ALEVİLİK NEDİR ?
Dördüncü halife Hz. Ali`nin soyundan gelen, onu
diğer sahâbeden ve diğer üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse.
Alevîlik düşüncesi, ister açıkça, ister gizlice, Ali`ye uyup onun
Kuran`daki nâs ve Resulullah (s.a.s.)`ın vasiyetiyle imamlığa tayin
edildiğini ileri süren; imametin onun soyundan dışarı çıkmayacağına
inanan ve onu diğer sahâbeden üstün gören zümrelerin başlattığı fikir ve
siyasî kavgalarla ortaya çıkan" hareketin genel adıdır.
Bu fikir ve
harekete katılanlar, Ali`ye (r.a.) uydukları ve onu, öteki sahâbîlerin
önüne geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da `tarafını
tutan` anlamında "Şia" denilmiştir. Şia, Alevîliğin ifade ettiği
katılıktan daha mûtedîl bir kelimedir ve İslâm âlimleri Alevîlik için
Şia`dan farklı olarak `Râfıza` `Ravâfız` tabirlerini kullanırlar. İslâm
tarihinde Hz. Peygamber`den sonra halîfe olarak Hz. Ali`yi tanıyanlara,
Ali`ye mensup, inancı bakımından, Ali taraflısı anlamında "Alevî" tabiri
kullanıldı. Alevîlik, halifelikte Hz. Ali`nin hakkının yendiğini,
sahâbenin Hz. Peygamber`den sonra Ebû Bekir`e beyat etmekle, İslâm`a
aykırı hareket ettiği iddiasını yansıtır.
Alevîler Hz. Ali`nin
hilâfette hak sahibi olduğunu şu sebeplere dayandırırlar: Ali, Hz.
Peygamber`in tabii olarak varisiydi. O, İslam`ı ilk kabul eden kimsedir.
Hz. Muhammed (s.a.s.)`in amcasının oğlu ve damadıdır. İslâm
savaşlarının kahramanıydı. Yaşadığı sürece Hz. Muhammed`in en yakın
yardımcısıydı. Onun bütün işlerine bakardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Ali`ye
olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe
olacağına işaret etmiştir. Bu yüzden onlar, Ebû Bekir, Ömer ve Osman`ın
işbaşına getirilişini batıl saydılar. Yani bunu şerîat kurallarına ve
Hz. Peygamber`in sünnetine aykırı görerek bununla savaşmayı dinî bir
görev kabul ettiler. Ancak, Hz. Peygamber`in, Hz. Ali hakkında
söyledikleri ve Ali`nin üstünlükleri doğru olmakla birlikte, Allah
Resulü benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi diğer büyük
Sahâbîler hakkında da söylemiştir. Üstelik, hastalandığında imamlığa Hz.
Ebû Bekr`i geçirmiştir. Diğer yandan Hz. Peygamber, kendisinden sonra
Müslümanların başına kimin geçeceğini isim vererek belirtmeden bu
dünyadan ayrılmıştır. Böyle bir hadîs olsaydı, Hz. Ebû Bekir`in halife
seçildiği sırada yapılan konuşma ve müzâkerelerde bu hadîsin söz konusu
edilmesi gerekirdi. Çünkü ashâb-ı kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz.
Peygamber`den işittiğini nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün
mezîyetlere sahiptir. Ancak, Allah Resulü`nün cenaze işleriyle uğraşması
yüzünden, halîfe seçimi sırasında hazır bulunamayan Hz. Ali ile bu
kadar önemli bir konunun istişare edilmemiş olması bir eksiklik
sayılabilir. Fakat, Ensâr`ın hilâfet konusunu müzâkere etmekte olduğu
topluluğa Hz. Ömer`le Hz. Ebû Bekir bile sonradan katılmıştı. Bu çok
önemli meselede yanlış bir adımın atılması endişesi ve işin kısa sürede
çözülmesi zarûreti, seçimin Hz. Ebû Bekir lehine yapılmasını gerekli
kılmıştır. Nitekim daha sonra Hz. Ali de Ebû Bekir`e bey`at etmiştir.
Müslümanlar,
Ehl-i Beyt denen `Ali ve ailesini` öteki Ashâb-ı Kîram`dan ve Allah
Resulü`nün öteki halîfelerinden ayırmadan severler. Onun ailesine
yapılan haksızlığa ve zulme karşıdırlar ve tarih içinde de karşı
olmuşlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel (rh.a), "Ehlü`s-Sünne ve`-l Hadîs"
taraftarlarının Hz. Muhammed (s.a.s.)` in ailesine hak ettikleri
muhabbeti gösterdikleri ve Ali İbn Ebî Tâlib`in (r.a.) haklarını
tanıdıkları için "Ali`nin `şiası, taraftarı" olduğunu ifade etmektedir.
Aynı tavrı İmam-ı Â`zam da takınarak Abbasîlere karşı İmam Zeyd`i
desteklemiştir. Bu anlamda Şia, îtikâdî ve siyasî bir mezhep olarak
kabul edilirken, Alevîlik, Hz. Ebû Bekr es-Sıddık`a (r.a.), Ömer
el-Faruk`a (r.a.) ve Osman Zünnureyn (r.a.)`e ve daha pek çok ashâb-ı
kirâm`a buğz ve düşmanlık taşıyan fikirlerle dolu bir tarîkat
görünümündedir. Bu ifrata sebep olan Emevilerdi. Emeviler devrinde, Ömer
İbn-i Abdulaziz`in hilâfetine kadar cuma hutbelerinde Ali İbn Ebî
Tâlib`e (r.a.) ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu.
Onların bu yanlış hareketleri öteki Müslümanları bağlamazdı. Çünkü
onlar, bütün Müslümanları temsil edemezlerdi. Hele hilâfet konusundaki
olayları göze alarak öteki, Müslümanları zalim görmek ve göstermek
haksızlıktır ve haktan sapmadır. Ne Resulullah`ın üç halifesi ne de
Ashâb-ı Kirâm, Ali İbn Ebi Talib hakkında düşmanlık eseri
bırakmamışlardır. Alevîlik, zaman içinde parçalanmış ve sayısı yüze
varan tarîkatlara ve yollara ayrılmıştır. Ancak bunları İmam Ebu Câ`fer
es-Sâdık`ın içtihatlarıyla amel eden ve Müslümanlarla aralarında bir
fark görmediklerini söyleyen, yeryüzünde Allah`ın hâkimiyetini
istediklerini haykıran Ca`feriyye ve Zeydiye kollarına bağlı
Müslümanlarla karıştırmamak gerekir. Câferî Müslümanları Şia içerisinde
incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel ilişkisiyle göz önüne almak ve ona
göre değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Câferîlerle, Zeydîleri
Alevîliğin diğer kolları olan Batînîler, Karmatîler, hatta kuzey Afrika
ve Mısır`da uzun yıllar hüküm süren Fâtımîlerden, bugün Anadolu`da
yaşayan Alevîler`den, Lübnan ve Suriye`deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayırt
etmek gerekir.
Alevîlerden Gulât olanlar yani aşırı gidenler Hz.
Ali`de, diğer halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler
olduğuna inanıyorlar. İslâm tarihinde bu görüşü ve inancı daha da ileri
götürerek, Allah`ın Ali`nin varlığında, insan suretinde görünüş alanına
çıktığını, onun bir ilâh-insan olduğunu söyleyenler bile çıktı. Ali`nin
mehdi olduğunu, ölmediğini ve kıyamet gününden önce çıkarak dünyada
adaleti sağlayacağını öne sürdüler. Bunlar "sebeîler"dir. İslâm`da ilk
dînî ayrılık hareketini teşkil eden ilk Alevîlik, Hz. Ali daha hayatta
iken San`alı bir Yahudi olan İbn Sebe`nin telkini ile başlamıştır.
Bundan sonra Ali`nin ve soyunun, hatta İbn Sem`an, Ebû Mansur el-İclî,
Ebu`l-Hattâb, Horasanlı Ebû Müslim gibi Ali ile aile bağı bulunmayan ve
sadece taraftarlık yapan birtakım yabancıların öncülük ettiği tenâsüha,
ibâhaya, farzları terketmenin caiz olduğuna ve imanın, imamı bilmekten
ibaret bulunduğuna inanan birçok Alevî kolları meydana çıkmıştır.
Dağınık
Alevî kollarını birleştiren Câ`fer es-Sâdık`a bir aralık gidip gelen ve
inanışlarında İslâm`a aykırı şeyler bulunduğu için kovulan, İmam
Câfer`in lânetlemesine uğrayan Ebî Mansur el-İclî ile Ebû`l-Hattâb`ın
ekolü, "İsmâiliye" veya "Yedi İmam" mezhebini oluşturmuştur. Batınîlik
adı verilen bu mezhep Yemen`de kökleşmiş, Irak, İran, Horasan ve
Türkistan`a kol atmış ve batıda Endülüs`e kadar yayılmıştır. Bu
mezhepten olanlar Bahreyn`de ve Ahsâ`da Karmatiyye mezhep ve hükümetini,
Kûfe`de ve Basra`da birçok ihtilâlleri, Mağrip`te önce "Alevî
Hükûmeti"ni, sonra Mısır`da Fâtımî halifeliğini vücûda getirmişlerdir.
Cebel-i Dürûz`da Lübnan`da yaşamakta olan "Dürzîlik"le daha birçok fırka
ve mezhepler Batınîlikten doğmuştur. Muhammed b. Nusayr de bu arada
bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan "Nusayrîlik"i
kurmuştur.
Hz. Ali`nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle
Kerbelâ olayı Hz. Hüseyin`in şehit edilmesi, Alevî topluluğun siyasî bir
görüş çevresinde toplanmasına yol açtı. Sonraları Şia (Şiîlik) adını
alan ve daha çok İran`da gelişen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu
olaylar zinciri oldu. İslâm ordusunun doğuya doğru ilerlediğini gören
İran, bağımsızlığını kaybedeceğini anlayınca, İslâm`ın içinde doğan ve
gelişen Hz. Ali taraftarlığını eski dîn ve siyasetleriyle kaynaştırarak
benimsedi. Bundan Alevîliğin, bir başka kolu doğdu. Alevî inancı bu yeni
ad altında hızla gelişti. Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçişini
(tenâsüh) kabul eden Hind inançları da yine İran etkisiyle karıştı.
Anadolu
Alevîliği ise, sadece Batınîlik`in devamı değildir. Yesevî, Kalenderî,
Hayderî gibi Türk tarikatlarının, Hurûfiliğin, Vücûdiyye ve Dehriyye
inançlarının karıştığı, bazı Türk gelenek ve göreneklerinin ve halk
şiirinin yaşadığı bir dünyadır. Onda "tenâsüh", "hulûl", "ibâha" ve bir
çeşit "iştirak" ilkeleriyle birlikte, Türk şölenlerini andıran âyinler
de görülür. XIII. yüzyılda Anadolu`nun fikir hayatında Orta Asya`dan ve
Horasan`dan göçen bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri olmuştur. Bu
arada Harezm`li göçmenler, köylere varıncaya kadar Anadolu`nun dînî
havasının değişmesine yol açmışlardır. Bu tarihi kökenlere dayanan
Alevîlik günümüzde varlığını sürdürmektedir. Şiîlik, Bektâşîlik ve
Kızılbaşlık gibi Alevî kollarının özel törenleri, toplantıları
bulunmaktadır. Bu kolların hepsinde Hz. Hüseyin`in Kerbelâ`da şehid
edildiği 10. Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir. Şiîler o
gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, ağlar, yakınırlar. Kızılbaş
ve Bektâşîler bu günün acısını çeker, fakat dövünmezler. Alevî
törenlerinin en büyüğü kadınların da katıldığı "cem âyini"dir. Bu tören
cuma günleri düzenlenir. Cem âyininin küçüğüne "dernek" denir. Bu
toplantılar sazlısözlü, içkili olur. Özel zikirler yapılır. Töreni
yöneten dede tarafından bir sure veya ayet okunur. Ayrıca cem`âyininden
başka "görgü âyini", canlardan birinin diğerini şikâyeti hâlinde "sorgu
âyini" düzenlenir. Nevrûz, hem bahar bayramı, hem de Hz. Ali`nin doğum
günü sayıldığı için, genellikle kutsal kabul edilir ve törenler
düzenlenir .
Alevîlik, İran`da olduğu gibi Anadolu`da da daha çok
şiir ve edebiyatla yayılmıştır. Alevîlerin büyük tanıdığı yedi şair;
Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve
Virânî`dir. Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî dışındakiler tam batinîdirler.
Yollarını
müstakil bir dîn ekolü ve İslâmiyet`in esası kabul eden Alevîler, Hz.
Peygamber, Hz. Ali, Oniki İmam ve Hacı Bektaş Velî`yi kendi yorumcu ve
düşünürleri sayarlar.
Prof.Dr. Hamdi DÖNDÜREN