDİR ?Hamdi DÖNDÜREN

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: Din Kültürü Dersi-Eğitim Öğretim :: Din Kültürü Ahlak Bilgisi Dersi :: 7.sınıf :: Alevilik-
Buraya geçin: